Ahlak Endeksimiz ve Baumanvari Etik Önerimiz


Başta Allah olmak üzere insan, toplum, dünya ve eşya ile çok boyutlu ilişkilerimizle ilgili genel ahlak endeksimiz alarm veriyor. İslam düşüncesinde en azından Sünnî-Eş’ârî gelenekteki hüsün-kubuh anlayışına göre ahlak din kaynaklı ve referanslı olmasına, şimdilerde israf sınırlarına varacak düzeyde din hakkında konuşulmasına rağmen ahlâkî kemal istikametinde mesafe almak şöyle dursun, umumi bir inkıraz, inhitat ve tereddi hâlinde olduğumuz aşikâr görünüyor. Bu hâl öncelikle biz Müslümanlar için yapısal bir probleme işaret ediyor.

Kanımca, problem öncelikle Allah-kul ilişkisinde kendini gösteriyor. Gözlemlerim ve tecrübelerimden hareketle diyebilirim ki birçoğumuz, farkında olarak ya da olmayarak, Allah’a ibadette mükâfat beklentisi ve/veya azap endişesini esas alıyor. Böyle bir ibadet anlayışı ister istemez ivaz-garaz, fayda-çıkar mantığını üretiyor. Fıkıh geleneğindeki ağır formalizm de bu sakatlığı besliyor. Diğer taraftan, sağlam bir itimat/güven duygusu, derûnî bir keşif olan iman ise genellikle itikatla (akâid) özdeş zannediliyor. Hâliyle, insanın derûnuna işleyen ve pekâlâ artıp eksilen bir kalbî amel olmaktan çıkıp, salt zihinde yer eden ve gerektiği zaman ruhsuz biçimde dile getirilen bir klişeye dönüşüyor; ama maalesef insanı dönüştürmüyor. İtikat denen şey çok kere aynı dinin mensuplarını birbirine karşı provoke eden kullanışlı bir aygıt işlevi görüyor. Kısacası, imanın yerini itikat aldığında salih amel ve ahlâkî kemal noktasında munkabız olunuyor.

Genel ahlak anlayışımız söylem düzeyinde her ne kadar transandantal (aşkın, ulvî) referanslı olsa da pratikte basit yararlar ve çıkarlara karşı ciddi bir zafiyet ve kırılganlık arz ediyor. Bu noktada Polonyalı çağdaş düşünür Zygmunt Bauman’ın post-modern etik yaklaşımından söz etmek gerekiyor. Gerçi Bauman’ın büyük genellemelerine ve indirgemeci önermelerine ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor; lakin İslâmî hassasiyet izhar eden bazı yazarların sükseli eleştirilerinde görüldüğü gibi, etiği koyu bir muğlaklık, müphemlik ve hatta bir tür eyyamcılığa indirgediğini söylemek de pek insaflı görünmüyor.

Bu meseleyi bir kenara koyarak Bauman’ın etik hakkında söylediklerini herkesin anlayabileceği basit bir dille özetlersek, her şeyden önce ahlakta karşılıklığa yer yoktur, olmamalıdır. İnsan kendisine uygun bir mukabelede bulunulsun diye ahlaklı davranmamalı, ahlâkî ilişkide koşulsuz sorumluluğu esas almalıdır. Ahlakta sözleşme de olmaz, rasyonellik de aranmaz. Bu yüzden de ahlâkî ilişkide ivaz-garaz olmaz. Ahlâkî benliğin temel özelliği her zaman yeterince ahlaklı olmadığı kuşkusunu taşımasıdır. Ahlâkî benlikte, ne yapılması gerektiğini bilmekten öte, onu yapma yönündeki iç gerilim esas olmalıdır.

Ahlak, “daha iyi” olma anlamında varlıktan önceliklidir. Ahlak aslında sorumluluk demektir. Bauman’ın ifadesiyle, “Ben sorumluluğumu üstün bir gücün, örneğin cehennem korkusuyla zorlayan bir ahlak kuralının ya da hapis korkusuyla zorlayan bir yasanın emriyle yüklenmem, sorumluluğum bir yük olmadığı için, onu bir yük olarak taşımam. Kendimi bir özne olarak yapılandırırken sorumlu hale gelirim. Sorumlu hale gelmek kendimi bir özne olarak yapılandırmaktır.”

Bu sorumluluk karşılıksız ve koşulsuzdur; karşılık verip vermemek ise benim değil, ötekinin sorunudur. Bu bakımdan ahlak bir bakıma aşkı anımsatır. Çünkü aşk, Mevlana’ya izafe edilen şu sözde ifadesini bulan bir duygudur: Aşkta karşılık beklemek olur mu? Buna düpedüz aşkı ile alışveriş yapmak denir. İnsani diye bahsedilen muhabbette bile, “Ben onu seviyorum ama o da beni sevsin” diyorsan buna aşk demezler. Sen gerçekte onun tarafından sevilmeyi seviyorsun. “O bana ne verir?” diye değil, “Ben ona ne verebilirim?” diye düşündüğün zaman aşk olur.

 Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Ekim 2016

Cemaatlerin Cennetinde Yaşamak


Faraza, “Cemaatlerin cenneti neresidir?” diye sorulsa, kendi adıma, “Türkiye” diye cevap veririm. Çünkü askeriye, mülkiye, hariciye gibi tüm kritik kurumları ele geçirip neredeyse devleti ve milleti paralel haline getireninden iktisadi alanda holdingleşenine, yakın geçmişte bazı siyasi figürlere mehdiliğin siyasi mümessilliği misyonu yükleyeninden sözde işârât-ı gaybiyye yoluyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Süfyan’ın dördüncü rüknü” gibi apokaliptik sıfatlar izafe edenine, Diyanet’i istiskal edeninden ilahiyata yeni bir nizam vermek isteyenine, tencereci tavacısından kendileri haricindeki tüm Ümmet-i Muhammed’i tekfir edenine varıncaya değin, binbir çeşit cemaatin mantar gibi bitip çoğaldığı bir ülke Türkiye…

Kur’an, Allah’ın dilemesi halinde tüm insanoğlunun tevhid inancını benimseyeceklerini belirtir; ama aynı zamanda akıl sahibi her insanın özgür iradesiyle iman ve inkâr etmesinin ilâhî yasa (sünnetullah) olduğunu da bildirir. Allah, iman ve inkârda insanoğlunu özgür iradeleriyle baş başa bıraktığı halde, kendini Müslüman bilen, özellikle de belli bir müesses dinî yapıya intisap eden insanların çoğu niçin kendi dindaşlarını kendilerine benzetmeye çalışır? Allah’ın kendine atfetmediği bir işe kullar niye soyunur? Kendi din anlayışına yönelik bir eleştiri karşısında behemehâl hakaret taarruzu başlatıldığı halde, bir kez olsun, “Acaba bizde de hata olabilir mi?” deme ihtiyacı duyulmaz? 

***

Mesela cifr, celcelûtiye, hisâb-ı cümel gibi kaynak ve sıhhati son derece problemli bâtınîlik aygıtlarından hareketle, “Şu ayet benim adıma, bu ayet doğum tarihime, öteki ayet kitaplarıma, beriki ayet şakirtlerime işaret ediyor” gibi akla ziyan tevilleri kemkümlerle savunmaya çalışmak yerine, “Bu tür saçmalıkların dine, imana, ahlaka, hayata ne faydası var” demeye yanaşılmaz? Daha açıkçası Cemil Meriç’in, “ufukları dar, kafaları basık, ama büyük bir meziyetleri var, hayranlık. Putlarına saygısızlık etmediğiniz ölçüde sizi dinliyorlar” diye bahsettiği taife niçin, “Bildik Bâtınîyye’nin günahı neydi, onların bâtınî tevilleri de en nihayet, ‘Şu ayet bizim imama, bu ayet hüccete işaret ediyor’ kabilinden değil miydi?” demek gibi dürüst bir tavır ortaya koymaz? 

Bu sakillik, “cemaatlerin ortak arızaları” başlığıyla yayımlanan yazımızdaki tespitlerin ne kadar isabetli olduğunu ispata kâfidir. Bir cemaate mensubiyet çerçevesinde dinin belli bir yorumunu benimsemek ile futbol takımı taraftarlığı arasında ciddi bir tutum farkı bulunmadığını söylemekte beis olmasa gerektir. Yeri gelmişken şunu belirtmeliyim ki, “tüm cemaatlerin kökü kazınsın, herkes Müslümanlık tecrübesini müesses bir dinî yapıdan bağımsız olarak bireysel düzeyde yaşamaya mecbur kılınsın” gibi faşizan bir düşünceyi hiç savunmadım, savunmuyorum. Çünkü böyle bir fikri savunmaya kendimi hak sahibi görmediğim gibi buna haddim olmadığını da biliyorum. Ancak kendi namıma cemaat mensubiyetini reddediyorum ve bireyselliği daha sağlıklı bir tercih olarak görüyorum. Ayrıca cemaatlere yönelik eleştiri hakkım olduğunu düşünüyorum.

***

Bütün bunların yanı sıra cemaatlerin kendi sivil alanlarına çekilmeleri, özellikle devlet kurumlarına tasallut etmemeleri, siyasi iradeye karşı baskı grupları oluşturup köpürtülmüş oy potansiyellerini koz olarak kullanarak siyasetten pay kapmak gibi mülevves işlerle iştigalden vazgeçmeleri gerektiğini söylüyorum. Ama bütün bu söylediklerimin devlet katında anlamlı bir karşılık bulacağını pek zannetmiyorum. Çünkü Türkiye’de “dindar/muhafazakâr” diye anılan kitlelerden herhangi bir cemaat angajmanı bulunmayan insan sayısının bir partiye iktidar imkânı sağlayacak nispette olmadığı kanaatini taşıyorum, bu yüzden de kendi kendime, “Cemaat cenneti olan bir ülkede siyasetçi ne yapsın?” diyorum. Diğer taraftan, dinî anlayış ve kavrayış tarzım sebebiyle cemaatler nazarında “heretik” olarak algılandığımı biliyorum. Hâliyle, cemaatlerin cennetinde cehennemi yaşıyorum. Bütün bunlara rağmen, cemaat cenneti yurdumun cemaatçi sakinlerinin biraz daha sakinleşecekleri, kendilerine yönelik eleştiriler karşısında ergen tavrıyla sövüp saymak yerine uslu başlı adam gibi mukabelede bulunmayı öğrenecekleri bir zamana erişmenin hayalini kuruyorum.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Ekim 2016

Said Nursî’den Gülen’e Amerika / Hıristiyanlık / Diyalog Aşkı


Bilindiği gibi FETÖ elebaşı Gülen Amerika, Hıristiyanlık ve dinler arası diyalog aşığıdır. 1997 yılındaki bir röportajında, “Amerika dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır… Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapmaya kalkılmamalıdır” şeklindeki sözleriyle Amerika sevdasını dillendiren Gülen, 1998 yılında Papa II. Jean Paul’e sunduğu mektupla da Hıristiyanlık ve dinler arası diyalog aşkını ilan etmiştir. Gülen’in ilan-ı aşk ifadeleri şöyledir: Papa VI. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik… Peki, Gülen bu umarsız aşka nasıl yakalanmıştır? Bu sorunun cevabı çok boyutludur; ama en azından bir boyutu Said Nursî ve talebelerine ait şu pasajlardadır:

Bir Derece Mahremdir

(...) Hem Salâhaddin’in [Selahattin Çelebi] Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü her halde şimal cereyanı İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile burjuvaları avamın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir. Her ne ise bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım (Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınevi, İstanbul 1993, s. 147).

(…) Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lakaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) dîn-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususen ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara kefaret olmakla beraber; yüz derece onlara kârdır, diye hakikattan haber aldım (Said Nursî, Kastamonu Lahikası, Sözler Yayınevi, İstanbul 1991, s. 75).

(…) Lillâhilhamd Risale-i Nur, âlî beyanatı ile ruhlarımızı teskin ediyor, hakiki dersleriyle kalplerimizi tatmin ediyor. İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hristiyanlık âleminin müslümanlıkla ittihadı; yani İncil, Kur’an ile ittihat ederek ve Kur’an’a tâbi olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlup edileceği iş’ar buyuruluyor ki Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın da vüruduna intizar etmek zamanının geldiğini mânâ-yı işârî ile ihtar ediyor. Mesmuâta göre bugünkü Amerika aktâr-ı âleme tedkikat için gönderdiği dört heyetten birisini bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek salim bir din taharrisine memur etmiştir.
Bu ise mücedditliğini mahkeme lisaniyle her tarafa ilan eden Risale-i Nur, bu muzdarip, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir… Çok Kusurlu Talebeniz Hüsrev (Said Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 62-63).

(…) Demokratlar [Demokrat Partililer] mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ulemayı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle ezan meselesi gibi Şeâir-i İslâmiye’yi ihya için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir… Nur Talebeleri ve Nurcu Üniversite Gençliği Namına Sadık, Sungur, Ziya (Said Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 288).

(…) Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan imam-ı tahkîkîyi ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale- Nur’da görmüşler... O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikat ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet ve hâkimiyet lazım ki o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zatın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiyeyi İttihad-ı İslam’a bina ederek İsevî ruhanileriyle [Hıristiyan din adamlarıyla] ittifak edip Din-i İslam’a hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir (Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sözler Yayınevi, İstanbul 1991, s. 9).

Yorum yok; takdir okuyucumuzundur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Ekim 2016

Ekim 2016 | Fotoğraflar



Cemaatlerin Ortak Arızaları


28 Eylül 2016 tarihinde Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü tarafından yedincisi düzenlenen Kriz ve Kritik Konferansında “Darbe Girişiminin Kriz ve Kritiği” teması işlendi. Konuşmacı olarak katıldığım bu programda aynı oturumu paylaştığımız Prof. Dr. Tayfun Amman Türkiye’de dinî grup yapıları üzerine çok güzel bir sunum yaptı. Amman Hoca sunumunda dinî cemaatlerin ortak özelliklerini on küsur madde halinde sıraladı. Hocanın tespit ve değerlendirmelerinden de istifadeyle Türkiye’deki cemaatlerin acil ıslah ve onarım gerektiren bazı müşterek arızalarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

(1) Cemaatlerin tümünde karizmatik bir manevi lidere -ki burada söz konusu olan karizmatiklik her bir cemaatin kendinden menkuldür- kesin inançlılıkla bağlılık esastır. Ancak bu bağlılık, “Allah’a isyan söz konusu olduğunda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur” mealindeki temel itikâdî ilkeyi rafa kaldıracak tarzdadır.

(2) Cemaatlerde Ehl-i sünnet itikadına sadakat esastır. Ancak bu söylem düzeyinde kalan bir esastır. Şöyle ki Ehl-i sünnet itikadında masumiyet sadece peygamberlere mahsus bir özelliktir. Kaldı ki peygamberlerden zelle denilen ufak hatalar da sadır olabilir. “Hatasız kul olmaz” diye özetlenebilecek Sünnî itikada rağmen herhangi bir cemaatin kendi liderinden hata sadır olduğunu açıkça dillendirdiğine tanık olmak pek mümkün değildir. Bu bakımdan cemaatlerdeki karizmatik lider anlayışının Sünnîlikten ziyade, Şiîlikteki masum imam doktriniyle örtüştüğünü söylemek gerekir.

(3) Cemaatlerde farklı ses ve söyleme, girintili çıkıntılı düşünceye izin vermemek esastır. Keza cemaat tarafından tavsiye edilenler dışındaki hemen bütün eserler “yasak yayın” kapsamındadır. Gerek aykırı/çatlak ses çıkaran gerekse “yasak yayın” okuyan kişinin başına tokmak indirmek tüm cemaatlerin olmazsa olmazlarındandır. Bu itibarla Hâşhâşîlik ve mankurtluğun FETÖ’ye mahsus bir arıza olmadığı açıktır.

(4) Cemaatler çok partili dönemin başından beri Adalet Partisi, Anavatan Partisi, AK Parti gibi merkez sağ partilere yanaşmakla mümeyyizdir. Dolayısıyla cemaatler dinî söylemlerinde olduğu gibi siyasi tercihlerinde de sağcı karakterlidir. Yine cemaatler ikbal ve istikbal vaat etmeyen bir siyasi partiye yanaşmanın “enayilik” olduğu yönündeki ortak bilinçle de maruf olup birçok cemaat siyasi havayı iyi koklama hususunda kendilerinden beklenenin fevkinde üst düzey bir performansa sahiptir.

(5) FETÖ’nün 17-25 Aralık’ta hükümete, 15 Temmuz darbe girişimiyle devlete meydan okuması müstesna, hemen hemen tüm cemaatlerde devlet ve hükümetle didişmemek, devletle ilişkide uslu çocuk gibi tavır sergilemek genel bir ilkedir. Ancak bu ilkenin asıl anlam içermesi sinsiliktir. FETÖ’nün raydan çıkması ise bu melun organizasyonun özellikle 1999’dan itibaren uluslararası konsorsiyum tarafından sevk ve idare edilmesiyle ilişkili bir meseledir.

(6) Siyasetle ilgilenmiyormuş gibi poz vermek ve fakat desteklenen parti iktidar olur olmaz siyaset meydanının ortasına dalıvermek, daha açıkçası bakanlıkları paylaşmaktan ilahiyat fakültelerinde karma eğitime karşı çıkmaya kadar birçok konuda siyaset ve hükümete ayar vermeye çalışmak, hatta holdingleşme düzeyinde dünyevî işlerle meşgul olmak cemaatlerin huy ve alışkanlık haline getirdikleri bir diğer ortak özelliktir.

(7) Siyaset ve devletle ilgili mezkûr özelliğin bir yansıması olarak tüm cemaatler nepotist karakterlidir. Nepotizm görev, yetki dağıtımında ehliyet ve liyakat ölçütünün rafa kaldırılıp salt grup çıkarına dayalı adam kayırmacılığın esas alınmasıdır.

(8) Tüm cemaatler “ayranım ekşi” dememeye ve kendini seçkin görmeye yeminli gibidir. Bu yüzden her bir cemaat tek hakikatçi bir dille konuşmayı pek sevmektedir. Bu durumun özellikle Ehlü’s-Sünne ve’l-Cemâa tabirindeki cemaat kelimesinin işaret ettiği kapsayıcılık ve kuşatıcılığı lağvedip bunun yerine ayrışma, kamplaşma ve gettolaşma pratiğini ürettiği şüphesizdir.

(9) Cemaatlerdeki bir diğer ortak özellik dinin ateist, nihilist çevrelerden ziyade dindar zümrelere ya da birbirlerine anlatılmasında kendini gösterir. Sözgelimi, vaktiyle Türkiye’de moda fikir akımı haline gelen vülger materyalizm dalgasına karşı, benzer argümanlardan hareketle imanın gerekliğini vurgulamak için yazılan bir dizi eser, irili ufaklı muhtelif gruplar tarafından senelerdir salt grup üyeleri arasında okunmaktadır. Bu durum “Kendileri çalar, kendileri oynar” sözünü hatırlatmaktadır.

(10) Kur’an’ın “Müminler ehl-i küfre karşı sert ve tavizsizken birbirlerine karşı şefkatlidirler” şeklindeki tanımlamasına rağmen dinî cemaatler bu ilâhî beyanı, “Birbirinizi sevin” yerine “Birbirinizi ötekileştirin” diye anlamakta ısrarcı gibidirler. Yine cemaatler salt diğer dinî grupları değil, dinî alanda yazıp çizdikleriyle az çok tanınır hale gelen ilahiyatçı figürleri de nefret diliyle ötekileştirirler. Üstelik bu nefretin gerekçesini dinî-itikâdî açıdan sapkınlığa bağlayarak sözüm ona sapkınlara dedikodu, iftira, karalama gibi gayr-i ahlâkî yollarla saldırmayı güya meşru dava haline getirirler. Ancak bütün bunları yaparken, kendilerince muteber olan dinî anlayışın da en nihayet tarihî tecrübe içerisinde oluşmuş bir yorum olduğunu unutup Allah adına -haşa- Allah gibi konuşmayı marifet bilirler.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Ekim 2016 

Dua Yoluyla Her İşi Allah'a Havale Anlayışı


Özellikle Kandil gecelerinde ağdalı dualarıyla tanınan duahanlarımız, “Ya Rabbe’l-Âlemîn! Filistin sorununu hallet; Siyonistleri helak et; DAEŞ’i Suriye’den def et!” demekle aynı kapıya çıkan niyazlarda bulunurlar. Bu tür niyazları dinlediğimde hem duahan hem de sorgusuz sualsiz âmin diyen cemaat için, “Filistin sorunundan Suriye meselesine kadar her işi bizzat Allah deruhte edecekse, o zaman siz ne yapar, hangi işe yararsınız?” diye düşünmekten kendimi alamamışımdır. Bu tür bir Allah ve dua anlayışında ciddi sakatlıklar bulunduğu kuşkusuzdur. Denebilir ki “Ama Kur’an’da da, ‘Rabbimiz! Ehl-i küfre karşı bize yardım et; bize sabır ve metanet bahşet; ayaklarımızı sabitkadem kıl’ mealinde niyaz ifadeleri mevcuttur. Kuşkusuz doğrudur; ama bu niyazlar düşmana karşı gerekli tedbirleri kuşanan müminlerin dilinden aktarılmıştır. Oysa bizim dua formlarımızın çoğu, kılımızı kıpırdatmaksızın hemen her türlü meseleyi doğrudan doğruya Allah’a havale-ihale tarzındadır. Dahası pek çok klişe duamız, “O güçlü kudretli halk Arz-ı Mev’ûd’da bulunduğu sürece biz oraya adım atmayız. Sen ve rabbin, gidin onlara karşı savaşın. Biz şuradan şuraya bir adım bile atmayız” diyerek Hz. Musa’ya isyan eden İsrâiloğulları’nın Arz-ı Mev’ûd’u Rab Yehova’nın fethetmesini istemesinden farksızdır.

***

Başta Allah’la ilişkimiz olmak üzere insan, toplum, söylem, eylem gibi birçok kritik konuda gayr-i ahlâkîliği huy edindiğimizde kuşku yoktur. İşin en acı tarafı da ahlaksızlığımız, sorumsuzluğumuz ve eyyamcılığımızı sık sık dine refere ediyor olmamızdır. Oysa Hz. Peygamber, “Sizden biri herhangi bir kötülük ve çirkinliğe tanık olursa, onu eliyle, olmadı diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse buğzetsin ki bu da (mümin için) olmazsa olmaz mesabesindedir.” (Not: Bu hadiste geçen ve hemen herkes tarafından “imanın en zayıfı” diye tercüme edilen “ed’afü’l-iman” ibaresinin “olmazsa olmaz” manasında bir deyim olduğuna dair tespit Prof. Dr. Bünyamin Erul’a aittir) buyurmak suretiyle kötülüklerin öncelikle ve özellikle fiilî dua (amel/iş/edim) yoluyla bertaraf edileceğine atıf yapmıştır. Allah’a dua ağdalı ve fiyakalı retorikle değil, fiille sabit olur ve Allah katında da bu minvalde karşılık bulur.

“Lafla peynir gemisi yürümez” şeklinde bir deyim vardır. Bu deyimdeki anlam dinî-ahlâkî alana transfer edildiğinde hem Allah’la ilişkimizin hem de Allah’a dua ve niyaz şeklimizin nasıl olması gerektiği hakkında az çok bir fikir verir. Allah’ın insan ve tarihle ilişkisi Kur’an’da sünnetullah diye ifade edilir. Sünnetullah Allah’ın fiillerinde keyfilik ve gelişigüzelliği değil, yasalılığı belirtir. Allah’ın insan ve toplumla yasalı ilişkisi Ra’d 13/11. ayette, “Bir toplum kendini değiştirip dönüştürmedikçe Allah o toplumu durduk yerde değiştirip dönüştürmez” mealinde formüle edilmiştir. Değiştirme ve dönüştürme çift yönlüdür; yani iyi yönde olabileceği gibi kötü yönde de olabilir. Ancak bundan daha önemlisi, ilgili ayette değişimin öncelikle insandan sadır olan bir fiil olarak belirtilmesi, yani ilk adımın insan ve toplum tarafından atılması gerektiğine dikkat çekilmesidir.

***

Allah’ın dilediğini hidayete, dilediğini dalalete sevk ettiğini bildiren ayetlerden, kâinattaki her olayın faili olarak doğrudan doğruya Allah’ı gösteren ayetlere kadar zahirî mana itibarıyla beşerî iradeyi nefyeden tüm Kur’an ifadeleri Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında tartışılan ef’âl-i ibâd (kulların fiilleri), kader, kaza gibi teolojik meselelerden ziyade hem ulûhiyet hem rubûbiyet noktasında tevhid ilkesini pekiştirmeye matuftur. Bu sebeple, “Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini dalalette bırakır” mealindeki ayetleri, “Allah dileyeni hidayete ulaştırır” şeklindeki operasyonel teviller ve palyatif çözümlere kurban etmemek gerekir. Çünkü söz konusu ayetlerin sevk sebebi her yönüyle tevhidin pekiştirilmesi, şirkin tümden reddedilmesidir. Tarihsel süreçte ortaya çıkan kelâmî ve felsefî problemlerin yükünü ayetlere taşıtma alışkanlığından vazgeçmek gerektiği de bu vesileyle not edilmelidir. Gerçi bütün bu söylediklerimiz gerek salt Kur’an’cılık söylemini cilalayan, gerekse Ehl-i sünnet kalkanıyla Ehl-i hadis zihniyetini pazarlayan çevrelerce kavranamayabilir; ama inşallah onların da zihinsel idrak seviyeleri zaman içerisinde gelişecektir.

***

Sözün özü, Suriye sorununu çözmek için atılması gereken etkin adım, “Allah’ım, DAEŞ’i Suriye’den def et” diye yakarıp durmak yerine Cerablus’a girmek veya başka bir siyasi, askerî veya diplomatik tedbiri hayata geçirmektir. Toplumsal ölçekte ahlak, hukuk ve sair problemleri çözmek için atılması gereken adım ise mehdi denen mitolojik kahramanımızın zuhur zamanını beklemek değil, öncelikle kendi evimizin önünü süpürmektir. Yok eğer, “Gelsin, mehdi süpürsün” derseniz, emin olun daha çok beklersiniz. Neredeyse tarihin şafağından beri “Şaoşyant”ından (Mecusiler) “Maitraya”sına (Budistler) kadar sayısız mehdi beklendiği halde, süpermen mehdilerden hiçbiri şu vakte kadar zuhur emaresi bile göstermiş değildir. Açıktan veya zımnen, “Ben mehdiyim” diye ortaya çıkanlar ise, tıpkı 1880’li yıllarda bizim köyden (Giresun, Keşap, Kaşaltı köyü) zuhur eden Hasan Efendi adlı şark kurnazının mehdilik iddiasında ve aynı zamanda FETÖ vakasında olduğu gibi, devletin ve milletin başını ağrıtmaktan başka bir iş becermiş değildir.