Din Diline Dair Çarpıcı Tespitler

İbn Meymûn (ö. 601/1204) şöyle der:

“Dış dünya da olup biten her şeyin meydana gelmesini sağlayan açık ve anlaşılır bir sebep vardır. Dahası, sebep başka bir sebebe bağlıdır ve bu sebepler zinciri sonunda her şeyin ilk sebebine ulaşır. İlk sebepten maksat ilâhî meşiet ve ihtiyardır. Bu yüzden, peygamberlerin sözlerinde bütün bu aracı sebepler kimi zaman hazfedilir ve fiil doğrudan doğruya Allah’ın meydana getirdiği bir iş olarak, “Bunu Allah yaptı” diye belirtilir…

Olayların meydana gelmesini sağlayan tüm açık ve anlaşılır sebeplerin özsel-doğal, ihtiyarî veya arızî-rastgele olması arasında fark yoktur. İhtiyarî sebepten maksat bir olayın insan iradesine bağlı olarak gerçekleşmesidir. İşte bütün bu sebepler peygamberlerin kitaplarında Allah’a nispet edilir ve bu nispet “Allah yaptı, emretti, dedi, gönderdi” gibi fiillerle belirtilir…

Örnek vermek gerekirse,  sıcak havada karın erimesi, rüzgâr estiğinde denizin dalgalanması gibi doğal sebeplerle meydana gelen olaylar kutsal kitapta, “Rab buyruk verir, eritir buzları; rüzgârını estirir, sular akmaya başlar” (Mezmurlar 147/18) diye ifade edilir. Yağmurun yağması, “Üzerine yağmur yağmasın diye bulutlara emredeceğim” (İşaya 5/6) diye formüle edilir. İnsanların irade ve tercihiyle gerçekleşen, bir topluluğun diğerine saldırması ve savaşması gibi olaylar ise Babil kralı Nebukadnezar ve ordusuyla ilgili ifadelerde görüleceği gibi, “Rab seçkin kullarına emretti, O’nun yüceliğiyle övünen yiğitleri gazabının gereğini yapmaya çağırdı" (İşaya 13/3) diye ifade edilir. Hayvanlardaki içgüdüsel saiklerle meydana gelen olaylar da yine “Rab balığa emretti ve bunun üzerine balık Yunus’u karaya kustu” (Yunus 2/10) şeklinde doğrudan Allah’a izafe edilir. Burada söz konusu olan gerçek, Allah’ın balıkta o içgüdüyü meydana getirmesidir. Yoksa Allah balığı nebi olarak seçip kendisine vahyetmiş değildir.”

İbn Meymûn, Delâletü'l-Hâirîn, s. 456-458.

Kitap | Siyaset, İtikad, Din

Bu kitaptaki yazıların önemli bir kısmı din-siyaset ilişkisine dairdir. İslam tarihi boyunca Kur’an, Hadis gibi temel dinî metinler, semboller ve değerlerin sayısız siyasi projeler ve kirli emeller uğruna binbir çeşit istismara maruz bırakıldığı inkâr edilemez bir gerçektir. Sıffîn vakasında Muaviye ordusunun mızrakların uçlarına taktıkları Mushaf sayfaları bu istismar geleneğinin ilk ve en çarpıcı örneklerinden biridir. Sıffîn savaşının akabinde vuku bulan tahkimname hadisesinde Hâricî grupların doğrudan doğruya Kur’an’ı referans göstermeleri ve En’âm 6/57, Yûsuf 12/40. ayetlerdeki “ini’l-hükmü illâ lillâh” (Hüküm ancak Allah’a aittir) ifadesinden hareketle “lâ hükme illâ lillâh” (Allah’a ait hükümden başka bir hüküm söz konusu değildir) şeklinde bir slogan üretmeleri de Kur’an’ın yorumsal düzeydeki ilk istismarı olarak değerlendirilebilir.

Sipariş Seçenekleri:

kitapyurdu

babil.com

İnancı ve Kutsalı Değil Fikir ve Görüşü Tartışmak


Her dinin kendine özgü bir inanç sistemi, kutsal semboller ve değerleri vardır. İnançlar ve kutsallar dokunulmaz/yasak kapsamında olup her türlü saygısızlıktan masun sayılır. İslam inancında Allah’ın isim ve sıfatları konusunda birçok tartışma yapılır; fakat tevhid inancı ve Allah’a saygı (tazim) tartışma dışıdır. Benzer şekilde Kur’an vahyi mahiyet ve inzal keyfiyeti açısından tartışılır; fakat Allah’ın peygamberlere vahyettiği inancı tartışma dışıdır. Kısacası, bir dinin temel inanç umdelerini tartışmaya açmak ve o dinin müntesiplerince kutsal addedilen semboller ve değerlere saygısızlıkta bulunmak hiç kimsenin ne haddi ne de hakkıdır. Buna mukabil, inancın özünü söz konusu etmeksizin o inanç etrafındaki farklı fikir ve görüşler ilmî ve felsefî düzeyde tartışmaya açıktır ve açık olmalıdır. Bir inancın dokunulmazlığı ile o inanç etrafında geliştirilen farklı fikir ve görüşlerin ilmî düzeyde tartışılmasını birbirinden ayrı değerlendirmek lazımdır.

***

Örnek vermek gerekirse, Farâbî ve İbn Sînâ gibi filozoflar müslümandır. Bu filozoflar Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiğine ve Hz. Muhammed’in nübüvvetine inanmaktadır. Fakat aynı filozoflar vahyin mahiyeti konusunda Ehl-i Sünnet kelamcılarından çok farklı bir anlayışı benimseyerek bu konuyu felsefî düzeyde etraflıca tartışmışlardır. Bu filozoflara göre vahiy, makulleri kavrama ve soyutlama yapma imkânı sağlayan müstefad aklın faal akılla ittisal kurmasıyla açıklanabilir. Cebrail ile özdeşleştirilen faal akıl, Fârâbî’nin sudûr fikrine dayalı on akıl-dokuz felek kozmolojisinde ay feleğinin aklıdır. Bu akıl “vâhibü’s-suver” olarak hem maddî âlemdeki değişmenin hem de aklî formların ilkesidir.

İbn Sînâ, Fârâbî’nin bu konudaki fikirlerini geliştirerek peygamberde edilgin heyûlânî aklın (bilkuvve akıl) istidat olarak en yüksek güce ulaştığı seviyeye “kutsî akıl” adını vermiş ve vahiy tecrübesini bu aklın Cebrail’le özdeş faal akılla ittisali olarak izah etmiştir. İbn Sînâ Kur’an’ın genelde meleklerle, özelde Cebrail’le ilgili ifadelerinin simgesel olduğu kanaatindedir. Dahası, melekler Kur’an’da avam-ı nâsın anlayabileceği şekilde tasvir edilmiştir. Duyularla algılanmayan latif güçlerin melek diye adlandırılması, şer’î lisanda yaygın bir âdettir.

Özellikle felsefî tasavvuf geleneğindeki vahiy algısı da birçok yönüyle Sünnî kelâmî anlayıştan farklıdır. Kimi sûfîlere göre insan dünyevi angajmanların baskısından kurtulmak ve maddî ilgilerden sıyrılmak suretiyle nefsini günah kirlerinden temizleyip rabbine yönelince iç dünyasında melekût âlemine dair marifet nuru ortaya çıkar. Bu sayede varlığın sırları kendisine tecelli eder ve ilâhî kaynaktan bilgiler gelmeye başlar. Nurun etkisi arttıkça insan meleği görür ve ondan vahiy alır. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî bu tecrübeyi nübüvvet-i âmme diye kavramsallaştırır. Ona göre nübüvvet iki kısma ayrılır. Birincisi nübüvvet-i teşrii, ikincisi nübüvvet-i âmmedir. Nübüvvet-i teşrii peygamberlere mahsus olup Hz. Muhammed’le birlikte sona ermiştir. Nübüvvet-i âmme ise peygamberler de dâhil olmak üzere “Allah dostu” olan herkesle ilgilidir.

***

Vahyin başlangıç aşamasının sadık rüya olduğundan bahisle, rüyanın sadece uyku hâlinde gelen vahiy olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî uyanık haldeki vahyin tahayyül/hayal diye adlandırıldığını belirtir. Hayal bilahare hariçteki meleği görme safhasına geçer. Melek gözle görülür biçimde insan olarak temessül eder ve rabbinin sözünü vahiy olarak muhatabına ilka eder. Aslında bütün bunlar peygamberlerin yanı sıra Allah’ın veli kulları için de geçerlidir. Ancak peygamberler teşrii vahye mazhar olmakla ayrıcalıklı statüdedir. Hz. Peygamber’in temsil ettiği risalet ve nübüvvet sona ermiştir; fakat şeriat söz konusu olmaksızın beşerin kalbine vahiy sona ermemiştir. Kur’an velilerin kalplerine nazil olmaya devam etmektedir. Sûfî müfessir İbn Acîbe’nin aktardığına göre velilerin Allah Teâlâ ile konuşması kimi zaman ilâhî tecelliler şeklinde vuku bulur. Onlar Allah’ın hitabını insandan ve taştan duyabildikleri gibi vasıtasız olarak semadan da duyabilirler. Şeyh Ebü’l-Hasen es-Simâtî, “Bana (Allah’la) konuşma imkânını sağlayan bir müşahede bahşedildi” demiştir. Fakat bu sadece fena ve beka ehli olan büyük sûfîlere münhasır bir haldir… Vertecebî, Şûrâ 42/51. ayette vahiyle ilgili anlatılan hususların beşeriyet hicabından sıyrılamamış insanlara münhasır olduğunu, bu hicaptan sıyrılıp gayba intikal eden, kurbiyet nuruna bürünüp gözlerine Allah’ın nuruyla manevî sürme çeken kimselerin rububiyetin gücünü duyabileceğini ve Allah’la vicahen konuşabileceğini söylemiştir… Hâsılı, bütün bu ilginç görüşler kimimiz nezdinde makbul, kimimiz nezdinde merdut sayılabilir. Ama hiç kimse Fârâbî, İbn Sinâ veya Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’yi İslam’da vahiy ve nübüvvet inancını dinamitlemekle itham edemez. Çünkü bu filozoflar ve sûfîlerden hiçbiri vahiy ve nübüvvet inancını tartışmamakta, bilakis bu inanç etrafında farklı fikir ve düşünceler ortaya koymaktadır. O halde, hiç kimse kendi doğrusunu mutlak hakikat sayarak bir başka müslümanın farklı görüş ve düşüncesini iman, inkâr ve tekfir konusu yapamaz. Yine hiç kimse kendini başka bir müslümanın niyet ve samimiyetini sorgulayıp iman seviyesini ölçmeye ehil kılamaz.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Ocak 2019

Tarihselciliğin Çöküşü (!)


Öncelikle bu yazının “cahillerle tartışma” babında değil, güya ilmî hassasiyetle kaleme alınmış bir makalede kendini ifşa eden zavallılık ve/veya hayınlığa parmak basma meyanında yazıldığını belirtmem gerekiyor. Yörünge Dergisi’nin Ocak 2019 sayısında “Tarihselciliğin Çöküşü” başlıklı bir yazı yer alıyor. “Ağzı olan konuşuyor” sözünün makale suretinde temessül etmiş şekli gibi görünen yazıdaki en temel sorun “Dr.” unvanlı yazarın bizim bazı eserlerimizdeki ifadelerde ne anlatıldığını idrak etmekten aciz olduğu intibaı uyandırmasıdır ki bu durum zavallılığa işaret ediyor. Yok eğer yazar bizim ifadelerimizdeki maksadı/meramı anladığı halde anlamamış gibi davranmışsa bu defa zavallılıktan değil, basbayağı ahlaksızlıktan söz etmek gerekiyor. Nitekim yazarın Kur’an Dili ve Retoriği adlı eserimize atıfla “oryantalistler ve Ömer Özsoy’a dayandırdığı iddiaya göre Mustafa Öztürk Kur’an’ın çelişkiler ve tekrarlarla dolu bir kitap olduğunu söylüyor” mealindeki ifadesi ya kıt zekalılığın veya pusucu hayınlığın tezahürü gibi görünüyor.

***

Karar gazetesinde yayımlanan “Şövalye ruhlu birey olmak veya sürüye katılmak” başlıklı yazımızdan “Batı hayranlığını açığa vurmak ve şark kültürüne onursuzluk imasında bulunmak” gibi soyutlama düzeyi pek yüksek(!) bir sonuç çıkaran Dr. yazara “Tarihselciliğin Çöküşü” başlıklı yazısının hem fırsatı ganimet bilen şark kurnazlığının ve hem de şark kültürüne özgü pusucu hayınlığın semeresi olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Her neyse, biz Kur’an Dili ve Retoriği adlı eserimizin “Kur’an’da Tekrar Tartışması” başlıklı bölümünde “Kur’an’ın tekrar gibi görünen ifadelerinden hiçbiri bilindik tekrar değildir. Tekrar algısı Kur’an’ı masa başında yazılmış bir metin gibi algılamaktan naşidir” diyoruz. Yine aynı eserde, “Kur’an kadar ifrat derecede mutnab ve usandırıcı olan bir kitap tanımıyorum” şeklindeki ifadesini naklettiğimiz Dozy hakkında, “Hollandalı şarkiyatçı Reinhart Dozy’in insaf ölçüsünden son derece uzak olan ve bir o kadar da husumet kokan eleştirisine göre” şeklinde bir ifadeye yer veriyoruz.

Dr. yazar, tarihselci yorumu neshe benzettiğimizi ve bu benzetmeyle aklın rolünü vahyin üzerine çıkardığımızı iddia ediyor. Yazara göre tarihselci yaklaşım insan aklını esas alarak bazı ayetlerin hükümsüz ilan edilmesi, nesh ise bir ayetin hükmünün yine bir ayetle ve o ayetin sahibi olan Allah tarafından kaldırılması anlamına gelmektedir. Peki, hangi ayetteki hükmün hangi ayetle kaldırıldığına dair Allah’ın sarih bir beyanı mevcut mudur? Kesinlikle değildir. Bu yüzden, birçok ayet kimi müfessirlere göre mensuh iken, diğerlerine göre değildir. Kısacası nesh tam manasıyla yorum ve ictihad meselesidir. Evet, mesele bu kadar açık olduğu halde, yazarın “nesih bir ayetin hükmünün yine bir ayetle ve o ayetin sahibi olan Allah tarafından kaldırılması anlamına gelmektedir” diyebilmesi, hem “ağzı olan konuşuyor” sözünü akla getirmekte hem de konuşan kişinin fıkıh usulü ve ictihad alanında doktora/doktor unvanına sahibi olmasına rağmen klavyesinden çıkan ifadenin anlam coğrafyasını bilmediğini göstermektedir.

***

Öte yandan, Dr. yazar İmam el-Mâtüridî’den yaptığımız alıntıları çarpıtma olarak değerlendiriyor. Fakat ortada çarpıtma olup olmadığını anlamak için Tevbe 9/60 ve Mümtehine 60/10. ayetlerin yorumunda Mâtüridî’nin “ictihadla nesh” ve “metruk hüküm” kapsamında ne dediğine bakmak yetiyor. Cihad sempozyumundaki müzakereler sırasında dile getirdiğimiz “Allah’ın ahlakiliği” tabirine gelince, öncelikle bu tabir Allah tasavvuru konusunda Mu’tezile’nin adalet temelli anlayışına gönderme yapmaktadır. Sünnî-Eş’arî kelam ekolü Allah’ı mutlak kudret ekseninde tenzih etmekte, dolayısıyla kudreti asıl, hikmeti tali bir vasıf sayarak O’nun fiillerinde kendisine yönelik bir gaye/amaç gözetilmeyeceği, ilâhî fiilleri illete bağlamanın ulûhiyeti haleldar edeceği gibi görüşleri dile getirmektedir. Buna mukabil Mu’tezile Allah’ın insan ve tarihle ilişkisinde adalet ve hikmet ilkesini esas aldığını, dolayısıyla Allah’ın kendi mutlak kudretini adalet ilkesiyle kayıtladığını ileri sürmektedir. Bu anlayışa göre Allah insanoğluna ilkesel olmayan tarzda hitapta bulunmaz. Allah Kur’an’da “sünnetullah” diye anılan, yani “kişiden kişiye, toplumdan topluma değişkenlik arz etmeyen ilkeler/prensipler” anlamı taşıyan buyruklarla hitapta bulunur. Buna mukabil Hz. Peygamber tevhid, şirk, adalet, hakkaniyet, merhamet gibi küllî manalar/mefhumlar şeklinde aldığı vahyin rehberliğinde tarihsel ve toplumsal düzlemle ilgili konjonktürel beyanlarda bulunabilir ve vahiy algoritmasına dayalı bu beyanlar siyasi, stratejik maslahatlar açısından pekâlâ izah edilebilir. Sonuç olarak, bizim İslâmî gelenekteki hâkim görüşten farklı bir vahiy anlayışını benimsememiz, durduk yere muhalif bir görüş üzerinden sansasyon yaratmaya çalışmakla değil, hem İslam karşıtı çevrelerin Kur’an’a yönelik itirazlarını geçersiz kılmak hem de zihnimize üşüşen çetrefil sorulara cevap bulmak gayretiyle irtibatlıdır. Bu bakımdan, kendi dindaşına ait bazı görüşleri eleştirecek bir müslümanın öncelikle yapması gereken iş, “Tarihselcilik Kur’an’ın dahi insan sözü olduğunu iddia etmektir” gibi saçma sapan bir hüküm kurmak yerine, dindaşının ne demek istediğini anlamaya çalışmak olmalıdır. Fakat bunun için de Allah vergisi zekâ ve hüsnüniyet sahibi bir adam olmak lazımdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 5 Ocak 2019

Tarihselciliğin Çökertilmiş Olmasının Bende Yarattığı Hüznü Çalakalem Dile Getirme Çabamdır

Yazan: Doç. Dr. Nihat Uzun

Bir kıymetli üstadımız tarihselciliği çökertmiş.

Kendisini ziyadesiyle tebrik ediyor, daha nice İslam düşmanı (!), genç zihinleri ifsad eden (!) yıkıcı ve yakıcı (!) akımları çökertme hususunda Cenab-ı Vahibü'n-Ni'am'dan nusret niyaz ediyoruz.

Durum şundan ibaret: Bu güne kadar doğru düzgün anlama girişiminde bulunmadığı, aslında anlamaya niyeti de olmadığı, önyargıdan başka bir şey beslemediği için hep kendine kadar okuyup anladığı fikirler/yazılar karşısında herhangi bir sadra şifa sözü olmadığından, nihayet "Allah'ın ahlakiliği", "bu âyetler lafzen Allah'a ait olamaz" gibi sözleri işitince, "Allah'ım sana şükürler olsun ya Rabbim. Sen bizim imdadımıza yetiştin de sonunda vuracak bir yer bulduk. İşte şimdi çökerttim seni tarihselcilik. Sen bittin" narasıyla ortaya çıkmış üstadımız.

Ortaya çıkınca ne yapmış peki?

Eskiden beri söylenen ne varsa, bir kısmını da yanlış biçimde, tekrar edip durmuş. Sanki onları tekrar etmeyi başkaları bilmiyor gibi. Sanki eski şeyler aynen tekrar edilince kafadaki sorular cevaplanıyor da hiçbir sorun kalmıyor gibi! Hocam tarihselci dediğin adamlar o tekrarların çözmediği veya eskiden çözse de şimdi artık çözmediği sorunlarla boğuşuyor farkında mısın? Mesela mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur diyorsun, eyvallah da, bir de Prof. Mehmet Erdoğan Hocama kulak verelim:

“Söz gelimi hırsızlık suçu işleyene ceza olarak tek seçenek el kesme diyorsan, şeriatçı, yok mesela Osmanlı’nın yaptığı gibi “At, katır ya da merkep uğurlayanın elin keseler yahut şu kadar akça cürüm alına!” diyorsan yani buna bir araç değer olarak bakıp onun yanına ya da onun yerine başka şeylerin de ikame edilebileceğini, bunu zaman ve zeminin, Müslümanların genel maslahatının belirleyebileceğini söylüyorsan işte o zaman senin din ve imanla hiç bir ilişkin kalmıyor demektir. Tabii, biz İslam fıkhını hayatın içinde yaşamıyoruz, kitaplarda okuyoruz. Kitaplar da daha çok hicrî altıncı yedinci asırlara ait. Daha önceki ve sonraki tarihlere ait olanları da var. O vakit aynı zamanda hayatın içindeki hukuk da olan hükümler, kitaplara derc edilmiş ve satırlarda aynen yazıldığı gibi duruyor. Oysa hayat hariçte devam etmiş. Olguların kimisi sabit kalmış, kimisi değişmiş. En yakınımıza ait Osmanlı dönemi altı yüz yıllık bir huzur ve istikrarın adı olmuş. Peki, bunca farklı coğrafyada ve asırlar boyu bunlar bu işi nasıl götürmüşler. el-Mergînânî’nin yazdığı hal üzere mi? Hayır. Yeri geldiği zaman “elin keseler yahut…” diyerek evet “yahut” diyerek bunu başarmışlardır.”

Eskide ne varsa aynen tekrar etmek ilmi cevap mı oluyor yani sevgili Hocam? Maalesef öyle düşünüyorsunuz. Bir de bu son tartışmalarla ilgili “ümmeti modernistlerin ve projelerin şerrinden” kurtarmaya azmederek ilmi cevap yazan arkadaşlara bakıyorum, ya bildik şeyleri aynen tekrar ediyorlar, ya edebiyat parçalıyorlar ya da tuhaf, bıktırıcı birtakım deliller falan serdetmeye çalışıyorlar ki insanın okuyası gelmiyor. Neden böyle? Çünkü zorlama yazılar yazıyorlar.

Üstadımız yazısının sonunda bir de tarihselcilik tarifi yapmış kendince. Peki öyle kendince tarif yapmak oluyor muymuş? Tarihselciliğin ne demeğe geldiği öyle kafaya göre tanımlanabiliyor muymuş? Eğer öyleyse niye başkalarını "tamamen yeni, daha önce hiç söylenmemiş" şeyler söylüyor diye eleştiriyorsunuz? Var mı öyle kurnazlık? Ömer Özsoy Hoca tarihselciliğin ne olduğunu, nasıl anlaşılması gerektiğini enfes bir fikir işçiliğiyle yazmış kitabında. Okudunuz mu acaba? Sanmıyorum.

Bir de şu "evvel yoğ idi bu yeni çıktı" serzenişinize bir şey demek istiyorum. Acaba geçmiştekilerin, bütün düşündüklerini bi hakkın ifade edebildiklerini size düşündürten nedir mirim? Acaba bugün söylenen bazı şeyler geçmişte hiç kimsenin aklına gerçekten gelmemiş mi? Sonuçta tarihselcilik olsun vahyin mahiyeti olsun tamamen yeni tartışmalar olamaz, bunların geçmişte kökleri, benzerleri elbette ki var. O halde onlar neden bir yere kadar geliyorlardı da orada duruyorlardı sizce? Ben söyleyeyim: Mahalle baskısı. Hatta tam olarak kılıç korkusu, kelle kaybetme korkusu. Mesele bundan ibarettir. Sanki geçmişte her şey güllük gülistanlıkmış gibi, "aha bak, geçmiş alimlerin hiçbiri bunu söylememişti, ilk kez bu zındıklar söylüyor" diye ortaya atılmanın alemi yok. Razi'yi biliyorsunuz sanırım. Burhan-ı kâtı' (!) gösterildiği için susmuştu. Ene'l-hak diyeni parça parça ettiler. Kur'an mahluktur demeyene dünyayı dar ettiler. Sonra diyene dar ettiler. Geçmişin toplum, siyaset, din anlayışları, bunların birbiriyle ilişkisi, Ortaçağların meseleleri algı biçimi, kavgalar, çekişmeler, tekfirler… incelenmeden “geçmişte yoktu şimdi çıktı, o zaman proje bu” demek yanlıştır. Tabi eğer ortada kasıt yoksa yanlıştır. Kasıt varsa zaten bir şey söylemeye gerek yok.

“Allah’ın ahlakiliği” ifadesine takmışız kafayı. Evet ilk okunduğunda sansasyonel durmuyor değil. Fakat kardeşim, yani bir ilim adamının buna tavrı Mehmet amcadan farklı olmalı değil mi? Bu ifadeyi alıp da “ahlakın kaynağına ahlak öğretiyorsunuz” gibi çocukça bir saldırıya geçmek yakışıyor mu yani? Bakınız, Mu'tezile'nin "aslah alellah vacib" fikrini, "Allah şerri yaratmaz" fikrini daha güncel ve biraz da sansasyonel ifadelerle söyleyin, aynı kapıya çıkar. Buralarda Allah’a haşa ahlaksız demek yok, O’nu tenzih etme düşüncesi var. Bunu anlamak zor değil. Ayrıca Mu’tezile’nin bu fikirlerini âyetler üzerinden düşündüğünüz zaman neredeyse "bu bedduaları Allah söylemiş olamaz"a çıkar. Sonuçta geçmiştekiler ne söylerse söylesinler, hiç birisi Allah'ı, peygamberi, onun vahyini inkâr etmiş değillerdi. Sadece soruların tatmin etmeyen veya istismar edilen cevaplarını yeterli görmüyorlar, başka cevap bulmaya çalışıyorlardı. Hiçbirisi "proje" değildi. Hiçbirisi "genç dimağları ifsad" için konuşmuyordu. Şimdikilerin de onlardan farkı yok. Ama tutturmuşsunuz bir "proje", adamlar ne kadar "yok yahu, ben de senin gibi müslümanım, mü’minim; fakat nesh meselesine, ahkam meselesine, vahyin mahiyeti meselesine senin gibi bakmıyorum" dese de sizin için kâfi gelmiyor.

Ne diyelim!

Doç. Dr. Nihat Uzun - 5 Ocak 2018