Okumasız Okuryazarlık Hâlimiz
Karar’daki
yazı günümüz değişti; bugünden itibaren her cumartesi inşallah bu
köşede olacağız. Yazdıklarımızın ne kadar okunduğunu, müspet ya da menfi
açıdan toplum katında ne kadar karşılık bulduğunu bilmesek de sürekli
okumak ve yazmak gerektiği kanısındayız. Zira okumaktan, hele de sürekli
okumaktan pek hoşlanmayan, okumak gibi yaygın alışkanlığı bulunmayan
bir toplumuz.
Akşit Göktürk’ün “Okumasız
okuryazarlık” diye tanımladığı büyük bir sorunumuz bulunduğu şüphesiz.
Genellikle bildiğimizi okumaya düşkünüz. Sözlü kültür kodlarının hâlen
baskın olduğu kırsal kesimlerde, bildiğini okuma alışkanlığı şu veya bu
şekilde izah edilebilir; fakat büyük kentlerde hayat süren, üstelik
entelektüel görünmeyi pek seven okuryazar kitleler için hiçbir makul
izah ve meşru gerekçe söz konusu değildir.
***
Okumasız okuryazarlık
kesinlikle bir tercihtir. Göktürk’ün deyişiyle, bu tipolojinin uzun
boylu okumaya, zihnî emek harcamaya, bildiklerini yeni ve farklı
açılardan kritik edip sağlamasını yapmaya sabrı yoktur. Ezberini bozmaya
ise hiç niyeti yoktur. Bilakis en kestirme yoldan kendi çıkarına
varmayı, kendi ezberini başkasına dayatmayı amaçlar. Okumasız okuryazar,
şayet bir din adamıysa, belki rüşd çağında ezberlediği dogmadan başka
bir şey tanımaz; klasik dinî literatür dışında okunmaya değer hemen
hiçbir metin olmadığını savlar.
***
Hâliyle, modern çağda baş gösteren
sayısız problemin, sözgelimi, vadeli satış, vade ve enflasyon farkı gibi
pratik hayatla ilgili meselelerin çözüm formülünü hazırda, mesela İmam
Ebû Yûsuf’un Kitâbü’l-Harâc’ında arar. Çünkü yüzyıllar öncesinde
ulemanın bugünleri de hesaba katarak, söylenmesi gereken her şeyi
söylediğine inanır. Hâl böyle olunca, büyük bir geleneğe sahip olmak ve
devamlılık içinde değişimi mümkün kılmak için geleneksel ilmî mirasa göz
atmak ile bizatihi geleneği kutsayıp aynıyla bugüne taşımak arasındaki
büyük farkın ayırdına varamaz.
***
Okuryazarlığın
okumasızlık hali, farklı görüş ve düşünceye tahammülsüzlük, tek
hakikatçilik, çifte standartçılık, çift dünyalılık ya da söylem ve
retorik başka, eylem ve pratik başka şekilde çift adamlılık ve çift
yaşamlılık gibi gayr-i ahlâkî komplikasyonlara da yol açar. Ancak bu
patolojik hal, “Bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur” noktasında
gayet tutarlı ve istikrarlıdır.
***
Bu vesileyle, çok kısa bir süre önce
kaybettiğimiz değerli hocamız Prof. Dr. Bekir Topaloğlu’na Cenâb-ı
Hak’tan engin rahmet ve mağfiret diliyorum. Gerek yıllar yılı “İtikatta
mezhebim Mâtüridîlik” demenin dışında hemen hiçbir şey bilmediğimiz İmam
el-Mâtüridî ve Mâtüridîliği tanımamıza ve aynı zamanda okumasız
okuryazarlıktan az çok kurtulmamıza vesile olan ilmî çalışmalarından,
gerek Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde binlerce talebesine
harcadığı emeklerden, gerekse tam bir ilim münzevisi olarak İSAM’da
ürettiği ilmî değerlerden dolayı büyük hocamızı şükran ve minnetle
anıyorum.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Mart 2016
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/okumasiz-okuryazarlik-halimiz-593
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/okumasiz-okuryazarlik-halimiz-593
Şerrin Kıymet-i Harbiyesi
Üç
gün önce Ankara Kızılay’da yaşanan ve çok sayıda masum insanımızın
kaybına yol açan terör hadisesini duyar duymaz, Bakara 2/30. ayette
meleklerin dilinden aktarılan, “(Ya Rab!) Yeryüzünü yangın yerine
çevirip kana bulayacak (hayırsız) bir varlığı mı oraya halife
naspediyorsun?!” mealindeki ifadeyi hatırladım ve kendi kendime,
“Melekler yine haklı çıktı; insan ırkından fazla bir şey beklememek
lazım” diye mırıldandım. Bu hal milyonlarca insanın müştereken
hissettiği derin acının ve infial duygusunun bendeki yansımasıdır.
Canımız çok
yanmaktadır; çünkü terör gibi katıksız şerlerin çarpan etkisi hayli
fazladır. Ancak bu fazlalık, ateizmin iddia ettiği gibi tüm
yeryüzü sathında şerrin kol gezdiği gibi bir algı yanılgısına yol
açmamalıdır. Gerçekte bütün kâinat ve mevcudatta hâkim olan ruh kötülük
(münker) değil, iyiliktir (maruf). Kötülüğün kendi özgül ağırlığından
fazla etki yaratmasına sebep ise maşeri vicdanda yadırganması,
istikrahla karşılanması, yani adı üstünde münker olmasıdır.
***
Kötülükten çok daha fazla olduğuna
inandığım iyilik, gerek tabiatındaki sükûnet, sessizlik ve daha da
önemlisi gösteriden pek hoşlanmama vasfından, gerekse yaygınlığından
olsa gerek, beşerî idrakte sıradan bir şey gibi algılanmakta ve buna
bağlı olarak “bütün dünya kötülük içinde yüzüyor” vehminin refakat
ettiği bir sanal tablo karşımıza çıkmaktadır. Oysa kötülük insan
hayatında akut hastalık gibidir; çoğu insanın hastalıkla tanışıncaya
değin “sağlık bana mecbur” dercesine yaşaması gibi, iyiliğin kıymeti de
maalesef can yakıcı kötülüklerle karşılaşılınca fark edilebilmektedir.
***
İyilik herhangi bir
“şey” değildir; aksine su kadar aziz, hava kadar zaruri ve hayati bir
kıymettir. Lanet terör de dâhil bütün kötülüklerin panzehiri, iyilik
kavramının içermesindeki büyük değerin her an farkında olmak ve bu
farkındalıkla onu sürekli çoğaltmakla mümkündür. Yani bireysel ve
toplumsal hayattaki ana hedef, Bakara 2/30-32. ayetlerde temsilî bir
anlatımla sunulan, “Bak insanoğlu! Sende büyük şer üretme potansiyeli
var; ama sen sen ol, şer değil, hayır üret” şeklindeki mesajı almak ve
adeta meleklerin itirazını boşa çıkarmaya yeminli gibi yaşamak
olmalıdır.
***
Kötülük en azından
kemiyet itibariyle az olduğu halde ayartıcı, kışkırtıcı ve infial
yaratıcı özelliğinden dolayı kendini asıl cürmünden çok daha fazla
göstermeyi becermekte, böylece bizi öfke, kin, nefret, tahammülsüzlük
gibi duygusal bileşenleriyle birlikte koyu kötümserliklere
sürüklemektedir. Zannımca, bahsi geçen terör hadisesini planlayan
aktörler de siyasal ve toplumsal düzlemde böyle bir hedefi tutturmak
peşindedir.
Bizatihi terörden
ziyade, ahlaksızlığın tüm komponentleriyle birlikte terörün fahişeliğini
yapan PKK özelinde söylersek, hâl-i hazırda palamarı çözmeye başladığı
anlaşılan bu melun organizasyon, sözde hak ve hukukuna sahip çıktığı
Kürt halkı üzerinden kotarmak istediği hedeflerin hayli uzağına
düştüğünü fark eder etmez, Kürt halkını kışkırtma stratejisinden büyük
ölçüde vazgeçip, Türkiye’nin batısındaki metropollerde gerçekleştirdiği
sansasyonel terör eylemleriyle toplumun diğer bütün katmanlarını
Kürtlere karşı kin ve nefretle bilemenin, daha açıkçası, Kürtler
dışındaki bütün halka, “En iyi Kürt ölü Kürttür” dedirtmenin ve böylece
birlikte yaşama irademizi dinamitlemenin peşine düşmüş görünmektedir.
***
Aslında bütün bu olan
bitenlerle ilgili büyük resim, uluslararası konsorsiyum imzası taşıyan
“Türkiye’nin önünü kesme” projesindeki terör ayağının PKK’ya ihale
edildiğini göstermektedir. PKK gerçekte figüran, hatta erketeci olduğu
halde kendini terör filminin stratejik dehalı ve pek akıllı esas oğlanı
gibi gösterebilir; ancak 80 milyonluk bu millet serinkanlı, sağduyulu ve
basiretli bir tavırla PKK’nın hamakat ehli olduğunu göstermekle
mükelleftir. Sağduyulu ve serinkanlı tavrımız bakidir; fakat devletin
Güneydoğu’da yürüttüğü terörü kazıma operasyonlarından nihai netice
almaya yönelik arzumuz ve iştahımız da aynı şekilde daimdir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Mart 2016
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/serrin-kiymet-i-harbiyesi-170
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/serrin-kiymet-i-harbiyesi-170
Karar'a Merhaba
Akademik
camiaya intisap ettiğim 1990’lı yılların sonuna kadar makale, kitap,
köşe yazısı türünden hiçbir şey yazmayan ve fakat hâl-i hazırda sürekli
olarak yazmaya çalışan birisi olarak yazı yazmanın hem zor, hem de soğuk
ve mesafeli bir iş olduğunu kendi adıma itiraf etmeliyim. Zorluk daha
ziyade karmaşık ve girintili çıkıntılı boyutlarıyla zihinde beliren
düşünceleri firesiz biçimde satıra dökmenin çok kere mümkün olmayışıyla
ilgilidir. Soğukluk ise yazının insan ve toplumla temastan uzak bir
mecrada, masa başında kaleme alınması ve bu yalıtımın insaf duygusunu
baskılayıp kimi zaman acımasız ifade organizasyonlarına ruhsat
tanımasıyla ilgilidir.
İnsan içine çıkıp
konuşmak, sohbette bulunmak aslında yazıdan çok daha insani bir fiildir;
ancak konuştuğunuz ya da konuşmayı arzuladığınız toplumsal vasat,
merhum Fazlur Rahman’ın dediği veçhile, tıpkı İslam dünyasında
gözlemlenen “ahlaki azgelişmişlik” gibi ciddi bir illetle malul ise
sohbet irfani ve insani tarafımızı besleyen bir imkân olmaktan çok,
dedikodu şehvetini kışkırtan bir araç ve kaldıraca dönüşebilmektedir. Bu
sebeple, yazının/yazmanın böyle bir toplumsal vasatta konuşmaktan daha
nezih ve steril bir fiil/faaliyet olduğu söylenebilir. Nitekim “söz
uçar, yazılı kalır” diye bir vecize vardır ki bu meşhur vecize, ahlaki
azgelişmişlik ve yaygın kalitesizlik ortamında, “söz, havaya yazı yazmak
mesabesindedir” gibi bir manaya gelir.
İşte buna binaen,
haftada bir gün (Çarşamba) Karar’da yazmaya karar verdim. Bu kararımda,
Karar Gazetesi’nin kurucu kadrosundaki arkadaşlarımın yanında yer almayı
ve karınca kararınca onlara destek olmayı da hedefledim. Yazacağım
konular hususunda belli bir alan tahdidinde bulunmamakla birlikte,
hususen güncel ve reel politikle ilgili yazmakta isteksiz olduğumu
belirtmeliyim. Zira hâl-i hazırda kendime nihai hedef edindiğim tefsir
çalışmasından zihnen ve fikren kopmak niyetinde değilim. Tefsirle
mukayese edildiğinde, güncele dair yazıların da hayli uçucu olduğu
müsellemdir. Ayrıca Karar ekibinde reel politikle ilgili yazma
ehliyetini haiz en son kişi olduğum şüphesizdir.
Mamafih, genel olarak
İslam ve din, özel olarak diyanet ve cemaat gibi alanlarda gündem
oluşturan meseleler zuhur ettiğinde, bu tür meseleleri yok saymak ve
tabir caizse Bizanslı din adamları gibi meleklerin cinsiyetini
tartışmaya benzer konular hakkında yazmak, her şeyden önce insaf ve
iz’an açısından izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Lâkin
İstanbul’un fethi, Çanakkale zaferi gibi özel günler ve haftalarda
tarifeli yazılar yazmanın, sırf yazmak için yazmak ve mürekkep
sarfiyatında bulunmaktan fazla anlam taşımadığını da teslim etmek
gerekir.
Bugüne değin
yazdıklarımın hemen hepsinin genelde İlahiyat, özelde tefsir alanıyla
ilgili olması daha ziyade bu alan dâhilinde yazmamı gerektirse de
İlahiyatın dinler tarihinden felsefeye, sosyolojiden antropolojiye kadar
çok geniş bir bilgi ve kültür alanını kapsaması, hem yazı imkânımızı
hem de yazacağımız konuları genişletmektedir. Ancak tefsir dışındaki
alanlarda kalem oynatmamız ancak şahsi kanaatlerimizi belirtmekten
ibaret olabilir. Güncel ve aktüel bağlamda sürpriz gelişmeler olmadıkça,
konu tercihlerimiz daha ziyade insan, varlık, tarih, din, ahlak,
dünyaya ve eşyaya bakış gibi tarih-üstü meselelerle
çerçevelendirilebilir.
Şundan eminim ki biz
hangi konuda yazarsak yazalım, ne kadar iyi niyetli olursak olalım,
saldırıya hazır kıtalar daha şimdiden vaziyet almış durumdadır. Bu
ülkede az çok görünür ve tanınır olmanın bedeli maalesef çok ağırdır.
Bunun da ötesinde gerek siyaset, gerek diyanet alanında yaygın kabuller
ve telakkilerden farklı bir görüşe sahip olmak ve bu görüşü kamuoyuyla
paylaşmak, adeta kan davası mantığıyla ele alınmaktadır. Belli ki pek
çok insan kavga ve gürültüden haz duymakta ve sanki “altta kalanın canı
çıksın” dercesine, Darwin’in biyolojik evrim teorisini bilerek ya da
bilmeyerek sosyal alanda tatbik etmeyi ulvi bir çaba olarak
algılamaktadır.
Bu vesileyle, bize
teveccüh gösterip bu köşede yazmamızı teklif eden kurucu kadrodaki
değerli arkadaşlara samimi teşekkürlerimi sunarken Karar Gazetesi’nin
“Türk gibi başlayıp Alman gibi bitirmek” sözüne mâsadak olmasını
diliyorum.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Mart 2016
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/karara-merhaba-169
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/karara-merhaba-169
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)