Kitap | Kur'an'a Çağdaş Yaklaşımlar

XIX. yüzyıl bir taraftan düşüşün/çöküşün kaçınılmaz süreçlerinin yaşandığı, bir taraftan da yeniden yükselişe geçmeye yönelik hâl çarelerinin arandığı ve bu yöndeki arayışların zirve noktasına ulaştığı bir dönemdir. İslam dünyasındaki çağdaşlık olgusunun genellikle XIX. yüzyılın başıyla tarihlendirilmesi bu sebepledir.

Bu kitaptaki yazılarda da aynı tarihlendirme esas alınacak ve söz konusu yüzyılın başlarından günümüze kadar geçen zaman içerisinde İslam dünyasındaki dinî düşünce akımlarının serencamı ortaya konulmaya çalışılacaktır. İslam dünyasının son iki yüzyıllık tarihsel tecrübesinde ortaya çıkan dinî düşünce akımları tüm çeşitliliğine rağmen ağırlıklı olarak ıslah ve tecdide atıfta bulunduğu için bu kitaptaki birçok yazıda da “ıslah/tecdit” kavramı bir bakıma eksen olacak, dahası bu kavram pergelin sabit ayağı gibi kullanılacaktır.

Sipariş Seçenekleri:

kitapyurdu
babil.com

Yetim İyilikler


Tıp ve eczacılık dilinde “yetim hastalıklar” (orphan diseases) ve “yetim ilaçlar” (orphan drugs) gibi ilginç tabirler vardır. Yetim hastalık tabiri lateral skleroz (ALS), kistik fibrozis (KF) gibi çok nadir görülen hastalıkları, yetim ilaç tabiri ise tedavi edilmesi amaçlanmakla birlikte çok nadir hastalıklar olmalarından dolayı ürünün araştırma ve geliştirilmesine yatırılan sermayeyi amorti etmelerine izin vermeyeceği için normal pazarlama koşullarında sponsorların geliştirme konusunda isteksiz oldukları ilaçlar için kullanılır. Bu iki tabirden mülhem olarak, reklam ve pazarlama imkânı yaratmamasından dolayı birçok dindar insanın dahi gönülsüz şekilde yaptığı iyilikler için de “yetim iyilikler” tabirini kullanmak mümkündür. Özellikle gösterişçi dindarlık ve gösterişçi dindarlar açısından bakıldığında yetim iyilikler, kişinin harcadığı maddi veya manevi sermayeyi amorti değeri bile taşımaz. Çünkü bu tür iyilikler reklam ve pazarlamaya elverişli olmaz. 

Kur’an “gösterişçi dindarlık” ve “yetim iyilik” konusunda çok çarpıcı mesajlar içerir. Özellikle Mâûn suresi tam da bu konuyla ilgilidir. Müfessirlerin çoğunluğunca esas alınan daha sağlam bilgiye göre erken Mekke döneminde bir bütün hâlinde inen, bunun yanı sıra ilk üç ayetinin Mekke döneminde, münafıklarla ilgili olduğu zannına binaen “fe-veylün li’l-musallîn” (Yazıklar olsun, sözde dindarlara!) ayetinden sonraki kısmının Medine döneminde indiği de ileri sürülen bu surenin ilk ayetlerinde hesap gününü yalan saymak, yetimi itip kakmak ve fakir fukarayı doyurmaya hiç yanaşmamak gibi dinî-ahlâkî sorunlardan söz edilir. Müteakip ayetlerde ise gösterişçi dindarlık çok çarpıcı bir dille zemmedilir. Ancak dört ve beşinci ayetlerde geçen “musallîn” ve “salât” kelimeleri nüzul ortamındaki aslî manasıyla bilindik “musallî” (namaz kılan) ve “salât”a (namaz) karşılık gelmemekte, genel çerçevede dindarlık ve dinî ayine/ritüele işaret etmektedir. Nitekim müşriklerin Kâbe çevresinde ıslık çalmak ve el çırpmak gibi ritülleri Enfâl 8/35. ayette “salât” diye ifade edilir. Dolayısıyla bu tür ayinler icra eden kimse(ler) de “musallî/musallîn” diye isimlendirilir. Birçok ayette “salât” kelimesinin “ikâme” fiiliyle birlikte “ikâme-i salât” diye zikredilmesi, genelde bedenî ibadetlerdeki özelde bizim bugün namaz diye isimlendirdiğimiz ibadetteki çarpıklıkların ortadan kaldırılması, yani öncelikle şirk unsurlarından arındırılması ve ibadetin sırf Allah’a karşı şükran/minnet duygusuyla ifa edilmesi gerektiğine işaret eder. 

Esasen Mekkeli müşrikler de kendilerini dindar olarak gören kimselerdir. Nitekim birçok kaynakta, bazı müşriklerin “Muhammed eski köye yeni âdet getirdi” düşüncesinden hareketle onu Allah’a şikayet etmek için Kabe’nin örtüsüne sarılıp yana yakıla niyazda bulundukları belirtilir. Bu açıdan bakıldığında, “fe-veylün li’l-musallîn” ifadesindeki kınama, kendilerini dindar gören müşriklere yöneliktir. Bu zümre ibadet (salât) denilen şeyin gerçek anlam ve amacına karşı son derece duyarsız bir tavır sergilerken gösterişçi dindarlık konusunda çok hevesli ve isteklidir. Hâl böyle olunca, reklam ve pazarlama imkânı yaratmayan iyilikler (mâûn) onlar nezdinde zarar ziyan gibi telakki edilir. Surenin son ayetinde geçen “mâûn” kelimesi  insanların gündelik hayatta birbirlerinden ödünç alıp verdikleri kap kacak gibi basit eşyalar anlamına gelir. Dolayısıyla mâûn “yetim iyilikler” diye de anlaşılabilir. Kabul etmek gerekir ki gösterişçi dindarlık biz müslümanlar için de çok ciddi bir problemdir. Bu ahlâkî problemin Ramazan gibi manevi arınmaya vesile olacak bir iklimde daha fazla tezahür etmesi, yani manevi arınma ikliminin mükellef iftar sofraları ve debdebeli iftar programlarıyla bir nevi festivale dönüştürülerek basbayağı riyaya kurban edilmesi, biraz da köylülük ve görgüsüzlükten kaynaklanan acı bir gerçeğimizdir. Bakara 2/264. ayetteki, “Ey iman edenler! Allah’a ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malından harcamada (infak) bulunan kimse gibi, siz de bağış ve yardımlarınızı başa kakmak ve insanların gönüllerini yaralamak suretiyle boşa çıkarmayın” ifadesi bu konuyla ilgili ahlâkî/insânî yaramıza adeta tuz basar gibidir. 

Genellikle erdemlilik ve dindarlığın manevi getiri açısından “büyük/iri ameller” işleyerek elde edileceği düşünülür. Ancak bu gerçekte hem gösterişçi dindarlık kokan hem de köşe dönmeciliği çağrıştıran sakat bir düşünce biçimidir. Gerçek manada dindarlığın “sağ elin verdiğini sol elin görmesin” sözünde ifadesini bulan “yetim iyilikler”le kıvam kazanan ve aynı zamanda Allah’a ibadet ile insanlara şefkat, merhamet ve ihsan duygusunu birlikte yaşatan bir tecrübe olması gerekir. Bunun böyle olduğunu anlamak için gerçek dindarlığa dair mükemmel bir tarif içeren Bakara 2/177. ayeti tekrar tekrar okumak gerekir. Zira Allah’a, ahiret gününe, meleklere, vahye, peygamberlere iman ile fakir fukaraya ihsanda bulunmak, namaz ve zekat ile ahde vefa gösterip sıkıntı ve zorluklar karşısında sabra sarılmak, bu ayette “birr” (gerçek iyilik ve dindarlık) olarak tarif edilir. Kısacası, asıl dindarlık iyilikler ve güzellikleri bencilce duygularla ve Allah’a ibadet adı altında kendimize özgülemeye çalışmak değil, başka insanların da iyilik ve güzellikten fazlasıyla nasiplenmesini istemek ve bunun için de mahlukata şefkatle muamele etmeyi en temel ahlâkî vazife bilmektir. Bu yüzdendir ki Fahreddîn er-Râzî onlarca ayetin tefsirinde gerçek dindarlığı, “Allah’ın emrine tazim, O’nun yarattığı varlıklara şefkat” (et-ta’zîmü li emrillâh ve’ş-şefekatü alâ halkillâh) diye formüle etmiştir. Vallâhu a’lem...

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Nisan 2019

İnne Mea'l-Usri Yüsran


Hz. Peygamber’in Mekke döneminde yaşadığı zorluklar ve sıkıntılar üzerine onun gönlünü ferahlatmak için indirilen İnşirah suresinin beşinci ayetinde “zorluk varsa elbet kolaylık da vardır” (fe-inne mea’l-usri yüsran) denilmiş ve bu ifade müteakip ayette yinelenerek zorluğun yanı sıra kolaylığın da olacağı mesajı tekit edilmiştir. Bazı müfessirler söz konusu iki ayette “usr” (zorluk) kelimesinin belirli (marife), “yüsr” (kolaylık) kelimesinin belirsiz (nekre) olarak tekrar edilmesine istinaden “tek zorluğa mukabil iki kolaylık” şeklinde bir te’vil üretmişler ve bu te’vili “Arapların dil örfüne göre bir kelime marife olarak tekrar edildiğinde aynı şeye, nekre olarak tekrar edildiğinde iki farklı şeye delalet eder” şeklinde bir lisani kabulle temellendirmişlerdir. İbn Âşûr’un da işaret ettiği gibi bu yorum tartışılabilir; hatta Abdülkâhir el-Cürcânî’nin söylediği gibi bunun mesnetsiz bir yorum olduğu da söylenebilir. Fakat tartışma götürmez bir gerçek var ki hayat macerasında yaşanan zor ve sıkıntılı zamanların ardından mutlaka güzel günlere de kavuşulduğu gerçeğidir. 

***

Mümin insan hangi ölçüde mümin olduğuna ilişkin sınavını zor zamanlarda verir ve hayatta yaşanan acılar ve sıkıntılar müminin kıvamını ölçme vesilesidir. Burası en kritik eşiktir; daha açıkçası, zor zamanlarda “Niçin ben?” gibi isyan kokan bir şikâyetle Allah’a serzenişte bulunulduğu takdirde, müminin o vakte kadar taat ve fazilet yolunda sarf ettiği tüm çabalar bir anda hükümsüz hâle gelebilir. Hatta bu noktada “habt-ı amel” (salih amellerin boşa çıkması) da söz konusu olabilir. Bu yüzden, Allah’a imanı/itimadı olan bir insanın hayattaki zorluklar karşısında feryat ve figan havasına girip dert yanmaması gerekir. Kaldı ki Kur’an bize bu dünyada dikensiz gül bahçesi vaat etmenin ötesinde, kâh ölüm korkusu, kâh açlık kaygısı, kâh malın mülkün ziyana uğraması gibi vesilelerle hırpalanmamızın (belâ/ibtilâ) bir bakıma kaçınılmaz olduğunu bildirmekte ve bu çarpıcı bildirim “Sabredenleri müjdele” diye sona ermektedir. Sabır, feleğin cilveleri karşısında teslim bayrağı çekmek yahut hayatın silleleri karşısında yelkenleri suya indirmek değil, canlı kanlı şekilde direnmektir. 

Hayatta yaşanan acılar insanın hamlığını alma ve olgunlaşmaya vesile olma gibi çok önemli bir işleve de sahiptir. Hamlıklarımızı törpülemek için Allah’tan bela ve musibet istenmez; fakat yoğun acılı bela ve musibet karşısında sergilenen imanlı sabır (direnç), insanı adamakıllı pişirir. Zor zamanlarda tıpkı Hz. Ya’kûb’un “innemâ eşkû bessî ve hüznî ilallâh” (Ben kederimi ve hüznümü ancak Allah’a arz ederim) ve/veya Hz. Eyyûb’un Enbiya 21/83. ayette geçen duasına atıfla  “rabbi innî messeniye’d-durru ve ente erhamü’r-râhimîn” (Rabbim! Bu dert bana ilişti; [senden rahmet/merhamet dilerim; çünkü] merhametlilerin en merhametlisi sensin) diye niyazda bulunmak gerekir. Çünkü sadece acılar değil, tevekkül ve teslimiyetle göğüslenen acılar vesilesiyle Allah’tan medet ve merhamet dilemek de insanı pişirir.

Hayatta canımızı yakan acılar ve sıkıntılar gerçekten kötü müdür yoksa bunlar ilk bakışta kötü görünen ve fakat ilerleyen zamanlarda başımıza gelecek başka belalar ve musibetlere karşı bir nevi kalkan işlevi gören iyi şeyler midir? Fârâbî ve İhvân-ı Safâ gibi İslam filozofları kötülük/şer problemi üzerine kılı kırk yararcasına düşünmüş ve sonuçta âlemde iyiliğin aslî kötülüğün ârızî olduğuna kanaat getirmişlerdir. Tam bu noktada hayat olaylarının gerçek mahiyeti ya da neyin gerçekten iyi neyin kötü olduğu hususaunda insanoğlunun kesin hüküm verme imkânına sahip olmadığını hatırlatmak gerekir. “Savaş sizin için kaçınılmaz kılındı; oysa savaş sizin nazarınızda hiç hoş bir şey değildir” mealindeki ifadelerle başlayan Bakara 2/216. ayette, insanın ilk nazarda iyi, güzel, hayırlı olarak algıladığı bir şeyin kendisi için kötüye müncer olabileceği, keza insanın ilk nazarda kötü olarak algıladığı bir şeyin kendisi için iyilik ve hayırla neticelenebileceği bildirilir ve son olarak bütün boyutlarıyla neyin gerçekten iyi neyin kötü olduğunu insanın değil, Allah’ın bildiği belirtilir. İslam geleneğinde Hızır-Musa kıssası diye bilinen Kur’an kıssası da yine bu hususla ilgilidir. Musa’nın ilk vehlede kötü olarak algılayıp tepki gösterdiği fiillerin iç yüzü (te’vil)  Bilge Kul tarafından açıklandığında, zahirde kötü olarak görünen şeylerin hiç de öyle olmadığı gerçeği kendini gösterir. Bilge kulun çocuğu öldürmesiyle ilgili gerekçe hakkında, “Bu gerekçe benim aklıma hiç yatmadı” demek, bir bakıma Hz. Eyyûb’un yeminini bozmamasına ilişkin Kur’an ifadesinden (Sâd 38/44) “hîle-i şeriyye”ye delil devşirebilen zihniyet gibi, kıssanın meta-mesajına karşı körleşip bir ibarenin lafzî delaletiyle cebelleşmek demektir ki bu da ağaca bakarken koskoca ormanı gözden kaybetmek gibi bir hâldir. 

***

Hâsıl-ı kelâm, insan fani hayat macerasında sayısız sıkıntı ve zorlukla karşılaşır ve bunlarla adeta çarpışır; ancak her gecenin bir sabahı olduğu gibi sıkıntı ve darlıktan sonra ferahlık da vardır. Kur’an’ın beyanına göre insan daralıp bunaldığı zaman, kulluk bilinci zinde olmak şartıyla Allah o insana mutlaka bir çıkış yolu gösterir. Kendi hayat tecrübeme baktığımda, bundan iki yıl kadar önce böbrek ameliyatı sırasında hastane enfeksiyonu kapmış, aylarca perkütan nefrostomi tüpüyle dolaşmış, keza crohn ameliyatına bağlı olarak defalarca ileus (barsak tıkanması) sıkıntısı yaşamış ve bütün bunlara ilaveten ciddi nankörlüklerle karşılaşmış bir insanım ve Yüce Mevla’ya sonsuz hamd ü senalar olsun ki bütün bunlara rağmen hâlâ ayaktayım. Çünkü “inne mea’l-usri yüsran” fehvasınca onca sıkıntı ve zorluktan sonra, Mevla’nın bize birer armağan gibi gönderdiği kadirşinas güzel insanlar vesilesiyle güneşli günlere kavuşmuş durumdayım. Bu yüzden de Mevla’ya karşı sonsuz şükür makamındayım.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Nisan 2019

Kurumsal Din ve Geleneksel Dinî Söylemden Kaçış


Son zamanlarda Türkiye’deki genç kuşakların deizm, ateizm, agnostisizm gibi düşünce akımlarına karşı gözle görülür bir ilgi ve eğilim gösterdiğinden söz edilmektedir. Burada söz konusu olan eğilimin yoğunluk düzeyini şu an için tam anlamıyla tespit etmek zor olsa da genç kuşağın kurumsal dinden ve geleneksel din söyleminden hiç hoşlanmadığını, hatta skolastik ve dogmatik karakterli egemen din anlayışından çok soğuyup uzaklaştığını söylemek mümkün görünmektedir. Nitekim bu olgu ailemizdeki ve yakın çevremizdeki gençlerin protest tavır ve tutumlarından rahatlıkla gözlemlenebilir mahiyettedir. Sosyal olaylar ve olgular çoğunlukla multifaktöriyel olarak şekillenip geliştiğinden, bunların bir tek faktör veya sebebe bağlanarak izah edilmesinin sağlıklı sonuçlar vermeyeceği kesindir. Bu yüzden, genç kuşağın kurumsal dinden ve geleneksel dinî söylemden giderek uzaklaşmasının arka planında birçok faktör bulunduğunu söylemek gerekir. 

***

Klasik kelam ilminin çağdaş insanın zihnindeki ontolojik ve teolojik sorulara yeterli cevaplar sunamaması, dolayısıyla müslümanların modern zaman diliminde varlık, eşya ve hayata dair yetkin bir dünya görüşünden mahrum olması, genç kuşakların kurumsal din ve dinî söylemden uzaklaşmalarının önemli sebepleri arasında sayılabilir. Kelam temelde İslam’ın inanç ilkelerini konu edinen bir ilim olmakla birlikte müslümanca dünya görüşüne ilişkin ölçütler belirleme işlevine de sahiptir. Özellikle yirminci yüzyılın başlarından itibaren gerek natüralizm, pozitivizm gibi fikir akımlarına mukabelede yetersiz kaldığı gerekse modern döneme kadar dayandığı ilmî-felsefî muhtevanın artık sakıt olduğu düşüncesiyle kelam ilminde yenilik arayışı denebilecek bir yönelim zuhur etmiştir. Nitekim Muhammed Abduh’un Risâletü’t-Tevḥîd, Şiblî Nu’mânî’nin el-Kelâm, Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin Üss-i İslâm: Hakâik-i İslâmiyye’ye Müstenid Yeni İlm-i Akâid ve İsmail Hakkı İzmirli’nin Yeni İlm-i Kelam gibi eserleri modern çağdaki felsefî akımların vahye dayalı inanç ve değerleri tehdit etmesi ve dini dışlayan bu akımların İslam dünyasındaki aydınları etkilemesi gibi sorunlar üzerine telif edilmiştir. Ne var ki kelamda yenilik arayışlarının devamı gelmemiş, bu yüzden de hâlen İlahiyat fakültelerinde okutulan kelam dersleri gerçek hayatta hemen hiçbir karşılığı bulunmayan zat-sıfat, isim-müsemma, cevher-araz gibi tartışma konularına mahkûm olagelmiştir.

Genç kuşakların kurumsal dinden uzaklaşmalarının arka planındaki en önemli sebeplerden biri de kerametleri kendilerinden menkul denebilecek tarzda genelde İslam’ın özelde Ehl-i Sünnet’in resmî sözcülüğüne soyunan birtakım çevrelerin ortaya koydukları çirkin temsil örnekleridir. Son günlerde el altından dolaşıma sokulan “Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler” başlıklı raporda -ki bu raporun Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde hazırlandığı ileri sürülmektedir- özellikle “Gelenekçi ve Geleneksel Dinî Kültürel Oluşumlar” bölümünde değerlendirilen dinsel kimlikli figürler ve cemaatlerden pek çoğunun faaliyetleri ve söylemlerine göz atıldığında “çirkin temsil” derken neyi kastettiğimiz rahatlıkla anlaşılır. Din, kendilerini dinin muhafazasıyla vazifeli olarak gören insanlar tarafından farklı dinî görüş ve anlayışları dışlayan bir tutumla temsil edildiğinde, bu insanların temsil tarzını onaylamayan gençler en azından kendi özel dünyalarında daha özgür ve insancıl olabilmek için kurumsal dinî yapılardan ve bu yapıların dışlayıcı ve kışkırtıcı diskurlarından nefret edip uzaklaşıyor. Bizim de katıldığımız bir değerlendirmeye göre dışlayıcı dil ve söylem tarzının temsil ettiği kurumsal din, saf haliyle dine bağlanma ihtiyacı duyan gençlerde geri çekilme tepkisine yol açıyor. Bu tepki her ne kadar açıkça dile getirilmese de çoğu kez “Din buysa ben o dinden değilim” cümlesinde ifadesini bulan bir duygu olarak gençlerin iç dünyasına yerleşiyor.
***

Bu açıdan bakıldığında deizm, ateizm ve agnostisizm gibi akımların Türkiye’deki gençler arasında yaygınlaşmasını bilinçli bir inanç tercihine yönelişten öte, kurumsal din ve geleneksel dinî söylemin yetersizliği ve arkaikliği karşısında sergilenen protest bir tavır olarak değerlendirmek sanki daha makuldür. Bu noktada Haniflik ve Hanifleşme diyebileceğimiz yeni bir yönelimden söz etmek de mümkündür. Hanîf kelimesi Kur’an’da Hz. İbrahim’in yerleşik şirk inancı karşısındaki reddedici tavrını ifade etmek üzere müşrikliğin karşıtı olarak kullanılır. Ayrıca Hz. Muhammed’e ve ona uyanlara hanîf olarak tevhid inancını (ed-dîn) benimsemeleri gerektiği vurgulanır (Yûnus 10/105; Rûm 30/30). Habeşçe, Süryanca, İbranca gibi dillerden Arapçaya geçen “hanîf” kelimesi yerleşik inanç sistemine göre “mülhid, sapkın konumda olan kişi” gibi bir anlam taşır. Dolayısıyla Haniflik muayyen bir inanç sistemi olmaktan öte, müesses ve muharref dinî yapılar ve anlayışlara karşı sergilenen protest bir tavrı anlatır. Hanifliği hem şirk inancına hem de Ehl-i Kitab’ın inanç tarzına aykırı bir tavır olarak niteleyen Kur’an aslında insanlara hiç bilmedikleri bir şeyler öğretmek veya kendilerine yepyeni dinî kimlikler vermek için değil, öz kimlikleriyle özdeş olması gereken kulluklarını hatırlatmak için seslenir. Kur’an’ın kendi nüzul ortamında “yaratılış”a (fıtrat) uygun dinî tutumun temsilcileri olarak gördüğü Haniflere karşı dikkat çekici olumlu tavrı da bu bağlamda çok manidar olsa gerektir. Hâsıl-ı kelam, günümüz Türkiye’sindeki genç nesiller geleneksel dinî söylemdeki sakillik ve arkaikliğe karşı isyankâr bir tavır sergilemekte ve dolayısıyla bilinçli bir tercih olarak deizm, ateizm gibi akımlara rağbetten ziyade Haniflik kavramında ifadesini bulan protest bir tavır takınmaya yönelmiş görünmektedir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk -  13 Nisan 2019