Dünyada ve Türkiye’de İslamiyet ve Müslümanlar’ın Durumu | 22 Mart 2019 - Medyascope
Dünyada ve Türkiye’de İslamiyet ve Müslümanlar’ın durumu: Prof. Mustafa Öztürk ile söyleşi, Ruşen Çakır, Medyascope
Türk / Türkiye Tipi Ateizmin Genel Karakteristiği
Ateizm,
felsefî bir terim ve kavram olarak Tanrı inancı karşısında retçiliği
benimseyen bir zihniyeti ve dünya görüşünü ifade eder; ancak kendi
içinde homojenlik arz etmez. Başka bir ifadeyle, ateizm kendi içinde
mutlak ateizm, ideolojik/materyalist ateizm, teorik ateizm, pratik
ateizm gibi tipler ve türlere ayrılabilir. Türk tipi ateizm ya da daha
güncel olarak günümüz Türkiye’sinde giderek yayınlaştığı söylenen
ateizmde de homojenlik söz konusu değildir; fakat en azından bu
topraklarda baş gösteren ateizmin hemen her türünün, sözgelimi Jean Paul
Sartre’in “Varlık ve Hiçlik/Fenomenolojik Ontoloji Denemesi” adıyla
Türkiye çevrilen kitabındaki gibi felsefi temellere dayalı bir ateizme
benzemediği, hatta “kutsal demlik” analojisiyle ateizm ve agnostisizme
arka çıkmakla birlikte “Tanrı’nın yokluğunun ispatı yok” da diyen
Bertrand Russel kadar dürüst bir tavır sergileyemediği rahatlıkla
söylenebilir. Dahası, Türkiye tipi ateizmdeki baskın karakter fikrî
açıdan gevşeklik, pratik açıdan vülgerlik, ideolojik açıdan militanlık
gibi nitelemelerle de ifade edilebilir.
Günümüz Türkiye’sinde ateizm büyük ölçüde
kurumsal dine, dindar kitlelerin genel dünya görüşüne ve yaşam şekline
yönelik tepkileri yansıtır. Bu yüzden, Türk tipi ateizmin karakteristik
özelliklerinden biri, tepkiselliktir. Bununla birlikte tepkisel
ateistlerin pek çoğu içine doğup yetiştikleri kültürün de etkisiyle
sevgi, merhamet dolu yüce bir gücün varlığını içten içe kabullenme
eğilimindedir. Fakat gerek küçük yaşlarda dindar ailede yaşanan
din/dindarlık gerekçeli şiddet, gerekse sosyal çevrede tanık olunan dinî
kılıklı binbir kötü örnek sebebiyle kurumsal din ve inanca gösterilen
öfkeli tepki birçok insanı ateizmin kucağına itiverir. Bu süreçte
bilimselcilik, rasyonellik, pozitivizm, ideolojik materyalizm gibi
düşünce akımlarıyla da az çok tanışıklık söz konusu olduğunda, adeta
yağmurdan kaçarken doluya tutulma gibi bir durum gerçekleşir. Nitekim bu
duruma düşen ateistlerin büyük çoğunluğu, tanrı tanımazlık konusundaki
fikirleri zihinsel didinmeyle üretmek yerine, hazır buldukları ideolojik
iddiaları sahiplenerek basmakalıp ifadelerle tekrar edip durur.
**
Türk tipi ateizmin karakteristik
özelliklerinden biri de Nazilerin Yahudi soykırımı (holokost)
tecrübesinden sonra kimi Yahudilerin “Auschwitz’ten sonra teoloji öldü:
İmha edilecek sakinlerin bileklerinde Tanrı’nın telefon numarası; ama
numara cevap vermiyor bir türlü” demesi gibi Tanrı’ya gücenmişlik ve
küskünlük duygusu olarak kendini gösterir. Özellikle çocukluk ve gençlik
çağlarında yaşanan ağır travmatik deneyimler, sözgelimi bir trafik
kazasında tüm aile fertlerini kaybetmek veya uzun zaman boyunca birçok
ciddi sıkıntıyla cebelleşerek feleğin çemberinden geçmek gibi tecrübeler
ilk planda Tanrı’ya sitem ve serzenişte bulunmak, ardından da O’nunla
bağları koparmak gibi neticeler verir. Derken, Tanrı’ya gücenip küsme
duygusuna bir de teodise ve kötülük problemi eklenir. Bu felsefi
ek/eklenti ateizme savrulan kişinin “Tanrı’ya haksızlık mı yaptım?” ya
da “Ucuz insan gibi mi davrandım?” şeklindeki sorularla kendi kendini
yargılamasının önüne geçip vicdanını rahatlatmak ve aynı zamanda ateizmi
düşünsel ve felsefi açıdan az çok gerekçelendirerek zihinsel konfor
sağlamak gibi bir işlev görebilir.
Bu topraklarda neşv ü nema bulan ateizmin
bir diğer özelliği de “Tanrı yokmuş gibi yaşamak” ve/veya “Tanrı’yı
günlük yaşama sokmamak” şeklinde kendini gösterir. Kişinin günlük yaşam
alanındaki tutum, davranış ve alışkanlıklarında Tanrı’yı unutma isteğini
ya da O’nun buyruklarını kendi yaşamından uzak tutma iradesini yansıtan
bu hayat tarzı “pratik ateizm” diye isimlendirilebilir. Tanrı’ya
inandığını söylemekle birlikte “Tanrı yokmuş gibi yaşamak” aslında
birçok müslümanın günlük yaşam tarzında da kendini gösterir; dolayısıyla
böyle bir yaşam tarzı biz müslümanların da ciddi ciddi düşünmesi
gereken bir problemdir. Bir değerlendirmeye göre “pratik ateistler”
kendi içerinde aktif ve pasif olmak üzere iki gruba ayrılır. Pasif
olanlar Tanrı’nın varlığını reddetmekle birlikte dinî inançlar ve
dindarlarla ciddi bir problemi bulunmayan, içe kapanık halde kendi
dünyalarında yaşayan kişilerdir. Aktif olanlar ise gerek zihinlerinde ve
gerekse günlük yaşantılarında Tanrı inancını reddeden ve aynı zamanda
sosyal çevrelerinde Tanrı’yı hatırlatan her türlü fikir, sembol ve
davranışa karşı savaş veren kişilerdir. Kimi zaman “militan, eylemci”
gibi sıfatlarla anılan bu tür ateistler dindarlarla da her zaman
mücadele etmeyi kendilerine vazife bilirler.
***
Türk tipi ateizmin karakteristik
özelliklerinden biri de meselenin felsefi tarafı bir kenara konularak
tanrı tanımazlık fikrinin ideolojik ve politik bir ilke olarak
sahiplenilmesidir. Bu tür ateizmin ark arka planında Karl Marx ve F.
Engels gibi düşünürlerin görüşlerine dayalı materyalist bir dünya
görüşünün tercih edilmesi ve bu dünya görüşünde ateizmin mutlak doğru
olduğu fikrinin benimsenmesidir. Nitekim 1960’lı yıllardan itibaren
Türkiye’de baş gösteren ve 1980 seksen darbesiyle birdenbire sona
eren(!) Sağ-Sol kavgalarında sağcılığın Sünnilik, solculuğun Alevilikle,
daha genel çerçevede ise sağcılığın teistlik, solculuğun materyalist
düşünceye dayalı bilimsel ateistikle denkleştirildiği bilinmektedir. Bu
açıdan bakıldığında, Türk tipi ateizmde ideolojik karakterin de önemli
bir işgal ettiği, dolayısıyla bu ateizmin güçlü felsefi temeller ve
gerekçelerden ziyade, sosyo-kültürel ve sosyo-politik tepkiler ve
tercihlerden de beslendiği tespitinde bulunulabilir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Eylül 2019
Kötülüğün Pornografisi
Birkaç gün önce bir hocamdan, “Başınıza bir kaza bela gelse, yardıma koşacak kimse olmaz ama emin olun o sırada sizi videoya çeken biri mutlaka olur”
gibi çarpıcı bir söz işittim. Bu sözü işitir işitmez, 20 gün kadar önce
Kırıkkale’de eski kocası tarafından boğazı kesilerek öldürülen Emine
Bulut’un ölüm anını videoya çeken kişi geldi ve bu videocu da “kötülüğün
pornografisi” tabirini aklıma getirdi. Geçmiş yıllarda gazetelerin
üçüncü sayfa manşetlerinde ve özel televizyonların ana haber
bültenlerinde, şimdilerde ise sosyal medya mecralarında karşımıza çıkan
ve hem dehşet hem de şehvetle temaşa nesnesi olan binbir çeşit cinayet
ve ölüm manzarası kötülüğün pornografisine dair tipik örneklerdir.
Nurdan Gürbilek Kötü Çocuk Türk adlı kitabında tam da bu
konuyla ilgili olarak 1980’li yılların Türkiye’sinden çarpıcı bir örnek
verir. “1980’li yılların başlarında bir gazetenin baş sayfasında sinema
oyuncusu ve şarkıcı Feri Cansel’in bir fotoğrafı yayınlanmıştı” diye
başlayan Gürbilek şöyle devam eder: Tüm sayfayı kaplayan, morgda
çekilmiş bir fotoğraf. Altında da haber: Feri Cansel sevgilisi
tarafından kurşunlanarak öldürüldü… [O yıllarda] bütün vahşet
haberleriyle birlikte, müşterisi durumuna düştüğümüz ceset düşkünlüğüyle
birlikte, ölüme bakışımız gözle görülebilecek biçimde değişmişti. Artık
ölümden söz etmenin kamusal dili, onu tümüyle dışsal bir travma olarak
ele alan yabancı ve uyarıcı bir afete dönüştüren pornografik bir dildi.
Hayatı boyunca pornografik bir bakışın nesnesi olmuş Feri Cansel’in bu
kez bir film karesinden değil, bir morg çekmecesinden çalınmış
çıplaklığı, bugün artık kanıksadığımız bu değişimin ilk örneklerinden
biri olduğu için bu kadar çarpıcıydı bence. Bir de insanın içini acıtan
bir ironi oluşturduğu için: 1970’lerin pornografi yıldızı bu kez
bastırılmış cinselliği değil, bastırılmış ölümü gündeme getirdiğinden,
hayatımızın dışına itilen ölümü bütün çıplaklığıyla temsil ettiğinden,
av olmuştu basına. Ölüm pornografisi, cinsellik pornografisinin yerine
geçmeye değilse de hemen yanı başında yer almaya adaydı artık…
***
İçinde bulunduğumuz zaman dilimindeki
genel dünya ahvali kötülüğün pornografik hâl aldığına dair sayısız veri
sunuyor ve maalesef bu durum her geçen gün daha fazla yaygınlık
kazanıyor. Kötülüğün pornografik hâl almasına dair en son örnek,
Bahamalar’da meydana gelen kasırga nedeniyle sosyal medya mecrasında dua
etiketleri paylaşılması ve bazı instagram kullanıcılarının bu
etiketleri kendilerinin bikinili fotoğraflarına eklemiş olmasıdır. Bazı
gazetelerde “Utanmazlıkta Sınır yok!” başlığıyla dikkatlere sunulan bu
derin ahlaksızlık güncel hayatta çok daha başka şekillerde de karşımıza
çıkmaktadır. Bu durum kötülüğün sıradanlaşması ve vakâ-i âdiye gibi
algılanmasıyla alakalıdır. Kötülüğün sıradanlaşması deyince Hannah
Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te” (çev. Özge
Çelik, Metis Yayınları, İstanbul 2018) adlı eseri ile Margarethe von
Trotta’nın yönettiği Hannah Arendt (2012) adlı sinema filmi hatırıma
geliyor. Adı geçen eserde Arendt, Naziler döneminde milyonlarca
Yahudi’nin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS
yetkilisi Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargılanma sürecini
irdeliyor. Yahudi soykırımının mimarı olarak görülen Eichmann, Arendt’e
göre sadist bir canavardan ziyade, sıradan bir devlet memuru tipinde,
hatta korkutucu derecede normal bir insandır. Fakat otoriteye koşulsuz
itaat anlayışına bağlı olarak düşünme ve muhakeme yetisi kaybolmuş, bu
yüzden de kötülüğü sıradan bir şey gibi algılamış ve uygulamıştır.
***
Kötülüğün sıradanlaşması aslında onun
alışkanlığa dönüştürülmesi ve buna bağlı olarak insandaki iyilik
tarafının örselenip vicdanın körelmesiyle yakından ilişkili bir olgudur.
Nitekim insan bir günah işleyince bundan hicap ve nedamet duyar, on
günah işleyince hicap ve nedamet duygusu azalmaya başlar. Bin günah
işlediğinde ise şerri kanıksar, onunla empati kurar ve en sonunda
şerri/günahı sıradan bir şey gibi algılar. Stalin’e izafe edilen, “Bir
kişiyi öldürmek cinayet, on kişiyi öldürmek katliam, yüz kişiyi öldürmek
trajedi, bir milyon kişiyi öldürmek ise sadece istatistik olur”
şeklindeki söz de insanın günahkârlık psikolojisindeki bu tuhaf prosese
atıfta bulunur. Kanımca, şerrin sıradanlaşmasının önündeki en kritik
eşik, Âl-i İmrân 3/135. ayette de çarpıcı biçimde işaret edildiği üzere
şer ve günahın bilerek isteyerek tekrarlanmaması, bu konuda ısrarcı
davranılmamasıdır. Ama her nedense insanın içindeki şeytan (fücur),
melek (takva) tarafına çoğu kez galebe çalmakta ve bunun neticesinde
insan kötülüğün pornografisine dahi merak salmaktadır. Mesela, hemen her
gün kan revan manzaralı bir trafik kazasının ya da bıçaklı satırlı bir
meydan kavgasının vatandaş tarafından adeta sirk gösterisi gibi izlenip
videoya çekildiğine tanık olunmaktadır. Belki de bu garip hâl, insandaki
bastırılmış kan dökme dürtüsünü hazır dökülmüş kan üzerinden zahmetsiz
ve külfetsiz şekilde tatmin arzusunun bir yansımasıdır. Hülasa, insan
-genellikle sanıldığı gibi- doğuştan şeref madalyasıyla taltif edilmiş
(eşref-i mahlûk) olmaktan ziyade, çok arızalı bir varlıktır; fakat
kötülükle memzuc arızalarını onardığı takdirde şerefyâb olacaktır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Eylül 2019
İyiliğin Sirayeti ve İnsana İyi Gelmesi
Yahudi kökenli
bir ailenin çocuğu olan ve halen Yale Üniversitesi’nde psikoloji
profesörü olarak görev yapan Paul Bloom’un “Bebeklerin Ahlaki Yaşamı
& İyiliğin ve Kötülüğün Kökenleri” (çev. Ezgi Kardelen, Verita
Yayınları, İstanbul 2015) adlı eserini okurken ahlakın kaynağı, iyilik
ve kötülüğün kökenleri gibi meseleler hakkında yeniden düşünmem
gerektiğine kanaat getirdim.
Bebeklerin fıtrî olarak hiçbir ahlaki alt
yapısı bulunmayan “amoral hayvan” gibi dünyaya geldiklerini savlayan
modern psikolojinin aksine ahlakın hem evrimsel sürece hem de kültürel
iklime bağlı olarak şekillendiğini ileri süren ve bu tezini bebek
laboratuvarlarında gerçekleştirdiği deneylerle temellendirmeye çalışan
Bloom’un adı geçen eserinin en azından zihin ve fikir jimnastiği
açısından okunmasını öneririm. Bu vesileyle Doç. Dr. Osman Zahid
Çiftçi’nin “Paul Bloom ve
Dinî İnançların Ortaya Çıkmasında Evrimsel Rastlantı Tezi” ve “Paul
Bloom ve Evrimsel Bir Rastlantı Olarak Ahlâk” başlıklı makale ve
tebliğinin ön okuma listesine dâhil edilmesi gerektiğini de belirtmek
isterim. Bloom her ne kadar kötülük probleminden dolayı ahlakın
kökeninin dinî zeminde açıklanmasına mesafeli bir tavır koymuş olsa da
ben burada Kur’an’ın bir beyanına istinaden iyiliğin insan psikolojisi
üzerindeki olumlu etkisi üzerinde duracağım. Bu bağlamda, İsrâ suresinin
7. ayetindeki “in ahsentüm ahsentüm li-enfüsiküm” ifadesini esas
alacağım.
İsrâ 17/7. ayetteki bu ifade her ne kadar
pasaj bütünlüğü içerisinde Yeni Babil kralı Buhtunnasr’ın
(Nebukadnezzar II) 586 yılında Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mabedi’ini
yıkması, Babil esareti ve sonraki sürece dair zımnî göndermeyle
İsrâiloğulları’na yönelik hitapların bir parçası olsa da antropolojik ve
psikolojik olarak tüm insanlığa hamledilebilecek bir anlam örgüsüne
sahiptir. Türkçe meallerin pek çoğunda “İyilik ederseniz kendinize
iyilik etmiş olursunuz” diye çevrilen “in ahsentüm ahsentüm
li-enfüsiküm” ifadesi klasik tefsir literatüründe “İyilik ederseniz
bunun faydası size ait olur” veya “İyi amel işlerseniz bunun mükâfatını
alırsınız” şeklinde izah edilir. Ancak bu ayette söz konusu edilen ihsan
“iyi iş yapmak ve bunun karşılığında mükâfata nail olmak” şeklinde
formüle edilen ve bir bakıma ivaz-garaz ilişkisini akla getiren bir
kavramsal içerikten ziyade, iyiliğin doğasındaki sağaltma ve sirayet
gücüne işaret etmektedir. Kaldı ki dinî-ahlâkî temelde ihsanla ilgili
bir ivaz-garazdan söz edilse dahi, bunun, “Garaz Hakk yolunda rızâdır
rızâ; İvaz Hakk yolunda rızâdır rızâ” sözünde vurgulanan mana ve maksada
mütenasip olması gerekir.
“İyilik, güzellik” manasındaki “hsn”
kökünden türeyen ihsan kelimesi ve fiil türevleri Kur’an’da hem “iyilik
etmek” ve “yapılan işi güzel şekilde edip eylemek” manasında kullanılır.
Bununla birlikte kelimenin -Nahl 16/90. ayette olduğu gibi- pek çok kez
herhangi bir kayıt söz konusu olmaksızın zikredilmesi, “iyilik”le
ilgili alanın çok geniş çerçeveli olduğunu düşündürmesi bakımından
manidardır. “İyilik” kavramı ilk bakışta amorf (şekilsiz, belirsiz)
görünse de hem temel dinî kaynaklardaki buyruklar hem insan doğasındaki
duygular ve insiyaklar bu kavramın içini doldurur. Bu bakımdan “İyilik
nedir?” sorusuna efradını cami ağyarını mani cevaplar vermek neredeyse
olanaksızdır. Aslında iyilik, yaratılıştan insan doğasına kodlandığı
için kendiliğinden kavranır ve bizzat fiilî tecrübe içinde psikolojik
olarak tanımlanır. Dolayısıyla, İsrâ 17/7. ayetteki “in ahsentüm
ahsentüm li-enfüsiküm” ifadesi psikolojik açıdan değerlendirildiğinde,
“İyilik ederseniz bu davranışınız size iyi gelir” şeklinde bir sonuca
ulaşılır.
Gerçekten de iyilik, kötülüğe nispetle
çok daha fazla sirayet gücüne sahip olan ve aynı zamanda insan ruhunda
(iç dünyasında) sağaltıcı etki yapan bir şeydir. Sosyal hayat sahnesinde
kötülüğün daha yaygın ve bulaşıcı olduğu yönündeki hâkim anlayış,
kanaatimce seçici algının bir neticesidir. Aslında iyilik her zaman daha
baskın ve yaygındır. Fakat bu yaygınlık hem iyiliğe ilişkin
farkındalığı azaltmakta hem de onu idrakte sıradanlaştırmaktadır. Hâl
böyle olunca kötülük ister istemez sanki daha fazla sirayet ve nüfuz
gücüne sahip bir şeymiş gibi ön plana çıkmaktadır. Bu durum, insanın
uzun yıllar boyunca sağlıklı yaşaması neticesinde sağlık ve sıhhati
olağan ve sıradan bir şey gibi algılayıp ilk hastalık tecrübesinde tüm
hayatının zehrolduğu duygusuna kapılmasında kendini gösteren seçici
algıyı hatırlatır. Sonuç olarak, İsrâ 17/7. ayetteki “in ahsentüm
ahsentüm li-enfüsiküm” ifadesi, “İyilik size iyi gelir” şeklinde bir
psikolojik anlam da içerir. Nitekim insanın kendinden sâdır olan ve şu
ya da bu şekilde karşılık beklentisi bulunmayan bir iyilik ve iyi bir
davranışla birlikte iç dünyasında hissettiği huzur adeta mutluluk
terapisi gibidir. Hele de iyilik (ihsan) nezaket, şefkat, rıfk, hilm
gibi güzel vasıflarla birleştiğinde ruhen çok daha sağaltıcı hâle gelir.
Bu yüzden, iyiliği mutlaka çoğaltmak gerekir. Çünkü iyilik her şeyden
ve herkesten önce bize iyi gelen, sirayet (nüfuz) gücüyle bizi
iyileştiren bir şeydir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 31 Ağustos 2019
Benim Oğlum Bina Okur, Döner Döner Yine Okur...
Bazı insanlar
vardır, fikrî veya bedenî olarak ne kadar çaba gösterirlerse
göstersinler, bir şeylerin üstesinden gelmeyi başaramazlar. Mesela, kimi
insanlar yabancı dil öğrenemezler; kimi insanlar kendilerini bildikleri
günden beri matematikle geçimsiz olduklarından çarpım tablosunu bile
ezberleyemezler; kimi insanlar bisiklete binmeyi beceremezler. Kimi
insanlar da vardır, bir fikir ve düşüncenin gerçekte ne ifade ettiğini
bir türlü ihata edemezler. Bu yüzden de “Benim oğlum bina okur, döner
döner yine okur” sözünün ‘’mâsadak’’ı haline gelirler. Düşünün ki bundan
yirmi yıl kadar önce Kur’an ve tarihsellik meselesinin hararetle
tartışıldığı bir dönemde bu tartışmaya müdahil oluyorsunuz ve “büyük
bilge” edasıyla tarihselciliğin ne olduğu hakkında “güya” bir şeyler
söylüyorsunuz. Aynı dönemlerde “hermenötik”ten de bahsediyorsunuz ve
fakat ne yazık ki hermenötiğin Kur’an tefsirine tatbik edilemeyecek bir
yöntem olduğundan filan dem vuruyorsunuz.
Yani tarihselcilik, hermenötik
gibi ilmî ve akademik müktesebat gerektiren konulara tam ortasından
müdahil oluyorsunuz ama sonuçta hermenötiğin Kur’an tefsirinde
elverişsiz bir yöntem olduğundan söz edecek kadar büyük bir garabet
sergiliyorsunuz. Tarihselcilik konusunda da benzer bir durum izhar
ediyorsunuz. Demem o ki bugün yine tarihselcilik hakkında bir şeyler
söylüyorsunuz; ama yaklaşık çeyrek asır önce söylediklerinizle
kıyaslandığında -maalesef- bir arpa boyu kadar dahi yol almadığınızı
gösteriyorsunuz.
Daha açıkçası, bir-iki ay kadar önce bir
derginin, “Tarihselcilik nedir? Hangi ihtiyaç ya da etkilenmenin sonucu
olarak ortaya çıkmıştır? Kur’an’ı yorumlamada bir yöntem olarak
görülebilir mi?” şeklindeki sorularına cevaben tarihselciliğin birkaç
temel önermesinin bulunduğundan söz ediyorsunuz. Bu temel önermelere
göre; (1) Tarihin üstünden tarihe müdahale yoktur. Yani tarih kendi
mecrasında seyreder; tarih üstü bir güç/varlık buna müdahale etmez. (2)
Her şey tarih içerisinde cereyan eder. Bütün olaylar tarihseldir, tarih
içinde ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla bunlar ontolojik değil
antropolojiktir, yani insan-kültür merkezlidir. (3) Tarihsel olgu ve
olayları ortaya çıkaran tarihsel şartlar bulunmaktadır. Hiçbir şey
hüdâ-i nâbit değildir, yerden bitmez. Her şey tarihsel şartların ve
toplumsal durumların ürünüdür. (4) Bir tarihsel olayı veya toplumsal
olguyu anlamak için bu olayı, olguyu ortaya çıkaran, belirleyen tarihî
sebepler ve olgulara dönüp bakmak gerekir. (5) Olaylar ve olgular
tarihsel ve toplumsal şartlar tarafından oluşuyor ise bu her din,
doktrin, siyasi hareketler, devletler, imparatorluklar ve dolayısıyla
İslamiyet için de geçerlidir. (6) Her tarihsel aşama (evre, devir,
dönem, çağ, vetire, zaman dilimi vs.) bir öncekinden daha “ileri”dedir,
önceki sonraki için referans veya yol gösterici, belirleyici,
düzenleyici olamaz. İddiaya göre vahiy de “belli bir tarihi zaman ve
toplumsal durum”da teşekkül ettiğinden bugün için yol gösterici veya
düzenleyici kaynak olamaz.
Tarihselciliğe etiketlenen bu önermeler,
galip ihtimalle meselenin aslını kavrayamama probleminden, zayıf
ihtimalle de kasıtlı olarak yanlış anlama isteğinden neşet etmiş
görünüyor. İlk önerme tarihselciliğin tıpkı klasik kelam ve mezhepler
tarihi kitaplarında Berâhime’ye (Brahmanizm) atfedildiği üzere nübüvveti
tümden reddeden bir fikir olduğunu söylüyor. Oysa Allah’ın tarih-üstü
bir varlık olduğu ve tarihin farklı dönemlerinde vahiy-risalet yoluyla
tarihe müdahalede bulunduğu ilkesi, her müslümanın mutlak olarak inanmak
zorunda olduğu bir ilkedir. Şu halde, müslüman muhitinde tartışılan
tarihselcilik adına “tarihin üstünden tarihe müdahale yoktur” demek ya
kara cahilliktir ya da art niyetliliktir. Doğrusu şu ki tarihselci
anlayış Allah’ın vahiy ve nübüvvetle tarihe müdahil olduğundan şüphe
etmiyor; fakat karikatürize edilmiş vahiy algısı ile Allah’ın tarihe
keyfi ya da rastgele müdahil olduğu fikrini de kabullenmiyor.
Tarihselciliğe yamanan ikinci önermeye gelince, mademki konu bu dünya
düzleminde yaşayan, anlayan ve anlamak istemeye çalışan bir varlık
olarak insandır, o halde her şey elbette bir tarih içerisinde cereyan
edecektir. Ayrıca din kaynak/köken itibariyle ilahi bildirime dayalı
olsa da insan zihnine konu olduğu an itibariyle beşerî ve tarihî
düzlemde tecrübeye dâhil olmuş demektir. O halde, “Bütün olaylar
tarihseldir, tarih içinde ortaya çıkmıştır” gibi bir önerme kurmak “laf
ola beri gele” kabilinden olsa gerektir.
“Tarihsel olgu ve olayları ortaya çıkaran
tarihsel şartlar bulunmaktadır. Hiçbir şey hüdâ-i nâbit değildir,
yerden bitmez. Her şey tarihsel şartların ve toplumsal durumların
ürünüdür. Bir tarihsel olayı veya toplumsal olguyu anlamak için bu
olayı, olguyu ortaya çıkaran, belirleyen tarihî sebepler ve olgulara
dönüp bakmak gerekir” şeklindeki üçüncü ve dördüncü önermeler de
tarihselcilik eleştirisi adına “laf ola beri gele” cinsindedir. Ayrıca,
her tarihsel evre veya dönemin bir öncekinden daha ileri bir seviyeye
tekabül ettiğine ilişkin önerme, tarihselci perspektife değil olsa olsa
Seyyid Ahmed Han çizgisindeki modernist anlayışa ait olabilir.
Tarihselci perspektif, içinde bulunulan tarihselliği sadece “olgusal
durum” olarak görür. Bu durumu bir terakki seviyesi olarak değil, salt
sosyolojik bir vakıa olarak kavrar. Sözgelimi, Kur’an’da içtimai-örfî
bir olgu olarak yer alan çok eşlilik tarihselci perspektife göre ne
belli bir ayette zikredildiği için dinî-şer’î bir meseledir, ne sırf o
döneme ait olduğu gerekçesiyle ilkeldir ve dolayısıyla ne de tek eşlilik
dinî bir fazilettir. Kısacası, Kur’an’da zikri geçen her şey din
olmadığı gibi, vahiy sırf bugünkü tarihten 1400 küsur sene nazil olmaya
başladı diye Kur’an’daki her hüküm de tarihe mal olmuş değildir.
Özellikle toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili her Kur’an hükmü
belli bir sosyolojik illet/menat ile ilintili olarak vaz edilmiş, yani
durduk yere gökten zembille inmemiştir. Bu yüzden de her bir hükmün
işlevselliği o illet ve menatla birlikte değerlendirilmelidir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Ağustos 2019
Acı Duymak Ruhun Fiyakasıdır
Hayatımın
merkezinde yer alan çok özel ve değerli bir insanın birkaç gün önce
WhatsApp’tan gönderdiği kısa bir metinde, “Acı, yaşama coşkusuna gerçek
değerini veren bir kontrapunto [noktaya karşı nokta, notaya karşı nota]
gibi yer alır yaşamın içinde. Yaşam sadece gerçekten geçici, tehdit
altında olduğu için değerlidir” şeklinde çarpıcı bir ifade okudum. Bu
ifade David Le Breton’un “Acının Antropolojisi” (çev. İsmail Yerguz, Sel
Yayıncılık/Yaşam Kitapları, İstanbul 2010) adlı eserden alıntılanmıştı.
Breton’un acıyla ilgili ifadesi bir taraftan İsmet Özel’in “Esenlik
Bildirisi” başlıklı şiirindeki, “Yargı kesin: Acı duymak ruhun
fiyakasıdır” dizesini hatırlattı; bir taraftan da “Acının Antropolojisi”
isimli esere dair ciddi bir merak uyandırdı. Derken, çok zengin bir
dijital kütüphanesi bulunan Abdullah Bulut kardeşime bir mesaj yazıp “Bu
esere ulaşma imkânımız var mı?” diye sordum ve birkaç dakika sonra
esere ulaştım. Breton’un hem duyusal hem duygusal yönden acının
mahiyetini sorguladığı ve bu bağlamda kültür, din, cinsiyet, etnisite ve
dinî aidiyet gibi çok farklı açılardan acı olgusunun nasıl kavrandığı
meselesini irdelediği “Acının Antropolojisi” adlı eserinin özellikle
“Eyub ya da Anlam Arayışı”, “Acı ve Kötülük: Tevrat ve İncil’den
Kur’an’a”, “Ahlak Olarak Acı” gibi başlıkları altında yer alan tahliller
ve tespitler İsmet Özel’in “Acı duymak ruhun fiyakasıdır” dizesinin
adeta şerhi gibiydi.
Hiç kuşkusuz acı insan hayatının en yalın
gerçeklerinden biridir. Hatta derin ruhlu insanlar için hayat belki de
yoğunlaşmış acılar kümesidir. Aslında hayata anlam kazandırma çabası
acıyla başlar ve acıyla sonlanır. Hayat sanki acının farklı bir
tasarımıdır. Bu noktada Nietzsche’nin “İnsanoğlu hayatta o kadar acı
çeker ki canlılar arasında yalnız o gülmeyi icat etmek zorunda
kalmıştır” sözünü hatırlatmak gerekir. İnsanın çok acı çekmesi hafıza,
hatıra ve hatırlamayla ilgilidir. İnsan hatırlar ve çoğu zaman geçmiş
tarihinde oluşan hatıra galerisi içinde yaşar. Hatırlayan insanın
belleği çoğunlukla acı yüklü bir geçmişte ifadesini bulur. Çünkü insan
öncelikli olarak acı olanı hatırlar ve tarihle birlikte yaşayan insan
için katıksız mutluluk zordur. İnsanın hep bir geçmiş yükü vardır ve
hafıza insanın hayvani mutluluğa erişmesinin önünde duran bir mâniadır.
Breton’un tespitlerine göre acı sıkıntı
veren bir durumdur ama aynı zamanda dünyanın/hayatın kaçınılmaz
zorluklarına ve acımasızlıklarına karşı çok önemli bir savunma aracıdır…
Acı, etkisini ancak kendisine karşı negatif bir yargıyla birlikte
hissettirebilir. İnsanın tepkisi bir duruma karşı değil, bu durumla
ilgili düşünceye karşıdır… Acı insanı kendisinden koparması ve
sınırlarıyla yüz yüze getirmesi anlamında kutsal bir yaradır. Ama
kaprisli bir biçimdir bu bağlamda, ad koymanın mümkün olmadığı bir
acımasızlıkla yakar. Bununla birlikte acı, ahlaki bir denetim altında
tutulduğu ya da aşıldığı takdirde insanın bakışını genişletir, yaşamın
bedelini, geçip gitmekte olan anın tadının çıkarılması gerekliliğini
hatırlatır. Her şey insanın ona yüklediği anlama bağlıdır. Vurduğunda
yaşama zevki diye bir şey bırakmaz; uzaklaştığında ise bu zevki yeniden
harekete geçirir. Yaşama coşkusunu hatırlatır. Acı insanı esasa götüren
bir “memento mori”dir. Bu Latince özdeyişin Kur’an’daki karşılığı “Her
nefis/canlı ölümü tadacaktır” (Ankebut 29/57) mealindeki ayettir.
Tevrat ve İncil geleneğinde hastalık ve
acı Âdem ile Havva’nın yılana kanıp iyilik-kötülük ağacının meyvesini
yemelerinden sonra ortaya çıkar. İlk başta acıdan habersizdir insan;
dünyayla arasında hiçbir kopukluk yoktur. Istırap cennete yabancıdır.
İnsan başlangıçtaki birliğini bozarken yeni yaşam biçiminin
kırılganlığını tanır. Acı bilincin ortaya çıkışının bir sonucudur.
Tanrı’dan kopan insan kendi kaderinden tamamen sorumlu olur. Sembolik
bir boyut, yani anlam ve değer ama aynı zamanda ayrılık ve belirsizlik
boyutlarını da kazanır. Böylece kötülük insan hayatına girmiş olur.
İnsan cennetten sürgün edilmeden önce ne acı ne hastalık ne ölüm vardır.
Özellikle Hıristiyan geleneği insanın kendisini bir din kurbanı olarak
ya da kendi yaşam biçimi doğrultusunda teslim ettiği acıya büyük önem
verir. Pavlus’un mektuplarında acı tercihe dönüşür. İnsanlığa leke
getiren bir rezaletten ya da işlenen günahların cezalandırılmasından bir
kurtuluş umuduna dönüşür.
Pavlus’un çerçevelediği Hıristiyan
gelenekteki “acı” algısı bir tür “dolorizm”dir. Kişiyi ruhsal arınma ve
olgunluğa eriştirecek tek yolun acıdan ibaret olduğunu varsayan görüş,
hedonizmin (hazcılık) karşıtı olarak dolorizm diye isimlendirilir.
Aslında samimi dindar bir Hıristiyan için acı çekmek, sırf sevgiden
ibaret bir Tanrı inancıyla birlikte düşünüldüğünde izahı güç bir
meseledir. Fakat İslam ve müslümanlar için böyle bir meselenin
mevcudiyeti söz konusu değildir. Çünkü İslam acıyı ilâhî plan dâhilinde
beşerî varoluşun ve dünyevi hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olarak
kabullenir; bununla birlikte dolorizme onay vermesi söz konusu değildir.
Bir müslüman nazarıyla hayata bakıldığında acıya katlanmak ve fakat
abartmamak gerekir. Acı insan için istenen, arzu edilen ve sözüm ona
ruhsal arınma/olgunlaşma adına kendisine davetiye gönderilmesi gereken
bir şey değildir; ancak başa geldiği zaman da sızlanıp isyana soyunmak
yerine pişme fırsatını kaçırmamak gerekir. Acının can yakıcı olduğu
müsellemdir; fakat aynı zamanda da pişirir. İnsandaki hamlık bazen
pişmekle giderilir; acı denen şey de insanı iyi pişirir. Bu vesileyle
İslam tasavvvuf tarihinde “çile/çihle” ve/veya” erbâîn” (kırk) diye
isimlendirilen sıkı perhiz ve mahrumiyet geleneğinin dolorizmle değil,
nefsin pişirilip hamlığın giderilmesiyle ilgili olduğunu da not etmek
gerekir. Meşhur sûfî Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın “çile-i ma’kûse”
(kendisini bağ aşağı vaziyette kuyuya asmak ve bu halde zikir çekip
namaz kılmak) diye anılan garip uygulaması istisna kabilindendir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Ağustos 2019
Entelektüel Muhitte Ovallik ve Bombelilik Sorunu
En başından not
edeyim, bu yazı eğlencelik bir yazı olarak okunmalı ama yazıda
betimlenecek “hayali” tipolojinin kara mizahlık profiline de ibret
nazarıyla bakılıp ders çıkarılmalıdır. Malum, özellikle entelektüel
donanıma sahip insanların pek çoğu kelam ve kalem erbabından sayılır.
Dinî, siyasi, fikrî alanda söz söyleyen ve kalem oynatan insanların da
az çok kendilerine özgü bir üslup ve ifade tarzları vardır. Ayrıca kimi
kelam ve kalem erbabı tam kitabın ortasından konuşur ve köşeli yazar.
Bunlar genellikle “dokuz köyden kovulanlar” arasında yer alır. Kimileri
de vardır, her zaman kitabın kıyısından, hatta kitap dışından konuşur ve
yazarken de hep oval ve bombeli yazar. Bunlar
da “suya sabuna dokunmazlar” ve “kokmaz bulaşmazlar” tayfasında yer
alır. Söz ve yazıda oval ve bombeli üslupla temayüz edenlerin genellikle
fiziki olarak da benzer şekilde tebarüz etmeleri, üslup ile bedenin
birbirine uyum sağlaması kabilinden olmalıdır.
***
Kitabın ortasından konuşup köşeli
yazanlar sıkı dost ve sıkı düşman sahibi olur; bunlar için hem dost hem
düşman ya da ne dost ne düşman gibi üçüncü bir kategori yoktur. Oval ve
bombeli konuşup yazanların ise hakiki dostları olmadığı gibi sıkı
düşmanları da yoktur. Çünkü bunlar konuşur gibi yapar ama konuşmaz,
yazar gibi yapar ama yazmazlar. Yaptıkları şey gargaradır. Yine bunlar
oval oval konuşurken ağızlarından adeta bal damlar, bombeli bombeli
yazarken de okuyucuda hayranlık uyandıracak düzeyde fiyakalı kelimeler,
beylik tümceler birbiri ardınca gırla gider; fakat günün sonunda, “Şimdi
bu muhterem ne konuştu ve/veya ne yazdı?” diye sorup bu soruya cevap
aradığınızda, ortaya çıkan şey koskoca bir “hiç”ten ibaret olur.
Konuşma ve yazma hususunda ovallik en
riskli ve en netameli meselelerde bile kişinin küçücük bir eleştiriye
maruz kalmadan işin içinden sıyrılmasını mümkün kılan bir yol ve
yordamdır. Türkiye sosyolojisinden örnek vermek gerekirse, sözgelimi
Alevilik hakkında birçok şey yazarsınız ve üstelik yazdıklarınızı bu
çetrefil meselenin kesin biçimde hall ü faslıymış gibi pazarlarsınız,
fakat buna rağmen ilmî, akademik ve entelektüel kariyerinize halel
getirecek bir tek çizik yemeden bu işin içinden sıyrılmayı başarırsınız.
İşte bu büyük başarıyı maksimum düzeyde ovalleşme kabiliyetinize
borçlusunuzdur.
Konuşmada ovalliğin önemli
göstergelerinden biri, hemen her konuyu tevriyeli cümleler ve satirik
ifadelerle formüle etmek şeklinde dışa vurur. Bu
ifade ve üslup tarzı her ne kadar safdiller ve cahiller nezdinde
sahibine “üst düzey entelektüellik” gibi bir paye kazandırıyor görünse
de, ovallik denen şeyin entelijansiyadaki tezahürlerine vâkıf olanlar
bunun basbayağı bir köylü kurnazlığından ibaret olduğunu çok iyi anlar.
Oval üsluplu entelektüelimiz işbu kurnazlık sayesinde en netameli
meselelerde bile gerçek fikrini gizleyip hiç kimseye renk vermemeyi
başarır. Oval entelektüelimiz zâhirde açık yürekli, babacan, şen şakrak
bir profil çizerken, bâtında tam bir kripto kişi/kişiliktir. Bu yüzden
de hangi konuda ne düşündüğü, gerçekte neye inandığı ve neyi savunduğu
gibi hususlar adeta “muğayyebât” mesabesindedir.
Bu meziyet (!) kişiyi her devrin adamı
yapan bir büyük imkândır. Nitekim oval konuşup bombeli yazmak suretiyle
kendinizi hemen her farklı çevreye arz edip teveccüh görmeyi
başarırsınız. Sözgelimi, bu sayede geçmişteki malum Abant
toplantılarında da ağırlanırsınız, bugün devlet ve siyaset katında da
onurlandırılırsınız. Kısacası, oval üslubunuz ve bombeli tarzınız
sayesinde her zaman “aranan adam” olursunuz; yani joker gibi
algılanmanız ve joker gibi kullanılmaya teşne olmanız hasebiyle hiçbir
zaman boş kalmazsınız, mutlaka hatırı sayılır bir pozisyonda konuşlanır,
konuşlandırılırsınız.
***
Kelam ve kalem erbabında ovallik
olgusunun en belirgin tezahürlerinden biri de “yaralı parmağa
bevletmemek” deyiminde ifadesini bulur. Tam bir fikir gargarası tarzında
oval konuşmayı ve yazmayı kendine prensip edinmiş zevat hemen hiçbir
ciddi meseleye eğilip onu çözmediği gibi hemen hiçbir insanın derdine
deva da olmamıştır. Çünkü ovallik her daim steril olmayı, hemen hiçbir
şeye bulaşmamayı, sorunlu olan hiçbir şeyle doğrudan temas kurmamayı
gerektiren bir tarz ve tutumdur. Hiçbir şeye dokunulmayınca günahtan
masun olunur ve fakat aynı zamanda sevaptan da mahrum kalınır.
Hülasa, ben bu ülkenin entelektüeller
muhitindeki kelam ve kalem erbabından oval ve bombeli üslubuyla tebarüz
eden birkaç kişiyi tanıdım… Ancak tanıdım derken sadece ismen ve cismen
tanıdım. Gerçekte kim olduklarını, hangi amaç uğruna yaşadıklarını,
hatta bir amaç uğruna yaşayıp yaşamadıklarını yahut niçin yaşadıklarını
hiçbir zaman anlayamadım. Vaktiyle, önyargısız olarak yaklaşıp
kendilerini sevmeye çalıştım; ama ne yazık ki sevmeyi başaramadım… Çünkü
onlar oval, ben köşeli bir insandım. Sonuçta benim köşelerim onlara battı; onların ovalliği de bende ikrah/istikrah duygusu yarattı.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Ağustos 2019
Çıfıt Çarşısı
Bu yazıyı ister
“mahalle içi” öz eleştiri olarak kabul edin, ister “aile içi”
problemlerimizi el âleme ifşa babında değerlendirin veyahut her ne
şekilde mütalaa ederseniz edin, ama birazdan ikrah duygusuyla yazacağım
hususların dinî alanda dışa vuran diz boyu rezilliklerimizden başka bir
şey olmadığını da bilin. Biz henüz buluğ çağlarında iken dinin insanı
kemale erdirecek ve aynı zamanda samimi dindarlara iki cihan saadeti
bahşedecek bir ilahi nizam olduğu yönündeki telkinlerle büyüdük. Fakat
müesses din âlemine ayak bastığımız ya da dinî grup, cemaat, tarikat
gibi kurumsal yapıların kapısından içeriye göz attığımız an bu âlemdeki
umumi manzaranın çıfıt çarşısından pek farksız olmadığını gördük…
Çıfıt çarşısı aslında İstanbul’un Balat
semtine ait olan ve kimi zaman “Balat çarşısı” diye de anılan bir çarşı…
Rivayete göre Çıfıt Osmanlılar döneminde Yahudiler için kullanılan bir
nitelemedir… Çıfıt batağı tabiri ise Yahudilerin akarsuda yıkanmayıp
birikmiş suyun içine dalıp çıkmalarından kinayedir. Keza “çıfıtlık” kelimesi
Yahudilik, “çıfıtlık etmek” tabiri de hilekârlık, düzenbazlık
fırıldaklık anlamına gelir. 1492 yılında İspanyadaki engizisyondan
kurtulmaya çalışan Yahudiler, Osmanlılar tarafından Balat’a
yerleştirilmişler. Ticari zekâlarıyla ünlü olan Yahudiler, o dönemin
ihtiyaçlarına tek tük veya az çok karşılık veren çarşılara karşı her
şeyin bir arada bulunduğu çarşı-pazar ortamları kurmuşlar. İşte buna
istinaden her şeyin bir arada ve fakat karmakarışık olduğu, işe
yarar/yaramaz her şeyin bulunduğu ve aynı zamanda hile-hud’anın (hile
hurda değil!) kol gezdiği çarşı “çıfıt çarşısı” diye anılır olmuş…
Bugün itibariyle müesses din âlemi de
tıpkı çıfıt çarşısı gibi… Öyle ki söz konusu âlemde her türlü sakillik,
çirkinlik ve çirkeflikle karşılaşmak ne yazık ki vaka-ı âdiye haline
gelmiştir. Mesela, daha dün birisi çıkıp Hz. Hatice hakkında “üç
çocuklu, iki kocadan arta kalmış, kırk yaşında bir dul” gibi son derece
özensiz bir ifade kullanıyor, buna mukabil kendilerini din bekçisi
olarak gören birkaç edepsiz de sosyal medyada “Musti’yi nikâhıma
alayım…” gibi ifadelerle adeta necaset saçıyor. Bu arada, yaşını başını
almış bir İlahiyatçı profesör Hz. Hatice ile ilgili yakışıksız sözün
sahibine peşinen hakaret etme şehvetini gemleyememesinden olsa gerek, o
sözü kasıtlı hakaret olarak değerlendirip “Sahabeye hakaret eden kimseye
hakaret etmek inanın çok zevkli bir şey. Şahsen bana ibadet etmiş zevki
veriyor. Sekinet hissediyorum” tarzında bir söz sarf edebiliyor ve
fakat bu söz kendisinin ruh sağlığı hakkında bizi endişeye sevk ediyor.
Kurumsal din âleminde her gün bir
yenisiyle karşılaşılan bu psikopatolojik ve şizofrenik vakalar
karşısında akıl ve ruh sağlıklarını korumak isteyen bazı arkadaşlar ve
dostlar belki bundan birkaç yıl önce tası tarağı toplayıp işbu çıfıt
çarsısından çıktılar ve içlerinden bazıları kendisini felsefe ve sanata
vererek en azından ruh sağlıklarını korumayı başardılar. Ancak bizim bu
çarşıda tası tarağı toplama vaktimiz henüz gelmediğinden, bahsi geçen
psikopatolojik ve şizofrenik vakalar karşısında kör, sağır, dilsiz
olmakta fayda var. Yine bu çıfıt çarşısında akıl ve ruh sağlığımızı
kaybetmemek için hem felsefe ve felsefî düşünceye sığınmakta ve hem de
kendimize rintmeşrep halde bir yaşam düzeni oluşturmakta fayda var.
Rint, dünya işlerine pek kıymet vermeyen,
bütün varlığı kendi iç dünyasına göre değerlendiren, gönül gözüyle
gören, kalender ve derbeder görünüşünün aksine ârif ve gönül ehli kimse;
rintmeşrep ise rint tabiatlı kimse demektir. Allah’ın her günü
özellikle dinbazlar marifetiyle kışkırtıldığınız, dinî alandaki şu veya
bu görüşünüzden dolayı sayısız iftira ve hakarete uğradığınız bir
ortamda rintmeşrep halde yaşamak neredeyse imkânsız bir iştir. Dahası,
zaman zaman yazılarıma da yansıdığı üzere hırçınlaşmamak pek mümkün
değildir. Fakat en azından
cinnet getirmemek için imkânsız gibi görünen imkânları zorlamak da bir
nevi mecburiyettir. Dinbazların din adına ortaya koydukları bin bir
çeşit rezillik ve çirkeflikten kurtulmak için dağ başına çekilip kendi
halinde ıpıssız yaşamak da iyi bir seçenektir; fakat bu saatten sonra
böyle bir seçenek de bizim için pek olası değildir.
O halde, gerçekten bir şeyler öğrenmek
niyetiyle soru soran olmadıkça din konusunda konuşmamak, hiç kimsenin
dinine, dindarlığına ve hatta dinsiz olmasına karışmamak, insanlara
karşı Allah’ın vekil-i umuru gibi bir edayla hitapta bulunmamak, sadece
kendi işinize bakıp o işi en güzel şekilde tamamlamaya odaklanmak, tası
tarağı toplayarak çekip gitme şansımız olmayan bu çıfıt çarşısında
yapılacak en akıllıca iş gibi görünmektedir. Şimdi siz kalkıp tüm
samimiyetinizle, “Allah aşkına, yapmayın etmeyin” diye yalvarıp
yakarsanız veyahut geçen haftaki yazımda olduğu gibi kıyasıya eleştirip
budasanız dahi sonuç tek kelimeyle beyhude ve nafile gayretten
ibarettir. Çünkü çarşı adeta topyekûn ayaklanmış haldedir ve hemen
herkes “kuduz it” gibi birbirine dalar vaziyettedir. Böyle bir cinnet
ortamında yapılması gereken en akıllıca iş, usulca bir kenara çekilmek
ve olup biten tüm rezilliklere sırt çevirmektir. Ancak nihai söz olarak
şunu da not etmek gerekir: İslam bugünkü müslümanların kurumsal ya da
bireysel insaflarına ve inisiyatiflerine terk edilemeyecek kadar önemli
bir meseledir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Ağustos 2019
İlahiyat Kâhyalığı
Doksan küsur
yıllık Cumhuriyet tarihine az çok vâkıf olanlar dahi bilirler ki
özellikle çok partili dönemden itibaren devlet genellikle vesayet
sistemiyle yönetilir, hükümet de yine aynı sistem tarafından terbiye
edilirdi. Vesayet sistemindeki mekanizma daha ziyade Türk Silahlı
Kuvvetleri ve yüksek yargı organları marifetiyle işletilirdi. Bu
sistemin katı laikçi ve Kemalist ideolojiye endeksli kodları özellikle
1970’li yıllardan itibaren Milli Nizam, Milli Selamet ve devamındaki
yarı “İslamcı” yarı Osmanlıcı siyasi çizginin toplumsal tabanda daha
fazla karşılık bulmasıyla birlikte tehdit ve tehlike alarmı vermeye
başladı ve hemen her alarm durumunda İmam-Hatip ve İlahiyat
Fakültelerine yeni bir ayar yapıldı. Bugün sayısız İmam-Hatip Lisesi,
yüz küsur İlahiyat ve İslami İlimler fakültesinin -ki bu kalabalık
sayısı da ayrı bir tartışma konusudur- mevcudiyetinden de anlaşılacağı
üzere bu iki kurum üzerindeki laikçi Kemalist vesayet son buldu; fakat
bu defa da İlahiyat üzerinde Sünnîliği nev-i şahsına münhasır bir Sünnî
kâhyalık vesayeti kuruldu.
İslam tarihinin daha ilk dönemlerinde
imamlar, hatipler ve vaizler aracılığıyla Hz. Ali ve evladına
minberlerden ve vaaz kürsülerinden küfürler yağdırmayı gelenek hâline
getiren Emevîlerin kurucu babası Muaviye ve takipçileri din kâhyalığının
ilk temsilcileri olarak görülebilir. Kaldı ki Muaviye’nin Sıffîn savaşı
sırasında ve sonrasında yaptıkları, ilerleyen zamanlarda Emevîlerin
neler yapabileceklerinin teminatı gibidir. Ayrıca meşhur Emevî valisi
Haccâc’ın büyük tâbî müfessir Saîd b. Cübeyr’i katletmesi Emevîlerin
sadece din kâhyalığında değil, cinayet dâhil her türlü melaneti işleme
hususunda da çok kabiliyetli olduklarına dair önemli bir göstergedir.
Bu mesele bir kenara, günümüz
Türkiye’sinde “2 Adet İbn Kemal Tefsir Çekilişi… Çekilişe katılmak için
bu tweet altında Hz. Muaviye Radiyallahu anh için hayır duada bulunmanız
gerekmektedir” diye tweet atan tipler de ilahiyat kâhyalığının şimdilik
son temsilcileridir. Bu tiplerin birdenbire Muaviye sevdası denebilecek
bir tavır izhar etme gayretkeşlikleri hakikaten ilginçtir. Kim bilir
belki de bu durum zihniyet anlamında cinsin cinse çekmesiyle ilgilidir.
İlahiyat müessesesi Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kurulduğu 1949
yılından itibaren katı laikçi ve Kemalist rejim taraftarları ile siyaset
alanında boy gösteren İslamcılar arasında patlak veren her büyük krizin
ardından adeta “yedi kocalı/kâhyalı Hürmüz”e dönüştürüldüğü, bu yüzden
de devlet ve siyaset erkinin her türlü keyfî müdahalesine açık hâle
getirildiği için, ne yazık ki bugün de yetkili yetkisiz, ehliyetli
ehliyetsiz hemen her herkesin, hatta her hadsiz ve kendini bilmezin dahi
kendini kâhyalık etmeye salahiyetli görebildiği bir kurum olmanın
talihsizliğini yaşamaktadır.
İlahiyat kâhyalığı dediğimiz işgüzarlığın
hakkını vermek için sırtınızı Sünnî gelenekçi İslam yorumuna yaslayıp
dinî hakikatin yegâne temsilcisi gibi poz vermeniz ve bu minvalde diskur
çekip ahkâm kesmeniz kâfidir. Nitekim daha birkaç gün önce kendi işini
avukata havale edip sabah-akşam ilahiyat işlerine burnunu sokan bir
“fessiz fesli tarih profesörü” son derece hadsiz ve edepsiz bir üslupla
“deist, ateist, hadis düşmanı, meşhur oryantalist Goldziher’in müridi”
diye yaftaladığı hocaların ilahiyat fakültelerinde cirit attıklarından
dem vurarak dindar ailelerin çocuklarını bu fakültelere değil,
Hanefilikten Taliban üretmeye benzer bir işlev görmek üzere tesis edilen
ve daha ziyade İFAM diye bilinen medreselerde okutmalarını salık
vermektedir.
Bu topraklar kimyacısından fizikçisine,
subayından medyum ve mezcubuna, şairinden tarihçisine, ürolog hekiminden
dizi film oyuncusu ve mankenine kadar hemen meslek grubundan sayısız
din ve ilahiyat kâhyasının Seâdet-i Ebediye, Doğru Yolun Sapık Kolları
gibi matbuata da giren sayısız işgüzarlığına sahne olduğu için, birkaç
televizyon programının ardından şöhret bağımlılığına yakalandığı
anlaşılan bir hadsiz ve densiz tarihçi müsveddesinin muhtemelen
kamuoyunda kendinden söz ettirme saikiyle ifa ettiği işgüzarlığa da pek
şaşırmamak gerekir. Dahası, İslamcı ve milliyetçi çevrelerde öteden beri
“üstad” diye anılıp baş tacı edilen bir şairin ömrünü İslami ilimlere
adamış merhum Muhammed Hamidullah’a “Baîdullah”, Mevdûdî’ye “Merdûdî”
diye kulp takmasına şahit olduktan sonra bugün bir zevzeğin İlahiyat
fakültelerinde İslam’ı ve nassları kendileri gibi anlayıp yorumlamayan
birçok hocayı deist, ateist diye damgalayıp tekfir etmesi pek sürpriz
olmasa gerekir. Ne yazık ki bu topraklar özellikle din ve İlahiyat
alanında kâhyalığa soyunan işgüzar tipler için son derece mümbittir.
Hâliyle, yurdumun her bir köşesinden hemen her gün yeni bir din ve
İlahiyat kâhyası neşet etmektedir. Kültürel toprağımızda son derece
zengin olduğu anlaşılan kâhyalık mineralini ortadan kaldırmak en azından
şimdilik pek mümkün görünmemektedir. Bu yüzden de ister istemez “İt
ürür kervan yürür” atasözünde ifadesini bulduğu üzere halis niyet,
samimiyet ve azami gayretle çalışıp çabalamaktan ve kendi işimizi
yapmaktan asla vazgeçmememiz gerekir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Temmuz 2019
15 Temmuz'dan Sonra Yine Mi Eski Tas Eski Hamam...
15 Temmuz 2016
tarihli ve işgal garantili darbe girişimi Cumhuriyet tarihi boyunca
yaşanan darbeler ve darbe teşebbüslerinin en iğrenci idi. Çünkü
darbeciler çetesi ilk kez 15 Temmuz gecesi kendi milletine namlu
doğrultup kurşun sıkabildi. Bereket versin ki milletin topyekûn
direnişiyle bu menfur girişim bertaraf edilebildi. Malum, 15 Temmuz
darbe girişiminin ön plandaki tüm failleri FETÖ diye tabir ettiğimiz
terör örgütüne mensup idi. Oysa
bu örgütün mensupları özellikle dindar-muhafazakâr kitleler nezdinde
yıllar yılı baş tacı edilmişti. Çünkü ne de olsa her bir FETÖ mensubu
abdestli namazlı, üstelik en sahih ve sağlam cinsinden Sünnî itikatlı
idi.
***
O kadar ki bunlar dinî alanda geleneğe
aykırı görüş ve yorumlardan hiç hazzetmezlerdi. Bu yüzden de Yeni Ümit
gibi İlahiyat dergilerinde Türkiye’deki dindar-muhafazakâr çevrelerin
hâlen itibar ettikleri birçok İlahiyat hocasına tarihselcilik gibi
sapkın(!) düşünceleri İslam düşmanı ilan eden yazılar yazdırmayı ve bu
konuda özel sayı yayımlamayı dinî bir vecibe addederlerdi. Yine bunlar
Abant Platformu diye bilinen organizasyonlar düzenler ve bu
organizasyondaki toplantılara bugün FETÖ’ye nefret kusan birçok tanınmış
entelektüel figür de bayıla bayıla iştirak ederdi. Keza Gazeteciler
Yazarlar Vakfı marifetiyle gerçekleştirilen bir Mabeyn toplantıları da
vardı ki dindar-muhafazakâr camiaya mensup hatırlı zevatın hemen her
biri bu toplantıya davet edilmek için adeta can atıverirdi. Çünkü 15
Temmuz’dan önceki zamanlarda/yıllarda FETÖ elebaşlarıyla aynı fotoğraf
karesinde yer almak, parlak istikbal ve ikbal demekti. Mesela, akademik
camiada sözgelimi profesörseniz, bir üniversiteye rektör veya fakülteye
dekan olmak yahut en azından istediğiniz akademik kuruma tereyağından
kıl çeker gibi naklinizi aldırmak demekti.
İşte o zamanlar, sonradan her biri
FETÖ’nün önde gelen bir mensubu olarak kodlanacak kimselerle dirsek
temasında bulunup onlara yalakalık yapmak, ehliyet ve liyakat sahibi
olmakla eşdeğerdi. Dahası, devlet kurumlarında önemli bir pozisyona
gelmek istediğinizde işbu liyakat ve ehliyet(!) vasfınız kâfi idi.
Nitekim Anadolu’nun dört bir köşesinde yeni açılan İlahiyat
fakültelerine kurucu dekan olarak atanan birçok isim 15 Temmuz’dan sonra
FETÖ müseccel markasıyla kodlanan ehliyet ve liyakat(!) vasfına
sahipti. Gerçek kimliklerini gizleme konusunda hiç kimsenin ellerine su
dökemeyeceği bilinen FETÖ, Türkiye sathında genel kabul gören dinî
anlayışın Sünnî geleneği fetişleştirmekle eşdeğer olduğunu çok iyi
bildiğinden, işbu takiyyeci kimlikle yönetici iradenin/idarenin gözüne
girmeyi ve böylece birçok İlahiyat fakültesini parsellemeyi becerebildi.
Ne var ki 15 Temmuz’dan sonra karşılaşılan sorun, taşın içinde pirinç
ayıklamaktan farksız idi.
İşte bu durumda “Demek ki neymiş…” diye
başlayıp, “devlet katında ve kurumlarında ehliyet ve liyakat ölçütünün
belli bir dinî kimliğe yahut belli bir dinî gruba aidiyete bağlanması
durumunda taşın içinde pirinç aramak zorunda kalınırmış” diye noktalamak
gerekir. Ancak biz burada ne söylersek söyleyelim, ne yazık ki mevcut
durum yine “eski tas eski hamam, aynen yola devam” şeklindedir.
Göründüğü kadarıyla hâlen birçok devlet kurumunda ehliyet ve liyakat
yine belli dinî gruplara aidiyetle belirlenmekte, yine birçok devlet
kurumu ganimet malı gibi görülmekte ve dolayısıyla sadece belli bir
gruba mensup “mücahitler” arasında pay edilmektedir.
***
Ben bütün bunları tüm hayatı boyunca FETÖ
denen yapıyla hiçbir fikrî ve fiilî ilişki kurmamış, buna mukabil
1980’li yılların ilk yarısında İskender Paşa - şimdilerde Hakyol Cemaati
diye anılıyor, sanırım- cemaati içinde bulunmuş ve fakat bu cemaatle
ilişkisini evradından efradına varıncaya kadar hep kendi özelinde tutmuş
biri olarak yazıyorum. Bir müslüman dinî-ahlâkî yaşantısına kıvam
kazandırmak niyetiyle belli bir dinî grup veya cemaate intisap edebilir.
Gerçi oldum olası benim cemaatim hep tek kişiden müteşekkildir; fakat
bilindik manada cemaate intisap ne benim ne de başka bir Allah kulunun
müdahil olup engel koyabileceği bir tercih değildir. Dahası, kimin hangi
cemaate intisap ettiği bizi ilgilendiren bir mesele değildir. Kişi
kendine iyi geldiği düşüncesiyle istediği mahfile intisap edebilir ve
dinî tecrübesini o mahfilde dilediği gibi yaşayabilir. Allah’ın
yetkisindeki işleri uhdemize almak ve Allah adına vekil-i umur edasıyla
konuşmak ne hakkımız ne de haddimizdir. Buna mukabil belli bir dinî
grubun devlete ve tüm millete ait kurumlarda koloni kurup feodal
beylikler gibi icraata soyunmasına itiraz etmek hem hakkımız hem
haddimizdir. FETÖ tecrübesinden ve 15 Temmuz darbe girişiminden gereken
dersi çıkarmamızın lüzumu konusunda bir kez daha ikazda bulunmak da yine
hem hakkımız hem haddimiz ve hem de vatan evladı olarak vazifemizdir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Temmuz 2019
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)