Zübde-i Âlem, Züppe-i Âlem


Şeyh Gâlib, bir Mevlevi dedesine yaraşır engin gönüllülükle, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen; merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” (Hoşça bak kendine ki kâinatın özüsün sen; varlık âlemindeki bütün her şeyin özüsün sen) demiş ve bu dizelerinde insanoğlunu müthiş yüceltmiştir. İhtimal ki Şeyh bardağın sırf dolu tarafına bakarak, güzel düşünüp güzel konuşmak istemiştir. İmam Gazâlî ve Şehâbeddîn Sühreverdî gibi mutasavvıflar da insanı “Allah’ın halifesi” olarak görmek istemişlerdir. İslam tasavvuf kültüründeki bu pozitif anlayış muhtemelen “insan”ı gönlünden yakalamak, ona hep iyi tarafını hatırlatmak ve böylece sınırsız şer üretme potansiyelini mümkün mertebe işlevsiz kılmak gibi ulvî bir amaca yöneliktir.

***

Tasavvufî irfanın insanoğlunu hayırsızlıktan el çektirip hayırlı bir varlık olmaya yöneltme çabası elbette çok kıymetlidir. Ama gerçekte insan denen varlık, Şeyh Gâlib’in nitelediği gibi “zübde-i âlem” filan değil, aksine ve belki de “züppe-i âlem”dir. Kanımca insanoğlunun en büyük vehmi, kendini dev aynasında görmesi, kendini çok önemsemesi ve çok değerli bir varlık zannetmesidir. Oysa Allah’ın uçsuz bucaksız kâinattaki muhteşem işleri ve şaheserleri içerisinde insan hem nicelik hem nitelik itibariyle sanki bir parazit gibidir. Kaldı ki insanoğlunun yeryüzü sahnesine çıktığı günden beri kan dökme ve fesat üretme iştahı hiç kesilmemiştir. Nitekim bu bizim “züppe-i âlem” her zaman olduğu gibi bugün de “Füzeler geliyor” naraları atarak dünyayı bir kez daha yangın yerine çevirmenin eşiğine gelmiştir. 

Kendimi bildim bileli, “insanoğlu”na karşı karamsarımdır. Ancak yine de Şeyh Gâlib’in ifadelerindeki kadar abartılı olmasa da hep iyi olana bakmaya çalışmışım, “İnşallah daha iyi olacak…” diyerek kendimi avutmuşumdur. Bununla birlikte, insanoğlunun şu üç günlük hayatta bitmez tükenmez ham hayaller ve tûl-i emellerle bir oraya bir buraya savrulup durmasını, çok amansız ve acımasız şekilde birbirini kırmasını hiç anlamamış, anlayamamışımdır. Bu arada, bizim Diyanet’in birkaç sene önceki bir kutlu doğum programı vesilesiyle insanın pek “onurlu varlık” olduğundan dem vurmasını da sululuk olarak algılamışımdır. Yeri gelmişken hatırlatalım ki Kur’an’da “insan” kelimesi belirlilik takısıyla geçtiği ayetlerin kahir ekseriyetinde, “nankör, zalim, cahil” gibi sıfatlarla zikredilir. İsrâ 17/70. ayetteki ve-lekad kerremnâ benî âdem ifadesinde ise “Biz Âdemoğlunu peşinen onurlu, saygın kıldık” değil, “Biz Âdemoğluna pek çok lütuf ve ihsanda bulunduk” denilmek istenir ve bu ifade birçok müfessir tarafından, “Ama insanoğlu bunca lütuf ve ihsanın şükrünü ifa etmedi” diye izah edilir.

Schopenhauer’in ifadesiyle, insanın hayat sahnesindeki arzusu sınırsız, talepleri bitmez tükenmezdir; üstelik her tatmin edilmiş arzu bir yenisini üretir. Bu dünyada imkân dâhilinde olan hiçbir tatmin onun şiddetli arzusunu dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez. Peki, şimdi biraz durup düşünelim, bunca tatminle nedir insanın eline geçen? Çok kere her gün bitip tükenmez çaba ve sürekli tasa ile sefalet ve ihtiyaç ve kapıda bekleyen ölümle boğuşarak zorla elde edilen bu hayatın safi sürdürülmesinden başka hiçbir şey! Bu hayatta her şey dünyevî mutluluğun boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşılmaya yazgılı olduğunu ilan eder…

***

Hayat kendisini sürekli bir aldanış, bir hile ve desise olarak sunar. Eğer vaat ettiyse sözünde durmaz, ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar… Kâh umutla kâh umut beslenen şeyle aldanmamızın sebebi budur. Eğer verdiyse mutlaka almak için vermiştir. Her gün, haftada, yılda bir meydana gelen küçük büyük talihsizlikleri, bütün hesaplamaları boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazaları ile hayat bizi tiksindirmesi gereken bir şeyin öylesine açık bir şekilde damgasını taşır ki insanın nasıl olup da bunun farkına varamadığını, hayatın şükranla tadının çıkarılması gerektiğine ve insanın mutlu olmak için var olduğuna ikna olabildiğini anlamak güçtür. Tam tersine hem hayatın genel tabiatı, hem de sürekli aldatma ve aldanış bizde o fikri uyandırmalıdır ki bunlar bir sebepten ötürü bu şekilde tanzim edilmişlerdir ve ne olursa olsun var olan hiçbir şeyin çabamıza değmediğine, bütün uğraş ve didinmelerimizin beyhude, dünyanın her bakımdan müflis, hayatın da asla maliyetlerini karşılamayan bir iş olduğuna kani olabilmeliyiz. Dolayısıyla irademiz böyle bir hayattan pekâlâ yüz çevirebilir… Ne var ki bütün bunlara rağmen insanoğlu birbiriyle didişme, birbirini yeme, yeryüzündeki tüm doğal kaynakları talan etme ve bütün gezegeni yangın yerine çevirme azminden bir adım geri atmamaya yeminli görünmektedir. Bu acayip hâl insanoğlunun “zübde-i âlem” değil, “züppe-i âlem” olduğunu ima etmektedir. Nitekim Kur’an’ın tanıklığına göre melekler de e-tec’alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve-yesfiku’d-dimâ’ derken buna benzer bir şey söylemek istemişlerdir. Vallâhu a’lem.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Nisan 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder