***
İslam, şiddet, terör
gibi meseleler gündeme geldiğinde, “Anadolu irfanı” denilen amorf bir
kavramlaştırma üzerinden Mevlana, Yûnus gibi sûfîlere referans veren bu
diskurcu tasavvuf, engin hoşgörü babında da, “Gel, ne olursan ol, yine
gel”, “Yaratılanı hoşgörü yaratandan ötürü” gibi mottolarla mahviyet
sosuna bandırılmış bir retorik üretmektedir. Ancak burada bahsi geçen
irfan ve mahviyet özde değil, sözdedir; yani fiyakalı bir retorikten
ibarettir. Tevazu ve hoşgörü retoriğinin pratiği ise çok kere
tahammülsüzlük, mükrihlik, hatta muhbirliktir. Aslında bu diskurcu
tasavvuf söyleminde tevazu ve hoşgörü sadece kendi meşrebine tevazu ve
hoşgörüden ibarettir. Çünkü irfan onların uhdesinde, derin hakikatlere
vukuf da yine onların tekelindedir
Diskurcu tasavvuftaki
mahviyet retoriği tevazu kılıklı bir kibirle mualleldir. Bu kibrin
özü/özeti, “Hakikat bizden sorulur” edasıyla kelam etmektir. Aslında bu
tavır kitâbî tasavvuf kültüründe bir tür akord gibidir. Birçok meşhur
mutasavvıfın avâm (sıradan insanlar), havâs (seçkinler),
hâssü’l-havâs/havâssül-havâs (seçkinler seçkini kimseler) kategorileri
üzerinden İslam’ı üç katlı bir dinî yapı gibi algılayıp tanımladıkları
bilinmektedir. Bu seçkinci söyleme göre kelam ve fıkıh uleması avâm
kategorisindedir. Bunlar Muhyiddîn İbnü’l-Arabî nezdinde rüsûm
ulemasıdır. Rüsûm ulemasının bugünkü diskurcu tasavvuf
terminolojisindeki karşılığı ise Kur’an ve tefsir alanında çalışan
“evrak memurları”dır.
İbnü’l-Arabî’ye göre
sûfîler “ehlullah”ı temsil eder; fakihler ve kelamcılardan oluşan rüsûm
uleması ise enbiya ve evliyanın firavunlarına, salih kulların
deccallerine benzer. Ulema-i rüsûm ilmi kitaplardan ve insanların
ağızlarından alır; oysa ehlullahın ilmi rahmânî-rabbânî bildirime
dayanır. Nitekim Bâyezid-i Bistâmî’nin, “Siz ilmi ölü halde ölüden
alıyorsunuz; ama biz hiçbir zaman ölmeyecek Diri’den, yani bizzat
Allah’tan alıyoruz” sözü pek meşhurdur. İbnü’l-Arabî hatmü’l-evliya,
cehennem azabı ve Firavun’un imanı gibi konulardaki ilginç görüşlerine
yönelik muhtemel itirazlar karşısında şöyle bir argüman geliştirmiştir:
“Vahyin nüzulüne tanıklık eden ilk müslüman neslin avâm tabakası kabuğun
içindeki özü, yani Kur’an elfazının ardındaki gizli ve hakiki manaların
önemli bir kısmını anlayamamıştır. Onlar gerçek manada ehl-i fehm
olmadıkları, bilgilerini Hızır ve asfiya/evliya zümresi gibi doğrudan
doğruya Allah’tan almadıkları için, Kur’an’daki zahirî manaların pek
çoğunu dahi kavrayamamış ve bu konuda Hz. Peygamber’in izahına ihtiyaç
duymuşlardır. Daha açıkçası onlar Arap oldukları, üstelik Kur’an kendi
dilleriyle inzal edildiği hâlde, “İnanıp imanlarına herhangi bir zulüm
karıştırmayanlar...” (En’âm 6/82) ayetindeki maksadı kavrayamamışlardır
(Bkz. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Dâru Sadır, Beyrut trs., I. 135-136).
***
Bu söylem tarzı
seçkincilik ve kendine hayranlığın ifadesidir. İbnü’l-Arabî’nin “Varlık
yokluk olarak idrak edilebilir”, “Sen O değilsin ama belki sen O’sun”
gibi bilmecemsi sözleri de aynı söylem tarzının ürünleridir. “Avâm
günahtan, havâs gafletten tövbe eder”, “Avâm his, havâs akıl,
hâssatü’l-havâss ise Hak nuru ile irşat edilir. Çünkü ilm-i ledün
(bâtınî ilim) sadece sûfîlere bahşedilir” gibi büyük laflar da
seçkincilik kibriyle az çok mualleldir. Sonuç olarak, erken dönemlerdeki
zühd (zahidlik ve âbidlik) tecrübesinin kuramsal ve kurumsal tasavvufa
evrilmesi, tabir caizse amatör ruhluluktan profesyonelliğe geçilmesi
neticesinde mahviyet, riyazet ve mücahede gibi kavramlar büyük ölçüde
entelektüel merak ve retorik konusu hâline gelmiş, “mahviyet” de
tevriyeli bir hâl alarak tevazu kılıklı kibre dönüşmüştür.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Aralık 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder