Başta
Allah olmak üzere insan, toplum, dünya ve eşya ile çok boyutlu
ilişkilerimizle ilgili genel ahlak endeksimiz alarm veriyor. İslam
düşüncesinde en azından Sünnî-Eş’ârî gelenekteki hüsün-kubuh anlayışına
göre ahlak din kaynaklı ve referanslı olmasına, şimdilerde israf
sınırlarına varacak düzeyde din hakkında konuşulmasına rağmen ahlâkî
kemal istikametinde mesafe almak şöyle dursun, umumi bir inkıraz,
inhitat ve tereddi hâlinde olduğumuz aşikâr görünüyor. Bu hâl öncelikle
biz Müslümanlar için yapısal bir probleme işaret ediyor.
Kanımca, problem
öncelikle Allah-kul ilişkisinde kendini gösteriyor. Gözlemlerim ve
tecrübelerimden hareketle diyebilirim ki birçoğumuz, farkında olarak ya
da olmayarak, Allah’a ibadette mükâfat beklentisi ve/veya azap
endişesini esas alıyor. Böyle bir ibadet anlayışı ister istemez
ivaz-garaz, fayda-çıkar mantığını üretiyor. Fıkıh geleneğindeki ağır
formalizm de bu sakatlığı besliyor. Diğer taraftan, sağlam bir
itimat/güven duygusu, derûnî bir keşif olan iman ise genellikle itikatla
(akâid) özdeş zannediliyor. Hâliyle, insanın derûnuna işleyen ve pekâlâ
artıp eksilen bir kalbî amel olmaktan çıkıp, salt zihinde yer eden ve
gerektiği zaman ruhsuz biçimde dile getirilen bir klişeye dönüşüyor; ama
maalesef insanı dönüştürmüyor. İtikat denen şey çok kere aynı dinin
mensuplarını birbirine karşı provoke eden kullanışlı bir aygıt işlevi
görüyor. Kısacası, imanın yerini itikat aldığında salih amel ve ahlâkî
kemal noktasında munkabız olunuyor.
Genel ahlak
anlayışımız söylem düzeyinde her ne kadar transandantal (aşkın, ulvî)
referanslı olsa da pratikte basit yararlar ve çıkarlara karşı ciddi bir
zafiyet ve kırılganlık arz ediyor. Bu noktada Polonyalı çağdaş düşünür
Zygmunt Bauman’ın post-modern etik yaklaşımından söz etmek gerekiyor.
Gerçi Bauman’ın büyük genellemelerine ve indirgemeci önermelerine
ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor; lakin İslâmî hassasiyet izhar eden bazı
yazarların sükseli eleştirilerinde görüldüğü gibi, etiği koyu bir
muğlaklık, müphemlik ve hatta bir tür eyyamcılığa indirgediğini söylemek
de pek insaflı görünmüyor.
Bu meseleyi bir kenara
koyarak Bauman’ın etik hakkında söylediklerini herkesin anlayabileceği
basit bir dille özetlersek, her şeyden önce ahlakta karşılıklığa yer
yoktur, olmamalıdır. İnsan kendisine uygun bir mukabelede bulunulsun
diye ahlaklı davranmamalı, ahlâkî ilişkide koşulsuz sorumluluğu esas
almalıdır. Ahlakta sözleşme de olmaz, rasyonellik de aranmaz. Bu yüzden
de ahlâkî ilişkide ivaz-garaz olmaz. Ahlâkî benliğin temel özelliği her
zaman yeterince ahlaklı olmadığı kuşkusunu taşımasıdır. Ahlâkî benlikte,
ne yapılması gerektiğini bilmekten öte, onu yapma yönündeki iç gerilim
esas olmalıdır.
Ahlak, “daha iyi” olma
anlamında varlıktan önceliklidir. Ahlak aslında sorumluluk demektir.
Bauman’ın ifadesiyle, “Ben sorumluluğumu üstün bir gücün, örneğin
cehennem korkusuyla zorlayan bir ahlak kuralının ya da hapis korkusuyla
zorlayan bir yasanın emriyle yüklenmem, sorumluluğum bir yük olmadığı
için, onu bir yük olarak taşımam. Kendimi bir özne olarak
yapılandırırken sorumlu hale gelirim. Sorumlu hale gelmek kendimi bir
özne olarak yapılandırmaktır.”
Bu sorumluluk
karşılıksız ve koşulsuzdur; karşılık verip vermemek ise benim değil,
ötekinin sorunudur. Bu bakımdan ahlak bir bakıma aşkı anımsatır. Çünkü
aşk, Mevlana’ya izafe edilen şu sözde ifadesini bulan bir duygudur:
Aşkta karşılık beklemek olur mu? Buna düpedüz aşkı ile alışveriş yapmak
denir. İnsani diye bahsedilen muhabbette bile, “Ben onu seviyorum ama o
da beni sevsin” diyorsan buna aşk demezler. Sen gerçekte onun tarafından
sevilmeyi seviyorsun. “O bana ne verir?” diye değil, “Ben ona ne
verebilirim?” diye düşündüğün zaman aşk olur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Ekim 2016