Kudüs,
milattan önce 1000-900 yılları arasında yaşadıkları kabul edilen Hz.
Davud ile oğlu Hz. Süleyman’ın İsrail kralı olarak hüküm sürdükleri
döneme kadar Yahudilerin kutsal tarih envanterinde önemli bir yere sahip
değildir. Ta ki Hz. Süleyman’ın inşa ettiğine inanılan mabetle (Bet
ha-Mikdaş/Beytü’l-Makdis) birlikte şehir çok farklı bir anlam kazanmış
ve bilhassa milattan önce VI. yüzyılın sonlarında Babil kralı
Nabukadnezzar’ın (Buhtunnasr) şehri yakıp yıkması ve İsrailoğulları’nı
Babil’e sürgün etmesinden sonra bir bakıma kızıl elma gibi algılanmaya
başlamıştır. MÖ 538’de Pers kralı Büyük Cyrus’un (Zülkarneyn?) Babil
esaretini sona erdirmesinden Hz. İsa’nın dünyaya geldiği tarihe kadar
sayısız savaş, işgal ve isyana sahne olan Kudüs MS 638’de Müslümanlarca
fethedilinceye kadar yine birçok savaş, işgal ve yıkım görmüştür.
***
Kudüs I. Haçlı
seferine katılan ordularca 1099 yılında işgal edildiğinde insanlık
tarihindeki en korkunç katliamlardan birine de sahne olmuştur. Haçlılar
şehri ele geçirdiklerinde burada yaşayan tüm Yahudiler ve Müslümanları
hunharca katletmişlerdir. Bu katliamın görgü tanıklarından biri olan
tarihçi Raimundus mabetlerin bulunduğu bölgeye giderken cesetlerin ve
diz hizasına kadar yükselen kan göletlerinin içinden geçmek zorunda
kaldığını söylemiştir. Kudüs’teki farklı dinlere ve etnisitelere mensup
halkların rahat yüzü gördükleri zaman dilimlerinin önemli bir kısmı
Müslümanların buraya hâkim oldukları dönemler olarak tarih kayıtlarına
geçmiştir. Gerek Hz. Ömer dönemindeki fetihten Haçlı istilalarına kadar
geçen 461 yıllık zaman diliminde, gerekse Osmanlıların hüküm sürdükleri
dört asırlık dönemde Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman halklar birbirlerini
kırmak yerine bir arada yaşama tecrübesine tanıklık etmişlerdir.
Hem Yahudilerin Tanah
diye anılan kutsal kitap koleksiyonlarında hem İncillerde ve hem de
Kur’an’da (İsrâ 17/4-7) belirtildiğine göre Kudüs’ün çok kere savaş,
işgal, yıkım ve kan revan şehri olmasının temel sebebi
İsrailoğulları’ndaki fesat ve nifak bağımlılığından başka bir şey
değildir. Hz. İsa’nın yobazlık ve nifakçılıkla nam salan Yahudi din
bilginlerine (Ferîsiler) laf anlatmaya çalışırken söylediği, “Ey Kudüs!
Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs! Tavuğun
civcivlerini kanatları altına toplaması gibi ben de kaç kez senin
çocuklarını toplamak istedim; ama siz istemediniz” (Matta 23/37) sözü
dahi tek başına fesat bağımlılığı konusunda yeterli bir fikir verir.
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği dönemden bugüne değin Kudüs yine
kanayan bir yaradır. İslam dünyasındaki genel kabule göre bu yarayı
Siyonistler kanatmıştır. Oysa Siyonizm sorunun sadece bir parçasıdır;
belki esas sorun Yahudilerin kendilerine yönelik algısıdır. Tarih
boyunca dur durak bilmeksizin fesat üretmenin kaçınılmaz sonucu olarak
maruz kaldıkları yıkımlar ve acılar Yahudileri nefret ve şiddetten
beslenir hâle getirmiş ve bu patolojik hâl Yahudi teolojisine de önemli
ölçüde renk vermiştir.
Bütün bunlar dikkate
alındığında Filistin ve Kudüs sorununun çözümünde Yahudilerden insaf ve
i’zan beklemenin nafile olduğu kendiliğinden anlaşılır. Sorunun çözümü
büyük ölçüde İslam âleminin bu konuda güçlü bir irade koyup
koyamayacağına bağlıdır. 1969 yılında Kudüs’teki el-Aksâ mescidinin bir
Yahudi tarafından kundaklanması girişimi üzerine kurulan İslam
Konferansı Teşkilatı’nın (İslam İşbirliği Teşkilatı) o tarihten bugüne
kadar Kudüs sorununu çözme yolunda hemen hiçbir önemli adım atmamış
olması, elliden fazla üyesi bulunan bu teşkilat nezdinde temsil edilen
İslam dünyasının gerçekten mevcut olup olmadığı meselesini gündeme
oturtur. Gerçi birkaç gün önce İstanbul’da gerçekleşen olağanüstü zirve
toplantısında bu teşkilatın, “Başkenti Doğu Kudüs olan Filistin
Devleti’ni tanıdığımızı ilan ediyoruz” şeklinde bir karar alması
özellikle psikolojik etki açısından çok önemli ve anlamlıdır. Ancak
teşkilatın böyle bir karara imza atmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
başat rol oynadığı kuşkusuzdur. Bundan sonraki etapta en önemli ve en
kritik mesele, söz konusu kararın Birleşmiş Milletler gündemine
taşınması ve tatbik alanına konulması sürecinde teşkilat üyesi ülkelerin
sıkı durup duramayacakları, küllî bir irade ortaya koyup
koyamayacaklarıdır.
***
Özellikle Suudi
Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı ülkelerin isteksiz
ve ikircikli tutumları kaygı vericidir. Yine bu ülkelerin küçük
hesaplar uğruna ABD güdümünde İsrail ile işbirliğine girip İslam âlemini
satmaları da muhtemeldir. Ne yazık ki İslam dünyası bağ dokusu çok
gevşek bir dünyadır. İslam dünyasındaki, özellikle de Arap âlemindeki
gevşeklik maalesef can yakıcı bir sorundur ve bu sorunun üstesinden
gelinmesi ise başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok İslam ülkesinde
hükümferma olan kabile/aşiret tarzı ilkel yönetim modellerinin bir an
önce tarihe mal edilmesi ve bunların yerine siyaset-devlet düzeyinde
demokrasi, toplum düzeyinde ise insan hakları, adalet, özgürlük ve
çoğulculuk kültürünün yerleştirilmesiyle mümkün olur. Lakin tüm
enerjisini birbiriyle didişmekle tüketen ve kendi değerlerini hoyratça
harcama konusunda da üstün başarı gösteren bugünkü İslam âleminin yakın
gelecekte bu yapısal sorunlarını çözebilmesi maalesef çok zordur. Ama
yine de bu kötü manzaraya rağmen çıkmadık candan ümit kesmemek lazımdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Aralık 2017