Emanet ve Ehliyet

Bu yazı Kur’an’ın “Allah emanetleri ehline vermenizi emreder” (Nisâ 4/58) mealindeki buyruğuyla doğrudan ilişkili olarak “emanet” ve “ehliyet” kavramlarının günümüz Türkiye’sindeki Müslümanların dinî düşünceleri ve gerçek hayat tecrübelerinde ne ifade ettiğini tartışma yazısıdır. Kurtubî’nin tefsirinde nakledildiğine göre bu ayetin kuvvetle muhtemel sebeb-i nüzulü Mekke’nin fethedildiği sırada Hz. Peygamber’in Kâbe’nin anahtarlarını o gün henüz müşrik olan Osman b. Ebî Talha ile amcasının oğlu Şeybe b. Osman’dan alıp sahâbîlerden birine vermek istemesidir. Ayet bu düşünce ve tasarrufun isabetli olmadığını bildirmek için inmiş, Hz. Peygamber de ayetin nüzulünü müteakiben Osman ve Şeybe’yi çağırıp “Anahtarları alın. Bunlar ebediyen sizin ve zürriyetinizin elinde kalacak…” demiştir.

Kur’an ve meal-tefsirle az çok ilgilenen veya en azından camilerde vaaz, hutbe dinleyen her bir müslüman Nisâ 4/58. ayetteki emanet ve ehliyet buyruğuyla ilgili bu meşhur rivayeti duymuş ve dolayısıyla ayetin dinî-ahlâkî mesajının sosyal hayatta neye karşılık geldiğini az çok anlayıp kavramıştır. Ne var ki bir şeyi işitmek, bilmek, öğrenmek ve idrak etmek başka, bilinen, öğrenilen ve idrak edilen şeyi benimseyip özümsemek ve gerçek hayat alanına taşıyabilmek başka şeydir. Bizim özellikle Kur’an’dan öğrendiğimiz birçok dinî, ahlâkî ve insani ilkeyi gerçek hayata taşıma konusunda ciddi problemlerimizin bulunduğu kesindir. Bu tespit ve değerlendirme aynı ayetteki “Allah, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” buyruğunu tatbik konusunda da aynıyla geçerlidir. 

Üzülerek söylemem gerekir ki emanet, ehliyet, adalet gibi konularla ilgili tarih-üstü hükümleri muhtevi ayetlerle ilişkimiz ne yazık ki sosyal medya veya whatsapp gibi mecralarda felsefi mottolar veya “Hayırlı cumalar” gibi mesajlar paylaşmaktan fazla bir anlam taşımamaktadır. Bilhassa emanet ve ehliyet konusundaki ilahi buyruğa yönelik kayıtsızlık ve lakaytlığımızın temel sebeplerinden biri, kendi dünya görüşümüzü ve tercihlerimizi Allah’ın muradı gibi görmemiz, dolayısıyla biz önem arz eden konularda her ne yaparsak bunun Allah nezdinde onaylanacağını düşünmemiz ve hatta çoğu zaman “Bu tasarrufumuzla ilgili olarak Allah’ın muradı ve rızası ne yana düşer” gibi bir endişeyi aklımızdan geçirme ihtiyacı bile hissetmememizdir. Çünkü biz ne de olsa “fırka-i nâciye”nin müntesipleriyizdir. Yine biz kıyamet günü günahkârlarımızı dahi azap meleklerinin elinden alıp cehennemden azade kılacak kadar güçlü bir şefaat ve tevessül referansını haiz Nakşî-Hâlidî-Bağdâdî kimliğin sahipleriyizdir. Bu açıdan bakıldığında, “Biz Allah’ın oğulları ve sevgili yaranlarıyız”, “Cehennem bize ilişse ilişse ancak çok sınırlı ve sayılı bir süre boyunca ilişir” ve “Cennet ancak Yahudiler içindir” gibi büyük iddialarda bulunan ve kendilerini Allah nezdinde seçilmiş ve imtiyazlı kavim olarak algılayan Yahudilerden pek farklı bir inanç ve anlayışa sahip olmadığımız rahatlıkla görülebilir. 

Her açıdan marazi olduğunu söylememiz gereken bu bakış ve anlayışın kamusal alanda çok sık rastlanan tezahürlerinden birini bu ülkenin GATA gibi çok köklü ve ciddi bir sağlık kurumunun başına yönetici olarak atanan kişinin kendisine tevdi edilen görev, yetki ve sorumluluk emanetini taşıma kabiliyeti ve kapasitesinden de anlamak mümkündür. Kişilik ve karakter olarak son derece şımarık, lakayt, ciddiyetsiz, kaba, küstah ve pişkin birisi olarak ortalıkta dolaşan, tıp alanında hiçbir özel meziyeti ve uzmanlık gibi bir artı değeri bulunmayan, üstelik kendi mesleğiyle ilgili işleri adeta avukatına havale edip düdük gibi pantolon giymek mi yoksa acayip ferahlık veren Arap entarisi giymek mi meselesinden medeni kanunla mücadeleye, bir değil birkaç kadınla evlenme meselesinden şeriat devleti tesis etmeye kadar üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokup hemen her konuda ahkâm kesen birisinin GATA gibi bir kuruma “başhekim yardımcısı” pozisyonunda yönetici olarak atanıp birçok profesör ve doçente amir kılınması -mademki bahse konu başhekim yardımcımız gibi her işimizi ayet ve hadis üzerinden konuşmak durumundayız- acaba hangi ehliyet ve adalet ilkesine riayetin gereğidir? (Not: Bu şahsın GATA’daki görevden derhal el çektirilmesi gayet yerinde bir tasarruf olmuştur). Nisâ 4/58. ayetteki “Allah emanetleri ehline vermenizi emreder” buyruğu kime hitap etmektedir ve bu buyruğun gerçek hayattaki tatbiki neye karşılık gelmektedir? Devletin kritik kurumlarının tarikat çiftliklerine dönüşmesi ve bu kurumlarda muhtelif tarikatler ve cemaatlerin kolonileşip adeta fink atar hale gelmesi hangi adalet ilkesinin gereğidir? Ve son olarak Prof. Dr. Ali Köse’nin 15 Temmuz hadisesiyle ilgili olarak söylediği “Bir FETÖ gider, bin FETÖ gelir” şeklindeki çarpıcı sözde ifadesini bulan acayip hallerle karşılaşmak bizim makûs talihimiz ve değişmez kaderimiz midir? 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Ekim 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/emanet-ve-ehliyet-1587364

İslâmî Nazizm

En başından şunu belirtelim ki bu yazıda ele alacağımız konu bizatihi İslam’ın değil, tıpkı İmam el-Eş’arî’nin “Makâlâtü’l-İslâmiyyîn” adlı eserindeki “İslâmiyyîn” nitelemesi gibi kendilerini İslam’a nispet edenlerin Nazizmidir. Ayrıca burada bahis konusu olan “Nazizm” 1930’lardan itibaren on küsur yıl boyunca Almanya’nın resmi ideolojisi olarak uygulanan “Nasyonal Sosyalizm”in (Hitlercilik) ruhundaki iflah olmaz faşizanlığa işaret etmektedir. Aslında hiçbir kurumsal dinî gelenek faşizanlıkla özdeş “Nazizm”den masun değildir. Tersinden söylersek, her kurumsal dinî gelenek kendine özgü naziler ve faşistler üretmiştir.  Nitekim İslam geleneği de on beş asır boyunca kendi nazilerini üretmiştir. İlim, fikir, sanat, edebiyat gibi alanlarda farklılıkların tehdit ve tehlike değil, renklilik, çeşitlilik ve zenginlik olarak algılandığı, dinî alanda görüş ve yorum farklılıklarının rahmet sayıldığı, Beytü’l-Hikme örneğinde olduğu gibi özellikle bilim ve felsefenin büyük teveccühle karşılandığı dönemlerde nazi ruhu adeta kabzolmuş; buna mukabil otoriter, totaliter, tekçi, tekelci, tek hakikatçi söylemlerin hüküm sürdüğü devirlerde Nazizm ruhu hortlamıştır ki on beş asırlık süreçte bu ruhun Havâric, Ashâb-ı Hadis (Selefiyye), Haşviyye, Hanâbile ve Gulât-ı Şia gibi muhtelif çevrelerde sık sık dolaştığı malumdur. 

“İslâmî Nazizm” ruhu maalesef bugün de hortlamış durumdadır. Başka bir ifadeyle, Nazi ruhlu “İslâmiyyîn”lerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Bunlardaki ruh bir müslümanın ölmesinden büyük sevinç ve mutluluk duyabilecek ve bu aşağılık duygu halini sosyal medya üzerinden cümle âleme ilan etmeyi marifet bilecek kadar süfli bir ruhtur. Nitekim bu ruh, bir hafta kadar önce koronavirüs tedavisi gördüğü hastanede vefat eden Prof. Dr. Hasan Onat hocayla -Cenâb-ı Hak engin rahmet, merhamet ve mağfiretiyle muamele etsin- ilgili olarak Şirin Payzın’ın bir twitter mesajıyla üzüntüsünü dile getirmesi üzerine “görüş ve düşünceleri İslam’ı bozma adına işinize yarıyordu. Üzülürsünüz tabii…” şeklinde çok çirkin bir mesajla karşılık verme derekesine kadar alçalabilmiştir. Bu derekeye düşen biriyle ilgili olarak söylenecek tek söz kanımca şudur: Ortalama bir insan olmanın iktiza ettiği vasıfları dahi taşımadıktan sonra, sözüm ona seçme müslüman havasında olsan ne olur, kendini değme Sünnî gibi tanımlasan ne olur? 

Bu bağlamda tüm Nazi ruhlularımıza söylenmesi gereken şey herhalde şudur: İslam sizin babanızın malı mı ki diliniz bu konuda tek tasarruf sahibi gibi konuşabiliyor? Dinî hakikatler sizin doğru bildiklerinize göre mi belirleniyor? Din alanındaki doğrularınız bizzat Cenâb-ı Hak’tan ve/veya Rasûlullah’tan alınmış onaya mı dayanıyor yoksa tarihsel süreçte ortaya çıkmış ve tarihin/talihin cilvesiyle kendisine fazlaca taraftar bulmuş bir beşeri görüş ve anlayışın sizin nezdinizde tek doğru olarak kabul edilmesine mi dayanıyor? Bir mezhebin doğrularını “Hakiki İslam sadece budur; bundan başka İslam yoktur” şeklinde dayatma hakkını size kim veriyor? Siz hangi yetkiye istinaden insanların İslam’ı bozup bozmadıklarına karar verebiliyorsunuz? Siz Allah’ın yeryüzü temsilcileri misiniz? Yoksa siz Mehdi, Mesih misiniz? Doğru bildiğiniz İslam’ın da şu veya bu şekilde bozulmuş İslam olabileceği ihtimalini neden hiç düşünmezsiniz? 

Bütün bunlar bir yana, ey nazi ruhlular, ilmî ve akademik hayatını her insan gibi kusuruyla küsuruyla İslam dinini anlatma ve dinî alanda aklın imkânlarını kullanma yolunda harcamış bir hocamızın Rabbü’l-Âlemîn’e rücu etmesinden keyif alacak kadar alçalmak ve dinî konularda sizin gibi düşünmeyen insanlara hemen her gün çamur atıp durmak yerine, genç kuşaklarımızın, özellikle de dindar çevrede yetişmiş genç insanlarımızın İslam’la ilgili olarak beyin yakan sorularına cevap bulmaya mesai harcasanız acaba günaha mı girersiniz? Mesela, birkaç gün önce mailime gelen mesajdaki şu feryatlar hakkında ne dersiniz?

“Mustafa Hocam, çevremdeki ateist arkadaşların, ‘Allah’ın muradı insanların ve cinlerin çoğunu cehenneme doldurup yakmak mıdır? (Bu soru galip ihtimalle A’râf 7/179. ayetin problemli çevirisine dayanıyor). Bizler ateşte yanınca Allah’ın bundan ne kârı olur? Miras ve şahitlik konusunda ‘Kadın erkek eşittir’ buyursaydı, ulûhiyetinden ne eksilirdi?’ şeklindeki sorularına cevap bulamıyorum. Öte yandan, Allah, Peygamberimizin Hz. Âişe evliliğine mani olsaydı hiç kimse bu konuda -haşa- pedofili isnadında bulunamazdı. Yine Peygamberimiz evlatlığının boşadığı kadınla evlenmeseydi, kadınlar hususunda kendisine ayrıcalık tanımış gibi bir iddia söz konusu olmazdı. Ve bunlar gibi daha pek çok şey… Hocam, ben bu sorular ve sorunların altından kalkamıyorum; lütfen bana yardımcı olun…”

Adım gibi eminim ki sizin derdiniz, genç kuşakların bu tür yakıcı soruları/sorunları ile alakadar olmak değil, son yıllarda maddi zenginlikten makam, mansıp, kariyer sahibi olmaya değin hemen her alanda iş gören din sermayesinden en büyük payı kapmak ve/veya din pazarında azami oranda parsa toplamaktır. Bu bağlamda habire vurgulanan “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Sünnetçilik”, başkalarının bu sembolik sermayeye uzanacak ellerini kırmaya yarayan bir sopadır. Bu sopanın Sünnîliği ise bugünkü siyasi otoriteyi en üst seviyede temsil eden iradenin teveccühüne mazhar olan birkaç hatırlı kişinin “Ehl-i Sünnet” hassasiyetiyle maruf olmasıyla yakından alakalıdır. Ama unutmayın ki “Buna dünya derler, hepisi geçer; hangi günü gördün akşam olmamış…” (Kul Hüseyin) dizesinde de çok güzel ifadesini bulduğu üzere elbet bu günler de geçecek ve elbet bir gün sizin Nazi ruhlu faşizanlığınızın da sonu gelecektir. Yine unutmayın ki mahkeme kadıya mülk olmadığı gibi bu âlemde ilâ nihâye dem-i devran sürmek de hiç kimsenin kârı ve harcı değildir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Ekim 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islami-nazizm-1587297

Dinî Güvenlik Meselesi

Yazının başlığını okur okumaz, “Bu da neyin nesi?” demeyin; zira siz muhtemelen dinî alandaki ciddi güvenlik sorununun(!) farkında değilsiniz… Gerçi bundan birkaç yıl önce KURAMER’in Uluslararası Düşünce Enstitüsü Londra merkeziyle (International Institute of Islamic Thought, IIIT/UK) müştereken düzenlediği “Modern Dünyada Kur’an’ın Yeri: Makâsıdî Tefsire Doğru” sempozyumunun açılış konuşmasında akademik ve entelektüel kimliğiyle tanınan bir Diyanet İşleri reisimiz, “Aslında tarihselcilik bir yorum meselesi değil, devlet ve güvenlik meselesidir” şeklindeki ibretlik bir ifadeyle bahse konu dinî güvenlik sorununa dikkat çekmişti. Şayet dönemin Diyanet İşleri reisi bu kadar açık bir şekilde konuşmuşsa demek ki durum pek vahimdi(!)

İşte o günden bugüne, özellikle son bir-iki yıldan beri örgütlü birtakım dinî gruplar ile kamuoyunda hacı-hoca namıyla şöhret kazanmış bazı tiplerin gitgide dozajı artan biçimde din meselesini basbayağı bir güvenlik meselesi gibi gündeme getirdikleri dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, Ehl-i Sünnet mezhebine “ama”sız, “fakat”sız sadakat dinî alandaki güvenlik sorununun yegane çözümü olarak lanse edilmekte, ancak Sünnîliğin meşruiyet çerçevesi kendilerini bu konuda güvenlik görevlisi olarak gören zevatın algı, idrak kapasitesine mutabık Ehl-i Sünnet şablonuna göre belirlenmekte, bu şablon ise kelimenin tam manasıyla Nakşibendiliğin Hâlidî-Bağdâdî kolundaki din anlayışına karşılık gelmektedir.

Sünnîlerce “fırka-i nâciye” olarak kabul edilen Ehl-i Sünnet mezhebi bu anlayışa göre genelde Nakşibendîlik, özelde Nakşibendî Hâlidilik ile özdeşleştirilebilir. Zira Mahmud Efendi diye bilinen zattan duyulmuştur ki ahirette melekler bir kimseyi cehenneme götürmek için tutsalar ve o kişi ‘Ben Nakşibendî tarikatının Hâlidî koluna mensubum’ dese, bunun hürmetine o kimseyi serbest bırakırlar… Demek ki Nakşibendî Hâlidîliğe mensubiyet kıyamet/hesap günündeki ilâhî yargı ve hükmün gereğini ifa eden melekleri bile devre dışı bırakabilecek kadar güçlü ve belirleyicidir. Böyle bir din anlayışını temsil eden zihniyetin kendi hurafesini hakikat zannetmesi ve dahi dinî alanda hemen herkese parmak sallayarak cümle âleme nizam vermeye kendini yetkili görmesi gayet tabii olsa gerektir.

Vakıa, şayet “ahirette melekler bir kimseyi cehenneme götürmek için tutsalar…” diye başlayan ve Hıristiyan gelenekteki endüljans (para karşılığında cennetten arsa satmak) uygulamasını hatırlatan söz gerçekten doğru olduğuna inanılarak söylenmişse, o zaman hem ortalıktaki cehalet diz boyudur ve hem de böyle bir din -tam da Karl Marks’ın dediği gibi kitlelerin afyonudur. Yok eğer yalan yanlış olduğu bilinmesine rağmen söylenmişse, o takdirde “Allah ne derse desin, biz bildiğimizi okuruz” diye ifade edilebilecek bir meydan okuma ve isyan söz konusudur. Malum olduğu üzere cehalet denen şey sahibine müthiş bir cesaret aşılar. Cahil cesaretine -şimdilerde buna “Dunnig Kruger Sendromu” deniliyor- sahip insanların tipik özelliklerinden biri, her şeyi en iyi ve en doğru şekliyle kendilerinin bildiklerini iddia etmeleri ve kendi doğrularını tek kesin doğru olduğunu düşünmeleridir.

Bu tiplerin diğer mümeyyiz özellikleri de şu şekilde sıralanabilir: Bilgi ve eğitimi aşağılamak, farklı bilgi kaynaklarını ve farklı anlayışları büyük tehdit ve tehlike saymak… Gürültülü iş yapmak yahut sürekli yaygara koparmak ve aynı zamanda muarızları bertaraf etmek için ya provokatif konuşmalarla hedef göstermek ya da yetkili devlet kurumlarına şikâyet etmek… Her duruma hazırlıklı olmak ya da rüzgâr hangi yönden eserse essin her rüzgâra göre yelken açmak… Üstlerine karşı mutlak itaatkâr ve müdânâcı davranmak, altlarına karşı ise zalimce davranıp onları sürekli ezmeye çalışmak… Herkesin şahit olduğu bir hadiseyi veya hususu dahi inkâr etmekten hicap duymamak… Bugün söylediklerini yarın yalanlamak ve çoğu zaman pişkinliğin en kusursuz temsilini yapmak…

Kamuoyunun önüne cübbe sarıkla çıkan ve popüler kimlikleriyle hemen her çevrede tanınan tipler sanki bu özelliklerin ete kemiğe bürünmüş şekli gibidir. Fakat acı olan şu ki söz konusu tiplerin sürekli olarak gürültü ve dedikodu üretmeleri yüzünden günümüz Türkiye’sinde din adeta bir güvenlik meselesi olarak algılanır hale gelmiş ve bu alanda güvenliği sağlama işi de sanki bu tiplerin uhdesine tevdi edilmiş gibidir. Allah’ın her günü ya birilerine sataşmaları veya Diyanet, YÖK gibi kurumlara “Dinimizi bozan, çocuklarımızın deist, ateist olmasına yol açan falancanın görevine son verin” diye şikâyette bulunmaları söz konusu tiplerin adeta “köpeksiz köyde değneksiz dolaştıkları”nı göstermektedir. Halbuki gençlerin müesses ve resmî İslam’dan uzaklaşıp deizm, ateizm gibi düşüncelere meyletmesine yol açan temel faktör tarihsellik fikrini benimsemek yahut Kur’an vahyinin lafız değil, mana olduğunu söylemek değil, en azından bir yönüyle Dunning Kruger sendromu yüzünden bahse konu tiplerin hem dini hem kendilerini karikatür haline getirmesidir. Ne var ki şark kurnazlıklarıyla da tanınan bu cahiller güruhunun dinî alanda diledikleri gibi at oynatıp kendilerini bu alanın güvenliğinden sorumlu olarak görmeleri çok kaygı/endişe vericidir. Bu gidişat nasıl bir akıbetle noktalanır, şimdilik bilinmez… Allah akıbetimizi hayra müncer kılsın…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 26 Eylül 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/dini-guvenlik-meselesi-1587235

Poker Suratlılık

Bu hafta “din sektörü” hakkında yazmayacağımdan, peşinen hiddetlenmeye gerek yok diyorum ve dolayısıyla klavye marifetiyle laf sokma moduna girilmemesini özellikle istirham ediyorum.

İnsanlık halleriyle ilgili olarak yazacağım mevzuya, “Frenklerin ‘poker face’ (poker surat) diye tabir ettikleri insan tipi bende her zaman ciddi kaygı ve korku uyandırmıştır” diye başlıyor ve şöyle devam etmek istiyorum: Suratlarına bakıldığı zaman gerçekte ne düşündükleri ve ne hissettikleri hemen hiçbir şekilde anlaşılmayan, hatta sevgi, şefkat, merhamet gibi insani hisler taşıdıklarından bile pek emin olunmayan, son derece donuk, ifadesiz ve anlamsız simalarıyla muhatapta hem güvensizlik ve tekinsizlik, hem de ciddi endişe yaratan tuhaf insanlar ve insanımsılarla ilişkili bir tabirdir poker suratlılık… Çok yönlü kifayetsizliklerini ve özellikle de kıskançlık, çekememezlik ve yakın çevrelerindeki insanların zarara uğramasından zevk duymak gibi ahlaki reziletlerini donuk, durgun, sakin ve aynı zamanda boş bakışlarla maskelemeyi başaran insanların da bir bakıma müşterek sıfatıdır poker suratlılık…

Poker suratlı insanlar -erkeğiyle kadınıyla- genellikle ruhsuz, duygusuz, özellikle de insafsız ve vicdansız olurlar. Ruhsuz ve vicdansız oluşlarını genellikle sakinlik, suskunluk, ağırbaşlılık makyajıyla perdelemeyi büyük ölçüde başarırlar. Ancak bu tipleri yakından tanımaya başladığınızda, mesela şişkin ego, ucb (kendini beğenmişlik), kibir, gurur ve özellikle de kıskançlık (haset) gibi damarlarına azıcık bastığınızda, o sakinlik ve ağırbaşlılık makyajının altından son derece nadan, nobran, saygısız ve hatta hain denebilecek bir kişilik ve/karakter ortaya çıkar. Poker suratlılardaki ruhsuzluk ve vicdansızlık kimi zaman sözün coğrafyasını bilmeden hem sığ ve sakil hem de çok kaba ve dangalakça konuşmalar şeklinde dışa vurur. Bu tiplerin gözlerindeki “boş bakışlar” ise aslında Mü’min suresinin 19. ayetinde “hâinete’l-a’yün” diye tabir edilen ve “Acaba nasıl bir kötülük yapsam” gibi bir kötü niyete karşılık gelen “haince bakış”ın ta kendisidir.

Bütün bu özellikler daha ziyade sıradan ya da ortalama poker suratlılık kapsamında yer alır. Profesyonel poker suratlılık diye nitelendirebileceğimiz kategori ise bu kapsamın dışında kalır. Suratlarına bakıldığında, birkaç farklı maskeyle arz-ı endam ettikleri izlenimi veren ve bu yüzden de hiçbir zaman güven telkin etmeyen profesyonel poker suratlıları zihnimizde canlandırma söz konusu olduğunda, sıkı eğitimden geçmiş FETÖ’cü mankurtlar çok çarpıcı bir örnek oluşturur. Keza FETÖ’nün itirafçı namıyla bilinen birçok elemanı da poker suratlıları daha iyi tanımamıza yardımcı olur. Ketumluk, samimiyetsizlik, ikiyüzlülük gibi vasıflar FETÖ’ye özgü poker suratlılığın alamet-i farikalarıdır. Fakat bunlar aynı zamanda gündelik yaşam alanlarımızda, sözgelimi iş ortamımızda veya dost-arkadaş çevresinden oluşan özel hayat ortamımızda yer alan birçok poker suratlının da alamet-i farikalarıdır.

Poker suratlılık aslında çok temel bir ahlak problemidir. Başka bir ifadeyle, bu bir yaratılış özelliği ve huy meselesi olmaktan öte, bilinçli olarak şekillendirilip geliştirilmiş bir kişilik ve karakter meselesidir. Çünkü poker suratlılıkta duygular, düşünceler ve niyetlerin dış dünyada algılanmaması için bunların yüz ve bedene yansımasına izin vermemek, dolayısıyla duygu, düşünce ve niyetleri bilinçli olarak yönetmek söz konusudur. Bu kesinlikle geliştirilebilir bir beceridir. Ne işe yarayacağı ise kişinin amacıyla ilgilidir. Birçok kez gözlemlediğim kadarıyla poker suratlı insanlar iç dünyalarında birçok gizli ajandaya sahiptir. Gizli ajandalar ise sayısız kötü niyet ve kirli hesap içerir. Bu tipler özel insani ilişkilerinde bile renk vermemeyi, yani gerçek niyetlerini ve düşüncelerini ifşa etmemeyi, hatta Allah’ın insanlığa bahşettiği en değerli armağanlardan biri olan sevgi, şefkat, merhamet gibi sıcak duygulardan nasipsiz kalmayı marifet bilirler. Hatta sevgi ve şefkatte alabildiğince cimri olmayı üstün bir meziyet, bunu coşkulu şekilde gözler önüne sermeyi ise zaaf ve kusur olarak telakki ederler.

Poker suratlılar insani ve ahlaki açıdan rehabilitasyona muhtaç varlıklardır. İnsani açıdan bunların ruh ve duygu dünyalarını sevgi ve şefkatle mamur kılacak bir manevi aşı bulunmalı, ahlaki açıdan da maskesiz yaşamanın erdem olduğu kendilerine kavratılmalıdır. Aksi halde münafıklık poker suratlılığın genel yaşam felsefesi olur. Münafıklık sanıldığı gibi bir inanç değil, bir hal, tavır ve tutumdur. Asgarisi ikiyüzlülük -ki çok yüzlülük de mümteni değil mümkündür- şeklinde kendini gösteren bu tavır ve tutumla sadece din alanında değil, iş ve özel hayat alanındaki insan ilişkilerinde de çok sık karşılaşıldığı malumdur. Bu yüzden, rehabilitasyona açık olmayan poker suratlılardan mümkün mertebe uzak durulmalı, şayet ilişki/ irtibat kaçınılmazsa mutlaka bir tedbir/ihtiyat mesafesi konulmalı ve hatta tüm ilişkiler koparılmalıdır. Çünkü böyle insanlardan teberri etmek, daha huzurlu yaşamak için şarttır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Eylül 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/poker-suratlilik-1586135

Hamâset

Arapça sözlüklerde mastar olarak 'şiddetli, sert, cesur ve atılgan olmak' diye açıklanan hamâse(t) kelimesi 'kahramanlık, yiğitlik, cesaret ve atılganlık' manasında da kullanılır ve şecaat, cesaret, besâlet, batûlet gibi kelimelerle de yakın anlamlar taşır.

Ancak günümüz Türkçesinde bu kelimenin zihinlerde çağrıştırdığı anlam hayli farklıdır. Öncelikle bu anlam olumlu değil, olumsuzdur. Daha açıkçası, hamâset kelimesinin Türkçedeki yaygın kullanımı Tanıl Bora’nın ifadesiyle birkaç on yıldan bu yana olumlu ya da nötr anlamından uzaklaşarak “aşırılık, fanatizm ve bir mevzuyu diklenerek velveleye getirmek” gibi bir manaya evrilmiş durumdadır. Hatta bugün bu topraklarda hamâset toplumsal ve siyasal apatiye (ilgisizlik, kayıtsızlık) karşı en etkili aşı gibi kullanılır durumdadır.

Hamâse(t) aslında bir edebiyat, retorik ve nutuk türüdür. Savaşa hazırlama ve cesaret aşılamaya matuf bir edebiyat olarak hamâsetin tarihsel ve kültürel kökenleri çok uzak geçmişlere uzanır. Mesela, İslam öncesi Arap edebiyatında kahramanlıkla ilgili şiir türü hamâse(t) diye adlandırılır. İslam öncesi dönemdeki şiir antolojilerinde önemli yer tutan intikam, kabile asabiyeti, bâtıl dava uğruna yiğitlik gibi vasıflarından büyük ölçüde arındırılan hamâse(t) şiirleri Allah yolunda cihad, İslam kardeşliği, hak uğruna yiğitlik gibi erdemlerden bahisle İslami kisveye büründürülerek varlığını korumuştur. Günümüze gelindiğinde ise hamâset bu topraklarda kendi rekorlarını alt üst edecek tarzda iş görmeye başlamış, hatta bundan birkaç yıl önce bir ilçe başkanının İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu “bölgemizdeki kargaşanın, kaosun, terörün mimarı Sayın Bakanımız Süleyman Soylu Bey” diye kürsüye çağırması gibi ilginç gaflara da yol açmıştır.

İnsanlık tarihindeki sayısız tecrübeyle sabittir ki kesif hamâset edebiyatının hüküm sürdüğü dönemlerin ardından toplumsal düzeyde çok ciddi sıkıntılar, fedakârlıklar, yokluklar ve çatışmaların yaşandığı büyük buhran dönemleriyle karşılaşılmıştır. Ayrıca hamâsete ram olan ve yürekten alkışlayan toplumlar sağduyulu ve aklıselimle düşünmekten ziyade, provoke edilmiş hisler ve hariçten yönlendirilen güdüler istikametinde faşizan davranışlar sergilemekle tanınmıştır. Bunun içindir ki birçok araştırmacı faşizmin özünü, hamâset ve heroizm çerçevesinde açıklayıp tanımlamıştır. Çünkü hamâsetin beslediği faşizan tavırda kendini bir ülküye kaptırma performansının narsistik cazibesi, âleme meydan okuma havası ve canından geçmiş kahraman edası vardır.

“Hamâset yüreği kanatlandırıp şuuru boşaltarak hedefe kitlemek ister. Kitlenen, boşalan şuur, sürçer de tabii…” diyen Tanıl Bora’nın analizine göre bugün resmî-devletlü ve aynı zamanda milliyetçi-muhafazakâr hamaset türlerinin tazyiki söz konusudur. Gerçi muhafazakâr, İslamcı ve hatta milliyetçi cenahta bundan yakınan insanlar da vardır; fakat siyasetten din ve diyanete, enerjiden yüksek teknolojiye kadar hemen her alanda hamâset alıp başını gitmiş durumdadır. Hatta denebilir ki Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı Şiirindeki “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” dizesinden, İslamcı entelektüellerin dillerinde adeta vird-i zeban olan “Kadim medeniyetin ihyası, yeni medeniyet inşası, Anadolu irfanı” gibi süslü laflara kadar retorik ve nutuk düzeyinde bin bir çeşit örneğiyle karşılaştığımız hamâset özellikle büyük kitlelerin hem mobilizasyonunda hem de şuursuzlaştırılmasında yüksek verimli enerji üreten ve aynı zamanda bitmez tükenmez gibi görünen bir yakıt konumundadır.

Hamâsetin toplumsal, siyasal ve ideolojik işlevlerine dair bütün bu söylenenler sadece sağ siyaset veya milliyetçi muhafazakâr cenah için değil, sol cenah için de geçerlidir. Zira bu ülkeye özgü sol siyasi ve sosyolojik söylemde de hamâsetin pek sevildiği ve kendisine hayli iş gördürüldüğü tartışma götürmez bir gerçektir. Doğan Gürpınar’ın “Yerli-Milli: Türk Düşününde Hamasi Söylemler” adlı kitabının tanıtım yazısında ifade edildiği üzere son dönemde “yerli” ve “milli” temaları keskin bir şekilde siyasi jargonumuza ve gündemimize oturmuş durumdadır. Milli tanklar, milli arabalar, basın toplantılarında her yıl yenileri tanıtılan milli prototipler derken sanattan gündelik yaşama bir yerlilik ve millilik standardı talep edilir olmuştur. Mamafih bu retorik her ne kadar güncel bir siyasi tahayyül olarak yoğun şekilde duyulur olsa da yerlilik/millilik temalarını İslami sağdan Kemalist ve anti-Kemalist sola kadar tüm çevrelerde mebzul miktarda bulmak mümkündür… Nitekim Felatun Bey’den bu yana kendi milletinden ve değerlerinden kopuk “kozmopolit hain” aydın eleştirileri, medeniyetçilik söylemleri, Batı’nın yozluğuna karşı kadim bilgeliğimiz temaları, irfan dolu Anadolu vurguları bu tahayyülün çeşitlemelerini oluşturur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Eylül 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/hamset-1584944

İslam’ın Kurucu Unsurları Üzerine Yeniden Düşünmek

Modern dönemde İslam tarihi ve düşüncesi üzerine yapılan pek çok ilmî-akademik araştırmada Hz. Peygamber’in siret ve sünneti Kur’an vahyinden, Kur’an vahyi Hz. Peygamber’in siret ve sünnetinden, ilk müslüman nesil ise hem Kur’an vahyinden hem de Hz. Peygamber’in siret ve sünnetinden önemli ölçüde bağımsız şekilde ele alınmaktadır.

Hâlbuki edille-i şer’iyye hiyerarşisinde “usûlü’ş-şer’” (şeriatın asılları) kapsamında yer alan ve Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas diye sıralanan delillerden özellikle ilk ikisi birbirinden bağımsız gibi görünse de gerçekte vahyin nazil olduğu dönemdeki olgusal durum itibariyle Kur’an ve Sünnet adeta etle tırnak gibidir. Kur’an ve Sünnet’in iki ayrı delil olarak birbirinden kategorik şekilde ayrıştırılması, Kur’an vahyinin mushaflaştırılması, Sünnet’in de rivayet (hadis, haber, eser) olarak derlenip yazıyla kayıt altına alınması, dolayısıyla ictihad, re’y ve te’vil yoluyla yazılı metinden sistematik tarzda istihrac ve istinbatta bulunma faaliyetlerinin başlaması ile ilgili tarihsel bir gelişmedir.

Bilindiği üzere Kur’an’ın nazil olduğu, Hz. Peygamber’in yaşadığı, ashabını yetiştirdiği, İslâmiyet’in tebliğ ve tatbik edildiği zaman dilimi günümüzde “Asr-ı saadet” diye nitelendirilmekte ve müslümanlar için en ideal çağ olarak kabul edilmektedir. Hatta “Asr-ı saadet” nitelemesinin Hulefâ-yi Râşidîn devrine, kimi zaman da tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerine atıfla kullanıldığı da bilinmektedir. Dinî temeller üzerine kurulu bir kültür ve medeniyetin kendine orijin noktası olarak belirlediği bir ilk ve özel çağın mevcudiyeti gayet tabii olmakla birlikte bu çağın romantik bir anlayışla fetişleştirilip buradan bir köken mitosu üretilmesi, ilmî açıdan kabul edilebilir bir şey değildir. Bu tespit, romantik anlayışa tepki olarak söz konusu çağın herhangi bir zaman dilimi gibi tasvir edilerek sıradanlaştırılmasına yönelik çabalar için de geçerlidir. Ama gelin görün ki Kur’an’ın nazil olduğu, Hz. Peygamber’in davet ve tebliğde bulunup kurucu ümmeti oluşturduğu dönem günümüzde ya mitolojik tarih şablonuna uygun biçimde anlatılmakta ya da bunun tam tersine hemen her yönüyle sıradanlaştırılmaya çalışılmaktadır. Taban tabana zıt bu iki farklı yaklaşım temelde birbirini çürütmeye odaklı olduğundan, sonuçta hem Kur’an’ın nazil olduğu çağın gerçekte nasıl bir çağ olduğuna dair sağlam bilgi ve sağlıklı fikir sahibi olma ve hem de İslam’ı sağlıklı şekilde anlayıp kavrama imkânı büyük ölçüde ortadan kalkmaktadır.

Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki İslam sadece Allah’ın vahiy ve nübüvvet yoluyla insanlık tarihine yaptığı müdahalenin belgesi olarak Kur’an metninden ibaret değildir. İslam aynı zamanda yirmi küsur yıllık nüzul döneminde yaşanan beşerî tecrübenin katkılarıyla oluşmuş bir gelenektir. Bunu görmek için hayatın tüm alanlarını kuşatan ve İslami pratikleri belirlemeyi amaçlayan fıkıh kitaplarımızdaki ahkâmın hangi oranda Kur’an’a ve hangi oranda beşerî katkılara dayandığına göz atmak yeterlidir. “Beşerî katkılar” derken kastettiğimiz şey başta Sünnet olmak üzere sahabe kavli/ictihadı, Medine ehlinin uygulaması, örf, âdet ve geçmiş toplumların şeriatı gibi başlıklar altında doğrudan veya dolayı olarak zikri geçen “kurucu ümmet”in ve müteakip nesillerin uygulamalarıdır. Bu açıdan bakıldığında, hâlihazırdaki din söylemimizde hâkim olan Kur’an ve Sünnet ilişkisine dair tasavvurların birçok açıdan sorunlu olduğunu itiraf etmek durumundayız. Nitekim Sünnet ya beşer katkısı olduğu gerekçesiyle Kur’an karşısında değersizleştirilmekte veya değerli sayılması için beşerî katkı olduğu inkâr edilip tamamen vahye dayandırılmak istenmektedir. Her iki yaklaşım da İslam’da beşer katkısının varlığını inkâr etme veya değersizleştirme noktasında kesişmektedir. Oysa gerek bizzat Kur’an metni, gerekse başka kaynakların tanıklık ettiği üzere vahiy yirmi küsur sene zarfında parça parça ve her bir parçası o anda orada yaşanan aktüaliteyle irtibatlı şekilde nazil olmuştur. Kur’an vahyinin Hz. Peygamber ve onun etrafında yavaş yavaş oluşan müminler topluluğu ile kurduğu ilişki Kur’an ve Sünnet’i birbirinden bağımsız iki ayrı metin olarak gören edille-i şer’iyye kalıpları dışında yeniden düşünülmesi gereken bir konudur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 5 Eylül 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islamin-kurucu-unsurlari-uzerine-yeniden-dusunmek-1583828

Felsefe Ama Süksesiz, Fiyakasız…

Birkaç gün önce belki birkaç eski dosta da rastlarız düşüncesiyle Ankara Çukurambar’daki Liman Kitap Kahve’ye uğramış ve felsefe bölümünden -bizim Giresun ağzıyla- 'yolda izde' çerez niyetine okunacak birkaç kitap satın almıştım.

Bunlardan biri, Epiktetos’a nispet edilen “İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar” (çev. Cengiz Erengil, Beta Kitap, İstanbul 2019) adlı çok küçük hacimli bir kitaptı. Bu kitap kadim bir filozoftan mervi/menkul olmakla birlikte dil ve üslup bakımından “Cin Ali” isimli hikâye kitapları kadar kolay anlaşılabilir bir metin ve muhtevaya sahipti. Kitabı birkaç saat içerisinde baştan sona okuduktan sonra, “Demek ki ahlak, erdem, mutlu yaşam gibi esaslı konuları son derece basit ve anlaşılabilir bir dille anlatmakla da basbayağı felsefe yapılabilir” şeklindeki fikrimi bir kez daha pekiştirdim. Dolayısıyla bizim entelektüel çevrelerde felsefe denince, bir fikrin alabildiğince karmaşık ve çetrefil şekilde anlatma sanatı gibi algılanmasında ciddi bir sıkıntı olduğuna ilişkin kanaatimi de böylece teyit ettim.

Kanımca, şimdiki zamanda mütedavil olan “felsefe” ve “felsefeci”ye dair sıkıntılı algıya zemin oluşturan sebeplerden biri, Moris Fransez’in “Felsefe Gevezelikten İbaret bir Şey midir?” babında tartıştığı üzere felsefi jargonla söylenen sözde yapay estetiğe (fiyakalı söz) fazlaca itibar edilmesi, sükseli sözlerden pek vazgeçilememesi ve modası geçip kabak tadı verene kadar tekrar edilmesidir. Felsefecilerin kimi zaman kendi sözlerine hayran olmaları, bir meseleyi anlama ve açıklamaya çalışmaktan ziyade, adeta o meselede en süslü ve sükseli sözü söyleyen kişi olmaya çalışmalarına tanık olunması işte bu durumla yakından ilişkilidir. Sözcüklerle ifadesi hemen hemen imkânsız olan bir gerçeğin kimi zaman gereksiz metaforlar ve karmaşık ifade kalıplarıyla büsbütün anlaşılmaz hale getirilmesi de yine aynı durumla ilişkilidir. Böyle bir ifade ve üslupla ortaya çıkan metin, okuma açısından hoş bir şey olabilir; ancak felsefeyi ciddiye alan insanlar için gevezelikten başka bir şey değildir.

Felsefede hem fiyakalı ve ağdalı hem de karmaşık ve bol metaforlu dil ve ifade tarzından hiç hoşlanmadığım gibi, kendilerini bu tarz bir dil ve ifade biçimiyle takdim etmeye çalışan felsefecilerin de ciddi ve nitelikli felsefeci olmadıkları kanaatini taşıyanlardanım. Bu yüzden diyorum ki sapsade şekilde felsefe okuyup az çok faydalanmak için, “Fukocu, Lacancı” gibi havalı ve fiyakalı jargonlara pek itibar etmeyip, ne söyledikleri gayet vazıh olan ve ortalama bir zihinsel yetiyle rahat anlaşılabilen baba filozoflara itibar edin… Bu babalardan biri, rivayete göre milattan sonra 50-60 yıllarında bugünkü Denizli-Pamukkale diyarında dünyaya gelmiş bir Yunan filozofu olan Epiktetos’tur. Mutluluk ve mutlu yaşam idesi etrafında şekillenmiş Stoacı felsefeye mensubiyetiyle tanınan Epiktetos ağırlıklı olarak erdemli insan, mutlu yaşam gibi konulara kafa yormuştur.

Örnek kabilinden birkaç pasaj aktarmak gerekirse, Epiktetos şöyle der: Aslında olayların kendileri bizi incitmez ve engelleyemez. Başka insanlar da bizi incitmez ve engelleyemez. Bize sorun yaratan şey, tutumlarımız ve tepkilerimizdir. Bu yüzden, ölüm bile kendi içinde ve dışında büyük bir ilgi gerektirmez. Korkunç olan, bizim ölümle ilgili kanılarımız, ölüm fikrimizdir… Başkalarının size hayran olmasına bağımlı olmayın. Bunda hiçbir güç/iktidar yoktur. Kişisel erdeminiz harici bir kaynaktan üretilemez. Dahası, kişisel erdeminiz arkadaşlarınızda bulunmadığı gibi başka insanların size gösterdikleri saygıda da bulunmaz. Kendi erdeminizi kendiniz yaratın...

Hayat içerisinde karşılaştığımız her zorluk bize içe dönmek ve kendi iç kaynaklarımızı anımsamak için bir fırsat sunar. Yakınmadan, sabırla katlandığımız tecrübeler bize kendi güçlerimizi tanımamız için sunulmuş birer fırsattır. Sağduyulu insanlar, olayların ötesine bakarlar ve onu iyi bir şekilde nasıl kullanabileceklerinin alışkanlığını oluşturmaya çalışırlar… Üzüntü ve korku ile engellenmemiş bir yaşam sürerek açlıktan ölmek endişe, şiddetli korku, kaygı, kuşku ve dizginlenemeyen tutkularla yaşanan zengin bir yaşamdan çok daha iyidir. Hayattaki en değerli amaç özgürlüktür. Bu özgürlük kendi kontrol alanımızın dışındaki şeylere aldırmayarak, onları kale almayarak kazanılır… Yenilmez olmayı istiyor musunuz? O zaman, üzerinde gerçek bir kontrolünüz olmayan şeylerle mücadeleye girmeyin. Sizin mutluluğunuz üç şeye dayanır: İradeniz, karşılaştığınız olaylarla ilgili fikirleriniz ve bu fikirleri işleme biçiminiz. Asıl mutluluk dış koşullardan bağımsızdır. Bu yüzden, dış koşullara kayıtsız, ilgisiz kalın. Sizin mutluluğunuz yalnızca içinizde bulunabilir… Neyi düşünürseniz, o olursunuz. Olan biten olaylara boş ve batıl inançların etkisinde kalarak anlamlar yüklemekten kaçının… Geleceği düşünürken, bütün durumların, bizim onlardan nasıl etkileneceğimizden, neler hissedeceğimizden bağımsız olarak bunları dikkate almadan oluştuklarını hatırlayın. Bizi etkileyen, bizi sarsan şey, olayların kendileri değil, beklentilerimiz, kaygılarımız ve korkularımızdır…

 Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Ağustos 2020

Kaynak:  https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/felsefe-ama-suksesiz-fiyakasiz-1582667

Mümin İnsan Ahlaksızlık Gibi Bir Lükse Sahip midir?

Haber Global televizyonunda en son katıldığım bir programda izleyicilerden, ‘İyi bir insan olmak için Tanrı’ya inanmak şart mıdır?’ şeklinde bir soru gelmiş ve bu soruya, ‘İyi bir insan olmak için Tanrı’ya inanmak gibi bir ön şart yoktur; ama Tanrı’ya inanan bir insanın mutlak surette iyi insan olma zorunluluğu vardır’ şeklinde bir cevap vermiştim.

İyi bir insan olma yolunda Tanrı’ya inanma/inanmama meselesi bir yana, günümüz dünyasında Tanrı’ya inanmış olmanın beklenen ahlaki sonuçları üretmemesi üzerine ciddi şekilde düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Bu problemin temel sebeplerinden biri, “Tanrı’ya inanma”nın, İslâmî terminolojiyle söylersek, kalbî bir fiil olan “Allah’a iman”ın ne manaya geldiği meselesinin hakkıyla idrak edilememesi, yani çok derin bir anlam örgününe sahip olan “iman”ın (itimat, güvenme) cansız ve ruhsuz “itikat”tan ibaret bir şey zannedilmesi ve dahi resmî itikadın secili/uyaklı ifade kalıbına dökülmüş şekli olan “âmentü”nün dille ikrarının temel iman şartı konusunda kâfi görülmesidir.

İslam geleneğinde “Mürcie”yi akla getiren bu gevşekliğin pratikteki sonucu “Allah ne derse desin, biz bildiğimizi okuyarak yaşayıp gideriz ve mümin olduğumuzdan da hiç şüphe etmeyiz” düşüncesidir. Böyle bir düşünce, farkında olmayarak, anlam ve otoritenin temeline insanın kendi duygusunu ve algısını yerleştirmesi gibi bir sonuç verir. Ancak Y. Noah Harari’nin “Homo Deus” adlı eserinde dikkat çektiği üzere anlamın ve otoritenin kaynağı göklerden insan duygularına kaydıkça tüm kâinatın doğası da değişmeye başlar. Dışarıdaki evren, yani şimdiye kadar tanrılar ve ilham perileriyle dolu olan bu alan bir anda boşalır. Buna mukabil içsel dünyamız, yani ilkel tutkularımızı çevreleyen bu önemsiz alansa ölçülemeyecek kadar derin bir zenginlikle dolup taşar. Melekler ve şeytanlar, ormanlarda ve çöllerde dolanan varlıklar olmaktan çıkıp kendi psişemizin iç kuvvetlerine dönüşürler. Cennet ve cehennem, bulutların üzerinde ya da volkanların derinlerinde yer alan mekânlar olmaktan uzaklaşıp içimizdeki zihinsel durumlar olarak yorumlanır ki Nietzsche de Tanrı’nın ölümünü ilan ettiğinde bunu kastetmiştir. Nitekim günümüz dünyasında Tanrı, en azından Batı’da kimilerinin kabul edip kimilerinin reddettiği soyut bir fikre dönüşmüş haldedir.

Başta da söylediğim gibi bir insan Tanrı’ya inanmadan da ahlaki normlar ve değerlere sahip olabilir; pekâlâ iyi ve güzel davranışlar sergileyebilir. Çünkü iyilik ve kötülük (hüsün ve kubuh) vahiy diye tabir edilen ilahi bildirimden bağımsız olarak genel varlık düzleminde ve beşeri fiillerde zati nitelikler olarak mündemiçtir. Başka bir ifadeyle, iyilik ve kötülük gibi değerler şer’î değil, aklidir; dolayısıyla bu değerler varlığa ve insanın fiillerine ait özsel/zati niteliklerdir. İyilik ve kötülük meselesine Mu’tezile’nin de baktığı bu zaviyeden bakıldığında, insan Tanrı’ya inanmadan da kendini iyilikle bezeyebilir ve iyi değerler üretebilir; fakat bu değerler “iman”a bağlanmadığı için Allah katında “habt-ı amel” (iyi amellerin boşa çıkması) ve “ihbât”a (iyi amellerin boşa çıkarılması) konu olabilir. Ne var ki “ihbât” riski Allah’ı soyut bir fikir gibi telakki etme veya imanı itikat zannetme durumunda da söz konusu olabilir. Çünkü iman cansız ve ruhsuz itikada dönüştüğünde ahlaki kayıtsızlık, lakaytlık ve sorumsuzluk gibi haller ortaya çıkar.

Bu bağlamda Nisâ 4/136. ayetin ilk kısmını hatırlatmak faydalı olabilir. Zira bu ayetteki “Ey iman edenler! Allah’a iman edin” (yâ eyyühellezîne âmenû âminû billâh…) ifadesi en azından bir yönüyle Allah’a iman etmenin gerekli kıldığı duyarlılık ve sorumluluğa davet babında yorumlanabilir. Nitekim gerek Nûr 24/3. ayetteki “Zina eden erkek ancak zinakâr veya müşrik bir kadınla evlenir” ifadesi, gerek Hz. Peygamber’in meşhur bir hadisindeki “Zina eden kişi mümin olduğu halde zina etmez, edemez; hırsızlık eden kişi mümin olduğu halde hırsızlık etmez/ edemez” ifadesi Allah’a iman eden bir kimsenin mutlak surette iyi (ahlaklı) bir insan olmak gibi bir sorumluluk ve zorunlulukla mükellef olduğunu gösterir. Sonuç olarak, Allah’a inanan insanın ahlaksız olmak gibi bir lüksü yoktur. Şayet bugün din ve dindarlık bağlamında ahlaki kayıtsızlık ve lakaytlık gibi bir salgından da sık sık şikâyet ediliyorsa, temelde Allah’a bağlanma (iman ve itimat) ve aynı zamanda O’nun hatırını (rıza) her şeyden üstün tutma konusunda çok ciddi bir sorunumuz var demektir. Bu noktada “Amel imandan bir cüzdür” veya “Amel imandan bir cüz değildir” şeklinde kesin ve keskin bir önerme kurmak, sonuçsuz bir tartışmaya mahal verme ihtimalinden dolayı sakıncalı/ sıkıntılı görünmekle birlikte, yaklaşık yüz ayette “iman” ile “salih amel”in (ahlak) bir arada zikredilmesi de mümin kişinin ahlaksızlık gibi bir lükse sahip olmadığını gösterir, demekte hiçbir beis olmasa gerektir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Ağustos 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/mumin-insan-ahlaksizlik-gibi-bir-lukse-sahip-midir-1581363

İslamcılıktan Teberri

1980’li yılların ilk yarısında, yani Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okuduğum yıllarda, bir taraftan öğrenci evlerinde kaldığımız cemaatin 'Tasavvufi Ahlak', 'Nefsin Terbiyesi', 'Ehli Sünnet Akaidi' isimli kitaplarını, bir taraftan da cemaat abilerinden gizli saklı şekilde Ali Şeriati, Mevdudi, Seyyid Kutub gibi müslüman düşünürlerin berbat şekilde tercüme edilmiş eserlerini okurduk.

Fakülte yıllarından sonra ve biraz da İran devriminin estirdiği rüzgârla Ali Şeriati çizgisi fikir dünyamızda daha belirleyici denebilecek bir hal aldı. Açıkça itiraf etmeliyim ki fikir örüntüsü İran, Pakistan, Mısır üçgeninde şekillenen İslamcılık dünyamızda İslam her zaman ideolojik kalıplar içinde algılandı; bu yüzden de İslam’la samimi/sıcak bir duygu ve gönül bağı pek kurulamadı. Yani “İnsanın Dört Zindanı”, “Medeniyet ve Modernizm”, “Fatıma Fatımadır” gibi kitapları harıl harıl okuduğumuz zamanlarda cami avlusunda ezan ve namaz vaktini bekleyen İslamcılarımıza pek rastlanmadı.

Akademik hayata intisap ettiğimiz dönemde, belki de kendini beğenmiş İslamcılığımızın geleneksel İslam anlayışını -“halk dindarlığı”na yönelik aşırı tepkiyle- çaput bağlayıcılığından farksız görmesinin de etkisiyle ilmî çerçevede eleştirel ve sorgulayıcı bir düşünce çizgisine meylettik. Bu süreçte Fazlur Rahman, Hasan Hanefî, Nasr Hâmid Ebû Zeyd gibi isimlerin görüşlerinden çokça istifade ettik. Akademik alanın gerekli kıldığı mesafe ve mesafelilik sebebiyle İlahiyat alanında ortaya koyduğumuz çalışmalardaki eleştirel ve sorgulayıcı tavır ne yazık ki “tarihselcilik” ve “neo-oryantalistlik” gibi yaftalarla yaftalandı. Oysa biz akademik alanda vaaz, nasihat ve irşad gibi hizmetlerde bulunmak amacıyla çalışmıyorduk. Herhalde bizden beklenen şey, folk İslam’ın genel kabullerine uygunluk şartına bağlı çalışmalar yapmak ve aynı zamanda vaaz-irşad hizmetinde bulunmaktı.

Kendi adıma konuşursam, İlahiyat alanında yaptığım ilmi ve akademik çalışmalar benim imanım ve dindarlığımla doğrudan irtibatlı şeyler değildir. Keza bu çalışmalar İslam’ın herhangi bir ideolojiyle irtibatlandırılmasına ve dahi siyasete angaje kılınmasına vesile olacak şeyler de değildir. Kuşkusuz, kendi alanımla ilgili araştırma-incelemelerim ve yazıp çizdiklerim dinî alanda bugüne kadar doğru bildiğim birçok şeyi kritik edip gözden geçirmeme sebebiyet vermiştir; ancak buradan ortaya çıkan nihai sonuç, “herkesin doğru bildiği şeyi peşinen doğru kabul etmemek gerektiği” düşüncesine kail olmaktan fazla bir şey değildir. Daha açık biçimde söylersem, İlahiyat alanındaki çalışmalarım, bana klasik Sünnî kelam ekollerinin mutlak doğru olarak önüme sürdüğü içerikleri sorgusuz sualsiz kabullenmenin ve/veya fıkhî alanda asla değiştirilemez anayasa maddesi gibi algılanan hükümlerin tarih-üstü değer içerdiği fikrini benimsemenin pek isabetli olmadığını göstermiştir. Yine kendi alanımla ilgili çalışmalarım, en başta Tanrı tasavvuru olmak üzere dinî alanın temel konularında sadece muayyen bir mezhebin doğru kabul ettikleriyle sınırlı bir fikir, görüş ve inanç sahibi olmanın da pek isabetli olmadığını öğretmiştir.

Bugün geldiğim noktada, dinî alanla ilgili olarak muayyen bir mezhebî kimlik ve aidiyetin ötesinde İslam ilim ve fikir mirasının hemen her boyutundan istifade etmenin daha doğru bir yaklaşım olduğuna, yani Gazâlî’nin hatırına Farâbî ve İbn Sinâ’ya, İbn Teymiyye’nin hatırına Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye bigâne kalınmaması gerektiğine inanıyorum. Aynı şekilde Sünnî kelâmî prensipler hatırına “vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şühûd”a burun kıvrılmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü artık geçmişteki hiçbir temel mezhebî görüşü “dogma” gibi görmüyorum. Keza İslam’ı da İslamcılık denen ideolojinin kalıplarına sıkıştırılmış bir söylem olarak telakki etmiyorum ve bu yüzden de hayli zamandan beri İslamcılıktan teberri ettiğimi belirtmek istiyorum. Kısacası, kendimi İslamcı filan değil, sade bir müslüman olarak görüyorum. Öte yandan, itikâdî alanda Sünnî kelamdan istifade ettiğim kadar Mu’tezile kelamından ve hatta İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi isimlerin görüşlerinden de istifade ediyorum. Kişisel dinî hayatımda ise sözgelimi Mehmet Zahid Kotku’nun vaaz ve nasihatlerini önemsediğim kadar Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin, Yunus Emre’nin, Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş’ın öğretilerine de büyük değer atfediyorum. Hülasaı, ben kendimi belli bir mezhebin, belli bir ideolojinin kurşun askeri olarak algılamadığım gibi belli bir düşünce sisteminin yılmaz bekçisi olarak da görmüyorum. Tabir caizse ben kendimi bağlantısızlar hareketine üye ülkeler gibi görüyorum ve dolayısıyla etrafımda kim var kim yok diye bakmadan kendi yolumda tek başıma yürüyorum.

Not: Hesabımın hacklenmesinden dolayı instagram mecrasındaki prof.dr.mustafa.ozturk isimli hesabımı kapattım. Sosyal medyada başka hiçbir hesabım yoktur. İnstagram, twitter ve facebook gibi mecralarda benim adıma açılan hiçbir hesapla da ilişkim yoktur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Ağustos 2020

Kaynak:  https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islamciliktan-teberri-1580067

İslamcı Zihniyetteki Sığlık ve Tıkanıklığın Kültürel Kökenleri

İslamcılık, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nu inkırazdan kurtarma çabası olarak zuhur eden ve bu çerçevede İslam’ı geleneksel anlayış ve kavrayıştan farklı şekilde yeniden anlayıp yorumlayarak genel izmihlal ve inkıraz halinden kurtulmanın mümkün olduğu yönünde zengin tahayyüller içeren bir ideolojidir.

Ancak zikri geçen dönemlerden bugüne değin İslamcılık ciddi bir evrimsel süreç geçirmiş, başlangıçta geleneksel din (İslam) anlayışına karşı mesafeli, yenilikçi, değişimci, eleştirel, tatminsiz ve deyim yerindeyse az çok solcu bir duruş sergilerken, özellikle son yılların Türkiye’sinde gitgide sıkı muhafazakâr, sağcı, sağlamcı ve sığ bir karaktere bürünür hale gelmiştir. En son “İstanbul sözleşmesi”yle ilgili tartışmalarda da kendini gösteren bu dramatik değişim/dönüşüm “1990’lı yıllarda İslamcılar daha az kültürel ve eğitsel sermayeye sahip olmalarına rağmen etkili organik aydınlar üretebilmişken, ardından gelen nesil akademik ve ekonomik olarak çok daha yetkin ve başarılı olmasına rağmen neden yeni bir çizgi üretmedi? Neden İslamcı zihin bir yerde durdu kaldı, açıkça ifade edilmiş, belirgin yeni açılımlar tarihsel bir hikâye kurmaya imkân verecek diyalektik ilerlemelere yol açmadı?” gibi kritik sorular üzerine kafa yormayı gerektirmiştir.

Bu bağlamda Hüseyin Padır’ın Birikim Güncel’de yazdığı “İslamcı Zihinsel Tıkanmanın Kültürel Kökenleri Üzerine Bir Deneme” başlıklı makalesi söz konusu soruların cevaplarına dair önemli analizler içermektedir. “Bu soruların cevapları (eleştirel, analizci, bireyci, kendine dönük, ilerlemeci) yazılı kültür ile (canlı, kümeleyici, sohbetçi, dışa dönük, hatip-kişi kültü olan) sözlü kültür arasındaki ayrımda bulunabilir” diyen Padır, dikkat çekici analizlerine şöyle devam etmektedir: Sohbetçi kültür grup psikolojisini, hayran olunacak ideal konuşmacı-önderi merkeze koyar.

Sözlü-sohbetçi kültür analizden ziyade kelime oyununu, retoriği, hazırcevaplığı tercih eder. Bireysel üretimden ziyade kolektif kimliği önemser. Düşünceden ziyade duygusal anlatıyı önceler. Bu kültürde (maddi ve düşünsel) kaynaklar açıkça belirtilmez, lütuf ya da ihsan olarak görülür. Emeğin yerini gayret alır. Bu kültür, düşünceleri ile kendini ortaya koyan birey-yazarı değil, okuyan gayretli kardeşleri üretir. Nihayetinde bu kültürde yetişmiş insanlar Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde okuyup ABD’de doktora yaptıklarında dahi kültüre esaslı bir ekleme yapamazlar. Sohbetçi kültür Weberci geleneksel otoritenin tahakkümü altında, eskilerin hiç devrilmediği gerontokratik bir kültürdür. Eskiler devrilmediğinden ölülerin gölgesi yaşayanların üzerine çökmektedir. Bu durum kendini açıkça ifade eden bireylerden ziyade çekingen, kamusal söz söylemek yerine güvenli kariyer yapmaya odaklı, agorafobik bir kimlik üretmektedir... Sohbetçi-sözlü kültür, Padır’a göre İslamcılığın zihinsel tıkanıklığına sebep olan epistemolojik engeldir. Şöyle ki İslamcılık maddi kültür, ekonomik şartlar ve kurumsal imkânlar bakımından çok ilerlemiş olmasına rağmen sohbetçi kültür İslâmcılığın kendini kavramasına engel olur. Bu tıkanıklık nedeniyle camianın içerisindeki gençler ya kültür âşığı olmalarına rağmen entelektüel bir aydına dönüşmemekte ya da geçmiş kuşaklarla bağ kuramayarak flanör (aylak), bohem (gamsız, tasasız), kariyerist tiplere dönüşmektedir.

“Türkiye’de sağ siyasetlerin solda hiç anlamadığı ve mütemadiyen müstehzi yaklaştığı husus solun sürekli bölünüyor olmasıdır” diyen Padır’ın tespitine göre soldaki yol ayrımlarının yerini İslamcılarda birleşen yollar alır. Solda ideolojik bağlılıklar bireysel bağlılıkları önceler. Oysa solun sürekli bölünmesiyle istihza eden İslamcı camia için temel sorun mahallenin bölünmemesi, hâlâ “huzur sokağı” nostaljisinin devam etmesidir. İslamcı-sohbetçi kültürü oluşturan grup bağları ve burs, himmet, abilik gibi mahalli maddi organizasyon biçimleri fertleri sürekli bir mahalle, cemaat (gemeinschaft) zihniyeti içinde kalmaya zorlamaktadır. Camiada yaşanan ayrımlar kişisel bir düzlemde kalmakta ve abiler, büyükler, hatırlı kişilerle tatlıya bağlanmanın yolları aranmaktadır. Daha çok kulaktan kulağa, açıkça ifade edilmeden, sosyal medya trolleri üzerinden yürümektedir. Kamusal alanda yaşanan ayrışmalar özelleştirilmekte, sohbetçi-cemaatçi bir tasavvurun ifadesiyle “kol kırılır yen içinde kalır” mantığına indirgenmektedir. Öte yandan, aynı şekilde kuşaklar arasında da açık ve net ayrımlar iradi olarak inşa edilememekte, önceki kuşaklardan paradigmatik kopuşlar yaşanmamaktadır. İslamcıların siyasal ve toplumsal alandaki bütün dönüm noktaları yoldan/sürüden ayrılmamayı tembihleyen “yol kazaları” olarak deneyimlenir. Yol kazalarına dayanan zihniyet kodu yeni kuşakların kopuşlarını, kendi yol ayrımlarını kurmalarını engellemektedir.

Padır’ın İslamcı zihniyetin tıkanmasına ilişkin bir diğer tespiti sözlü kültürün tutucu yapısı gereği kamusal tartışma yapmanın önünü tıkadığı yönündedir. İslamcı camialarda organizasyon yapısı hiçbir zaman açıkça belirlenmediği için, farklı fraksiyonlardaki kişiler neyi neden yaptıklarının bilgisine, grubun hedeflerine, gelecek stratejilerine, maddi ve manevi kaynaklarına dair yeterince bilgiye sahip olamazlar. Bu yüzden de ortada kamusal olarak savunacakları rasyonel iddiaları ve amaçları yoktur. İslamcı camianın içinde yetişmiş, siyasi kariyer basamaklarını hızlı tırmanmış eğitimli kişilerin kamusal tartışmalarda oldukça zayıf fakat örgütlenme, siyasi kayırma ve kaydırma, perde gerisinden manevra yapma konusunda çok mahir oldukları fark edilebilir. Sözlü-sohbetçi mahalli kültürün zihin yapısındaki bu insanlar kamusal alanda sadece polemikçi tarz ile gündeme gelmiş, grup içi avantajları kullanarak hızla kariyer yapmışlardır. Agorayı sevmedikleri ölçüde agoranın baskılanmasına da gayret etmişlerdir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Ağustos 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islamci-zihniyetteki-siglik-ve-tikanikligin-kulturel-kokenleri-1578940

Kabak Tadı Ağız Tadı

Bugün bayram… Tüm samimiyetimle dilerim ve isterim ki cümlemizin bayramı ağız tadıyla geçsin…

Ancak gün bayram günü olsa da ağız tadımız pek yok diyebilirim. Belki birçoklarının keyfi yerindedir, bilemiyorum; fakat kendi adıma söylersem, ülkede şu veya bu şekilde gündem oluşturan pek çok şeyin artık “kabak tadı” vermesinden dolayı “ağız tadı” denen dirlik, düzenlik, hoş geçinme, rahatlık, huzur, sükûn haline hasretim… Özellikle bitmez tükenmez didişme kültüründen ve aynı zamanda tepeden tırnağa hamaset kokan “dava, duruş, yürüyüş, diriliş, muştu, medeniyet, mefkûre” söyleminden artık bezmişim… Keza ikide bir “Din elden gidiyor; genç kuşak İslam’ı terk ediyor” diye nara atılmasından illallah etmişim. “Dış mihraklar, küresel şer odakları bizi yok etmek istiyor” şeklindeki komplo teorilerinin vird-i zeban gibi tekrarlanmasından da ikrah etmişim. Aynı şekilde dört bir yanımızı kuşatan şiddet dilinden ve kabadayı kültüründen de artık tiksinmişim…

Bugünkü aklım ve idrakimle artık şuna kaniyim ki gerçek hayat düzleminde hemen hiçbir somut gerçeklikle irtibat ve iltisakı olmayan mefkûre, medeniyet, aidiyet, dava, duruş, yürüyüş edebiyatları fazlasıyla kabak tadı vermiştir. Bu sükseli ve fiyakalı edebiyatların pazarlama alanını oluşturan genç kuşakların da bu tür retorikler ve kesif ideolojik söylemlere karnı tok olduğundan yüzde yüz eminim. Gençler yeniden tarihin akışını değiştirecek aktör olmak gibi hayaller kurmaktan öte, daha özgür, daha güvenli ve daha adil bir dünyada yaşamanın imkânıyla ilgileniyor. Bu yüzden, eğer bu genç kuşakları gerçekten dert ediniyorsanız, dava, duruş, yürüyüş muhabbetinden öte, işsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, hukuk, yargı, demokrasi, ekonomi, özgürlük, medya, çevre, doğa, hayvan hakları gibi alanlarda karşılaşılan sorunların nasıl ortadan kaldırılacağı ve bütün bu alanlarda teşekkür-takdiri hak eden bir karneye nasıl sahip olunacağı hakkında kafa yormanız gerekir.

Öte yandan, “Din elden gidiyor; modern çağ İslam’a değil, İslam modern çağa uydurulmak isteniyor. Genç nesiller İslam’dan vazgeçiyor. Tarihselcilik gibi söylemler İslam’ı ve Kur’an’ı temelinden yıkmayı hedefliyor” gibi beylik laflarla hamasi retorik yapmak yerine bugün “İslamcı, mütedeyyin, muhafazakâr, cemaat, cemaatçi” gibi kelimeler ve kavramların genel toplumsal bilinç ve zihinde ne tür anlamlar ve çağrışımlar uyandırdığını gözden geçirmeniz ve bu konuda adamakıllı bir özeleştiri yapmanız gerekiyor. Zira ben ve belki benim gibi on milyonlarca insan tamamen siyasi ve ideolojik saiklerden beslenen ve aynı zamanda rövanşist, intikamcı duygularla da provoke edilen kavga, gürültü, didişme kültüründen bezmiş haldedir. Bu ülkenin enerjisini “vaktiyle konulmuş bir tuğlanın üstüne bir tuğla da biz koyalım” anlayışıyla hareket etmek yerine, sürekli olarak geriye/geçmişe dönük okumalarla hep geçmişte yapılanı ortadan kaldırma ve böylece rövanş alma gayretiyle heder etmek, sanki kader haline gelmiştir. Ancak ben böyle bir kadere razı değilim. Ben bu ülkede “insan insanın kurdu” olsun istemiyorum. Ben dinamik ve akışkan hayat karşısında donmuş, dondurulmuş söylemlerin biteviye tekrarlanmasından hiç hazzetmiyorum. Hele de sosyal ve kültürel alandaki onca çeşitlilik ve zenginliği yok etmek ve bütün herkesi kendine benzetmek istercesine büyük bir şehvetle dillendirilen özcü, tek hakikatçi ve dışlayıcı söylemlerin de kulağımı daha fazla tırmalamasını istemiyorum. Ben sadece “fikir başka başka olsa” da kurt ile kuzu bir arada gezip dolaşabilsin istiyorum. Bunun da ötesinde, insan insana Allah’ın soracağı soruları sormasın, insan insana insanca sorulması lazım gelen sorular sorsun istiyorum. Aslında çok şey var söylenecek, ama bayram münasebetiyle hem kabak tadı vermemek ve hem de ağzınızın tadını daha fazla kaçırmamak için kısa kesiyor ve son cümle olarak “pek yorumcu” okurlara soruyorum: Şimdi ben bütün bunları isterken, çok şey mi istemiş oluyorum?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Ağustos 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kabak-tadi-agiz-tadi-1577907

İstanbul Sözleşmesi Bütün Kötülüklerin Anasıdır (!)

Birkaç ay önce Medyascope’de Ruşen Çakır’la yaptığımız söyleşide Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hutbesinde bahsi geçen eşcinsellik ve LGBT meselesiyle ilgili olarak İstanbul Sözleşmesi’nden söz etmiş ve “Siyasi irade bu sözleşmeye attığı imza konusunda bugün ne düşünüyor, bilmiyorum…” demiştim.

Ancak son günlerde bu sözleşmenin ciddi bir tartışmaya konu olmasından ve Numan Kurtulmuş’un “Farklı kesimlerden İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olumsuz tepkiler var. Her gün halkın içinde olan birisiyim, gittiğimiz her yerde karşımıza çıkıyor. Biz buna karşı duyarsız kalamayız. Gerekirse, nasıl girildiyse o şekilde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılır” şeklindeki beyanatından anlaşıldığı kadarıyla, İstanbul Sözleşmesi muhafazakâr mahallenin bazı lokasyonlarında aile kurumunu imhaya yönelik sinsi bir proje olarak tanımlanmakta ve hatta bazı köşe yazarları bu sözleşmeyi İstanbul’un fethine yönelik bir intikam girişimi olarak okumaktadır.

Bu bağlamda, her melanetin kökenini Batı’da arama ve Batı dünyasına ait her şeyi şeytanlaştırma yönündeki paranoyaklığın artık kabak tadı verdiğini belirttikten sonra ailenin parçalanması ve boşanmaların artması gibi multifaktöriyel sorunları bir sözleşme metnine bağlayarak izaha kalkışmanın ciddiye alınacak bir tarafının bulunmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Bununla birlikte kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin yine bir sözleşme metniyle ortadan kalkacağını düşünmek de ahmaklık olsa gerektir. Haddi zatında aileyi parçalayan da, kadını şiddete maruz kalmaktan koruyan da sözleşme metni veya kanun maddesi değil, sevgi, şefkat, merhamet, insaf ve iz’andan yeterince nasiplenmiş/ nasiplenmemiş vicdanlardır. Bu sebeple, insan malzememizin kalitesini, insani ve ahlaki değerlerle ilişkimizin sığlık ve derinliğini ölçüp tartmadan ve bu konuda kendimizi adamakıllı sorgulamadan, sözleşme metinleri, yasa maddeleri ve hatta bazı kadın dernekleriyle didişip durmanın ve beylik laflarla oraya buraya taş atmanın âlemi yoktur.

Daha açık söylemek gerekirse, “11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan ve Avrupa Konseyi üyesi 20 ülke tarafından onaylanan İstanbul Sözleşmesi yuvaları yıkmaya devam ediyor!” gibi sözde tespitler laf-ı güzaftan ibarettir. Zira bugün Türkiye’de sık sık kadın cinayetleri işleniyorsa, sayısız kadın şiddete maruz kalıyorsa ve boşanmalar günden güne artıyorsa, bütün bu sorunların İstanbul Sözleşmesi’ni baştan sona okuyup adamakıllı analiz ettikten sonra durumdan kendine vazife çıkaran nobran erkeklerin marifeti olarak ortaya çıktığından dem vurmak, Batı alerjisine bağlı obsesyon ve paranoyadan başka bir şey değildir. Kaldı ki bir kamuoyu araştırmasında “İstanbul Sözleşmesi’ni hiç duymadım” diyenlerin oranının yüzde 67.9,

“Duydum ama okumadım” diyenlerin oranının 16.3’e tekabül etmesi aile, kadın ve şiddet gibi sorunlardaki artışın bu sözleşmeyle alakasız olduğunu göstermeye kâfidir. Şu halde, son on yıllık rakamlara göre ortalama her altı evlilikten birinin boşanmayla sonuçlanmasını veya TÜİK’in yayınladığı son verilere göre boşanan çiftlerin sayısının 2018’de yaklaşık % 11 artmış olmasını İstanbul Sözleşmesi’ne bağlamak, yolda yürürken tökezleyip düşen bir İslamcı’nın “Kahrolsun Siyonizm” diye tepki vermesinden pek farklı değildir.

İstanbul Sözleşmesi ile ilgili bazı raporlarda, “Bu sözleşme toplumsal cinsiyet eşitliği kavramıyla cinsiyet algısını silmeyi ve toplumu cinsiyetsiz hela getirmeyi hedefliyor. Sözleşme kadınların daha maskulen, erkeklerin ise daha feminen bir davranış şekline kaymasına yol açıyor. Sözleşme toplumun din, kültür, örf, töre, namus, edep gibi yüksek değerlerinin değersizleştirilmesini amaçlıyor” gibi kesin yargılarda bulunulması, “İslam’da kadın baş tacıdır. Bizim kadın diye bir sorunumuz yoktur. Şayet bugün böyle bir sorundan söz ediliyorsa, bu modernizm ve sekülerizmin başımıza sardığı bir sorundur” gibi beylik ezberlerle kendini ifade eden zihniyetin gayet etkin biçimde iş başında olduğunu gösterir. Bu ataerkil zihniyetin temsilcileri, kendilerini muhtemelen sosyolojik vakumda yaşıyor zannettiklerinden olsa gerek, müslümanlık tecrübesinde kadınla ilgili herhangi bir sorunun mevcudiyetine inanma taraftarı değildir. Batı’nın bize bakmasından hareketle bizim kendimize bakmamızı zül addeden, dolayısıyla modern çağın ortaya çıkardığı sosyolojik olguları da reddeden bu zihniyete göre dinî gelenekte ne varsa hepsi yerli yerindedir; bu sebeple kadınla ilgili çağdaş sorular/ sorunlar fıkhî-ictihadi tadilata bile konu olacak bir önemi haiz değildir. Fakat gerçekte kadın konusu -en son yaşanan Pınar Gültekin cinayetinin bir kez daha gözler önüne serdiği üzere- kanayan yara gibidir. Bu yaranın sürekli kanamasının temel sebeplerinden biri, toplumdaki namus ve şeref algısının büyük ölçüde maçoluğu besleyen feodal ve patriyarkal kalıp yargılarla bezenip dine refere edilmesi ve din üzerinden erkeklik kodlarının pekiştirilerek kadın üzerinde mutlak egemenlik kurulmasıyla ilgilidir. Nitekim ataerkil dinî söylemde ırz, namus ve iffet gibi ahlaki değerler kadının hanesine kodlanmış haldedir. Bu kodlama uyarınca söz konusu değerlerin muhafazası kadına, kadının bekçiliği ise erkeğe aittir. Ahlaki bekçiliği onur, haysiyet ve şeref kodlarıyla da pekiştirilen erkek nezdinde kadının ciddi bir tehlike ve tehdit öğesi olması kaçınılmaz hale gelir. Ne var ki toplumsal cinsiyet bağlamında erkek cinsinin mutlak hegemonyasını teyit ve tebcile yönelik bütün bu kabuller bize göre genel insanlık normları açısından arızalı ve sakıncalı bir zihniyetin göstergesidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Temmuz 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/istanbul-sozlesmesi-butun-kotuluklerin-anasidir-1576703

Huzursuz Muhafazakarlık

Muhafazakârlık, geçmişten tevarüs edilen ve aidiyet/mensubiyet duygusunu pekiştiren değerler, semboller ve yaşam pratiklerini koruyup kollayıcı bir sosyolojik tutumu ifade eder.

Muhafazakâr tutumda mutedil tempoya uygun seyreden değişime rıza gösterilmekle birlikte hızlı denebilecek her türlü değişim, dönüşüm ve yeniliğe büyük ölçüde ihtiyatla yaklaşılır. Yaklaşık bir asra merdiven dayayan Cumhuriyet Türkiye’sinde muhafazakârlık geçmiş on yıllarda milliyetçi ve mukaddesatçı kitlenin genel dünya görüşünü ifade eden bir kavram olarak hatırlanır. Ancak şimdilerde muhafazakârlık, siyasi tercih olarak hemen hemen ortadan ikiye bölünmüş Türkiye sosyolojisinde laik, seküler dünya görüşüne sahip toplumsal bloğun karşı kutbunda yer alan ve siyasal İslamcı kökene mensup kitleleri de az çok bünyesinde barındırması hasebiyle heterojen bir yapıya sahip olan sağ seçmen kitlesinde karşılık bulur. Bu büyük kitle 2002’den itibaren AK Parti çatısı altında kümelenmiş durumdadır. Ancak 2010’lardan itibaren ilkin “endişeli modernler”in varlığı tebarüz etmiş, özellikle son birkaç yıldan bu yana ise muhafazakâr blokta birtakım huzursuzluklar baş göstermiştir.

İstanbul Ekonomi Araştırma’nın kurucusu Can Selçuki’ye göre “huzursuz muhafazakâr” seçmen kitlesi Erdoğan’ın liderliğinde sistemin merkezine ulaştılar ve bu konumda belirli bir kamu hizmeti standardına alıştılar. Ama artık kazanımlarını kaybetmeye başladılar. İşlerin iyi gitmediğinin farkındalar. “Huzursuz muhafazakâr kitle AKP seçmeninin son çeperinde yer alıyor” diyen Selçuki’ye göre bu kitle toplamın yaklaşık yüzde 10-15’ini oluşturuyor. Yine bu kitle işlerin iyi gitmediğini görüyor. Bundan önce işler iyiye gitmezken suçlayacakları birileri vardı. Önceleri, “Kemalist yapı, devletçi solcular bizi sistemin dışına atıyorlardı ve katı bir devletle karşı karşıyaydık” diyorlardı. Ama yıllar geçti, baktılar ki aynı anlayış bir şekilde geri geldi ve iktidarda kendi oy verdikleri parti var…

Selçuki’nin bu şekilde betimlediği “huzursuz muhafazakâr” kitleyi huzursuz kılan temel sebeplerden biri dindar kitleler henüz devletin çeperinde bile değilken, bu kitlelere büyük bir özgüvenle konuşma ve kendi gelecek hikâyesini büyük bir heyecanla anlatma imkânı veren ahlaki üstünlüğün büyük ölçüde kaybolmuş olması ve bunun yerine mahcubiyet psikolojisinin ikame olmasıdır. Huzursuz muhafazakârlık artık şöyle bir kendilik algısına sahip gibidir: En kıymetli sermayemiz olan ve bize üstünlük sağlayan dinî-ahlaki değer düzenimiz gerçek hayat tecrübesi içerinde darmadağın olmuş haldedir. Bu durum kendi elimizle kendi değer dünyamızı yıkmakla eşdeğerdir… Son yıllarda deizm ve ateizm gibi inançsal yönelimlerin genç kuşaklar arasında gitgide yaygınlaştığına dair gözlem ve tespitler de aslında muhafazakârlığın kötü bir ahlaki performans sergilemesiyle ilişkilidir; fakat kasıtlı olarak bunu görmek istemeyen çevreler, deizmin yaygınlaşma trendini Ehl-i Sünnet dışı din söylemlerinin revaç bulmasına bağlama eğilimindedir.

Muhafazakârlıkta huzursuzluk ve mutsuzluğa yol açan bir diğer sebep, toplumsal düzlemde bir mağduriyet dilinin varlık kazanması ve hatta kendini muhafazakâr olarak tanımlayan birçok insanın bu dille konuşma ihtiyacı duymasıdır. Hâl-i hazırda cereyan eden demokrasi, hak, hukuk, adalet, hakkaniyet, özgürlük, ehliyet, liyakat eksenli tüm tartışmalar bir değerlendirmeye göre işbu “mağduriyet” olgusuyla alakalıdır. Nitekim bu olgu şu tür siyasi-sosyolojik analizlere konu olmaktadır: “Son yıllarda Türkiye’de hükümet eden partilerin garip bir kaderi oluyor. Muhalefetteyken siyaseten ya da ideolojik olarak en fazla hangi politikaya, uygulamaya karşı çıkmakla temayüz etmişlerse, iktidara geldiklerinde bunları biraz olsun istedikleri yönde değiştirmek şöyle dursun, daha da bir perçinleme işini üstleniveriyorlar veya kendilerini iktidara taşıyan vaatlerin en parlağının tuzla buz olmasına yol açan bir duruma düşmekten kurtulamıyorlar. “

Esasen, siyasi mücadele sürecinde iktidar oluncaya kadar mağduriyetin her türlüsünü yaşayan muhafazakâr kitlenin bünyesinde pek çok insan bugün itibariyle kendilerinin de çok boyutlu mağduriyetler yarattığını düşünür hale gelmiş durumdadır. Öte yandan, muhafazakâr siyasi irade vaktiyle iktidar mücadelesi verirken toplumu hiç de muhafazakâr olmayan demokratik, özgürlükçü, değişimci ve yenilikçi beklentilerin arkasına takabilmeyi başarmışken, şimdilerde -genel görünüm ve izlenime göre- kentten taşraya doğru çekilip siyasi taşra kökeninde büzülme ve genel kitleden daha çok muhafazakâr refleksler talep etme yönünde bir tavır sergilemektedir.

Muhafazakârlığı huzursuz ve mutsuz kılan başka bir faktör, siyasi sürükleyiciliğin artık sonuna yaklaşıldığı algısı ve bugünlere gelinceye kadar pek çok mağduriyet yaşayıp sayısız siyasi badire atlatmış muhafazakârların kendileri için hissettikleri minnet/memnuniyet duygusunu çocuklarına aktarmanın pek mümkün olmadığı ve dolayısıyla genç kuşak seçmendeki belirgin erimeden ve ters tepkiden dolayı iktidarın geleceksiz kaldığı ve aynı zamanda hem dil hem refleks olarak yaşlandığı kaygısıdır. Huzursuz muhafazakârlıkta gözlemlenen bir diğer algı da belki mücbir sebeplerle halkın oyunu alıp rızasını/onayını alamamış olma algısıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Temmuz 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/huzursuz-muhafazakrlik-1574022

Yazmak Gelmiyor İçimden…

Şehir Üniversitesi’nden sosyal medya meselesine değin aslında çok konu var yazılacak; ama artık yazma isteğim yok…

Hem memleketteki genel hava ve manzaranın bunaltıcılığından dolayı yok, hem de havadan sudan yazsam bile dinbazlardan bir türlü kurtulamamanın yarattığı bıkkınlık ve usanmışlıktan dolayı yok… Geçen hafta bu köşede “Seksenler” başlıklı bir nostalji yazısı yayımlamış ve hele bir bakalım, bizim gedikli dinbazlar bu yazıda da eleştirecek bir şey bulabilecekler mi diye bir nevi olta atmıştım. Eksik olmasınlar, bizim gedikliler 1980’li yılların Giresun’uyla ilgili yazıyı bile din-diyanet alanına çekip bize laf sokmayı başardılar. Ne var ki bu durum bıktırma ve usandırmanın da ötesinde büsbütün ikrah ettirici, tiksinti verici bir durum…

Bu mesele bir kenara, ülke gündeminde adamakıllı biçimde tartışmayı hak eden birçok sıcak konu olmasına rağmen bunları suhuletle ele alıp tartışmanın az çok fayda sağlayacağına ilişkin hiçbir ümit taşımadığımdan, kerhen de olsa kendi gündemime dair bir şeyler yazıp çizmek durumundayım. Gündemim, Mustafa Çağrıcı Hoca’nın birkaç gün önce bu gazetedeki köşesinde yayımladığı “Kur’an ve Pozitif Bilim” başlıklı yazı… KURAMER’in 27 Nisan 2019’da düzenlediği “Kur’an ve Pozitif Bilim” konulu sempozyumun ismini taşıyan yazısında Çağrıcı Hoca şöyle diyor: “Sempozyumda Kur’an’ı pozitif bilimlerden yararlanarak tefsir etmenin mümkün olduğu tezinin karşısında konum alan tarihselciler ise -farklı derecelerde de olsa- diğerlerine göre daha iddialı, daha kendilerinden emin konuşuyorlar. Bazıları bir pozitivist, bir Marksist kadar ideolojik, dogmatik ve tepeden bakmacı bir tavır sergiliyorlar… Tarihselcilerin tezlerinin doğruluğu yanlışlığı üzerine bir şey söylemiyorum. Ancak böylesine radikal, muhatabı ve görüşünü önemsizleştirici bir tutum, bilim ahlakına da İslâmî tartışma âdâbına da uymaz. Bunun despotik bir tutum olduğu ve hele bir din âlimine hiç yakışmayacağı kanaatindeyim.”

Hani bir amiyane söz vardır, “Bayram değil seyran değil…” diye… Aynı bu söz misali, Çağrıcı Hoca’nın henüz yayımlanmamış bir sempozyum kitabındaki metinler üzerinden belli bir görüş ve anlayışı, “bilim ahlakına da İslâmî tartışma âdâbına da uymaz” diyecek kadar sert bir üslupla eleştirmeye neden bu kadar aciliyet atfettiğine pek anlam veremedim. Keza bilimselci Kur’an yorumlarına eleştirel gözle bakanları “bir pozitivist, bir Marksist kadar ideolojik” diye nitelendirmesine de hiç anlam veremedim. Kur’an’ı pozitif bilimler ışığında yorumlamanın tefsir değeri taşımadığını söyleyen herkesi bir çırpıda “tarihselci” diye yaftalamasını ise -bizzat kendi ifadesiyle- bir din âlimine yakıştırabilmiş değilim.

Aslında Çağrıcı Hoca çok sıkı ve ağır bir eleştiriyi hak ediyor; ama ben bu siyakta şu kadarını söylemenin kâfi olduğunu düşünüyorum: Tarihselcilik, İlahiyat alanındaki en rantabl ve en popüler tartışma konularının başında geliyor. Yani ister lehinde ister aleyhinde konuşun, tarihselcilik her halükarda bir piyasa oluşturuyor. Bu yüzden, kimileri ya sürekli olarak tarihselcilik aleyhine yazıp çiziyor; kimileri ise makbul-merdut tarihselcilik gibi kategorik ayrımlar geliştirerek özellikle Türkiye’deki muteber-mutedil tarihselcilere dair isim listesi yayımlıyor. Bugün hiç üşenmeden muteber-mutedil tarihselciler diye liste hazırlama gayretkeşliğine soyunan arkadaşlara ithafen yaklaşık bir yıl kadar önce bu köşede “Tarihselcilik Hisselerimi Devrediyorum” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Ama gelin görün ki epey zamandan beri tarihselcilikle ilgili hiçbir hisse senedine sahip olmamama rağmen Çağrıcı Hoca’nın nazarında hâlâ bir pozitivist ve bir Marksist kadar ideolojik ve iflah olmaz bir tarihselciyim. Hoca’nın bizimle ilgili böyle bir yargıda bulunması, tarihselcilere vurarak kendini muhafazakâr-gelenekçi muhitte az çok akredite etmeye yönelik bir niyet ve gayretten mütevellit olsa gerek… Şayet böyleyse, pek ahlâkî olmasa da anlaşılabilir durum. Zira her geçen gün daha da ağır bir tazyik yaratan gelenekçi din anlayışının karşısında konumlanıp o konumda sabitkadem kalabilmek her babayiğidin harcı değil… Bu yüzden, arada bir tarihselcilik ve tarihselcilere vurarak kendinizi az çok ibra etmeniz gerek…

Her neyse, bütün bunlar bir tarafa, Çağrıcı Hoca’nın bize yakıştırdığı “bir Pozitivist ve bir Marksist kadar ideolojik” yaftasının ne kadar insafsız ve acımasız olduğunu belgeleyerek bu tatsız yazıya nokta koymak gerek. Hoca, “Kur’an ve Pozitif Bilim” sempozyumuna sunduğumuz bildiri metnini baştan sona okumasına rağmen ne yazık ki bizi “bir Pozitivist ve bir Marksist kadar ideolojik” olmakla itham edebildi. Gelinen bu noktada, söz konusu sempozyumla ilgili kitapta yayımlanacak olan bildiri metnimizden kısa bir bölümü aynıyla aktarırken Hoca’nın bize yönelik ithamının ne kadar ilmî ve ahlâkî olduğunu okuyucularımızın takdirlerine havale ediyorum:

“Kur’an’dan bilim üretme veya hemen her bilimsel gelişmeyi bir şekilde Kur’an’la ilişkilendirme çabasında, bugün artık ciddi biçimde sorgulanan pozitivist (olgucu) düşüncenin izlerini sürmek mümkündür. Müslümanlar pozitivist düşünceye felsefî söylem düzeyinde metafizik lehine karşı çıkmakla birlikte bu düşüncenin en temel bileşenlerinden biri olan deney ve olguya dayalı bilim ve bilimsel bilgiye büyük teveccüh göstermektedirler. Bu ironik durum, bir kişinin kendisini esir ya da rehin alan kimseye zaman içerisinde hayranlık duymasına benzetilebilir. Çünkü müslümanlar özellikle son iki yüzyıldan bu yana hemen her fırsatta kınadıkları Batı kültür ve medeniyetinde üretilen bilimsel bilgiye kimi zaman abartılı bir müspet değer yüklemekte, bunu bir tebcil aracı olarak Kur’an ve tefsir sahasında istihdam etmektedirler. Böylece Kur’an’ın her çağla çağdaş olduğunu bilimle de ispatlamış olduklarını düşünmektedirler. Hâlbuki burada asıl paye bilime verilmekte, dolayısıyla Kur’an bilim karşısında bir bakıma mahcup edilmektedir.”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Temmuz 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/yazmak-gelmiyor-icimden-1572742

Seksenler...

Yorumcu okurlarımız bugün bize pek çatamayacak ve muhtemelen birbirleriyle de pek kapışamayacak.

Çünkü bu pastoral nostaljik yazı agresif yorumlara konu olmayacak, dolayısıyla okuyucular arasında, “12:25, sen herhalde yazıyı tersinden okumuşsun…” gibi laf sokmalara da pek mahal kalmayacak. Kısacası, bugün bu yazımız stres attırma gibi bir hizmet sunamayacak… Yazımızın konusu memleket, yani Giresun… 1965 yılında Giresun’un bir köyünde dünyaya geldim ve üniversite sınavına girdiğim zamana denk gelen 1983 senesine kadar Giresun’dan başka bir yer görmedim. Daha sonraki yıllarda ise hangi şehre veya hangi ülkeye gidersem gideyim, bir an önce kendi memleketime geri dönmeyi istedim… Ömürden elli yılı devirmeme rağmen memlekete duyduğum bağlılık ve özlemden pek bir şey eksilmedi… Çünkü Giresun benim için hep en güzel yerdi…

Giresun’un güzelliği ne esnaf kefaletinde, ne ticaretinde ve ne de siyasetindedir. Bütün güzellik Allah’ın Giresun’a bahşettiği doğal güzellikler ile belki de iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki dostların sohbet ve muhabbetindedir. Bunun yanında tabii ki “Gülburnu senin, Kulakkaya Gırık Bahçe benim” gezmek, Çırak Deresi’nden Meydan istikametine doğru sahil boyunca yürümek, Çınarlar mevkiindeki çay ocağında koltuk ekmeği ve tulum peyniriyle çay içmek, Pazar günü fırında sıra bekleyip kıymalı pide veya yağlı çıksın diye beklemek, fındık vakti köye gidip derenin kenarında türkü söylemek, seksenli yıllara döndüğümüzde ise Çerkez mevkiinden denize dalıp Küçük Ada’ya kadar yüzmek de sırf Giresun’da yaşanan başka güzelliklerdir…

Son bir yıldır Giresun’u hiç görmedim; ama en son gittiğimde -nedendir bilinmez- biraz kekremsi duygular hissettim. Çünkü en son geçen yaz aylarında yürüdüğüm Gazi Caddesi geçmiş yıllardaki gibi sevimli ve neşeli değildi. Bilakis haldır haldur akan bir insan kalabalığından ibaretti. Balkaya pastanesinin önünde kadrolu eleman gibi sürekli boy gösteren tanıdık tipler de kaybolup gitmişlerdi. Ayrıca Kahveci Topuz’dan caddeye yayılan mis gibi kahve kokusu da eski aromasını kaybetmişti sanki… Eski Şebnem pastanesinin yerinde yeller esmesi bir yana, yeni Şebnem’in dondurması da maalesef pek kıvamlı değildi. Bu yüzden, gözlerim Debboy mevkiindeki eski Roma dondurmacısını aradı ama maalesef bulamadı. Bir de burnum postanenin hemen alt tarafındaki fırından caddeye yayılan taze francala/franzile ve koltuk ekmeğinin mis kokusunu aradı ama maalesef o fırın da yerinde yoktu. Mis gibi kokan somunlar artık tarihe karıştı; şimdi kala kala bir tek Dereli sapağında Adanalının fırınında kiloyla satılan ve naylon poşete konulması yasak olan ekmeği kaldı. Oysa geçmiş yıllarda ekmek de dondurma da acayip güzeldi. Gerçi bizim damaklar eskidi; fakat eski zamanlardaki yiyecek ve içecekler -ki buna margarin sürülmüş ekmek de dâhil- bugünküne nispetle çok daha sade ve lezzetli idi.

1980’li yıllarda, Giresun Gazi Caddesi’nde başta Balkaya pastanesi olmak üzere bazı pasajların ön cephesinde janti kılıklı figürler Anıtkabir’de nöbet tutan askerler gibi bekler, sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçen cins-i latifleri keserlerdi. Ayakkabılarında toz zerresine bile rastlanmayan ve tembelliklerinden dolayı adeta defnedilemeyen ölü gibi duran bu tiplerin birçoğu aslında “kaldırım mühendisi” pozisyonunda olmasına rağmen o yıllarda tembellik ve haytalığı hayattaki en güzel iş gibi gördüğümüzden, “Sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçenleri seyretmek… Oh ne âlâ…” diye düşünüp kendilerine hep imrenmişimdir. Sözünü ettiğim tiplerin hemen hepsi Gazi Caddesi’nden artık el ayak çekmiş… Şimdi nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmiyorum, ama sanırım artık La Fontaine’in “Ağustos Böceği ile Karınca’’ hikâyesindeki Ağustos böceği misali tembellikle iştigal gibi bir lüksleri ve jantilikleri pek kalmamış olsa gerektir.

1980’li yılların Giresun’unda özellikle genç ve orta yaş kuşaktaki pek çok insanın yaz-kış hafta sonları şöyle bir deşarj olup rahatlamak için uğradığı yerlerin başında, ek saha gelirdi. Bu mekâna uğramayan kesimler ya hacılık-hocalıklarıyla tanınmış muhafazakâr dindarlardan veya ek sahada maç seyretmeyi banallik olarak gören taşralı seçkinler sınıfından oluşurdu. Bu iki zümrenin dışında Giresun merkezde yaşayan insanların pek çoğu, bir şekilde ek sahanın yolunu tutardı. Ek sahadaki en heyecanlı maçlar birinci amatör küme kulüpleri arasında, yani benim de birkaç yıl formasını giydiğim Seka-Aksu spor ile Şafak spor, Görele spor, Bulancak spor gibi takımlar arasında oynanır ve bu maçlardaki heyecan bazen Giresun spor maçlarıyla eşdeğer olurdu. Hele de ek sahanın girişindeki seyyar köfteciden yarım ekmek arası ve bol soğanlı bir tükürüklü köfte varsa elinizde, izlenen maçın keyfi bambaşka bir hâl alırdı…

Üstelik o zamanlar tefsir, evrensellik ve tarihsellik gibi mevzular da yoktu, bugünkü kadar hasmımız da yoktu. Yani kafamız pek rahattı, cahillik ise büyük mutluluktu…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Haziran 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/seksenler-1571465

Yorum ve Hakikat

Din alanında belki sadece “kelime-i tevhid” ile “kelime-i şehadet”in düz anlamlarında ittifak, bunun haricindeki diğer bütün esaslı konuların kahir ekseriyetinde ihtilaf içindeyiz.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de durum aşağı yukarı bu minvaldeyken, pek çoğumuz dinî alanda kesin doğru olarak bildiği şeyleri birer mutlak hakikat gibi dayatmak adına kimi zaman tekfir kipli sözcükleri ok gibi cümlelerin ucuna takıp olanca hınçla sağa sola fırlatmaktan da ictinap etmemekteyiz. Oysa bugün mutlak hakikat olarak bilip ölesiye savunduğumuz birçok dinî görüş ve anlayış, on beş asırlık tarihsel tecrübe içerisinde ortaya çıkmış ve kendisine siyaset, devlet ve halk katından taraftar bulduğu için bugüne kadar varlığını korumuş birer yorumdan ibarettir. Bu gerçeğe dair farkındalık oluşturacağı ve belki bundan böyle “tarihsel yorumlar” uğruna birbirimizi daha az hırpalamaya vesile olacağı ümidiyle itikadi alana dair birtakım temel kabullerle ilgili tikel örnekler vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

İslam tarihindeki ilk ve en önemli meselelerden biri olarak kabul edilen ve çok boyutlu etkileri günümüze kadar da süren mürtekib-i kebîre (büyük günah işleyen kimse) problemini ele alalım ve uzak geçmişte kim ne demiş bakalım: Mürtekib-i kebîre tövbe etmediği takdirde dünyada ve ahirette kâfir olarak muamele görür (Hâricî yorum). Mürtekib-i kebîre günahlarından dolayı zarar görmez ve ahirette cehenneme girmez (Mürcî yorum). Mürtekib-i kebîre imandan çıkar; fakat küfre girmeyip iman ile küfür arasında bir yerde (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunur (Mu’tezilî yorum). Büyük günah, insanı isyan ve fıska sevk etse dahi bu durumdaki bir mümini mutlak manada fasık ve facir olarak nitelemek mümkün değildir (Sünnî yorum). Amel imandan bir cüzdür (Hâricî, Mu’tezilî ve Şiî yorum). İmanın mahiyeti Allah’ın varlığını, birliğini ve Hz. Muhammed aracılığıyla gönderdiği vahiyleri kalben tasdik etmekten ibarettir. Dolayısıyla amel imanın bir cüz’ü değildir (Sünnî yorum).

Allah kendi zatından bağımsız olarak sübûtî nitelikli kadim sıfatlara sahip değildir (Mu’tezilî ve Şiî yorum). Allah zat itibariyle kemal vasfı taşıyan kadim sıfatlara sahiptir (Sünnî yorum). Allah dünyada görülemediği gibi ahirette de görüleyecektir (Mu’tezilî yorum). Allah ahirette müminler tarafından görülecektir (Sünnî ve Selefî yorum). Allah’ın arşa istivası, göklerin üstünde bulunan ve melekler tarafından taşınan arşa oturması manasına gelir (Kerrâmî, Haşvî-Hanbelî yorum). İstiva, keyfiyeti insan tarafından bilinemeyen bir ilâhî sıfattır (Selefî yorum). İstiva, ilâhî kudret ve iradenin bütün kâinat üzerinde sürekli olarak geçerli olduğuna ve tüm varlıkları hâkimiyeti altında bulundurduğuna işaret eden bir sıfattır (Mu’tezilî, Şiî, Mâtüridî, Eş’arî yorum).

Bütün bu örnekler, “Biz fırka-i nâciyeyi temsil eden Ehl-i Sünnet mezhebine mensubuz; Mu’tezile ve Şia gibi ehl-i bidat fırkalarını zaten hükümsüz saymaktayız” şeklindeki bir gerekçeyle kâle alınmayabilir. Bu durumda, Ehl-i Sünnet’in iki büyük kolunu temsil eden Mâtüridîlik ile Eş’arîlik arasındaki görüş ve yorum farklarına dair şu birkaç örneği idraklere sunmak faydalı olabilir. (1) Matüridî: İman ne artar ne de eksilir. Eş’arî: İman artar ve eksilir. (2) Matüridî: Peygamberlikte erkeklik şarttır. Eş’arî:

Peygamberlikte erkeklik şart değildir. (3) Maturidî: Ye’s halindeki tövbe makbuldür; fakat bu durumdaki iman muteber değildir. Eş’arî: Ye’s halindeki tövbe de iman da makbul değildir. (4) Matüridî: Allah’ın var ve bir olduğunu aklen bilmek farzdır. Eş’arî: Allah’ın var ve bir olduğunu aklen bilmek farz değildir. (5) Mâtüridî: Akıl bazı şeylerin güzel ve çirkin (hüsün ve kubuh) olduğunu bilebilir. Eş’arî: Akıl hiç bir şeyin güzel ve çirkin olduğunu bilemez. (6) Mâtürîdî: Allah çirkin bir şey yapmaz. Mesela, Allah mü’mini ebedi olarak cehennemde yakmaz, kâfiri de cennetlik kılmaz. Eş’ârî: Allah’ın fiillerinde çirkinlik diye bir şey söz konusu olamaz. Allah bir peygamberi ebedi olarak cehennemde yaksa ve bir kâfiri cennetlik kılsa dahi çirkin bir iş yapmış olmaz. (7) Mâtürîdî: Kader eşyanın ezeldeki takdiri, kaza bu kadere göre eşyanın meydana gelmesidir. Eş’ârî: Kaza takdirdir, takdirin meydana çıkması ise kaderdir.

Görüldüğü gibi iki büyük Sünnî-itikâdî mezhep de kendi aralarında birçok konuyla ilgili olarak ihtilaf etmişlerdir. Üstelik burada söz konusu olan ihtilafların pek çoğu inanç alanıyla ilgilidir. Tam bu noktada şunu sormak gerekir: Bu kadar farklı görüş ve iddia sahibi mezhepler arasında hakikati kim veya hangi mezhep temsil etmektedir? Hakikat denen şey kime ve neye göre belirlenmektedir? Herhangi bir mezhebin tek başına temellük ve temsil ettiği şeyler hakikatle özdeş midir? Yoksa her mezhep aslında birer farklı görüş ve yorumdan mı ibarettir? Kendisini itikâdî alanda Sünnî-Mâtüridî olarak tanımlayan bir müslüman Sünnî-Eş’arî mezhebine mensup bir müslümanın doğru addettiği görüş ve yorumları bâtıl sayma yetkisine sahip midir? Hâsıl-ı kelam, inanç alanıyla ilgili hemen her kesin kabulümüz dahi birer mezhepsel görüş ve yorumdan ibaret olduğuna göre bizden farklı görüşlere sahip başka müslümanları bidat ve dalâlet ehlinden saymanın âlemi nedir? İmam eş-Şâfiî’ye nispet edilen, “Benim görüşüm yanlış olması muhtemel doğrudur; muhalifimin görüşü ise doğru olması muhtemel yanlıştır” şeklindeki geniş açılı anlayışı benimseyebilmek için daha ne kadar beklememiz gerekir?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Haziran 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/yorum-ve-hakikat-1570233

Ahlak Yetmezliği

Bugünkü toplumsal düzlemde tespit/teşhis ettiğiniz en ciddi sorun nedir?” şeklinde bir soruya muhatap olsam, hiç tereddütsüz, “ahlak yetmezliği” diye cevap verirdim.

Nasıl ki kalp yetmezliği yorgunluk, nefes darlığı, mide bulantısı gibi sıkıntılara yol açıyorsa ahlak yetmezliği de toplumsal alanda ve gerçek yaşamda sıkkınlık, bıkkınlık ve hatta bulantı hissi gibi sorunlar yaratıyor. Ahlak alanındaki “yetmezlik/kifayetsizlik” sorununun kaynağı üzerine adamakıllı düşünmek gerekiyor. Felsefe tarihinde ahlakın köken ve kaynağına dair çok farklı görüşlerin öne sürüldüğü biliniyor. Bazı düşünürlere göre ahlakın kaynağı insan ve duyguları, bazılarına göre akıl, bazılarına göre ise din ve ilahi buyruktur. Ahlak ve ahlaki duyarlılığın daha ziyade yadırgama ve ayıplamanın yaşandığı yerde belirginleşmesi ve çoğu zaman din ile aynı zeminde kendini göstermesi dikkate alındığında, dinin ahlak konusunda en temel kaynak olduğu yönünde bir tez öne sürülebilir. Ancak şahsi kanaatime göre “iyi” (hüsün) ve “kötü”nün (kubuh) kaynağı din olmadığı gibi ahlakın temel kaynağı da din değildir. Hatta din ve dinî öğreti ahlak konusunda kaynaktan ziyade destek unsuru olabilir.

Ahlakın en temel kaynağı aklıselim ve iyi-güzel eksenine oturmuş vicdana irca edilebilir. Kaldı ki ahlak meselesi ancak akıl, fikir, vicdan ve tercihin mevcut olduğu yerde konuşulabilir. Zira ahlak ve ahlakilik diğer canlıların aksine insanla alakalı bir meseledir. Dolayısıyla ahlakın temel konusu “insanın ne olduğu” konusuyla çok yakından ilişkilidir. Kısacası, ahlakın kaynağı meselesi öncelikle ve özellikle insan meselesidir. Din insanın ahlak sorunlarını bertaraf etme yolunda etkili olabilir; fakat buradan hareketle “Dindar insan mutlaka ahlaklı insandır” veya “Dinsiz insan mutlaka ahlaksız insandır” şeklinde önermeler kurmak gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Zira bu yazıya konu olan “ahlak yetmezliği” sorunu dünya görüşlerini ve hayat düzenlerini dinden bağımsız şekilde oluşturmuş kitlelerde görüldüğü kadar kendilerini dindar olarak algılayıp tanımlayan kitlelerde de fazlasıyla mevcuttur. Bu noktada, Hz. Peygamber’in “İnsanlar madenler gibidir; cahiliye döneminde hayırlı/nitelikli olanlar İslam’la tanışıp müslüman olduktan sonra da hayırlı/nitelikli olurlar” mealindeki hadisini hatırlatmak lazımdır; çünkü bu hadis ahlakın temel referans kaynağının din olmadığı yönündeki fikri/kanaati teyit eder tarzdadır.

Ahlak yetmezliği sorununun temel sebeplerinden biri, insanın kendini ve haddini bilmemesi, erdemli olmayı ve erdemli yaşamayı hayati bir mesele olarak görmeyip çoğu zaman behimi/şehevi hırs, arzu ve tutkulara rıza göstermekten imtina etmemesidir. Bu noktada varlık kazanan gayr-i ahlaki tutum ve davranışlar ateistinden dindarına kadar en geniş yelpazede temsil imkânı bulabilir. Çünkü buradaki sorun en genel manada insanın kendini bilmeme, kendine gelmeme sorunudur. Bu müzmin sorunun çözümü ise Hacı Bayram Veli’nin şu dizelerinde ifadesini bulur: “Bilmek istersen seni, can içre ara canı. Geç canından bul anı, sen seni bil, sen seni. Kim bildi ef’alini, ol bildi sıfatını. Anda gördü zatını, sen seni bil, sen seni… BAYRAM özünü bildi, bileni anda buldu. Bulan ol kendi oldu, sen seni bil, sen seni…”

Ahlak yetmezliği sorunuyla ilgili bir diğer temel sebep, dinî alan da dâhil olmak üzere ahlak ve ahlaki davranışın çıkar ve menfaat hesabına dayandırılmasıdır. Şayet mümin insanın Allah’la ilişkisinde ve O’nun buyruklarına uyma gayretinde temel veya belirleyici unsur, azap endişesi ve mükâfat beklentisi ise, burada söz konusu olan din referanslı ahlakın ancak sonuç odaklı, yani çıkarcı ve faydacı bir ahlak olduğuna hükmedilebilir. Bu tür bir ahlak, Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak “kurnazlık ahlakı” diye de tanımlanabilir. Bu bağlamda alternatif olarak deontolojik ahlak nazariyesinden kısaca söz etmek gerekir. Alman filozof Kant der ki “saf pratik akıl (irade) kendiliğinden kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi/yükümlülüğü (kategorik imperatif) üretebilir ve ona tabi olabilir”. İnsan aklı ve vicdanı kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi kendiliğinden üretmediği ve ona uymadığı sürece birtakım kurnazlıklar ve şahsi çıkarlar eşliğinde sahte ahlaki imajlar ve illüzyonlar oluşturabilir. Bir ahlaki eylemi salt ahlaki imaj ya da illüzyon olmaktan çıkarabilecek şey, her şeyden önce insan iradesinin hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın salt ahlaki olanı istemesidir. Bununla birlikte en masum ahlaki ilkelerin beşeri kurnazlıklar ve dizginlenemez tutkular neticesinde çıkar/fayda ahlakına dönüştürülmesi, birtakım kişisel isteklerin ahlakilik kisvesiyle meşrulaştırılması ve sonunda ahlakın bir tür manipülasyon aracına dönüşmesi de her zaman mümkün ve muhtemeldir.

Bütün bunlara rağmen Kant’ın savunduğu ödev temelli deontolojik ahlak, her ne kadar soğuk görünse de sonuç ve fayda odaklı teleolojik ahlak anlayışından daha temiz ve daha nezihtir. Kaldı ki bizim toplum gibi kural, kaide ve ödev sorumluluğuna riayetten pek hazzetmeyen, hatta yasak delme, hile-i şer üretme, savsaklama ve sulandırma gibi işlerde maharetiyle temayüz eden bir toplumdaki ahlaki yetmezlik sorununa fayda ve sonuç ahlakından ziyade “Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke tüm insanlar için geçerli olan evrensel yasa olsun… İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran. Öyle davran ki iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin” şeklinde özetlenebilecek ödev ahlakını aşılamak elzemdir; fakat bu ahlakın nasıl aşılanacağını ancak Allah bilir…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Haziran 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/ahlak-yetmezligi-1568923

Muhafazakâr Kadınların Dünyasında Toplumsal Cinsiyet Meselesi

Toplumsal cinsiyet, sosyal ve kültürel bir çevre/çerçeve içerisinde insanlara yüklenen roller, sorumluluklar ve davranış kalıplarını ifade eden, bunun yanı sıra bireylerin erkek veya kadın olarak kendilerini nasıl algıladıkları meselesini de içeren bir kavramdır.

Batı dünyasında yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyoloji, sosyal antropoloji ve psikoloji gibi bilimlerin temel ilgi ve araştırma alanlarından biri hâline gelen “cinsiyet” (sex) kavramı, insanın kadın ya da erkek olarak sahip bulunduğu genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleri, “toplumsal cinsiyet” (gender) kavramı ise insana toplum tarafından yüklenen roller ve ödevleri ifade eder. Cinsiyet doğal durumla, toplumsal cinsiyet ise hayata adım atıldığı andan itibaren başlayan, isimden hitap şekline, oyuncaktan giysiye kadar birçok unsurun bileşiminden oluşan sosyal-kültürel inşa ile ilgilidir. Cinsiyette belirleyici unsur doğa ve doğal durum, toplumsal cinsiyette ise kültür ve kültürel aidiyettir.

Günümüz Türkiye’sinde toplumsal cinsiyet eksenli tartışmaların genel seyrine bakıldığında konunun ağırlıklı olarak kadın mağduriyeti ekseninde ele alındığı ve bu bağlamda kadının toplumsal statüsü, eğitim sorunu, siyasete katılımı, şiddete uğraması ve istismar nesnesi olması gibi hususlar üzerinde durulduğu görülür. Din ve dinî gelenek söz konusu olduğunda ise meselenin bir sorunlar yumağı olarak neredeyse tamamen kadın imgesine indirgendiğine şahit olunur. Nitekim “İslam’da Kadın” ve benzeri başlıklar altında telif edilen birçok eserin gösterdiği üzere modern dönemde kadın İslam’ın yumuşak karnı olarak algılanır. Bu algının yaygınlık kazanmasında modernitenin tazyiki, İslam’ın kadınla ilgili ahkâmını ilkellik olarak tanımlayan oryantalistik söylemin tesiri gibi hâricî faktörlerin yanında aşıyı kendinden yaparak modernleşmeyi öneren tecditçi İslam söyleminin öz eleştirisi ile “İslamcı feminist” söylemin agresif şekilde meram anlatan bir dil geliştirmesi gibi dâhilî faktörlerden de söz edilebilir.

Toplumsal cinsiyet bağlamında tartışılan sorunlar özellikle iyi eğitimli muhafazakâr kadınların dünyasında da önemli bir yere sahiptir. Bununla birlikte muhafazakâr dünyada kadınların toplumsal cinsiyetle ilgili sorunlara yaklaşım biçimleri ciddi farklılıklar gösterir. Şöyle ki din ve dinî ahkâmı bütün yönleriyle sabit olarak gören, dinin bekasının sabitlikle kaim olduğunu düşünen ve bu yüzden dinî alandaki her yeni yoruma şüphe ve tereddütle yaklaşma refleksi gösteren hâkim gelenekçi bakış açısına sahip kadınlar için İslam ve müslümanların kadın konulu bir sorunları yoktur. Batı’nın bize bakmasından hareketle bizim kendimize bakmamızı zül addeden, dolayısıyla modernlik ve modernitenin tüm taleplerini en başından reddeden bu anlayışa göre dinde ve dinî gelenekte ne varsa hepsi yerli yerindedir; bu sebeple kadınla ilgili çağdaş sorular/sorunlar fıkhî tadilata dahi konu olacak bir önemi haiz değildir.

İslam’da kadın ve haklarıyla ilgili hiçbir sorun yoktur diyen, aksi yöndeki görüş ve düşünceleri Batılılaşma ve feminist söylemi içselleştirme olarak gören geleneksel anlayış, modern çağdaki verili durumu ve bu durumun beraberinde getirdiği sorunları, hatta “Biz kadınlar tarih boyunca hep ezilmişiz” diyen çok sayıda müslüman kadın bulunduğu gerçeğini görmezden gelmesi ve müslüman kitleleri kendi tarihselliklerinden kopuk hâlde, tabir caizse sosyolojik vakumda yaşayan insanlar gibi telakki etmesi hasebiyle sorunludur. Buna mukabil İslam tarihinin aslında yanlış yorumlar tarihi olduğunu ve aynı zamanda tarihsel tecrübenin kadın düşmanlığı üzerine kurgulandığını savunan “İslamcı feminist” söylem ile modern durumu terakki addeden, dolayısıyla naslardaki ahkâm ile modernite arasında mübayenet oluşması hâlinde nassları modernitenin talepleri doğrultusunda yorumlamayı yeğleyen “İslamcı modernist söylem” de çok ciddi biçimde sorunludur. Zira “İslamcı feminizm” ya da daha doğru bir ifadeyle bir tarafı İslam’a bakan feminist söylemde din ve dinî ahkâmla sürtüşme derecesinde bir hesaplaşma söz konusudur. Daha ziyade erkekler tarafından temsil edilen modernist İslamcı söylemde ise modernitenin rızasını kazanmak adına bütün bir dinî geleneği yok saymak, hatta tevil marifetiyle çağdaş Kur’an’lar oluşturmak bile söz konusudur.

Kanaatimizce toplumsal cinsiyet meselesinin günümüz İslam dünyasında ve dolayısıyla ülkemizde kadın merkezli olarak tartışılması, buna karşılık konunun ana-baba ve akraba hukuku gibi daha derin insanî ilişkileri de içeren bir sosyal bağlar/bağlılıklar çerçevesinde ele alınmaması, üstelik İslam ve kadın diye başlanan çoğu söze “sorun” ve “hak” gibi kelimelerle devam edilmesinin mutat hale gelmesi modern zamanlara özgü bir durumdur. Daha açıkçası, İslam dünyasının klasik dönemlerinde kadın bugünkü şekliyle külli bir sorun olarak algılanmamıştır. Ancak bu durum İslam tarihi boyunca kadınla ilgili sorunlar yaşanmadığı anlamına gelmez; bilakis geçmiş dönemlerde kadının erkekle yarışmak ya da aşık atmak gibi bir iddiası bulunmadığı için, toplumsal ölçekte kayda değer bir sorun olarak görülmediği, hâliyle İslam’ın yumuşak karnı olarak telakki edilmediği anlamına gelir. Geçmiş ile günümüz arasındaki bu büyük algı farkının temelde İslam dünyasının ötekilerle ilişkisine bağlı olduğu söylenebilir. Gelinen bu noktada, toplumsal cinsiyetle ilgili sorunların dinî açıdan ne şekilde ele alınması ve çözümle ilgili olarak ne tür tekliflerde bulunulması gerektiği merak konusu olabilir; ancak bunun için ayrı bir fasıl açılması gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Haziran 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/muhafazakr-kadinlarin-dunyasinda-toplumsal-cinsiyet-meselesi-1567488

Kendimizle Barışık Olmamak Lazım

İnsanın kendisiyle barışık olması güncel hayatta birçok kez duyduğumuz bir sözdür.

Genel kabule mazhar olduğunu düşündüğüm bir bakış açısına göre bu söz, “özellikle duygulanımlarını dengeleyen, tepkilerini kontrol edebilen, nerede ve ne şekilde davranacaklarını mümkün mertebe iyi planlayan, başka insanların huzurunu kaçırmayan, sorunlara takılıp kalmak yerine çözüm üretmeye çabalayan, mutlu oldukları her hallerinden belli olan insanlar kendileriyle barışık insanlardır” şeklinde bir anlam taşır. Ancak ben bu sözün böyle bir anlam taşımaması gerektiğine inanıyorum.

Dahası, ben, insanın özellikle ahlaki açıdan kendisiyle barışık olmaması, yani bir ömür boyu kendi kendini sorgulaması, kendi egosuyla sürekli hesaplaşması gerektiğine inanıyorum.

İnsan ahlaki açıdan kendisiyle barışık olduğunda, ister istemez “Ben oldum” havasına girmiş ve kendinde kusur görmez hale gelmiş demektir. Oysa hiçbirimiz için nihai noktada ahlaki kemale ermişlik gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü ahlaki kemal insan açısından nokta konulabilir veya son kertesine ulaşılabilir bir şey değildir. Ahlaki kemal ancak bir ideal olabilir ve insan daha ahlaklı olma, daha ahlaklı yaşama yolunda bu idealin peşinde koşabilir. Bu mesele bir kenara, en başta zikri geçen “kendimizle barışık olmak” sözünden maksat, kendimizi fark etmek ya da olumlu/olumsuz yönlerimizi görmekse şayet, bu belli ölçüde anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir şeydir. Yok eğer kendimizle barışıklık denen şey kendi kişilik ve karakterimizden yüzde yüz memnuniyet duymak gibi bir şeye karşılık geliyorsa, o zaman ortada çok ciddi bir ahlaki sorun var demektir. Kendi namıma söylersem, insan özellikle seciye, huy ve ahlakilik açısından kendisiyle barışık değil, küs olmalıdır. Küs olmaktan kastım, insanın kendi kusurlarıyla yüzleşmesi, kendi benliğini kınayıp ayıplayabilmesi ve aynı zamanda o kusurlarını gidermek için sürekli olarak kendi benliğiyle mücadele etmesidir.

İnsan yaratılış özelliği itibariyle sözgelimi fevri, tez canlı olabilir; çoğu zaman ölçüsüz tepkiler verebilir; kendince nahoş bir durumla karşılaştığında hiddetini, öfkesini kontrol edemeyebilir; ancak bütün bunlar kesinlikle değişmez alın yazısı ya da kader değildir. İnsan her ne kadar kendini başka bir insan olarak yaratmaya muktedir değilse de hâl-i hayatında belki bin kez tecrübe ettiği ve olumsuz sonuçlarını defalarca gördüğü kusurlu davranış kalıplarını pekâlâ değiştirebilir. Ancak bu değişimin gerçekleşebilmesi için, en başta söylediğimiz üzere kişinin kendisiyle barışık olmaması, özellikle tutum ve davranış kalıpları açısından kendini memnuniyetle karşılamaması gerekir.

Bu noktada, “Can çıkar huy çıkmaz”, “Beşikte giren huy teneşirde çıkar” gibi vecizeleri nasıl anlamamız gerektiği merak konusu olabilir. Evet, insan yaratılıştan gelen veya içine doğduğu sosyal, kültürel çevreyle öğrenilip bir bakıma karaktere dönüşen birtakım davranış kalıplarına sahiptir ve bu davranış kalıplarından bir kısmı problemli olabilir. Kanımca, “Can çıkar huy çıkmaz” gibi sözler insandaki yerleşik davranış kalıplarını değiştirmenin çok zor olduğuna işaret etmekle birlikte söz konusu davranışları değiştirmek asla imkânsız değildir. Başta “Mücahid kendi benliğiyle mücâhede eden kişidir” (Tirmizî, “Fezâilü’l-Cihâd” 2) mealindeki hadis olmak üzere tasavvuf geleneğinde çok önemli yer tutan “cihâd-ı ekber” (nefisle mücâhede), riyazet, çile, mücâhede, tasfiye gibi kavramlar da ahlaki açıdan problemli olan tutum ve davranış kalıplarını değiştirmenin beşeri bir imkân olduğunu gösterir. Bu bağlamda Ebû Muhammed el-Cerîrî’nin “Tasavvuf barış değil savaştır” şeklindeki sözü nefisle mücâhedenin devamlılığına işaret meyanında “İnsan kendisiyle barışık olmamalı” diye de anlaşılabilir.

Netice itibariyle, insan ahlaki duyarlılık ve değerlilik yaşantısı itibariyle kendinden memnun ya da kendisiyle barışık olmamalı ki kemale erme noktasında az çok yol alabilsin… Kanımca, doğru davranma ve düzgün yaşama hususunda insanın kendinden memnuniyetsiz olması çok önemli bir göstergedir. Çünkü bu gösterge insanın her şart ve durumda mutlaka daha iyi olma ve daha doğru davranma yönünde sürekli bir çaba sergilemesi gerektiğinin ifadesidir. Şu veya şarta bağlı olmaksızın insanın kendi hata ve kusurlarıyla yüzleşmesi, hatta yeri geldiğinde kendini ayıplayabilmesi gerekir. Aksi halde, İsmet Özel’in çarpıcı ifadesiyle, “doğru davranma kıvamını tutturabilmek için keyfimize halel getirmeyecek şartların doğması hayalini kafamızdan geçiriyorsak ahlakı askıya almışız” demektir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Mayıs 2020

Kaynak:  https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kendimizle-barisik-olmamak-lazim-1566123