Mustafa Öztürk ve Bedri Gencer kamuoyunda Diyanet faize caiz dedi şeklinde yorumlanan görüş hakkında, TOKİ'den veya Krediyle Ev Almak Caiz mi başlığı altında Habertürk TV'de Mehmet Akif Ersoy'un sunduğu Habertürk Manşet programında fikir belirttiler.
TOKİ'den veya Krediyle (Faiz) Ev Almak Caiz mi? | Habertürk Manşet | 17 Ocak 2020
Mustafa Öztürk ve Bedri Gencer kamuoyunda Diyanet faize caiz dedi şeklinde yorumlanan görüş hakkında, TOKİ'den veya Krediyle Ev Almak Caiz mi başlığı altında Habertürk TV'de Mehmet Akif Ersoy'un sunduğu Habertürk Manşet programında fikir belirttiler.
Elazığ Depremi: Göz Göre Göre Ölmek Kader Değil | Yavuz Oğhan ile Bidebunuizle | 27 Ocak 2020
Elazığ'daki 6.8 şiddetindeki depremin (24 Ocak 2020) hatırlattıkları... Deprem ölüm kader teslimiyet imtihan tedbir ve diğer konular Yavuz Oğhan ile Bidebunuizle programında konuşuldu.
Karakter Aşınması ve Gözün Vicdanı
Son günlerde, bir
arkadaşın tavsiyesiyle, Amerikalı sosyolog Richard Sennett’in “Karakter
Aşınması”, “Gözün Vicdanı”, “Saygı”, “Otorite”, “Kamusal İnsanın
Çöküşü”, “Yeni Kapitalizmin Kültürü” gibi kitaplarına merak saldım ve
ilk olarak bu yazıya başlık yaptığım “Karakter Aşınması” (The Corrosion
of Character) adlı kitabı okumaya başladım. Sayfalar ilerledikçe, bunca
zaman Sennett’i ıskalamış olmaktan dolayı hayıflandım. Zygmunt Bauman’ı
etkilediği bilinen ve genel düşünce dünyasına dair ön araştırma
yaparken, “beşerî bilimlerle uğraşan bir akademisyenin farklı alanlara
yönelik ilgi ve meraklara sahip bir entelektüel olması gerekir”,
“nitelikli bir akademisyen edebiyat metinlerinde karşılaştığımız türde
bir yetkinlik ve derinlikle meramını ifade etme becerisine sahip olmalı”
gibi tavsiyelerine de denk geldiğim Sennett, özellikle modern toplum
yapısının oluşumuna ilişkin tahlilleri ve modern kent yaşamındaki insan
psikolojine dair tespitler ve teşhisleri itibariyle mutlaka okunması
gereken cins kafalı bir düşünür…
***
Her ne kadar şimdiki zamanda kıymetleri
bilinmeyip muhtemelen bu dünyadan göçüp gittikten sonra “badem gözlü”
oldukları fark edilecek olsa dahi bizim topraklarımızda da cins kafalı
ilim-fikir adamları var… Şükürler olsun ki sayıca az da olsa, var…
Mesela, değerli dost Prof. Dr. Ahmet Çiğdem Hoca var… Sennett’in
“Karakter Aşınması” adlı kitabını okurken Çiğdem Hoca’nın 5 Şubat 2020
tarihinde yayımlanan “Yol Yakın Değil, Vakit de Yok”
(https://www.perspektif.online/tr/toplum) başlıklı yazısıyla
karşılaştım. Her ne kadar konu ve muhteva itibariyle örtüşür mahiyette
olmasa da Sennett’in anılan iki kitabına koyduğu isim ile Çiğdem
Hoca’nın yazıda irdelediği mesele zihnimde birbirine selam çaktı. Hâl
böyle olunca, yazının başlığını Sennett’in iki kitabından, aşağıdaki
analizleri de Çiğdem Hoca’nın taze yazısından aldım…
Çiğdem Hoca der ki Türkiye toplumunun
yaşadığı mevcut krizi anlamak ve karşılamak üzere yapılabilecek iyi
şeylerden birisi de modern Türkiye’nin politik ve sosyal tecrübelerinin
tabiatına yönelik bir kavrama çabası olacaktır. Bu çaba bize, bırakın
uzun bir tarihsel sürecin ortaya çıkardığı kurum ve değerleri, şu hızla
geçen son yıllarda bile bu toplumun diğer bütün toplumlar gibi
gösterdiğinden daha fazla bir enerji ve tahayyüle sahip olduğunu,
çoğunlukla siyasal seçkinlerin temsil iddiaları ve beklentilerinin
ötesinde ve muhtemelen üzerinde bir politik performans sergilediğini bir
kere daha kanıtlayacak ve ideolojik obsesyona mahkûm edilmediğinde,
insanların, sözgelimi, 27 Nisan’da ordu azarlamasına, Gezi’de polis
baskısına, 15 Temmuz’da askerî darbe girişimine karşı nasıl ayakta
durduğunu hatırlatacaktır…
***
Neyin olmayacağını görmek ve tecrübe
etmek, bir toplum için neyin işlediğini görmek ve bunun yarattığı
vasatiliğe teslim olmaktan daha faydalıdır. Görüldü ki toplumu, devlet
eliyle, genellikle de cari toplumsal talep inkâr edilerek, belli bir
istikamette dönüştürmeye çalışmak, bu amacın sahibi muhafazakâr
dindarlar bakımından da kabul edilmez sonuçlara yol açacaktır. Burada
sadece, toplumun, özellikle yoksulların, zorunlu bir dindarlaşmaya maruz
bırakılmasının ve bunun kamusal kaynaklarca finanse edilmesinin
dayanılmaz basitliğinden değil, bütün hayatın, en ince ayrıntısına kadar
belli bir çizginin içerisinde ya da duruma bağlı olarak dışarısında
mobilize edilmeye çalışıldığı faydasız bir teşebbüsten söz ediyoruz.
Fobyakrosiye dayanarak farklılıkları eritmeye çalışmanın, toplumun
farklılıklara duyarsız kılınmasının bedelinin, günü geldiğinde ki
gelecektir, gelmiştir, bizzat siyasal ve toplumsal iktidarın yanında
yöresinde kümelenmiş ve fakat iktidarla aynı obezite düzeyine ulaşmamış
yahut bu türden bir ortaklığı reddetmiş grupların, toplulukların
sorunlarına da duyarsız kalınmakla ödeneceği de görüldü. “Elleriyle
yükselttiği yapılarda kendilerine yer bulamayanlar” yahut bu yapıların
altında kalanlar, yükselen bu yapıların kimlerin canı pahasına
yükseldiğini asla sormadıklarından, bugün sözcüsü olmaya soyundukları
kesimlerin adını bile telaffuz edemez duruma gelmişlerse, bu sadece
yanlış siyasal bir tutuma değil, bütünüyle yanlış bir gelecek
perspektifine de işaret eder.
Şuradan başlayabiliriz: Sahip olduğumuz
etnik, dinsel, sınıfsal, konumsal nitelikler her neyse, onlara dayanarak
bir ayrıcalık ve öncelik talebine müracaat etmeden önce, bu
niteliklerin başkalarının hayat hakkına engel olup olmadığına, bu
niteliklerle başkalarının baskı altına alınıp alınmadığına ve daha da
önemlisi daha evrensel bir politik bilincin oluşmasına katkıda bulunup
bulunmadığına bakmak gerekir. Sömürünün, adaletsizliğin ve açlık
korkusunun olmadığı bir dünyaya duyulan inancın sağladığı ortaklığın,
diğer bütün ortaklıklardan önce gelmesi gerektiğine inanmaya
başladığımızda, gerçekten inanılması gereken bir şeye inanıyor oluruz.
Ancak bundan sonra ne yapılabileceğine bakılabilir; eğer yapılabilecek
bir şey kaldıysa ki çoğu zaman fırsat zaten kaçmış, imkânlar tükenmiş ve
kapı kapanmıştır. Eğer bugünden söz ediyorsak, bilmeliyiz ki yol artık
yakın sayılmaz, vakit de sanıldığı kadar bol değildir…
Not: Tefsir çalışmamızın ikinci cildi
tamamlanmış ve hızlı bir şekilde üçüncü cilde başlanmıştır. İkinci cilt
bir ay içinde Ankara Okulu Yayınları tarafından yayımlanacaktır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Şubat 2020
Öyle Miymiş?
Yazının
başlığı, Şule Gürbüz’ün 2016 yılında İletişim Yayınları tarafından
yayımlanan eserinin adı. Kuvvetle muhtemel ki Şule Gürbüz ismi bu yazıyı
okuyanların pek çoğuna yabancı. Dahası bu isim, kitap ve okumayla arası
hiç hoş olmayan yurdum insanının geneline yabancı. Şule Gürbüz,
münzevi, mütevazı, zarif, naif ve derviş ruhlu derin bir yazar. İnternet
ortamında Gürbüz’ün hayat hikâyesine dair çok kısa olarak şunlar yazar:
1974’te doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi, Cambridge
Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Antika saatlerin tamiri üzerine
ustalaştı. Bu alandaki çalışmalarına 1997’de Dolmabahçe Sarayı’nda
başladı. Çalışmalarını halen Milli Saraylar Müdürlüğü bünyesinde
sürdürmektedir.
TRT’de yayınlanan “Ne İçindeyim Zamanın”
(Yönetmen: İlknur Dalkıran) belgeselinde Gürbüz’ün saat tamirciliğine
merak salma hikâyesini bizzat kendisinden dinlemek mümkün… Keza “Öyle
miymiş” adlı eserinin “Tanrı’nın insana karışmaması değil insanın insana
karışamaması acı olan. Ne kadar birleşilse değil mi yüzyıllardır akraba
olunamadı, Âdem kimin kardeşi bulunamadı. İnsanın hep acelesi var,
işler yetişmiyor, hatta gerçek iş nedir bulunamıyor” şeklindeki çarpıcı
ifadelerin de yer aldığı 26. sayfasını yine kendi sesinden youtube’de
dinlemek de mümkün… “Kambur” (1992), “Zamanın Farkında” (2011),
“Coşkuyla Ölmek” (2012), “Öyle miymiş?” (2016) isimli eserlerinde
felsefe ve tasavvuf felsefesi üzerinden dünya, hayat ve insana dair çok
çarpıcı tasvirler ve tahliller yapan Gürbüz’den burada aktaracağımız
bazı pasajlar, “Türkiye’de yazar var mı? Hayır, Şule Gürbüz var” (Kaan
Onur Kaftanoğlu) başlıklı yazının çok da romantik olmadığını
kanıtlayacak tarzdadır. İmdi, Gürbüz’ün “Öyle miymiş” ve “Coşkuyla
Ölmek” adlı iki eserinden özellikle insana dair pasajlar okuma
zamanıdır:
İnsan kan dökücü ve zalim ama dağın taşın
istemediği iradeyi aldı diye sağa sola çalımlanmış. İnsan anlamadığını
alır, anlayıp kıymetli bulduğunu da almaz. Bu yüzden adam olmaz. Melek,
boşa üzülme, insan bir şeydir zannetme. Sana verilmeyen iradeyi senin de
olsa kullanabilirdim zannetme. İrade babanın arabasıdır, alır almaz
kaza yaparsın. Böyle hem sözde iraden olup hem de “Teslim” dini ile
kolay yaşanabilir sanma. İnsan şeytan ile uğraşmaktan daha Allah’a hiç
sıra gelmedi. Hiç yakınlık kuramadan Allah’a inanan adam güneşe tapandan
hallicedir sanma. Şeytan ile güreşte hep yerde, az ileri gittiğinde
abisinin koşuda avans verdiği sonra iki adımda geçtiği gündeki gibi hep
geride. O yüzden belki de hep tanıyıp her günü beraber geçirdiği için
hayranlığı da aslında şeytana. Olsa ah, tam onun gibi olabilse, o da
yok. Şeytan, ah ne güzel yerde, hem imanı var hem gününü yıl etmede.
Gizlisi saklısı da yok, herkes ne ettiğini bilmekte.
İnsan hesaptadır her an hesaptadır, büyük
kafalara ruhlara dahi evliya demesi methetmek için değil, onları kendi
bulunduğu kümeden çıkarıp çıtaları yükseltmemek içindir. Onları hemen
ayrı bir yere istifler, kendi gibileri karşısına dizer. Kendine tüm
süfliliğine rağmen itimadı bundandır. Bu yüzden Allah’tan korkmaz,
gizlice de korkmaz ama korkmayışını ulu orta açık etmez. Çünkü Allah’ın
ne yarattığını bilir, kendisini beğenmezse beğenecek pek de bir şey
olmadığını bilir, cennetin ona kapılarını açmazsa boş kalacağını bilir.
İnsanı ahret bile değiştiremez. Zebani dilini çekmeye gelse kişi ancak
ahlakının elverdiği ile seslenir de aman diler… İnsan zaten dertli
değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu
büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu
dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda
kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp “Bu herhalde benim,” der.
Bu dert de ona yeter.
İnsan, mucizelere tapan, gözleri parlamak
ve takip etmek için sade uçanı arayan, kendinden bir lütuf istenince de
“Onlar istidraçtır, yürüyorum ya bundan âlâ mucize mi olur?” diyen ve
aniden sadeleşen, lâ diyen illâ diyemeyendir, bilinir. Zorluğa
başkasında hayran, kolaylık koynunda yatandır, bilinir. Aslında gizlice
her şey bilinir, bilinir de başkası umulur, bilinenden başka olunacağı
umulur. İnsan kitaplı insan ise her kitaplı peygamberin yakınıdır da.
Çepçevre dolaş İsa ile yan yana yürüyecek nerde? Ne çok Ömer var adı
olan yani ve de Ali. Bir Yahuda yok ismen yani, bir de Muaviye. Oysa
etraf adını anmadığı ama bu el ele verdikleri ile gani. Gerçek zaten şu
adı anılmayan ama işitince uzaktan bir gizli aşinalık, eski bir yaren
gibi tanıdık mı tanımadık mı diye göz kırpıştırılan değil mi, değil mi,
değil mi?
***
İnsan kendisi tokken başkalarının da hep
bir şekilde doyurulduğunu sanıyor, yemiştir bir şey diyor, doymuştur,
içmiştir, içmez olur mu, yoksa ölür diyor, ama ertesi gün ölü mü diri mi
bakmıyor.
İnsanın içinde olduğu hal ona en yabancı
haldir. Deli deliliğini, genç gençliğini, ihtiyar fıkradığını
[fışladığını, ekşidiğini] bilmez. Birisi yeri gelir de söylerse bunları
duyar, duyar da yine anlamaz. Ah işte hayat bu halle yaşanıyor, hayat
habersizken yaşanıyor, yaşanıyor dediğim şöyle üstten geçiyor da aklın
başına gelip kendi hayatına dair haberleri aldığında oturup bir
bakılıyor, bu da neymiş diye, yine bir şey denemiyor. Hani insan
gençlik, çocukluk resimlerine bakar da hiç tanımadığı birine bakar gibi
olur ya, yüzünü başka, ifadesini sandığından değişik bulur ya, bu resmi
sündürüp bütün hayatın üstüne çekseniz işte örtü budur. Hak ve hakikat
örtüsü budur. Ben gençken neticede sadece bir canlıydım, ama hayatta
değildim.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Şubat 2020
İyi Hâl Kâğıdı
Din
İşleri Yüksek Kurulu’nun TOKİ ve ev kredisiyle ilgili fetvası üzerine
geçen hafta bu köşede yayımlanan “Diyanet, TOKİ, faiz” başlıklı yazımız
ve yine aynı konuyla ilgili bir televizyon programındaki konuşmamız
vesile kılınarak yeni bir linç kampanyasının hedefine oturtulmuş
durumdayız. Bu yeni kampanya, “Kur’an günümüze yazılı metin olarak
gelmeseydi...” diye başlayan bir ifademin önü-arkası kesilerek sosyal
medyaya servis edilmesi ve ardından müslüman mahallesinden birilerinin
harekete geçip “Falanca, Kur’an yazılı metin olarak günümüze gelmeseydi
daha iyi olurdu, dedi.” başlıklı linç kampanyasını hayata geçirmesi
şeklinde cereyan ediyor.
15 Ocak 2016 tarihinde Hadis Meclisi’nin
davetlisi olarak Ankara İlahiyat Fakültesi’nde yaptığım “Sünnet’in
Ehemmiyet ve Evleviyeti” konulu birkaç saatlik konuşmamın içerisinden
yanlış anlaşılmaya müsait bir-iki dakikalık fragmanı kesip sosyal
medyada servis edenler, kendilerini “ateist” diye tanımlayan bir grup...
Kanımca bu grubun insanlık soruşturmasından iyi hal kâğıdı alması pek
mümkün değil... Kuşkusuz, bir insan kendini “Allahsız” olarak
tanımlayabilir; Allah’a inanmak ya da inanmamak kişinin tercihidir.
Bizim inancımıza göre Allahsızlık tercihinin hesabı bizzat Allah
tarafından görülecektir. Bu yüzden, biz “hukukullah”a taalluk eden
meselelerle pek ilgilenmeyiz; dolayısıyla kendimizi “iman bekçiliği”
gibi bir yükümlülükle de mükellef görmeyiz. Ama eğer her birimiz birer
insan evladı olarak birbirimiz üzerindeki hak ve sorumluluklara riayet
etmemizi mucip toplumsal hayatın birer parçası isek, kişi hakkına özen
göstermemiz en temel insani ve ahlaki ödevimizdir. Bu anlamda ahlaki
davranmak için dindarlık gibi bir şart söz konusu değildir. Ne yazık ki
söz konusu ateist grup, benim konuşmamı hiç de kastedilmeyen bir anlam
çerçevesine oturtup paylaşmakla gayr-i ahlakiliğin kusursuz
temsillerinden birini icra etmiştir. Öte yandan, bu grubun manipülatif
ve provokatif paylaşımına “mal bulmuş mağribî” gibi atlayıp müslüman
mahallede yeni bir linç kampanyasına start vermek isteyenlerin de ahlâkî
açıdan iyi hal kâğıdı alamayacaklarını, hatta salt mevcudiyetlerine
dahi tahammül edememe derecesinde kendilerinden nefret ettikleri kimi
insanları dindar kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırmak için hemen hiçbir
insani ve ahlaki ölçüt tanımaksızın saldırılar organize eden bu zevatın
toplumsal bünyede “hizipçi, klikçi, cemaatçi müslümanlık gitgide
ahlaksız bir aidiyete dönüşmeye başladı” şeklinde bir pejoratif algı
oluşmasına ciddi katkı sağladıklarını özellikle belirtmem gerekir.
Gelgelelim, Hadis Meclisi’ndeki konuşmam
sırasında sarf ettiğim sözün bağlamına ve anlamına, yaklaşık bir asrı
aşkın bir süre boyunca İslam dünyasının özellikle Hindistan ve Mısır
gibi bölgelerinde ve son 30-kırk yıllık dönemde de Türkiye muhitinde
Kur’an, din ve dinî ahkâmı ilkten üretme ve İslam’ı yeniden keşfetme
metni gibi okundu. Bu modern okuma tarzı “Dinî alanda Kur’an’dan başka
bir kaynağa ihtiyaç yok”, “İslam Kur’an’dan ibarettir”, “Kur’an İslam’ı”
gibi sloganik söylemlerle satışa sunuldu ve sayısız müslüman tarafından
da memnuniyetle satın alındı. Fakat yaşandı ve görüldü ki “Sadece
Kur’an” anlayışı dinî alanda ihtilaf çoğaltmaktan başka bir sonuç
doğurmadı. Malum, son yıllarda İlahiyat akademyasında “Kur’an’a Göre”
(ki bunun anlamı aslında “Allah’a Göre” demektir) başlıklı makale ve
kitap yayımlamak da hayli moda oldu. Kısacası, son yıllarda herkes
Kur’an’dan ya da Kur’an’a göre konuştuğundan dem vurdu ve fakat sonuçta
Kur’an bizim hoyratlığımız yüzünden -tabir caizse- çok yoruldu. Kaldı ki
bugünkü tarihten 14-15 asır önce Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’ndan sonraki
tahkimnâme formülüne, “Bunca kanın heder olduğu bir meselede insanoğlunu
hakem tayin etmek adalet midir? Bu konuda biz susalım, Allah/Kur’an
konuşsun” diye itiraz eden Hâricîlere, “Kur’an konuşmaz, onu insanlar
konuşturur” demişti. Yine Hz. Ali, İbn Abbâs’ı Hâricîlerle müzakereye
gönderirken, “Sakın ola ki onlarla Kur’an üzerinden tartışma; çünkü
Kur’an farklı manalara hamledilebilir bir metindir. Sen sen ol, onlarla
[yaşanmış, hayata taşınmış] sünnet üzerinden tartış” tavsiyesinde
bulunmuştu.
Bütün bir İslam tarihi boyunca hiçbir
itikâdî ve fıkhî mezhebin kendi iddiasını/ictihadını teyit amacıyla
Kur’an metninden delil devşirme (istidlal) sıkıntısıyla karşılaşmamış
olması gerçeği dikkate alındığında Hz. Ali’nin sözleri kuşkusuz çok daha
iyi anlaşılır. İşte benim, “Zaman zaman, Kur’an günümüze yazılı bir
metin olarak gelmekle iyi mi oldu, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Şayet bu şekilde gelmeseydi, durum şimdikinden daha mı vahim olurdu?”
şeklindeki sözlerim, bugün eli kolu bağlı halde yorumcunun insafına
kalmış zavallı bir metin gibi oracıkta duran Kur’an’ın başına gelen
yorum faciasına ya da kısaca Kur’an metninin başına kıyamet kopmuş
olmasına yönelik tepkimin ve aynı zamanda “Yaşayan Sünnet”i
itibarsızlaştırma anlayışına karşı serzenişimin dramatik bir ifadesidir.
Bununla birlikte, beşer/insan olmam hasebiyle hata ile malulüm. Bu
yazıya mevzu teşkil eden sözlerimde olduğu gibi maksat ve meramımı
yanlış anlamalara mahal verecek şekilde organize etmiş olabilirim. Hatta
kimi zaman maksadını aşmış sözler söylemiş de olabilirim. Ancak hatamı
fark ettiğimde özür dilemekten ictinap etmem, bilakis içtenlikle özür
dilerim. Üstelik bunu insani ve ahlaki bir erdem bilirim. Bahis konusu
sözlerim, bizzat o konuşmada da dile getirdiğim üzere kışkırtıcı,
provokatif algılanabilir. Bu durum özrü mucipse, provokatif üslubumdan
dolayı özür dilerim. Fakat son bir not olarak şunu da belirtmek isterim:
Bunca yılını “Kur’an bugün daha sağlıklı ve sahici şekilde nasıl
anlaşılır?” sorusu etrafında zihnen didinmekle tüketmiş ve Allah izin
verdiği sürece bundan sonraki ömrünü de tefsir çalışmasına vakfetmiş bir
müslüman evladını yine kendisi gibi bazı müslüman evlatlarının,
“Falanca, Kur’an günümüze bilindik kitap formatında gelmeseydi iyi
olurdu, dedi” şeklindeki müevvel bir ifade üzerinden yargılayıp
hidayetten nasipsizlikle suçlamak, rûz-i mahşerde iyi hal kâğıdı almakta
ciddi problem çıkaracak bir ahlak sorunudur. Vallâhu a’lem.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Ocak 2020
Diyanet, TOKİ, Faiz
Din
İşleri Yüksek Kurulu, “TOKİ tarafından uygulanan Sosyal Konut
Projesinin dinî hükmü nedir?” şeklindeki bir soru üzerine şöyle bir
fetva yayınladı: “İslam’da faiz kesin olarak haram kılınmıştır. Bir
zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak
veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya
bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir.
TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya
orta gelirli vatandaşlarına yönelik olarak ürettiği bir sosyal konut
projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları
vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki
amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki
vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla,
devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı
tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu
projeden yararlanmak caizdir.”
Bu fetva kamuoyunda “Diyanet faizli
işlemlere cevaz verdi” şeklinde yorumlanınca Diyanet İşleri Başkanlığı
şu açıklamayı yaptı: “Kurulumuz, halkımızla paylaştığı görüşünde,
öncelikle faizin kesin olarak haram kılındığını, konut veya araç satın
almak için faizli kredi kullanmanın caiz olmadığını çok açık ve kesin
bir dille belirtmiştir. Bahse konu projenin, kira ödediği takdirde
asgari geçimini zorlukla sağlayan ve ev sahibi olabilmek için faizsiz
ödünç borç bulamayan alt veya orta gelirli vatandaşlara yönelik üretilen
bir sosyal proje olduğu kanaatine ulaşmış ve bu projeden yararlanarak
ev sahibi olmanın, dinen haram kılınan faizli işlem kapsamında
değerlendirilmeyeceği sonucuna varmıştır.”
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun TOKİ projesi
kapsamında alt gelir grubundaki vatandaşların ev sahibi olmak için kamu
bankalarından kredi kullanmalarını Kur’an’da yasaklanan riba ve ribalı
işlem kapsamında değerlendirmemesi bize göre isabetlidir. Zira Kur’an’da
yasaklanan riba (cahiliye ribası) ile bugünkü bankacılık sisteminde
binbir türüyle cari olan “faiz”i özellikle meşhur “altı mal hadisi”nden
hareketle gelişigüzel biçimde aynileştirmek pek mümkün değildir. Hele de
“Buğdayla buğday, misli misline vesaire” diye başlayıp ardından son
derece iğreti benzerlikler kurarak bugünkü mevduat veya kredi faizini
“riba”ya eşitlemek, tabir caizse şaka gibidir. Çünkü 1400 küsur yıl
öncesinin Medine pazarındaki piyasa, para, ticaret, iktisat
ilişkilerinin o günden bugüne çok köklü paradigmatik evrimler geçirdiği
izahtan varestedir. Bu mesele bir tarafa, Kur’an’da yasaklanan riba
bugün “yeraltı tefeciliği” denen sistemdeki uygulamaya benzer şekilde
cari olan mürekkep faizdir ki buna “temerrüt/gecikme faizi” de
denilebilir. Öte yandan, riba, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki ekonomik
şartlar mucibince tefeci zenginlerin yoksul ve/veya ihtiyaç sahibi
insanlara verdiği borçlarda cereyan eden bir şeydir. Oysa modern
bankacılık sisteminde çoğu kez zenginler kredi kullanan, küçük tasarruf
sahipleri ise bankadaki mevduatlarıyla zenginleri fonlayan kimseler
mesabesindedir. Öte yandan, riba, düpedüz bir sömürü aracı olarak mevcut
borcu geri ödenmesi zor bir borçtan imkânsız bir borca dönüştürerek
uzun vadede borçluyu alacaklısının müesses manada köleleştirmesi gibi
vahim bir sonuç doğurur. Modern bankacılık sisteminde ise hukuki
süreçlerle borcun tahsiline çalışılır.
Bütün bunlar bir tarafa, Kur’an’ın nazil
olduğu dönemden itibaren başta İbn Abbâs olmak üzere Zübey b. Avvâm,
Talha b. Ubeydillah ve Abdullah b. Zübeyr gibi birçok sahâbînin riba
konusunda alan ve kapsamı son derece dar tuttukları ve ilk akitte
belirlenen fazlalığı haram saymadıkları malumdur. Hatta Zübeyr b.
Avvâm’ın bugünkü bankacılık sistemindeki uygulama gibi iktisadi alanda
işletmek üzere insanlardan mevduat toplayıp bir nevi faiz dağıttığı
bilgisi de İslâmî kaynaklarda kayıtlıdır. Öte yandan, modern dönemde
Abdülaziz Çâvîş, Reşid Rıza, Devâlibî, Senhûrî, Mansurizade Said,
İzmirli İsmail Hakkı, Fazlur Rahman gibi birçok müslüman ilim-fikir
adamı Kur’an’da yasaklanan ribanın katlı veresiye faizi olduğunu, buna
mukabil ilk akitteki fazlalığın/faizin “riba” kapsamında yer almadığını,
dolayısıyla klasik kaynaklarda “zannî faiz” diye de adlandırılan
fazlalık faizinin ihtiyaç hâlinde caiz olduğunu belirtmişlerdir. Bu
âlimlere göre Kur’an’da yasaklanan riba bugün “mürekkep faiz”e karşılık
gelen câhiliye ribasıdır. Bunun dışındaki faiz türleri, bizatihi haram
olduklarından değil, söz konusu ribaya sevk etme riskinden dolayı
önleyici tedbir (sedd-i zerâi) babında yasaklanmıştır. Dolayısıyla
şartlar ve ihtiyaçlar icbar ettiğinde, bunlarla ilgili cevaz kapısı
açıktır.
Hülasa, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun
bahse konu fetvası “TOKİ için kredi kullanma” kısmıyla doğrudur; fakat
diğer kısmıyla iç tutarlılıktan yoksundur. Fetva metninde bir taraftan,
“İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş
veya bankalardan alınan faizli krediler haram kapsamında olup caiz
değildir” [Not: Kurul’daki zevatın anılan ihtiyaçlar için banka kredisi
kullanıp kullanmadıkları ciddi merak konusudur] ifadesine yer verip,
ardından, “TOKİ projesiyle ev sahibi olmak için kamu bankalarından
faizli kredi çekmek caizdir” mealinde bir ifade eklemek iç
tutarsızlıktan öte, ilkesizlikle maluldür. Dahası, talimata mebni olarak
operasyonel şekilde ve fakat kerhen tanzim edilmiş olması muhtemel
görünen bu fetva metni Yahudilerin faiz anlayışlarını anımsatır
tarzdadır. Zira Yahudiler, faizli işlemleri kendi aralarında haram
sayarken Yahudi olmayanlardan faiz almanın cevazına, hatta lüzumuna
hükmetmişlerdir. Kendi dinî metinlerinde “yılan sokması”na
benzetilmesine rağmen, Yahudiler uygulamada faizli işlemler neticesinde
ortaya çıkan hasılata odaklanmış ve hasılat kendileri açısından lehte
tahakkuk ettiğinde caiz, aleyhte tahakkuk ettiğinde ise “lâ yecûz”
saymışlardır. İlginçtir, Diyanet de bir devlet kurumu olarak faizli
işlemi resmi/sosyal TOKİ projesiyle ilgili bir lüzuma mebni olarak caiz
sayarken, sivil vatandaşın kendi ihtiyacını karşılamak için kredi
kullanmasını “lâ yecûz” saymıştır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Ocak 2020
Dinî Düşünce Alanında "Laçkalaşmış" Bir Kavram Olarak Gelenek
Günümüz
Türkiye’sinde herhangi bir dinî meselenin konuşulup tartışılmasında
karşımıza çıkan ve doğru olduğuna kesin inanılmış bir görüşün çoğu zaman
makbullük referansı olarak kodlanan kavramların başında “gelenek”
gelir. Dinî alanda tartışmaya açılan her meselede “eski” olandan yana
pozisyon alan ve “yeni” olan her şeyi modernlikle irtibatlandırarak
basbayağı sapma (inhiraf) olarak tanımlayan pek çok kimse için gelenek
denen şey “ezelî ve ebedî bilgelik” ya da “hikmet-i hâlide”dir. Bu
anlayışta, geleneğin ve geleneksel kabulün bugünkü dünya ya da şimdiki
zaman için gerçekten anlamlı bir şey ifade edip etmediği
sorgulanmaksızın, son derece romantik bir yaklaşımla “gelenek” adeta
fetişleştirilir. Bu noktada, ister istemez, Jaroslav Pelikan’ın “The
Vindication of Tradition” kitabı üzerine yapılan bir mülakatta
söylediği, “Gelenek ölmüşlerin yaşayan ruhudur; gelenekçilik ise
yaşayanların ölmüş ruhudur” şeklindeki çarpıcı söz akla gelir.
Bu çerçevede gelenekçilik, “gelenek”
addedilen şey her neyse onu alabildiğine mutlaklaştıran, hatta kimi
zaman kutsallaştırma noktasına kadar varan, keza şimdiki zamanın gerçek
dünyasını başlı başına sorunlu sayan ve buna bağlı olarak sımsıkı
biçimde “geçmiş”e sarılan bir zihniyete karşılık gelir. Ancak bu
zihniyette, kendisine paha biçilmez bir değer yüklenen geleneğin hangi
gelenek olduğu çok açık değildir. Çünkü tarihten günümüze intikal eden
bir tek gelenek yoktur; aksine birçok gelenek ve gelenekler mevcuttur.
Ayrıca gelenek denen şeyin kendi karşıtı için bile referans noktası
teşkil ettiği malumdur. İşte tam bu noktada, kendini geleneğin yanında,
“modern”in ve “modernsit”in karşısında konumlandıran gelenekçi zihniyet,
bugün neyin doğru olduğuna kanaat getirmiş ya da neye inanmışsa, o
kanaat ve inancı teyit eden bir gelenek aramaya koyulur. Hâl böyle
olunca, geleneklerden gelenek seçmek veya ihtiyaç duyulan gelenek
tarihsel geçmişte bulunamamışsa “icat” etmek ve şimdi icat edilen
yepyeni şeye “gelenek” demek gibi bir durum ortaya çıkar.
Bu durum “gelenek” kavramının basbayağı
laçkalaşması durumudur. Bugün sayısız örneğine tanık olunduğu üzere dinî
meselelerle ilgili tartışmalarda kendini gelenekten yana konumlandıran
pek çok kişinin yaptığı şey, doğru olduğuna inandığı görüş ve anlayışa
dair öne sürdüğü argümana gelenek etiketi yapıştırmasıdır. Buna göre
gelenek, “Biz neyi tasvip ve tensip buyurursak, gelenek odur” gibi bir
anlam taşır. Burada anlatmaya çalıştığımız durumun daha iyi
anlaşılabilmesi için Kur’an’daki bir ayetin farklı anlam ve
yorumlarından örnek vermek faydalı olur. Sâd suresi 33. ayetteki
“fetafika meshan bi’s-sûki ve’l-a’nâk” ifadesi, tefsir geleneğinde
özellikle dilci müfessirlerin hemen hepsi tarafından, kısaca, “Süleyman
atların bacaklarını ve boyunlarını kesti” diye yorumlanır. Sahabe ve
tâbiînden gelen rivayetler de aynı doğrultudadır. Ayrıca Yahudi
tarihinde Yeşu ve Davud’un da atları kestirdiklerine dair anlatılar
mevcuttur. Bunun arka planında, muhtemelen, düşmanlarına ait atlı savaş
arabalarının altında ezilmişliğe dair trajik hatıralar vardır. Her
neyse, söz konusu ayet erken dönemlerde müfessirlerin kahir
ekseriyetince “Süleyman atları kesti” diye yorumlanırken, bugün bu
yorumu tercih etmek, bir araştırmacının “Hz. Süleyman Kıssası ve Atlar
Kıssası” adlı yazısında bize atfen dediği gibi, gelenek ve gelenekçilik
değil, modernistlik sayılır.
Bu ilginç örnekten de anlaşılmış olacağı
üzere bugün gelenek denen şey, dileyenin dilediği gibi içini doldurduğu
bir şeydir. Yazının başlığında gelenek kavramına izafe ettiğimiz
laçkalaşma işte tam da bununla ilgilidir. Özellikle Kur’an ve tefsir
araştırmalarında geleneğin laçkalaşmasındaki temel faktörlerden biri,
Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın temsil ettiği neo-selefîliğin
“modernist hassasiyetlerle gelenekçilik savunusu” şeklinde tezahür eden
bir zihniyete vücut vermesidir. Daha açıkçası, bugünkü gelenekçilerin
pek çoğu, farkında olarak ya da olmayarak neo-selefî düşüncedeki
İsrâiliyyât antipatisinden hareketle iyi gelenek-kötü gelenek şeklindeki
ayrımı kanıksamış ve dolayısıyla birçok gelenek içinden bir tek gelenek
seçmeyi gelenekçilik olarak algılamaya başlamıştır.
Günümüz gelenekçiliğinde, “gelenekler
içinden tek gelenek seçmek ve sadece bunu tek makbul gelenekmiş gibi
göstermek” şeklinde tezahür eden operasyonelliğe dair Kur’an’daki
“zebîh” (kurbanlık evlat) kıssasını anlama ve yorumlama şekli örnek
verilebilir. Bilindiği üzere Kur’an’da Hz. İbrahim ve “kurbanlık”
(zebîh) evladıyla ilgili bir kıssa yer alır. Ancak kurbanlık evladın Hz.
İshak mı yoksa Hz. İsmail mi olduğu meselesi tartışmalıdır. Klasik
tefsir kitaplarına, sözgelimi Kurtubî’nin el-Câmi’ li
Ahkâmi’l-Kur’ân’ına bakıldığında, sahabe devrinden itibaren erken
dönemlerdeki müfessirlerin büyük çoğunluğunun “Kurbanlık evlat
İshak’tır” görüşünü savunduklarına dair çok açık ifadelerin bulunduğuna
şahit olunur. Ancak bugün herhangi bir gelenekçinin “erken dönem tefsir
geleneğindeki hâkim görüş, kurbanlık evladın Hz. İshak olduğu
yönündedir” dediğine şahit olmanız pek mümkün değildir. Çünkü çağdaş
gelenekçimizin bugün doğru kabul ettiği şey, yegâne doğru olduğu için,
gelenekteki başka bir görüş sahabe ve tâbiîn tarafından benimsenmiş olsa
dahi makbul gelenek değildir, hatta salt gelenek bile değildir. O
halde, bugünkü gelenekçilik, “Biz ne diyorsak o” gelenekçiliğidir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Ocak 2020
Tefsire Adanmış Bir Ömür: İsmail Cerrahoğlu
Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu... İlahiyat akademyasında bu ismin karşılığı, Arapça tabirle
“Ebü’t-Tefsîr”dir (Tefsirin Babası). 1949 yılında kurulan Ankara
İlahiyat Fakültesi’nde tefsir, hadis gibi temel İslam bilimleri alanında
kürsü kuracak bir tek akademisyenin bulunmadığı alacakaranlık
zamanlarda Bosna-Hersekli âlim Prof. Dr. Muhammed Tayyib Okiç’in (ö.
1977) 6 Mart 1950 tarihinde sözleşmeli profesör olarak bu fakültede
göreve başlamasıyla birlikte Türkiye İlahiyat camiasında tefsir
akademyasının ilk tohumları da toprağa düştü. İşte bu ilk tohumlardan
biri, İsmail Cerrahoğlu hocamızdı. Naçizane kanaatime göre klasik İslam
ilim geleneğindeki tefsir müktesebatını akademik dünyaya tanıtma
hususunda Cerrahoğlu hocamızın ortaya koyduğu ilmî çaba her türlü
takdirin fevkindedir. Ancak hocamızın kendine bir nevi hayat felsefesi
edindiği mütevazılık ve münzevilik, ilmî ve akademik alanda ortaya
koyduğu büyük emekler ve eserlerin hakkıyla takdir edilememesine
sebebiyet verdi, denilebilir. Bununla birlikte, Sakarya İlahiyat
Fakültesi Tefsir anabilim dalı öğretim üyelerinden Doç. Dr. Gökhan
Atmaca ve Doç. Dr. Ali Karataş tarafından yayıma hazırlanan ve geçen
günlerde Fecr Yayınları tarafından yayımlanan “Tefsire Adanmış Bir Ömür:
İsmail Cerrahoğlu” adlı eser, münzevi hocamıza yönelik vefa borcumuzun
ifasına dair küçük ama değerli bir katkı olarak görülebilir. Bu
vesileyle, eserin ortaya çıkmasında emeği geçen tüm hocalarımıza hem
şahsım hem tefsir akademisyenleri adına teşekkürlerimi arz ederim.
2003 yılında İsmail Cerrahoğlu hocamızla
gerçekleştirilen bir söyleşide Prof. Dr. Ömer Özsoy’un, “Hocam, izniniz
olursa, yirmi yılı aşan muarefemize dayanarak, sizi vasfettiğini
düşündüğüm üç kelime zikredeceğim: İhtiyat, teenni, inziva... Bildiğimiz
kadarıyla, zât-ı alinize Diyanet İşleri Başkanlığı teklif edildi, kabul
etmediniz; Din İşleri Yüksek Kurulu’na seçildiniz, gitmediniz; Erzurum
tecrübesi dışında idari görevlerden de ictinap ettiniz; hatta sempozyum,
konferans türü etkinliklerde de hep geri durdunuz. Bunun özel bir
nedeni var mı?” şeklindeki sorusuna Cerrahoğlu Hocamızın verdiği şu
cevap calib-i dikkattir: “Ben girgin biri değilim, ya girişken
olacaksın, ya arkanda birilerinin durması gerekiyor ya da maddi bir
gücün olması lazım ki sonuç alabilesin. Benim güvenecek bir dayanağım,
sebebim yok; günlük kazanıp günlük yiyoruz. Şahsi kusurlarım da
olabilir. Mesela şunu itiraf edeyim: Ben idareci olamam. İdareci,
icabında kırıcı olacaktır, icabında hislerini katmayacak işine, otoriter
olacak. Böyle yapamayacaksan, görevi reddeceksin; bu işleri ehline
vermek lazım; ehli değilsen yapamazsın.”
Cerrahoğlu Hocamızın bürokrasiden ve
siyasetten birçok cazip teklif almasına rağmen ilim adamlığından hiç
vazgeçmemesi, tefsir alanında “hocaların hocası” olmasına ve birçok
çalışmaya ilk kez kendisi imza atmasına rağmen adeta münvezi halde
yaşamayı tercih etmesi, bende hep derin hayranlık uyandırdı. Bu
hayranlık bürokrasi ve siyaset gibi alanlara hiç zaman merak duymamamda
çok etkili oldu... Ne yazık ki lisans, yüksek lisans ve doktora
aşamalarının hiçbirinde Cerrahoğlu hocamızın öğrencisi olamadım, bir kez
dahi rahle-i tedrisinde bulunamadım. Ancak Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde öğrenci olduğum 1980’li yıllardan itibaren
hocamızın “Tefsir Usûlü” (TDV Yayınları, Ankara 1983) adlı eseriyle
adeta yatıp kalktım. Hemen her satırının altını çizerek defalarca
okumamdan dolayı eseri adeta pörsüttüm ve fakat akademik hayata intisap
ettikten sonra birçok öğrencime de gösterdiğim üzere kütüphanemin mutena
bir köşesinde hep sakladım.
Cerrahoğlu Hocamızın akademik hayatta
kendime prensip edindiğim çok önemli bir vasfından özellikle söz etmem
gerekir. Bu vasıf, hocamızın kendi doğrusunu tek mutlak hakikat olarak
görmemesi, doğru bildiği fikri talebelerine dikte etmemesi, dolayısıyla
genel fikir örgüsüne katılmadığı veya en azından bazı rezervler koyduğu
tez, makale gibi ilmî çalışmaları peşinen reddetmemesidir.
Danışmanlığını yürüttüğü birçok tezdeki fikir muhtevası ile hocamızın
Kur’an ve tefsirle ilgili genel düşünce tarzı mukayese edildiğinde, bu
husus çok daha iyi anlaşılabilir. Değerli Hocamızın ilmî ve akademik
alandaki özgürlükçü tavrı, her şeyden önce güçlü bir karakter ve
özgüvene sahip olması, dolayısıyla kompleks, kıskançlık gibi arızalı
duygularla hemen hiçbir psişik irtibatının bulunmamasıdır. Ne var ki
yüksek lisans ve doktorasını hocamızın danışmanlığında tamamlayan birçok
tefsir akademisyeninin bu özgürlükçü tutumu daha ileri bir noktaya
taşıması beklenirken, çok daha geriye çekmiş olması ve bunun böyle
olduğuna dair sayısız somut delil/şahit bulunması, gerçekten üzücü bir
durumdur. Bu durum bir yönüyle “Boynuz kulağı geçti” sözünün aksine
boynuzun kulaktan kısa kalması, diğer bir yönüyle de ilmî ve akademik
alandaki yetersizliğin ciddi bir kompleks illetine yol açması ile
alakalıdır.
Bahsi geçen söyleşide “Çok iyi durumda
değilim; biliyorsunuz, bazı sağlık problemlerim var; cemaatin önüne
geçip imamlık yapamıyorum, çünkü derin nefes alamıyorum. Bu ve çeşitli
sebeplerden dolayı kütüphaneyi bile dağıttım... Fişlerim, notlarım
dağınık vaziyette; çoğu kaybolmuş. Biraz da manevi yönden yıkılmış,
yorulmuş durumdayım. Bilmiyorum ne olacak?” diyen İsmail Cerrahoğlu
Hocamıza sağlık ve huzur içinde geçecek bir uzun ömür diliyorum. Cân-ı
gönülden duam ve niyazım o ki Cenâb-ı Hak hocamızın dertlerine deva,
hastalıklarına şifa versin; kalan ömründe hayat yorgunluğunu unutturacak
güzellikler yaşamayı nasip etsin. Tefsir alanında bize öncülük eden
münzevi Hocam’a şükran ve minnet borçluyum. Biz kendisinden razıyız;
Cenâb-ı Hak da razı olsun.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ocak 2020
Gürültücüyüz, Vesselam...
Hâl-i
hazırda kavga gürültüden pek rahatsızlık duymayan, hatta belki de
bundan basbayağı zevk alan şizofrenik bir toplum görüntüsü vermekteyiz.
Dahası, İsa’yı çarmıhta görmekten adeta keyif alır haldeyiz. Huzur,
sükûn, sessizlik bize batıyormuş gibi bir hisse sahibiz. Acaba eski
zamanlarda da böyle miydik? Mesela, 1980’li yıllarda da böyle bir ruh
hâline mi sahiptik? Hatırlayabildiğim kadarıyla, o yıllarda sanki daha
sakin ve sessiz bir yaşamı arzular haldeydik. Çünkü o yıllarda hayat
bugünküne nispetle çok daha sakin, adeta “slow motion” (ağır çekim)
tarzında bir akış rejimine sahipti… Bu yüzden, o yıllara ait müzikler
bile adrenalini yükselten hızlı ritme değil, sevgi ve şefkat duygusunu
besleyen yavaş ve sakin melodiye göre şekillenirdi. O yıllardaki
sevgiler ve aşklar da hayli ağırdan yaşanır, heyecanlar kontrol altına
alınır, samimi ve sıcak birliktelikler uzun süre korunup kollanırdı.
Yine o yıllarda insanlar birbirlerini “dinleme”yi insânî-ahlâkî edep ve
erkândan sayardı.
Peki, şimdilerde bize ne oldu da
“dinleme”yi adeta hepten unutup dur durak bilmeksizin konuşmaktan ve
hemen her fırsatta gürültü patırtının ortasına dalmaktan adeta büyük
keyif alan bireyler haline geldik? Acaba insan tabiatı dinlemekten
ziyade, konuşmaya mı ayarlı? Kanımca, insan fıtrî olarak her ikisine de
ayarlı; ancak dinleme ayarı bozulmuş durumda… Dinlemeyi unutup gürültü
patırtının şehvetine râm olmamızda belirleyici rol oynayan en önemli
faktörlerden biri, hayatın geçmiş yıllara göre çok daha hızlı akıyor
olması ve bu hızlı akışın insan ruhunda huzur ve sükûneti örseleyen çok
güçlü bir gerginlik yaratmasıdır. Özellikle İstanbul’da yaşamak, “paşaya
kelle yetiştirmek” deyiminde ifadesini bulan bir aciliyet, telaş ve
panik halidir. Sabahın köründe sokağa adım atan hemen her İstanbullu o
andan itibaren sürekli olarak bir şeye ya da bir yere yetişmenin derdine
düşmüş haldedir. Çünkü İstanbul kendisine hem nakit hem vakit
yetiştirilmesi pek mümkün olmayan bir fenomendir. Özellikle vakti sünger
gibi soğuran bir yaşam kültürünün insan ruhunda yaratacağı en güçlü
tesir, daimi stres, gerginlik, tahammülsüzlük olsa gerektir.
Kavga gürültü kültürü siyaset sosyolojisi
açısından da ele alınmayı fazlasıyla hak eden bir konu olmakla birlikte
biz konunun bu yönüyle ilgili analizleri erbabına havale etmenin daha
isabetli olacağı kanaatindeyiz. Dinlemekten adeta nefret eder bir toplum
haline gelmemizin temel sebeplerinden biri de sosyal medyanın ürettiği
gevezelik, edepsizlik, lüzûcîlik, Yahuda İskaryotluk ve aynı zamanda
malumatfuruşluk ve ukalalık kültürüdür. Gerçi her birimizin gerçekte kaç
paralık insan olduğunu belgelemek gibi büyük bir işlev de gören sosyal
medya mecralarında üretilen gevezelik, konuşma değil, yazma
gevezeliğidir. Fakat sonuçta gevezelik, ister sözlü ister yazılı
versiyonu olsun, dinlemeyi imkânsız hâle getiren bir illettir.
Kanımca, toplumsal bünyedeki yüksek
gerilimi çok büyük oranda azaltacak ve kavga gürültü kültürünü büyük
ölçüde sonlandıracak formül, dinlemek, dinlemeyi öğrenmektir. Bu
satırları okuyan pek çok kişi “dinleme”nin çok basit bir şey olduğunu
düşünebilir; fakat ne ironiktir ki hayatta hayli zor ve çetrefil olan
şeyler, ilk nazarda çok basit görünen şeylerdir. Bizim bugün dinleme
zannettiğimiz şey, çoğu zaman karşımızdaki insana en azından misliyle
cevap yetiştirmek için konuşma sıramızı beklemekten, sıramız geldiğinde
de mermi gibi kullanacağımız kelimeleri zihnimizde organize etmekten
başka bir şey değildir. Yine bizim bugün dinleme zannettiğimiz şey, çok
boyutlu değil, seçerek dinlemektir. Aslında bu, dinlemekten öte,
muhatabın sözlerinden ona karşı kullanmak üzere silah tedarik etmek gibi
bir zalimliktir.
Dinleme arızasını onarma konusunda empati
(duygudaşlık) çok büyük bir imkân gibi görülebilir; fakat empati denen
şey, çoğu zaman reel karşılığı olmayan bir şeydir. Çünkü başta cinsiyet
olmak üzere zeka, eğitim, kültür, inanç ve ideoloji gibi farklılıklar
empati denen imkânı en başından işlevsiz kılabilir. Kaldı ki bir erkeğin
kendini kadın yerine koyup onunla duygudaşlık kurması ne kadar mümkün
olabilir? Beyinleri farklı çalışan iki ayrı cinsin empati yoluyla
kendini karşıt cinsle özdeşleştirmesi, tabir caizse, elmanın “Ben şimdi
armut oldum” demesi gibi absürt bir şeydir.
Naçizane kanaatim o ki
dinlemenin en temel koşulu, insanın her şeyden önce kendini dinlemeyi
öğrenmesi ve bunu ciddi bir ihtiyaç olarak görmesidir. Kendimizi
dinlemeyi öğrendiğimiz takdirde, kendimizi bilmeyi de öğrenmeye
başlıyoruz demektir. Kendini dinlemeyi bilen insan, başkasını dinlemeyi
de az çok öğrenir. Hâsıl-ı kelam, kavga gürültüden hazzeden bir toplum
olmaktan halâs eylemenin olmazsa olmazı, önce kendimizi, sonra başkasını
dinlemeyi behemehâl öğrenmektir. Sorgulamak ve yargılamak için bilmek,
bilmek için anlamak, anlamak için de dinlemek gerekir. Aksi halde kavga
niza ve gürültü patırtı kültürüyle şizofrenik bir toplum olmamız
mukadderdir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Aralık 2019
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)