FETÖ,
Türkiye’de dinî grup ve cemaatlerin özellikle devletle ilişki açısından
masaya yatırılıp tartışmaya açılmasına sebep oldu. Bu tartışma
zemininde kimisi Boko Haram ile Paralel Yapı (FETÖ) arasında mahiyet
farkı bulunmadığından ve gelinen noktada tüm cemaatlerin köküne kibrit
suyu dökülmesi gerektiğinden dem vururken, kimisi de FETÖ imzalı 15
Temmuz alçak darbe teşebbüsünün genelde İslam’ı özelde cemaatleri yok
etmeye yönelik küresel bir saldırı olduğundan ve bu arada “Ehl-i Sünnet
omurga”nın da çökertilmeye çalışıldığından söz etti. Fakat ne tuhaf ve
ne acıdır ki bu “kimileri” 17-25 Aralık hadiseleri patlak vermeden önce,
FETÖ elebaşı Gülen’le ilgili olarak, bugün savunduklarıyaklaşımı
seslendirenleri en ağır ifadelerle suçlayıp eleştirmekteydiler.
***
17/25 Aralık ve 15
Temmuz hadiseleri yaşanıncaya değin FETÖ’nün gerçekte ne olduğuna dair
görüşlerini birtakım güzellemelerle ortaya koyan delici basiret ve
feraset sahibi(!) kimi zevat bugün de cemaatlere yönelik eleştirel
değerlendirmeleri İslam dinine saldırı olarak kodlamakla yine müthiş bir
basiret ve feraset örneği sergiliyor. Aslında bu zevatın söylediklerine
hiçbir şekilde itibar etmemek gerekiyor; fakat gelin görün ki bunlar
Gülen ve örgütü ile ilgili olarak geçmişte söyledikleri ile bugün
söyledikleri arasındaki mahiyet ve muhteva farkı üzerine adamakıllı bir
muhasebe yapıp kendilerinden hicap duymaları gerekirken, hicap duymak
şöyle dursun halen dahi ahkâm kesmeyi sürdürüyorlar. Konuştukları zaman
da adeta tekfur torunu edasıyla kostaklanıyorlar.
Memleketin genel
sosyolojik manzarasına bakınca, maalesef bu tür ilkesizlikler ve
kıblesizliklerin pek yadırganmaması gerektiğini söylemek gerekiyor.
Çünkü son yıllarda birçok farklı alanla ilgili olarak kamuoyuna yansıyan
söylemler Süleyman Demirel’den siyasi hafızamıza armağan kalan o meşhur
“Dün dündür, bugün bugündür” sözünün artık genel geçer bir kural haline
geldiğini gösteriyor. Öte yandan, ülkeyi ve devleti yakından
ilgilendiren herhangi bir mesele hakkında görüş beyan etmenin ya
vatanperverlik ya da hainlik kategorisi içinde değerlendirilmesi
toplumsal düzlemde genel ruh sağlığımızın hakikaten bozulduğuna işaret
ediyor. Kendimden pay biçerek söylemeliyim ki bu hal her geçen gün hayat
memnuiyetimizin daha da azalmasına, mevsim geçişine bağlı geçici
huzursuzluk ve mutsuzluk teşhisiyle açıklanması mümkün olmayan ciddi bir
depresif tablonun ortaya çıkmasına, kısacası neredeyse bütün bir
toplumsal beden olarak çok yorgun, yılgın ve bıkkın halde yaşamaya
çalışmamıza sebep oluyor.
***
Cemaatler meselesine
gelirsek, sonuçta kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, günümüz
Türkiye’sinde cemaatlerle ilgili olarak umûm-i belvâ hâline gelen bir
gerçeklik var ki o da birçok cemaatin hâl-i hazırda birer kariyer
networküne ve/veya insan kaynakları şirketine dönüştüğü gerçeğidir. Öyle
ki bugün devletin herhangi bir kurumunda belli bir pozisyon almak veya
kariyer merdiveninde bir
basamak yukarı çıkmak, çoğu zaman şu veya bu cemaatin networkü içerisinde yer almayı ve ilgili cemaat nezdinde akredite olmayı gerektiriyor. Fakat tuhaf olan şu ki müesses bir dinî grup ya da cemaate mensubiyet ölçütleri ve uygunluk teyit belgelerinin nasıl değerlendirildiği çok iyi bilinmediği gibi hangi şartlar taşındığı takdirde şu veya bu cemaatten olunduğu da aslında pek test edilmiyor.
basamak yukarı çıkmak, çoğu zaman şu veya bu cemaatin networkü içerisinde yer almayı ve ilgili cemaat nezdinde akredite olmayı gerektiriyor. Fakat tuhaf olan şu ki müesses bir dinî grup ya da cemaate mensubiyet ölçütleri ve uygunluk teyit belgelerinin nasıl değerlendirildiği çok iyi bilinmediği gibi hangi şartlar taşındığı takdirde şu veya bu cemaatten olunduğu da aslında pek test edilmiyor.
Hâl böyle olunca böyle
bir sosyolojik iklimde ilkesizliğin pek de gayr-i ahlâkî bir tutum
olmayacağı hükmüne varan veya zamanın ruhundan dolayı ahlâkî
duyarlılıklarını askıya alan kurnazlar taifesi birdenbire kendilerinin
şu veya bu cemaate mensup olduklarını fark ediyor. Hatta bazı
kurnazlarımız kimi zaman kendilerini cemaatin kurucu figürlerinden biri
gibi takdim edebiliyor ve dolayısıyla bu safhadan sonra devletin ilgili
kurumunda hangi personelin istihdam edileceği, hangi kadroya kimin
başvurması gerektiği gibi işler bir bakıma kendisinden sorulur hale
geliyor. Bu düzlemde işleyen kariyer networkü öyle güçlü ki hiç kimse
çıkıp da, “Kimin malını kime veriyorsun?” demeye cesaret edemiyor. Ama
gelin görün ki her gün daha hızlı döndüğüne tanıklık ettiğimiz bu çark
ve dem ü devran bir taraftan dinî değer ve sembollerimizin heder olup
gitmesine yol açarken, bir taraftan da maddi güç ve nüfuzla
imtihanımızın, “Görgüsüze kılıç vermişler, önce babasını asmış/kesmiş”,
“Görmemişin çocuğu olmuş…” gibi atasözlerinde ifade edilen minvalde
seyrettiğini gösteriyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder