Kitap | İlahi Hitabın Tefsiri 2

İlahi Hitabın Tefsiri 2. Cilt

Sipariş Seçenekleri:

kitapyurdu
babil
teklifkitap

Tarihselcilik Konuşmaları 10 - Kur'an'ın Kendinden Önceki Kitapları Tasdiki Kavramı | Mayıs 2020


Kur'an'ın kendinden önceki kitapları hem tahrif edilmiş olarak ifade etmesi hem de tasdik ettiğini söylemesi çelişki mi? Bu soru üzerine Prof. Dr. Mustafa Öztürk düşüncelerini belirtiyor. Bu videoda tahrif ve tasdik kavramları hakkında, İncil'in ve Tevrat'ın tahrif edilmiş olması ve Kur'an'ın bu kitapları tasdik etmesi konularında bilgilere erişeceksiniz.

ASBÜ'de Ramazan ve İnşirah - Modern Dönem Müslümanların Kur'an'la İlişkisi | 12 Mayıs 2020


Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi'nde Ramazan ve İnşirah programında Asım Yapıcı'nın konuğu Mustafa Öztürk'tü. Modern Dönem Müslümanların Kur'an'la İlişkisi konusu konuşuldu. 12 Mayıs 2020

Aslı Şafak'la İşin Aslı / Bloomberg HT | 27 Nisan 2020


Havada Provokasyon Kokusu Var

Geçen hafta bu köşede “Toplumsal Kutuplaşma ve Zıtlaşma” başlıklı bir yazı yazmış ve toplumsal bünyedeki ciddi bir sıkıntıyı anlatmaya çalışmıştım. 
Kutuplaşma ve zıtlaşma diye tanımladığım bu sıkıntı, son günlerde reel politik düzlemdeki dilin yeniden sertleşmesi ve buna bağlı olarak siyasi havanın gerginleşmesi üzerine çok ciddi bir provokasyon imkanına dönüştü. Şöyle ki birkaç gün önce İzmir müftülüğünün merkezi ses sistemi sabote edilerek Konak, Karşıyaka gibi yerlerdeki bazı camilerin hoparlörlerinden “Çav Bella/Bella Ciao” (Mussoli döneminin İtalya’sında devrimci, sosyalist, komünist grupların marşı) isimli bir marşın yayını yapıldı; daha sonra da bazı insanlar bu provokatif eylemi övücü ifadelerle sosyal medya hesaplarında paylaşımlar yaptı.

Bu provokasyon için İzmir kentinin seçilmiş olması çok manidar… Zira “Gâvur İzmir” şeklindeki çirkin yakıştırmanın anlam ve çağrışımları malum… Camilerin hoparlörlerinden yayınlanan müziğin sol ideolojide sembolik değeri haiz “Çav Bella” isimli marş olması daha bir manidar. Zira İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in bu marşla ilgili hikâyesi de malum… İzmir, CHP, CHP’li belediye başkanı, Çav Bella marşı, cami, minare, ezan… Bütün bu isimler ve semboller bir araya getirildiğinde, özellikle de “Çav Bella” gibi sembolik parmak izlerine dikkat edildiğinde, söz konusu provokasyonun toplumsal kutuplaşma ve zıtlaşma sosyolojisinden Maraş ve Çorum olayları gibi bir toplumsal infial yaratmaya matuf olduğu anlaşılır.

1978 yılında memleketi 12 Eylül 1980 darbesine götüren Maraş olayları sırasında 100’den fazla insanımız katledildi; Alevi vatandaşlarımıza ait 200’den fazla ev ateşe verildi ve 100’e yakın işyeri tahrip edildi. Tamamen siyasi saiklerle kaşınan Alevi-Sünni ihtilafının gerginliği tırmandırdığı bir süreçte, Maraş’taki Çiçek Sineması’na o dönemin milliyetçi filmlerinden biri olarak kabul edilen “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli filmin gösterimi sırasında patlayıcı madde atılması infialin fitilini ateşlemiş, olayların çığırından çıkma aşamasında Bağlarbaşı camii imamı Mustafa Yıldız cuma vaazında şu öğütleri (!) vermişti: “Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz.”

Geçen haftalarda Sevda Noyan’ın lüzumsuz ve sorumsuz konuşması, bu hafta İzmir’deki bazı camilerin hoparlörlerinden Çav Bella marşı çalınması memleketin havasındaki provokasyon kokusunu yoğunlaştırıyor. Bereket versin ki bu defa aklıselim ve sağduyu ülke sathında daha baskın görünüyor. İzmir Belediye başkanı Tunç Soyer’in şu açıklaması da takdiri hak ediyor: “En fazla birlik beraberlik içinde olmamız gereken günlerde, halkımızı birbirine düşürmeye, kutuplaştırmaya çalışanların bu kadar alçakça provokasyona tevessül etmeleri niyetlerini açıkça ortaya koyuyor. Hedefleri halkımızın dirliğini, birliğini bozmaktır. Bu oyuna gelmeyelim. Diyanet İşleri Başkanlığımıza bağlı bazı camilerin ses sistemine girerek bu eylemi gerçekleştirenleri devletin yetkilileri ve emniyet güçlerinin en kısa sürede yakalayarak yüce Türk adaleti önüne çıkacağına inanıyor, İzmirliler adına bekliyoruz. Asla kabul etmeyeceğimiz bu provokasyonu gerçekleştirenleri lanetliyor, güzel İzmir’in adını bu olayla yan yana getirip politika malzemesi yapanları da kınıyorum.”

İzmir’de tezgâhlanan provokasyonun üç beş densiz ya da kendini bilmez insanın marifeti olmadığını anlamak için özel harp dairesinde uzman olmaya gerek yok. Bu iş kesinlikle derin, kirli ve karanlık bir iş… Akif Beki’nin “Camide kim Çav Bella çalar?” başlıklı yazısında Özel Harp Dairesi eski Başkanı Org. Sabri Yirmibeşoğlu’ndan aktardığı şu ifadeler de bunu teyit edici mahiyette: “Eğer bir yerde halkı galeyana getirmek isterseniz, sizin saygın değerlerinize düşmanın küçültücü hareket yaptığını gösterirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır. Halkın mukavemetini arttırmak için, düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz mesela...”

Bu pasajda da açıkça belirtildiği üzere toplumsal planda geniş çaplı infial yaratacak provokasyonlarda en etkili unsur, kutsal semboller ve değerlere saldırıda ifadesini bulur. Çünkü kutsallara saldırı toplumun çok hassas olduğu sinir uçlarına dokunmak, taze yarayı kaşıyıp kanatmak gibi bir anlam taşır. Kaldı ki bizim bazı siyasal ve toplumsal yaralarımız, Alevi-Sünni ihtilafı gibi asırlara uzanan bir geçmişe sahip olsa dahi her zaman taze ve kanamaya hazırdır. Nitekim Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail (Osmanlı-Safevi) mücadelesi, Çaldıran muharebesi ve kızılbaşlık meselesinden bu yana her kaşındığında kanamış ve en son versiyonuyla Sivas-Madımak vakası olarak karşımıza çıkmıştır. Öte yandan, biz rasyonellikten ziyade duygusallığı ağır basan bir toplum olduğumuzdan, her daim kışkırtılmaya elverişli bir ruhsal moddayızdır. Fakat bütün bu duygusallığımıza rağmen kırk-elli yıl gibi kısa bir zaman aralığında defalarca aynı kodlarla kodlanıp tezgâhlanan provokasyonlara karşı sağduyulu, serinkanlı ve aklıselimle mukabelede bulunmak, çok zor bir iş olmamalıdır. Kısacası, ister bireysel ister toplumsal planda ne kadar kışkırtılırsak kışkırtılalım, aklıselim ve sağduyuyla adım atmamız gerektiğini asla unutmamak lazımdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Mayıs 2020

Kaynak: https://www.karar.com/havada-provokasyon-kokusu-var-1565003 

Toplumsal Kutuplaşma ve Zıtlaşma

Sevda Noyan yaklaşık iki hafta önce katıldığı bir televizyon programında, “15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. 
 
Boş bulunduk. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim sitede hâlâ 3-5 var, benim listem hazır” şeklinde çok sorumsuz laflar söyledi. Psikanalitik açıdan bakıldığında, “Ben saldırgan doğmuşum; kendime düşman yaratmadan yapamam; dalaşmadan yaşayamam” gibi bir manaya gelen bu laf kümesi aslında uzun zamandan beri toplumun özellikle siyaseten iki zıt kutba ayrılmasının ve dahi her iki kutbun fanatik kesiminin punduna getirdiği takdirde diğerini haklamaya ant içmişlik modunda olmasının dışa vurumu gibiydi. Bugünkü toplum siyasi olarak her ne kadar ortadan ikiye yarılmış gibi görünse de geniş tabanı oluşturan kitleler -bereket versin ki- aklıselim ve sağduyuyla bir arada yaşama kültürünü henüz kaybetmemiş durumda… Buna mukabil sayısal olarak fazla bir yekûn tutmamakla birlikte iki zıt kutbun içinde sivrilen küçük çaplı bir fanatik ve faşizan zümre, huzursuzluk yaratma konusundaki üstün becerilerinden ötürü bütün toplumun yarım buçuk huzuruna limon sıkmayı başarmakta ve bunun neticesinde de algı olguya baskın çıkmakta…

Toplumsal kutuplaşma ve zıtlaşmayı -korona terminolojisinden de istifadeyle- anlatmak gerekirse, kendimizi sosyal ve siyasal planda karantinaya alıp bizden farklı bir dünya görüşüne ve gündelik hayat tercihine sahip insanlara tüm kapılarımız ve pencerelerimizi kapattığımızda, bu durumun yarattığı sosyal mesafe ister istemez “açık toplum”un ruhuna Fatiha okuma sürecini başlatır ve bu süreçte her toplumsal grup kendi sosyolojik gettosunda birtakım tehdit ve düşman algıları yaratır. Konuyu bugünkü Türkiye toplumu üzerinden analiz edersek, sözgelimi içimizden birinin hem laiklik ve cumhuriyeti benimseyip özümsediğini ve hem de dinî değerler, semboller ve ritüellere hassasiyet göstererek yaşamaya gayret ettiğini düşünelim… Böyle bir insanın hem sıkı laikçi Kemalist hem de İslamcı ve katı muhafazakâr cenahın faşizan zümrelerinden yana ciddi sıkıntılar çekeceğinden adım gibi eminim…  Daha açıkçası, burada çok kısa biçimde tarif ettiğimiz melez dünya görüşüne -ki melezlik bana göre bu anlamda zenginlik ve enginliktir- sahip insanımızın zıtlaşma psikolojisinin hâkim olduğu çift kutuplu bir toplumsal vasatta kendini yersiz yurtsuz hissetmesi kaçınılmazdır. Bu hissiyatın kendiliğinden değil, iki zıt kutuptan da farklı saiklerle sudur eden dışlayıcı tavırlardan dolayı ortaya çıkması gerçekten acıdır. Aslında işin daha acı tarafı, ağacı kesen aletin balta, baltanın sapının ağaç olmasıdır.

Bugünkü Türkiye sosyolojisinde bir yurttaş/vatandaş muhafazakâr ya da dinî duyarlılığa sahip bir kültürel çevrede yetişmiş ama aynı zamanda laiklik ve cumhuriyeti de özümsemişse, İslamcı ve katı muhafazakâr çevrelerin bu vatandaşla ilgili peşin hükmü, “Yazık, Kemalizme savrulmuş” şeklinde formüle edilir. İşbu hüküm giyildikten sonra o vatandaşın muhafazakâr mahalleden taşınması ve kendine başka mahalle araması bir bakıma kaçınılmaz hale gelir. Fakat aynı vatandaş din konusundaki hassasiyetten, sözgelimi namaz, oruç, tesettür gibi ritüeller ve sembollere riayetten dolayı öteki mahalledeki fanatiklerin de peşin hükümlerine ve birtakım rezervlerine muhatap olacağından, burada da kendini öz mahalleli olarak hissedemez. Uzun lafın kısası, söz konusu vatandaşın keskin şekilde kutuplaşmış bir toplumsal bünyede yaşamak zorunda kalacağı hal ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilme halidir. Nitekim merhum Yaşar Nuri Öztürk Hoca’nın yakın geçmişte yaşadığı hal de buna benzer bir haldir. Hoca gerek hâkim dinî düşünceye aykırı görüşleri savunması gerek sözünü sakınmaması gibi muhtelif sebeplerle muhafazakâr mahalleden taşınmak durumunda kaldı ve bu arada eski mahallesiyle tüm köprüleri attı. Fakat özel bir sohbetimiz sırasında acı itiraf kabilinden dile getirdiği üzere karşı mahallede de kendini birinci sınıf vatandaş olarak algılayamadı ve/veya sıkı laikçi ve Kemalist mahalleli nezdinde bir nevi zimmi teba yahut mevali gibi algılandığı duygusunu hep yaşadı.    

Birçok insanımıza bu berbat duygu halini yaşatan ve sonunda kendilerini yersiz yurtsuz hissetmelerine yol açan şey, iflah olmaz yobazlıktan başka bir şey değildir. Renk tonu ister yeşil ister kırmızı olsun, yobazlık her halükarda yobazlıktır. Bu noktada dindar muhafazakâr yobazlık ile laikçi Kemalist yobazlık arasında mahiyet değil, suret farkı vardır. Yobazlığı besleyen damarlar ise başta Eric Hoffer’in çok güzel tarif ettiği kesin inançlılık ve dogmatiklik olmak üzere cahillik, ufuksuzluk, dar kafalılık, kabalık, hoyratlık, bedevilik, köylülük gibi unsurlardır. Gelinen bu noktada hem sıkı laikçi Kemalist cenahın hem de İslamcı ve katı muhafazakâr cenahın iflah olmaz yobazlarına -satirik bir dille- seslenmek istiyorum: Birbirinize diş bileyerek ve didişerek yaşamaya yeminli misiniz? Acaba siz “rahat batması” denen kronik bir rahatsızlıktan mı mustaripsiniz? Yoksa siz otoimmün hastalıklarda işleyen tuhaf mekanizma gibi toplumsal bünyedeki sağlıklı hücrelere saldırmayı kendinize vazife mi edindiniz? “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!” diyerek yaşamaya ant mı içtiniz? Bu memleket acaba ne zaman hem laiklik ve cumhuriyeti benimseyen ve hem de dinî değerler, semboller ve ritüellere hassasiyet gösteren insanların yadsınmağı bir iklime kavuşacak? Bu insanlar acaba ne zaman dinî değerler ve ritüeller konusundaki hassasiyetlerinden dolayı laikçi Kemalist çevreler tarafından, laiklik ve cumhuriyeti benimsediklerinden dolayı da İslamcılar ve katı muhafazakârlar tarafından dışlanmayacak? Bu iki cenah arasındaki keskin kutuplaşma, zıtlaşma ve dalaşma acaba ne zaman son bulacak?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Mayıs 2020

Kaynak: https://www.karar.com/toplumsal-kutuplasma-ve-zitlasma--1563539

Salgın, Diyanet, LGBT | Ruşen Çakır / Medyascope | 30 Nisan 2020


Ruşen Çakır Medyascope'ta İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile COVID-19 Koronavirüs salgını süresince camilerin kapalı olduğu bir dönemde dini grup ve şahsiyetlerin bu duruma tepkileri ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’ın eşcinsel veya LGBTI bireyler hakkında söyledikleri üzerine konuştu.

Koronavirüs, Ramazan ve 23 Nisan | TV 100 / Yüz Yüze | 23 Nisan 2020


Prof. Dr. Ahmet Kasım Han ile Yüz Yüze programında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile “Korona virüs pandemi sürecinde Ramazan ayı nasıl geçecek?” konusu 23 Nisan'ın yüzüncü yıldönümünde konuşuldu.

Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli?

Yazının başlığındaki ifade, “Ömür dediğin” diye de anılan bir türkünün ismi… 
 
TRT televizyonunda aynı isimle yayımlanan çok güzel bir belgeselle de özdeşleşen bu türküyü yıllar önce ilk kez Hasret Gültekin’den -Madımak Oteli katliamında bir grup yobaz tarafından hunharca katledilen kadersiz insanlarımızdan biri- dinlemiş ve çok etkilenmiştim. Türküyü Hasret Gültekin’in yanı sıra Nazlı Öksüz-İhsan Eş yorumuyla da dinlemenizi tavsiye ederim. Şarkı türkü faslı bir kenara, kendimi bildim bileli, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusu üzerine çok düşündüm… Şimdi, bazı okuyucuların bu ifademe takılıp, “Hoca, sen hala bu sorunun cevabını bilmiyor musun?” gibi beylik bir itirazda bulunacaklarından adım gibi eminim; ancak böyle bir itirazda bulunacaklara, “Su gibi akıp giden ömrümüzü neye verdik?” diye kendi kendilerine düşünmelerini tavsiye ederim.

Dindar insanlar, “Ömür Allah’a adanmalı” diye düşünürler. Evet, bu hakikatli bir düşüncedir. Çünkü bizim tek gerçek sahibimiz, malikimiz, seyyidimiz Allah’tan başkası değildir. Ancak benim buradaki meramım/maksadım, ömrü Allah’a adamanın gerçek hayattaki karşılığının ne olması ya da hayatın ne uğruna harcanması gerektiği meselesini açıklığa kavuşturmaktır. Birçok insan nezdinde hayatın amacına eşitlenmiş görünen mutluluk ve huzur gibi şeyler kanımca ömür sermayesini hangi değer veya değerler uğruna harcamak gerektiği meselesine nispetle tali/ikincil bir konudur. Bana göre “erdem” ve “erdemli yaşam” gibi kavramlar çok daha ön planda durur. Peki, erdem hangi temel üzerine oturur? Bu soruya verilebilecek en kestirme cevap, kanaatimce, “iyilik” kavramında ifadesini bulur. “İyilik” ilk planda amorf (şekilsiz, biçimsiz, çerçevesiz) bir kavram gibi görünse de gerçek durum bundan farklıdır. Kuşkusuz insan gayba muttali olma imkânı bulunmadığından, hayatta attığı adımların ilerleyen zamanlarda hayra mı yoksa şerre mi varacağını bilemez ve dolayısıyla bu anlamda iyilik ve kötülüğün ne zaman, ne şekilde karşısına çıkacağını kestiremez. Fakat insan “iyilik” denen şeyin ne olduğunu zevkiselimiyle bilebilir. Kısacası, iyilik -sanıldığı gibi- muğlak bir kavram değildir.

Dinî açıdan bakıldığında iyilik, en kapsayıcı anlamıyla, “hasene” kelimesinde karşılık bulur. Hepimizin ezberinde olan ve namazda da dua babında okunan, “rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten…” (Rabbimiz! Bize bu dünyada da ahirette de iyilik ve güzellikler bahşet) ayetindeki (Bakara 2/201) “hasene” kelimesi isim olarak “iyilik, iyi hal, iyi şey” anlamına gelir. Arap dilcilerine göre ise “fıtratın ve aklın iyi, güzel bulduğu şey”in karşılığı “hasene”dir. Kısacası, hasene kelimesindeki anlam örgüsünün her türlü iyilik ve güzelliği içerdiği söylenebilir. Nitekim gerek ayetler ve hadislerde gerekse klasik İslami literatürde hasene hem dinî-ahlâkî çerçevede iyi hal ve güzel fiilleri hem de insanın bedenî ve ruhî taleplerini karşılayan nimet, mükâfat, refah, huzur, saadet gibi şeyleri belirtir. Şu halde denebilir ki bir insan ömrünü “hasene”ye vermelidir. Hasene (iyilik) için harcanmayan ömür heder edilmiş ömür demektir.

Gerçi insan hâl-i hayatta “İyi olsun, güzel olsun, iyilik ve güzellikten huzur ve mutluluk doğsun” gibi bir samimi niyetle didinir ve fakat sonuçta bu niyetin içerdiği amaç/gaye, çoğu zaman insanın kendisi veya başka insan faktörü yüzünden gerçekleşmeyebilir. Büyük hayal kırıklıklarının yaşandığı böyle durumlar karşısında sergilenmesi gereken tavır, edepli ve efendice bir duruşla olan bitenleri hayra yorarak sağlam bir tevekkül ve teslimiyet göstermektir. Ayrıca hayat ringine çıktıktan sonra ne kadar kötü şeyler yaşanırsa yaşansın, sabır, sebat, vefa, saygı gibi ahlaki ve insani değerlerden vazgeçmeme kararlılığından ödün vermemek ve eğer bu değerlere sahip çıkmak uğruna insandan ve hayattan dayak yersek bundan dolayı da yerinmemek gerekir. Kısacası, “bir insan ömrünü iyiliğe vermeli” hedefinden hiçbir şekilde vazgeçmemek gerekir. Aksi halde hayat koskoca bir hiçten, dünya koskoca bir yalandan ibaret hale gelebilir. Şerîf er-Radî tarafından derlenip Hz. Ali’ye nispet edilen Nehcü’l-Belâğa adlı eserdeki şu pasajlar dünyanın nasıl bir yalan dünya olduğu hakkında yeterli fikir verir:

Ey Allah’ın kulları! Sizi terk edecek olan bu dünyayı siz de terk edin/reddedin. Çünkü onun sizi terk etmesini istemeseniz dahi o sizi terk edip gidecektir. Siz yenilensin/gençleşsin diye yanıp yakılsanız dahi dünya sizin bedenlerinizi eskitecektir… Dünyanın görkem ve ihtişamı için birbirinizle yarışmayın. Onun ziynet ve nimetine aldanmayın. Derdinden ve mihnetinden de sızlanmayın. Zira onun izzet ve ihtişamı er ya da geç sona erer; ziynet ve nimeti de yok olup gider. Keza onun derdi ve mihneti de günün birinde sona erer. Çünkü dünyadaki her süre biter, orada yaşayan her canlı bir gün göçüp gider… İmdi, size derim ki dünyaya mesafe koyun. Çünkü dünya görünüşte tatlıdır. Ter ü tazedir. Şehevi arzularla bezenmiştir. Çabucak sahip olunan ve fakat kısa sürede son bulan zevkler yüzünden kendisini çok sevdirir. Uzun boylu emeller, aldanış ve aldatışlarla müzeyyendir. Ne var ki hiçbir sevinci daimi değildir… Sevinip gülen hiç kimse yoktur ki dünya onu günün sonunda ağlatmasın. Dünyanın hiçbir ikbali (kucak açması) yoktur ki ardında idbar (sırt çevirmesi) bulunmasın. Dünyada birkaç katrelik serpintiyle ferahlayan hiç kimse yoktur ki dünya onu bela sağanağıyla ıslatmasın. Böyle davranmak dünyanın şanındandır. O dünya ki sabahleyin yardım ettiğine akşamleyin düşman kesilir. Bir yanı tat verir, diğer yanı acılara gark ederek inletir. Bir yanı sevindirir, diğer yanı yerindirir…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Mayıs 2020

Kaynak: https://www.karar.com/bir-insan-omrunu-neye-vermeli-1561951

Kendimizi Dinleme ve Düşünmeye Davet Meyanında…

Bu hafta esaslı bir yazıyı hak eden, nurtopu gibi netameli bir tartışma konusu vardı. 
 
Daha açıkçası gerek Diyanet İşleri Başkanı’nın Ankara Hacı Bayram Camii’ndeki temsili Cuma namazı hutbesinde dile getirdiği “lûtîlik” konusu, gerek Ramazan ayındaki ilk Cuma günü böyle bir konuya değinmenin aciliyeti ve lüzumu, gerekse Ankara Barosu’nun adeta ergen diliyle kaleme alınmış eleştiri metnindeki yoğun nefret ve kin kokusu gibi meseleler üzerine yazı yazmak hiç fena olmazdı. Fakat birkaç gün önce Ruşen Çakır’ın Medyascope programında bu konuyu etraflıca konuştuk. Dolayısıyla “tam yerine geldi manzara koyduk” diye düşünüp aynı konu üzerine yazmayı gereksiz bulduk. Bugün bu köşede güncel korona sıkıntısından veya din alanıyla ilgili herhangi bir konudan söz etmek yerine, hazır sokağa çıkma yasağı vesilesiyle kendimizi dinleme fırsatı da doğmuşken bizi bu gezegendeki genel insanlık hikâyesine ve hayat serüvenine dair bir nebze de olsa düşünmeye sevk edecek birkaç aforizma -ki bu aforizmalar iki Alman filozof Arthur Schopenhauer ile Friedrich Nietzche’ye aittir- paylaşmak yerinde olur diye düşündük…

Schopenhauer’den…

Hayatımız öncelikle bize başka bir şeyle değil, ancak bakır bozukluklarla yapılmış bir ödemeye benzer ki bizim bu ödemeye karşı bir alındı makbuzu vermemiz gerekir. Bakır bozukluklar günler, alındı makbuzu ise ölümdür…

Verdiği sözü tutmuyor hayat… Tutsa bile özlediğimiz şeyin gerçekte özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu…

Her ne olursa olsun, hayata belli bir ölçüye kadar dayanabilen bir kimse dahi giderek yaşlandıkça her şeyin bir hayal kırıklığı ve hatta bir aldanış olduğunu kavrar…

İnsandaki arzu ve istekler sonu gelmez mahiyettedir ve fakat her tatmin edilmiş arzu bir yenisini üretir. Bu dünyada mümkün olan hiçbir tatmin insanın şiddetli arzusunu sonlandırmaya, isteklerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kâfi gelmez…

İnsanın erişebileceği en iyi, en fazla şey bütün insanlığın hayrına olacak bir işte ve bir yolda ezici talihsizliklere, bunaltıcı güçlüklere karşı mücadele eden ve her ne kadar eline sadece önemsiz bir ödül ya da hiçbir şey geçmese dahi sonunda bundan galip çıkan kimsenin yaşadığı gibi kahramanca bir hayattır…

Bize iyi gelen ve gelmeyen şeyler hakkındaki yargımız son derece aldatıcıdır. Tıpkı sonraları kendi iyiliğine olacak şeylerden insanların çoğunlukla şikâyet etmesi ve acılarının kaynağı olan şeyi de coşkuyla karşılamaları gibi…

Nietzsche’den…

Vicdanlı ve dürüst olmak hesaplı/hesapçı olmaktan daha iyidir. Hesap insanı makam mevki sahibi yapar ama vicdan daha önemli bir işe yarar: İnsanı insan yapar…

Vicdanı suskun olan insanın düşmandan farkı yoktur…

Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar. Eylem, ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır…

İnsan, diğer insanlardan hiçbir şey istememeye, onlara hep vermeye alıştığı zaman, elinde olmadan asil davranır…

İnsan yorgun düşünce uzun zaman önce fethettiği fikirlerin saldırısına uğrar…

İnsan yaşamını belli aşamalarda zorlaştıran pek çok şey, daha ileri bir aşamada onu kolaylaştırmaya hizmet eder…

Tüm gerçekler üç aşamadan geçer. Birinci aşamada gerçek alaya alınır. İkinci aşamada herkes ona şiddetle karşı çıkar. Üçüncüsünde ise apaçık ortada olduğu gerekçesiyle tartışmasız kabul edilir…

Her şey yoruma açıktır ve belli bir zamanda hangi yorumun üstün geleceği hakikatle değil, güçle alakalıdır…

Unutan iyileşir… Ne mutlu unutkanlara! Zira hataları bile onlara mutluluk getirir…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Mayıs 2020

Kaynak: https://www.karar.com/kendimizi-dinleme-ve-dusunmeye-davet-meyaninda-1560444

Korona Günlerinde Ramazan

Bu sene Ramazan zor bir zamana denk geldi. Kendimizi adeta kıstırılmış gibi hissettiğimiz, virüs belası yüzünden sürekli olarak kendimizi dinleyip, zaman zaman “Acaba ben de mi virüs kaptım” diye işkillendiğimiz ve bu yüzden de zamanın seyrini takip edemediğimiz bir atmosferde Ramazan adeta çat kapı çıkageldi. 
 
İlk vehlede kendimizi biraz buruk, biraz keyifsiz, biraz hüzünlü hissetsek de Ramazan kesinlikle iyilik ve güzellikle geldi. Her şeyden önce Ramazan’ın koronavirüsle mücadeleyi manen güçlendirecek bir vesileye dönüşeceği kesin… Çünkü oruç tutan insanların, özellikle gündelik yaşamda yoğun enerji sarfiyatı gerektiren iş kollarında çalışan insanların oruç süresini daha sakin, daha dingin bir atmosferde geçirmek istedikleri malum… Ayrıca koronadan korunma tedbirleri kapsamında uygulanan sokağa çıkma yasağı, oruç ibadetinin ev ortamında daha rahat eda edilmesine fırsat sağlayacak gibi… Ancak bu husus işin bir tarafı; söz konusu tedbirler ve uygulamalar yüzünden medar-ı maişetlerinden geri kalan insanlar açısından bakıldığında, hayatın bir an önce normale dönmesi için elden gelen tüm imkânları sonuna kadar kullanmamız ve bu büyük sıkıntıyı bir an önce atlatmamız gerektiği de kuşkusuz…

Malum, özellikle görsel medyada korona, bağışıklık sistemi ve oruç meselesi gündeme geldi ve bu konuda bize de birtakım sorular yöneltildi. Ancak konunun medyaya intikal şekli, maalesef, “Kelle paça çorbası içmek korona sorununu çözer” şeklindeki magazinden pek farklı değildi. Ramazan ve oruçla ilgili klişe soruların öteden beri magazin konusu olması hep canımı acıttı. Bu mesele bir tarafa, aslında kimlerin oruç tutup tutamayacakları konusunda daha önceki yıllardan farklı bir durum yok ortada… Hatta sağlıklı olan herkes için bu seneki Ramazan malum tedbirler sebebiyle oruç tutmaya daha elverişli bir döneme denk geldi… Ciddi sağlık sorunları sebebiyle kendilerini risk altında görenlere gelince, bu durumdaki insanların oruç konusunda danışacakları adres Diyanet yetkilileri ve/veya bizim gibi İlahiyat akademisyenleri değil, hastalıklarını takip edip tedavilerini düzenleyen hekimlerdir. Daha açıkçası, kronik hastalığı bulunan ve oruç tuttukları takdirde vücut dirençlerinin düşeceği zehabına kapılan insanların kendi hekimlerine danışmaları ve onların yönlendirmesine göre adım atmaları gerekir.

Bilindiği üzere Ramazan ayı İslam geleneğinde özel ve önemli bir zaman dilimi olarak kabul edilir. Bu zaman diliminin özel ve önemli olması, Kur’an’ın Kadir gecesinde insanlıkla buluşması ve bu gecenin de Ramazan ayının içinde yer almasıyla ilgilidir. Daha açıkçası, genelde Ramazan ayının, özelde Kadir gecesinin önemi Kur’an’ın nüzulünden gelir. Öte yandan, Hz. Peygamber’in sünnetiyle sabit olduğu üzere Ramazan “i’tikâf” diye isimlendirilen ve ibadet niyetiyle Ramazan’ın son on gününü camide geçirmeye karşılık gelen bir dinî-ahlâkî gelenek de içerir. Bu çerçevede koronalı günler, evleri mescide dönüştürmek ve evlerin bir köşesinde i’tikâfa çekilerek sözgelimi Kur’an’la haşir neşir olmak, istiğfarda bulunmak ve kendi kendimizi hesaba çekerek manen arınmaya çalışmak gibi birçok hayırlı amele de vesile kılınabilir. Zira unutmamak gerekir ki ilk planda şer görünen birçok şey zaman içerisinde birtakım vesilelerle hayra tebdil olabilir. Kaldı ki Yaşar Kemal’in dediği gibi, “yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.”

Bu sene koronalı günlerde idrak ettiğimiz Ramazan daha düne kadar adeta bir yaşantı oburu gibi davranarak sürdürdüğümüz hayat tarzımızı gözden geçirip ömür sermayemizi ne tür emeller, hevesler ve hedefler uğruna tükettiğimiz hususunda kendimizi sorgulamamız ve bu vesileyle kendimizi dinleyip durulmamıza da vesile olabilir. Bugüne kadar sürekli olarak seğirtir gibi yaşamakla dünya gailelerini bitiremediğimize göre biraz da usul usul yaşamayı öğrenmek ve bu şekilde yaşamayı denemek faydalı olabilir. Dış dünyaya odaklanmış ve hayatın hızı yüzünden çoğu kez de ayartılmış aklımız ile belki kendimizi bildik bileli hep üvey evlat gibi davrandığımız ruhumuz ve vicdanımızı korona yüzünden ağır aksak akan şu zamanlarda bir araya getirip birbiriyle kaynaşmalarını sağlamaya çalışmak ve bu sayede daha tam, daha kâmil bir insan olabilmenin idrakine varmak büyük bir kazanım olsa gerektir.

Kendi adıma konuşmam gerekirse, elli yılı geride bırakmış bir insan olarak hayattan yana hayli yorgunum; bu yüzden de ruhsal olarak sakinlik ve dinginliğe çok büyük bir ihtiyaç hissediyorum. Bilhassa kendi “iç ben”imle konuşup vicdanımın sesini dinlemeyi, bugüne kadar yaşadığım hayatta sabit davranış kalıpları haline gelen hata ve kusurlarımla yüzleşip geç de olsa bu davranış kalıplarıyla ilişkimi kesmek istiyorum. Bu yüzden, koronalı günlerde yaşamak durumunda kaldığımız Ramazan’ı kendimizi dinleme ve kendimize gelme hususunda çok büyük bir fırsat olarak görüyorum. Korona ve Ramazan vesilesiyle yaşantı oburluğuna en azından bir süre ara vermeyi, hayatı daha ağır, tabir caizse usul usul yaşamayı öğrenmeyi, sürekli olarak bir şeylerin peşinde seğirtmemeyi, kısacası bütün bir hayatımızı adamakıllı kritik edip bundan sonraki ömür sermayemizi daha insani ve ahlaki değerlerle mücehhez şekilde harcamayı öneriyorum. Son bir not olarak bu önerinin herkesten önce kendime yönelik olduğunu özellikle belirtmek istiyorum.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Nisan 2020

Kaynak: https://www.karar.com/korona-gunlerinde-ramazan-1558896