Matta’ya
göre Hz. İsa kalabalıkları görünce dağa çıkar, ardından bir grup insan
gelip etrafına toplanınca, meşhur dağ vaazına başlar. “Dünyanın tuzu
sizsiniz” der ve ekler: “Ama tuz tadını yitirirse bir daha ona tuz tadı
nasıl verilebilir? Artık dışarı atılıp ayak altında çiğnenmekten başka
işe yaramaz.” (Matta, 5/13). Bu vaazdaki tuz metaforu hakikaten
çarpıcıdır. Bir yoruma göre ilâhî buyruklar uyarınca sımsıkı bir mümin
olmak ve sulandırılmamış bir hayat yaşamak tuz gibi yakıcıdır. Malum,
tuz yakıcı olduğu kadar da koruyucudur. Mesela, ete sıvandığında o eti
çürüyüp kokmaktan korur. Mümin de tuz misali dünyaya ve hayata
sıvandığında her şeyden önce kendini dünyevileşmeden korur. Tuz aynı
zamanda tattır. Kendisi acıdır ama yemekler ancak bu acılıkla tatlanır.
Tat ile tuz kelimeleri bundan dolayı bir arada kullanılır. “Tuz tadı”
tabiri her ne kadar oksimoronik görünse de tuzun damakta bıraktığı tat
çok esaslı bir tattır.
***
Dağ vaazının tarihî ve
sosyolojik zeminine gelince, Hz. İsa döneminde içi çoktan boşaltılmış
ve hikmet, irfan ve vicdandan yoksun bir hal almış olan Yahudilik Ferisî
yobazlarca ahlâkî yozlaşma ve kokuşmanın meşruiyet aygıtına
dönüştürülmüştür. Bu yüzden Hz. İsa, Ferisîlerce empoze edilen gayr-i
ahlâkî, şekilci ve gösterişçi dindarlık söylemini kıyasıya eleştirmiş ve
ısrarla derin ahlâkî duyarlılığın şekillendirdiği bir din ve dindarlık
anlayışını salık vermiştir. Hz. İsa’nın tebliğ ve davette bulunduğu
dönem özellikle din adamları ve yöneticilerle ilgili skandalların, çok
çeşitli suiistimallerin sıkça yaşandığı bir zaman dilimi olarak tarih
kayıtlarına geçmiştir. Din adamları arasında baş gösteren menfaat ve
nüfuz kavgası, dinî emirlerin keyfi yorumlanması ve adamına göre fetva
çıkarılması gibi sorunlar da Hz. İsa tarafından sıkça eleştirilmiş;
ancak bu eleştiriler dönemin din baronlarını ve müesses dinî yapılarını
çok rahatsız etmiştir.
Morris S. Seale’nin
bir makalesinde mukayeseli olarak gösterdiği üzere Hz. İsa’nın dağ
vaazında altı çizilen birçok ahlâkî ilkenin tasavvuf tarihindeki
Melâmetî anlayışla önemli ölçüde benzeşmesi dikkat çekicidir.
Melâmetîlik hicrî III. (IX.) yüzyılda Horasan bölgesinde ortaya çıkıp
daha sonra bütün İslam dünyasında yaygınlık kazanan bir tasavvufî mektep
ve meşreptir. Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmamayı (Mâide
5/54) kendilerine temel ilke edinen Melâmetîlerin belli başlı
özellikleri şöyle özetlenebilir: Kendi nefsinde bir varlık görmemek ve
nefsin her türlü benlik iddiasını terk edip gönülleri terakki ettirmeye
çalışmak; başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakıp kendi
kusurlarıyla meşgul olmak; halk ile tahalluk, Hak ile seyr üzere
yaşamak, yani halkın içinde sıradan biri gibi olmak ve fakat Allah’ı bir
an bile hatırdan çıkarmamak; ibadetleri ifa ettikten sonra hemen
unutmak ve böylece nefsin ucb, kibir ve riyaya meyletmesine fırsat
tanımamak; nefsin bir şeye çaba göstermeden sahip olmayı istemesi
hâlinde o şeyi alın teriyle kazanmaya koyulmak… Kısacası, Melâmetîlik
gösteriş, kendini beğenme ve şöhret düşkünlüğü gibi ahlâkî âfetlere
karşı nefsi kınamak suretiyle adam gibi adam olmaya çalışmaktır. Bu
anlayışın sonucu olarak Melâmetîler amellerini gizleme taraftarı
olmuşlar, kalbî ve fiilî amellerinin başkaları tarafından bilinmesini
hoş karşılamadıkları gibi kendilerini fark ettirecek özelliklerle ortaya
çıkmaktan da sakınmışlardır.
***
Özellikle son
zamanlardaki genel toplum manzaramız beni bir Melâmetî gibi davranmaya
ve İslam’ı Melâmetî perspektifle yorumlamaya sevk ediyor. Çünkü etrafıma
baktığımda hemen herkes dünyanın tuzu değil de “bal küpü” olma
sevdasına kapılmış görünüyor. Hatta bugünkü genel hayat tarzımız, “Bal
tutan parmağını yalar” modunda seyrediyor. Böyle bir hayat modu tuzun
bile kokacağına işaret ediyor. Bu yüzden, hâl-i hazırda ahlâkî
duyarlılığı sıfırlanmamış her bir insan tekinin tıpkı tuz gibi yakıcı
olması, yaraya kendini basması gerekiyor. Malum, tuz kendinden verir,
kendini eritir. Topyekûn çürüyüp kokuşmaktansa birilerimizin tuz misali
kendinden verip kendini eriterek en azından çürümeyi geciktirmek için
didinmesi lazımdır. Aksi halde, bu kritik yıllar tarih kütüklerine
dünyevî nimetlerle sınandığımız yıllar olarak kaydolacak, fakat sadece
bununla kalmayacak, sınavı kaybettiğimiz yıllar olarak da anılacaktır.
Tarih, “pek çok müslümanın yokluk zamanında dilden düşürmediği ihlas,
takva gibi değerlerin varlıkla sınanma tecrübesinden sonra parasızlıktan
başka bir şey olmadığı anlaşıldı” diye de yazacaktır. Bu yüzden, yakın
gelecekte, en azından istikbaldeki kırk-elli yıllık süreçte biz
müslümanların hemen hiçbir insan evladına din, ahlak, hak, hukuk namına
söz söylemeye yüzü olmayacak, iki çift laf etmeye kalkıştığımız anda
ise, “Sizi de gördük” mealindeki tepkiler hepimizin suratına tokat gibi
çarpacaktır. Kısacası, hemen her birimizin tuz değil de bal küpü olma
şehvetine kapılıp birer dünya arsızına dönüşmesiyle ortaya çıkan büyük
yıkımdan belki de en çok dinî-ahlâkî değerler nasibini alacak ve sonuçta
tüm söylemlerimiz, sembollerimiz ve vaktiyle temsilciliğini
üstlendiğimiz değerlerle birlikte gelecek nesillerin ibretle bakıp
seyredeceği bir enkaz yığını olacağız.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Temmuz 2017
Ne diyeyim. Hoca yine Kitabın ortasından laf etmiş.
YanıtlaSil