Yazmak Zor Zanaat


1980’li yılların başında Giresun İmam-Hatip Lisesi’nde okurken kompozisyon derslerinde çok zorlanırdım. Hiçbir imtihanda doğru düzgün bir kompozisyon yazamazdım. Zihnimi, fikrimi çok zorlamama rağmen yazacak bir şey bulamazdım. Kompozisyon sınavlarındaki düşük notlarımı bilgiye dayalı edebiyat dersi yazılılarına sıkı çalışarak toparlardım. Fakat sonuçta edebiyat+kompozisyon dersini karneye çok iyi düşürmeyi pek başaramazdım. Yazma konusundaki kabz hâlinin okumama ve okumaya hiç merak duymamanın mukadder neticesi olarak yüksek lisansa başladığım 1990’lı yılların ikinci yarısına kadar devam ettiğini hatırlarım. Gerçi üniversitenin ilk yıllarından, yani 1980’li yılların ilk yarısından itibaren okumaya başlamıştım; fakat hiç yazmamıştım. Hoş, yazmak istesem bile niçin ve ne hakkında yazacaktım?

1996 yılında Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Tefsir yüksek lisansına başladım. Yüksek lisansa başlama gerekçem, akademik kariyer yapma hevesi değil, o yıllarda öğretmen olarak görev yaptığım ve birbiri ardınca can yakıcı tecellilerle karşılaştığım memleketim Giresun’dan “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyerek terk-i diyar eylemek, bunun için de kendime tayin vesilesi üretmekti. Evet, Tefsir yüksek lisansına sırf bu yüzden başladım; fakat zaman içerisinde bu işe ısınıp dört elle sarıldım. Ders döneminde sırf vize sınavı yerine sayılmak üzere iki farklı dersten Muhammed Hüseyin ez-Zehebî’nin et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn adlı eserinin ilk cildi ile İzzet Derveze’nin ed-Düstûru’l-Kur’ânî adlı eserinin ikinci cildini tercüme ettiğimi hatırlarım. 

***

Tez aşamasına geldiğimde, danışman hocam klasik dönemlerde yaşamış bir Sünnî müfessirin el yazması hâlindeki tefsirini incelememi istedi. Bunun üzerine İstanbul’a gidip Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki el yazması tefsir kitaplarını araştırdım ve sonunda Muvaffakuddîn el-Kevâşî’nin (ö. 680/1281) et-Telhîs fî Tefsîri’l-Kurʾâni’l-Azîz (Telhîsü Tabsiratü’l-Mütezekkir) adlı tefsirini çalışmaya başladım. Ancak bu tez çalışması yazma konusunda meleke kazandırmadı. Çünkü önümde daha önceden aynı tarzda yazılmış birçok tez vardı ve “Filan Müfessirin Hayatı, Eserleri ve Tefsirdeki Metodu” şeklindeki klişe başlıkla hazırlanan bu tezler genel şablon ve format açısından neredeyse birbirinin aynıydı.

Bu hikâyenin yaşandığı 1998-1999 yılları arasında İslâmiyât adlı ilmî-akademik bir dergi yayımlanmaya başlamıştı. Bir gün bu dergide, “Feminist Söylemde İktidar-Kutsallık İlişkisi ve Dişil Kutsallık Ögesi” (İslâmiyât, cilt: 1, sayı: 2 [1998]) başlıklı bir makale dikkatimi çekti. “Dr. Ev Hanımı” unvanlı Hidayet Şefkatli Tuksal’a ait bu makaleyi ilk okuyuşta tam anlayamadım; ardından ağır ağır bir kez daha okudum. Bu sırada kendi kendime, “Bir ev hanımının yazdığı makaleyi ancak iki defa okuyarak anlıyorsun, durum böyleyken güya lisansüstü ilmî çalışma yapıyorsun” diye söylendim. Ne yalan söyleyeyim, bir kadın yazara ait makaleyi güç bela anlamakla müzekkerliğin/erilliğin şanına halel getirdiğimi düşündüm. Yine kendi kendime, “Ne de olsa biz ‘herif’iz ve en azından toplumsal cinsiyet rolleri açısından kadın cinsinin fevkindeyiz” diyerek maço ruhluluğumuza bir selam çakıverdim. 

***

Her neyse, sanırım 1999 yılının bahar mevsimiydi. Yolum Ankara’ya düştü. Öteden beri ruhsuz, soğuk, gri görüntüsü ve asık suratlı bakanlık binalarının kasvetiyle zihnime kazınan bu şehre yolumun düşmesi ya tayin ya da hastalık ve hastane gibi sıkıntılı işler için olurdu. Nitekim bu sefer de yine crohn hastalığı yüzünden İbn Sina hastanesine gelmiştim. Tahliller çıksın da hekime gösterelim diye hastane koridorlarında zaman öldürmeye çalışırken, birdenbire aklıma Ankara İlahiyat’ı ziyaret fikri geldi. O tarihlerde yüksek lisans yapıyor olmam, bana göre İlahiyat ziyaretini yoldan geçen birinin ziyaretinden az çok farklı ve anlamlı kılan bir gerekçeydi. İlahiyat’a uğramak isteyişim, fakültenin havasını soluma ve hocaları tanıma merakından çok, özellikle Sünnetullah adlı kitabı ile İslâmî Araştırmalar Dergisi’nde yayımlanan “Kur’an Hitabının Tarihselliği…” (cilt: IX, sayı: 1-4 [1996]) başlıklı makalesini okuyup Kur’an tasavvuruna ilişkin bakış açısını tamamen benimsediğim Ömer Özsoy Hoca ile tanışma arzusuydu.

Ömer Hoca ile çok sıcak bir tanışma faslından sonra, “Hocam İslâmiyât’ın bir sonraki sayısı hangi konuyla ilgili?” diye sordum. Aslında bu soru tanışma sohbetini biraz daha uzatmak içindi. Hoca, “Tasavvuf” diye cevap verdi. Tam o esnada, “Hocam, doktora tez konusu üzerine ön araştırmalar yaparken mutasavvıfların zâhir-bâtın mana ayrımlarına dair birçok bilgi fişi topladım” diye bir söz söyledim. Bunun üzerine Hoca, “Sen o fişlerdeki bilgileri makaleye dönüştür ve bana gönder” dedi. Makale yazma teklifini duyunca afalladım. Çünkü ben o vakte kadar makale yazmanın semtine bile uğramamıştım. Oysa şimdi İlahiyat akademyasının en prestijli dergisinde yazmak, hem de kendilerine hayranlık duyduğum Ömer Özsoy ve diğer birçok hocanın makaleleriyle yayımlanacak bir makale yazmak gibi çok büyük bir sürprizle karşılaşmıştım. İtiraf etmeliyim ki Ömer Hoca’nın teklifinden çok onur duymuş ama bir o kadar da korkmuştum.

Devamı haftaya… 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Mart 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder