Ömer Özsoy Hoca
1999 yılının bahar aylarına rastlayan ilk tanışmamız esnasında
“Mustafacım, elindeki bilgi fişlerinden bir makale yaz ve İslâmiyât
dergisine gönder” demişti. Ben bu teklifin heyecanıyla Ankara’dan
Samsun’a döndüğümde, ilk işim makaleye isim koymaya çalışmak oldu.
Epeyce düşünüp taşındıktan sonra, “Tefsirde Zâhir-Bâtın Düalizmi ya da
Tasavvufî Aşırı Yorum” gibi fiyakalı bir isim buldum. Ardından makaleyi
yazmaya koyuldum ama ne mümkün… Elimin altında yüzlerce bilgi fişi var;
fakat onca fişten iki satır yazı çıkmıyor. Bilhassa makaleye giriş bir
türlü olmuyor. Evet, zihnimde epey bir içerik var ama nedense anlamlı ve
tutarlı ifadelere dönüşüp yazıya dökülmüyor. Baktım, böyle olmayacak,
yazmaktan vazgeçtim. Bu kabz hâlinde düşünüp dururken İslâmiyât’ın
önceki sayılarında yayımlanmış bazı makaleleri tekrar okumayı akıl
ettim. Böylelikle ilmî bir makalenin nasıl yazıldığını az çok
öğrenebileceğimi düşündüm. Dergideki bazı makaleleri defalarca okudum.
İçel-Mersin’de öğretmenliğe başladığım seksenli yılların sonlarından
(Ekim 1987) itibaren Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’ni -ki bu
ansiklopedi ilkin fasiküller hâlinde yayımlanmaya başlamıştı- madde
madde okuma alışkanlığımın ne kadar işe yaradığını da o zaman fark
ettim.
***
En nihayet makaleyi göbeğim çatlarcasına
yazıp gönderdim. Bu arada Ankara İlahiyat ve özellikle İslâmiyât
çevresinin “modernist” diye yaftalanan dinî düşünce çizgisinden az çok
haberdardım. Bu yüzden de İslâmiyât’ta makale yayımlamanın başımı
ağrıtıp ağrıtmayacağını öğrenmek için Samsun İlahiyat’taki bazı
arkadaşlardan fikir almaya çalıştım, fakat alamadım. Çünkü o güne kadar
Samsun İlahiyat’taki hiçbir akademisyenin İslâmiyât’ta makalesi
yayımlanmamıştı. Derken, ilk makalem İslâmiyât’ın Tasavvuf konulu
sayısında (cilt: 3, sayı: 3, 1999) yayımlandı. Dergi elime geçtiğinde ne
kadar sevindiğimi asla anlatamam. İkide bir dergiyi elime alıp kendi
makalemi defalarca okudum. Şimdilerde ise en prestijli dergilerde
yayımlanan makalelerimi bile okumaktan yüksünüyorum. Zaman zaman, “Eski
heyecanım neden kayboldu?” diye kendi kendime soruyor ve bu sorunun
cevabını, “Gerçekleştirilmeyen istekler acıya, gerçekleştirilenler can
sıkıntısına dönüşür” diyen Schopenhauer’e kesinlikle hak veriyorum.
Şimdi artık sadece Tefsir çalışmasından haz ve heyecan duyuyorum.
Bu kısa istitrattan sonra 2000’li
yılların başına dönersek, “Tefsirde Zâhir-Bâtın Düalizmi” başlıklı ilk
makalemin İslâmiyât’ta yayımlanması bana çok büyük bir özgüven aşıladı.
Ardından ikinci, üçüncü makaleler geldi ve böylece yazı yazma
konusundaki kabz hâli bast hâline evrildi. O günden bugüne yazdıklarım
yaklaşık otuz kitap, bir Kur’an meali, yüz küsur makale ve elli
civarında tebliğ metnine ulaştı. Ruhuma çöken yorgunluk ve yıpranmışlığa
rağmen -Allah sağlık ve ömür verirse- tefsir çalışmamı tamamına
erdirmek azmindeyim. İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı tefsirinin
son sayfasında yer alan, “Bu eserin telifi otuz dokuz yıl, altı ay
sürdü” ifadesi aklıma geldikçe biraz geç kaldığımı düşünüyorum; ama
tefsirin tamamlanmasına ömür vefa etmese dahi sağlık elverdikçe hiç
durmadan çalışacağımı taahhüt ediyorum.
***
Mensubu olduğum İlahiyat camiasındaki
hâkim kanaat ve değerlendirmeye göre yazı üslubum oldukça sert, sivri ve
eleştireldir. Bu değerlendirmeye hak veriyorum, ama üslubumdaki bu
özellikle ilgili kısa bir izahta da bulunmak istiyorum. Üsluptaki
sertlik ve sivrilik “Üslûb-ı beyan aynıyla insandır” fehvasınca, kişilik
ve karakterimde önemli bir yer tutan aşırı duygusallık, alınganlık, tez
canlılık ve asabilikle yakından ilişkilidir. Hiç şüphesiz bu hallerin
törpülenmesi gerekir. Fakat bugüne kadar törpülemek için ciddi gayretler
sarf ettiğim halde törpüleyemediğim bu hallerimin tam törpüsü teneşirde
gerçekleşecektir. Yazı dilimdeki eleştirelliğe gelince, bu durum bir
yönüyle girintili çıkıntılı düşünme ve buna bağlı olarak problemli ne
varsa hep onları görme vasfımla, diğer bir yönüyle de yirmili yaşlardan
itibaren birbiri ardınca yaşamak ve altından kalkmak durumunda kaldığım
birçok ağır acıdan sonra ister istemez dünya ve hayata bakışta bundan
sonra da pek değişmeyeceğini düşündüğüm koyu karamsarlıkla ilgilidir.
Nitekim öteden beri “İnsanlardan uzak dur ve tek başına yaşa. Böylece ne
halka zulmet ne de zulme uğra” diyen Ebü’l-Alâ el-Maarrî ve “Elimde
olsaydı bu dünyaya gelmezdim…” diyen Ömer Hayyam ile Batı
dünyasından Arthur Schopenhauer ve Franz Kafka gibi karamsar filozoflar
ve edebiyatçıları hem çok sevmiş hem de çok kere hâlet-i ruhiyeme
tercüman oldukları için kendilerini hayırla yâd etmişimdir.
Haftaya devamı yok!
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Mart 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder