Çıfıt Çarşısı


Bu yazıyı ister “mahalle içi” öz eleştiri olarak kabul edin, ister “aile içi” problemlerimizi el âleme ifşa babında değerlendirin veyahut her ne şekilde mütalaa ederseniz edin, ama birazdan ikrah duygusuyla yazacağım hususların dinî alanda dışa vuran diz boyu rezilliklerimizden başka bir şey olmadığını da bilin. Biz henüz buluğ çağlarında iken dinin insanı kemale erdirecek ve aynı zamanda samimi dindarlara iki cihan saadeti bahşedecek bir ilahi nizam olduğu yönündeki telkinlerle büyüdük. Fakat müesses din âlemine ayak bastığımız ya da dinî grup, cemaat, tarikat gibi kurumsal yapıların kapısından içeriye göz attığımız an bu âlemdeki umumi manzaranın çıfıt çarşısından pek farksız olmadığını gördük… 

Çıfıt çarşısı aslında İstanbul’un Balat semtine ait olan ve kimi zaman “Balat çarşısı” diye de anılan bir çarşı… Rivayete göre Çıfıt Osmanlılar döneminde Yahudiler için kullanılan bir nitelemedir… Çıfıt batağı tabiri ise Yahudilerin akarsuda yıkanmayıp birikmiş suyun içine dalıp çıkmalarından kinayedir. Keza “çıfıtlık”  kelimesi Yahudilik, “çıfıtlık etmek” tabiri de hilekârlık, düzenbazlık fırıldaklık anlamına gelir. 1492 yılında İspanyadaki engizisyondan kurtulmaya çalışan Yahudiler, Osmanlılar tarafından Balat’a yerleştirilmişler. Ticari zekâlarıyla ünlü olan Yahudiler, o dönemin ihtiyaçlarına tek tük veya az çok karşılık veren çarşılara karşı her şeyin bir arada bulunduğu çarşı-pazar ortamları kurmuşlar. İşte buna istinaden her şeyin bir arada ve fakat karmakarışık olduğu, işe yarar/yaramaz her şeyin bulunduğu ve aynı zamanda hile-hud’anın (hile hurda değil!) kol gezdiği çarşı “çıfıt çarşısı” diye anılır olmuş…

Bugün itibariyle müesses din âlemi de tıpkı çıfıt çarşısı gibi… Öyle ki söz konusu âlemde her türlü sakillik, çirkinlik ve çirkeflikle karşılaşmak ne yazık ki vaka-ı âdiye haline gelmiştir. Mesela, daha dün birisi çıkıp Hz. Hatice hakkında “üç çocuklu, iki kocadan arta kalmış, kırk yaşında bir dul” gibi son derece özensiz bir ifade kullanıyor, buna mukabil kendilerini din bekçisi olarak gören birkaç edepsiz de sosyal medyada “Musti’yi nikâhıma alayım…” gibi ifadelerle adeta necaset saçıyor. Bu arada, yaşını başını almış bir İlahiyatçı profesör Hz. Hatice ile ilgili yakışıksız sözün sahibine peşinen hakaret etme şehvetini gemleyememesinden olsa gerek, o sözü kasıtlı hakaret olarak değerlendirip “Sahabeye hakaret eden kimseye hakaret etmek inanın çok zevkli bir şey. Şahsen bana ibadet etmiş zevki veriyor. Sekinet hissediyorum” tarzında bir söz sarf edebiliyor ve fakat bu söz kendisinin ruh sağlığı hakkında bizi endişeye sevk ediyor. 

Kurumsal din âleminde her gün bir yenisiyle karşılaşılan bu psikopatolojik ve şizofrenik vakalar karşısında akıl ve ruh sağlıklarını korumak isteyen bazı arkadaşlar ve dostlar belki bundan birkaç yıl önce tası tarağı toplayıp işbu çıfıt çarsısından çıktılar ve içlerinden bazıları kendisini felsefe ve sanata vererek en azından ruh sağlıklarını korumayı başardılar. Ancak bizim bu çarşıda tası tarağı toplama vaktimiz henüz gelmediğinden, bahsi geçen psikopatolojik ve şizofrenik vakalar karşısında kör, sağır, dilsiz olmakta fayda var. Yine bu çıfıt çarşısında akıl ve ruh sağlığımızı kaybetmemek için hem felsefe ve felsefî düşünceye sığınmakta ve hem de kendimize rintmeşrep halde bir yaşam düzeni oluşturmakta fayda var. 

Rint, dünya işlerine pek kıymet vermeyen, bütün varlığı kendi iç dünyasına göre değerlendiren, gönül gözüyle gören, kalender ve derbeder görünüşünün aksine ârif ve gönül ehli kimse; rintmeşrep ise rint tabiatlı kimse demektir. Allah’ın her günü özellikle dinbazlar marifetiyle kışkırtıldığınız, dinî alandaki şu veya bu görüşünüzden dolayı sayısız iftira ve hakarete uğradığınız bir ortamda rintmeşrep halde yaşamak neredeyse imkânsız bir iştir. Dahası, zaman zaman yazılarıma da yansıdığı üzere hırçınlaşmamak pek mümkün değildir.  Fakat en azından cinnet getirmemek için imkânsız gibi görünen imkânları zorlamak da bir nevi mecburiyettir. Dinbazların din adına ortaya koydukları bin bir çeşit rezillik ve çirkeflikten kurtulmak için dağ başına çekilip kendi halinde ıpıssız yaşamak da iyi bir seçenektir; fakat bu saatten sonra böyle bir seçenek de bizim için pek olası değildir. 

O halde, gerçekten bir şeyler öğrenmek niyetiyle soru soran olmadıkça din konusunda konuşmamak, hiç kimsenin dinine, dindarlığına ve hatta dinsiz olmasına karışmamak, insanlara karşı Allah’ın vekil-i umuru gibi bir edayla hitapta bulunmamak, sadece kendi işinize bakıp o işi en güzel şekilde tamamlamaya odaklanmak, tası tarağı toplayarak çekip gitme şansımız olmayan bu çıfıt çarşısında yapılacak en akıllıca iş gibi görünmektedir. Şimdi siz kalkıp tüm samimiyetinizle, “Allah aşkına, yapmayın etmeyin” diye yalvarıp yakarsanız veyahut geçen haftaki yazımda olduğu gibi kıyasıya eleştirip budasanız dahi sonuç tek kelimeyle beyhude ve nafile gayretten ibarettir. Çünkü çarşı adeta topyekûn ayaklanmış haldedir ve hemen herkes “kuduz it” gibi birbirine dalar vaziyettedir. Böyle bir cinnet ortamında yapılması gereken en akıllıca iş, usulca bir kenara çekilmek ve olup biten tüm rezilliklere sırt çevirmektir. Ancak nihai söz olarak şunu da not etmek gerekir: İslam bugünkü müslümanların kurumsal ya da bireysel insaflarına ve inisiyatiflerine terk edilemeyecek kadar önemli bir meseledir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Ağustos 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder