Tefsir-Klasik Metin Okumaları 2019/3 | Tefsiru'l-Kurtubi & el-İksîr fî Kavâidi't-Tefsîr - Mustafa Öztürk

Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Marmara İlahiyat'ta yüksek lisans öğrencileri ile yaptığı klasik metin okuma derslerinin üçüncüsü.

Okunan Metin: el-câmi' li-ahkâmi'l-Kur'an (Tefsîru'l-Kurtubî)
Müellif: el-Kurtubî
Bölüm: Nisa Suresi 25. ayet

Okunan Metin: el-İksîr fî Kavâidi't-Tefsîr
Müellif: Necmeddîn Tûfî
Bölüm: el-kısmu'l-evvel

Tefsir - Klasik Metin Okumaları 2019/2 | el-câmi' li-ahkâmi'l-Kur'an - Mustafa Öztürk

Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Marmara İlahiyat'ta yüksek lisans öğrencileri ile yaptığı klasik metin okuma derslerinin ikincisi.

Okunan Metin: el-câmi' li-ahkâmi'l-Kur'an (Tefsîru'l-Kurtubî)
Müellif: el-Kurtubî
Bölüm: Nisa Suresi 25. ayet


Tefsir - Klasik Metin Okumaları 2019/1 | el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an - Mustafa Öztürk

Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Marmara İlahiyat'ta yüksek lisans öğrencileri ile yaptığı klasik metin okuma derslerinin ilki.

Okunan Metin: el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an
Müellif: Suyuti
Bölüm: 44. bölüm, Kur'an'daki Mukaddem ve Muahher İfadeler


Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus


Başlık, çok değerli ve naif bir insan olarak tanıdığım İrfan Özet’in sosyoloji alanında doktora tezi olarak hazırladığı “Fatih-Başakşehir Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus” (İletişim Yayınları, İstanbul, 2019) başlıklı çalışmasından alınmıştır. 21. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Türkiye’de yeni bir egemen blok hâline gelen muhafazakârların kent ortamlarında hayata geçirdikleri habitusun dönüşümünü konu edinen bu çalışmanın ismi ve temel izleği Peyami Safa’nın Batılı modernist orta sınıf seçkin zümre ile geleneksel dindar-muhafazakâr muhit arasındaki çelişkiyi resmeden Fatih-Harbiye adlı romanından mülhem gözükmektedir. Ancak Sayın Özet’in çalışması hem sarf edilen ilmî ve entelektüel emek hem de karşılaştırmalı analiz ve sonuçları itibariyle esaslı bir takdir ve teşekkürü hak etmektedir.

Pierre Bourdieu sosyolojisinin en temel kavramlarından biri olan habitus, bireylerin yaşadıkları çevrede kültürlerinin etkin rolüyle kendi zihinlerinde oluşan temel bilgilerdir. İnsanlar bu bilgi setine göre hayatlarını idame ettirirler. Karar verme aşamalarında habitus belirleyici etmen olarak kendini gösterir. En temelde bireyin dışındaki toplumsal yapıların birey tarafından içselleştirilmesiyle meydana gelen habitus toplumsal bünyedeki bireysel tecrübelerin bir sonucu olmasının yanında bireyin zihnindeki sürekli eğilim ve yönelimleri doğrudan ilgilendiren dil, etnik kimlik, mezhebi aidiyet gibi muhtelif faktörleri de ifade eder.

***

Fatih-Başakşehir üzerine yapılan karşılaştırmalı analiz sonuçlarına göre Fatih’teki dayanışmacı temsillerin görünüm kazandığı alanlar daha ziyade kolektif mekanizmalar etrafında gelişmektedir. Farklı topluluklar dünyası içinde gelişen çeşitli ağların damgasını vurduğu dayanışma üretimleri özellikle 1950 sonrası dönemin mirası olarak varlığını sürdürmektedir. Bu çerçevede sosyal sermaye ağları, sivil toplum kuruluşları, dinî gruplar ve kökene dayalı ağlarla Fatih’te yoğun bir dayanışma üretimi göze çarpmaktadır. Site-kent düzeyinde bir yaşam alanı hüviyetindeki Başakşehir’de ise söz konusu üretimler Fatih’e nazaran daha kurumsal, örgütsel ve profesyonel bir yapıya bürünmüş haldedir.

Kozmopolitan Fatih’teki sosyal sermaye ağları gündelik yaşamın giderek karmaşıklaşan doğası karşısında yerleşik muhafazakârlar için bir nevi korunaklı steril alanlara karşılık gelir. Başakşehir’de ise sosyal sermaye ticari hayata dönük kazanç ve mobilizasyon boyutlarıyla kucaklanır haldedir. Yine Fatih’te sosyal sermaye muhafazakârların gündelik yaşama tutunma aracı iken bu sermayenin Başakşehir’deki değeri ticari yaşamda sağladığı imkân alanlarıyla gelişmektedir. Öte yandan hem Fatih’te hem Başakşehir’de sivil toplum dinamizminin birçok temsiliyle karşılaşılmaktadır. Mesela, İslâmî hareketin ulusal ve uluslararası düzeydeki birçok STK temsilinin genel merkezlerine ev sahipliği yapan Fatih’te başta dinî cemaatler olmak üzere topluluk ağlarının informel boyutları hakim iken, Başakşehir’de sivil toplum kuruluşları formel yapılarıyla ön plandadır. Bu farklılaşmanın ortaya çıkmasında her iki yaşam alanının kendine özgü mekânsal gerçekliği etkin rol oynamaktadır. Öncelikli olarak kent merkezindeki Fatih’e hâkim mahalle hayatı, informel topluluk ağlarının gündelik yaşamın kılcal damarlarına kadar sızabilmesine imkân sağlamaktadır. Bölgedeki konutların özellikle bodrum ve giriş katları bu kapsamda yer alan birçok dinî pratiğe tahsis olunmuş durumdadır. Kur’an kursları, dergâhlar, medreseler, sohbet mekânları gibi bir dizi informel ağ, Fevzipaşa Caddesi’nin her iki yakası boyunca yaygınlık kazanmaktadır. Başakşehir’in site-kent görünümündeki mekânsal kurgusu ise bu tür ağları daha kurumsal ve formel biçimde sınırlandırmaktadır.

***

Habitus dönüşümünde Fatih ve Başakşehir’deki muhafazakârların dışlayıcı kapanma pratikleri de önemli bir göstergedir. Ancak bu iki yaşam alanındaki dışlayıcı kapanma pratiklerinin motivasyonları birbirinden oldukça farklı görünmektedir. Daha açıkçası, Fatih’teki dışlamaların temel motivasyon kaynağı Romanlar, mülteciler ve gayri müslimler gibi belirli toplulukların gündelik hayatın parçası hâline gelmesiyle ilgilidir. Başakşehir’de ise dışlamalar daha ziyade sınıfsal habitus, sembolik sınırlar, homophily (insanın köken, kültür gibi yönlerden kendisine benzeyenlere sempati duyması) gibi site-kent dokusuna uygun bir çerçevede gerçekleşmektedir. Sonuç olarak, habitus dönüşümünün gündelik yaşamdaki en önemli göstergelerinden biri dışlayıcı temelde gelişen kapanma pratiklerinde kendini göstermektedir. Muhafazakâr yaşam alanlarında bir yandan cemaatler, sivil toplum kuruluşları ve parti örgütleri gibi kolektif aygıtlar etrafında dayanışma üretimleri gerçekleşirken, diğer taraftan günümüzde yakalanan iktidar imkânının başat rol oynadığı sınıfsal, kültürel ve psikolojik sıçrama, geniş topluluk bünyesinde dışlayıcı-ayrışmacı dinamiklerin vücut bulmasına yol açmaktadır. Bu noktada, sosyal dışlama olgusunun muhafazakâr habitusta giderek artan yoğunlukta bir dönüşüme işaret ettiği tespitinde bulunmak mümkündür.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Nisan 2019

Tarihselcilik Hisselerimi Devrediyorum


Son aylarda özellikle ismimiz etrafında yürütülen Kur’an ve tarihselcilik konulu tartışmalara, Karar gazetesinin ‘Görüşler’ sayfasında birkaç makale yayımlayarak iştirak eden ve bu makalelerin ilkinde hem tarihselciliği ulvi bir dava gibi sahiplenen hem de “Biz Ehl-i Sünnet tarihselcileriyiz; siz bizi Mekkeli müşriklerden pek farklı bir Tanrı tasavuruna sahip olmayan Deist tarihselcilerle karıştırmayın” diyen bazı arkadaşlar da iştirak etti. Anlaşılan o ki tarihselcilik bu günlerde hayli kıymete bindi. Hem savunanlar hem karşı çıkanlar için tarihselcilik tartışmasına müdahil olmak sanki çok iyi bir yatırım alanı gibi... Ancak benim temel bir prensibim vardır ve bu prensip gereği bir şey ne ölçüde popülerleşmişse, o şeyden aynı ölçüde uzaklaşmam gerekir. Bu yüzden, son zamanlarda tarihselcilik alanına yatırım yapan arkadaşlara sesleniyorum ve bol rant temennisiyle, tarihselcilik alanına ait tüm hisselerimi kendilerine devrediyorum. Ayrıca tarihselcilik fikrini cami avlusunda bulup sahip çıktığım yönündeki sözlerimi geri alıyor ve bu konuda “tekelcilik” yapıp işin tüm kaymağını tek başına yediğim zehabına kapılarak “Asıl tarihselci biziz” diye kaleme sarılan arkadaşlarımı büyük bir endişeye sevk ettiğim için de kendime kızıyorum.

***

Bütün bunlara rağmen tarihselcilik görüşünden vazgeçmediğimi ve Kur’an’ı sağlıklı anlama ve yorumlama konusunda daha tutarlı bir fikrî/ilmî teklifle karşılaşmadıkça bu görüşte ısrar edeceğimi, ancak tarihselcilikte liderlik ve temsilcilik gibi unvanlara göz dikmeyeceğimi belirtmek istiyorum. Bu vesileyle, kendilerini “Ehl-i Sünnet tarihselcileri” diye tanımlayan arkadaşlara tarihselciliğin yorum ve ictihadla değil, vahyin tabiatı ve inzal keyfiyetiyle ilgili bir mesele olduğunu da özellikle hatırlatmak gerektiğini düşünüyorum. Şayet vahiy hem lafız hem mana olarak Allah’a aitse, bu durumda Kur’an vahyinin tarihselliğini iddia etmek iman dairesinden çıkmakla eşdeğer hale gelir. Zira Allah’ın belli bir zaman ve mekana izafesi mümkün olmadığı gibi O’nun kelamının da zamansallığı söz konusu değildir. Ancak bu durumda ilahi kelamın kıdemi meselesi gündeme gelir. Şayet Kur’an kadim ise o zaman Mu’tezile’nin Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın Yaratılmışlığı) nazariyesine temel gerekçe oluşturan “teaddüd-i kudema” (birden fazla kadim varlık) problemiyle yüzleşilir. Bu yüzdendir ki Sünnî bazı kelamcılar dahi “kelam-ı nefsî ve kelam-ı lafzî” şeklinde bir ayrıma giderek, istemeyerek de olsa Kur’an lafızlarının kadim değil, mahluk olduğunu kabullenmişlerdir. 

Klasik tefsir ve fıkıh geleneğinde hemen hemen tüm âlimlerin ittifakıyla benimsenen nesh nazariyesi -ki bu nazariye ancak son dönem İslam dünyasında popüler hale gelen “Kur’an bize yeter” (Hristiyan Prostestan gelenekteki “Sola Scriptura” söyleminin bizdeki karşılığı) söylemiyle birlikte yaygın eleştiri konusu olmuştur- aslında Kur’an ahkâmının sosyolojik şartlar mucibince değişken ve dinamik olduğuna ilişkin en somut delildir. Hatta denilebilir ki şu veya bu kadar ayetteki hükmün mensuh yani bir daha uygulanmamak üzere ilga edildiğini söylemek, en uç/ekstrem tarihselciliktir. Bugün bizi İmam el-Mâtüridî’nin “ve fi’l-âyeti delâletü cevâzi’n-neshi bi’l-ictihâd” (Ayette ictihad yoluyla neshin caiz olduğuna delil vardır) şeklindeki ifadesini veya Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin “ve kâne hâzâ hükmellâhi mahsûsen bi-zâlike’z-zamân fî tilke’n-nâzileti hâssaten bi-icmâi’l-ümmeti” (Allah’ın bu hükmü -ümmetin icmaıyla- hâssaten ayetin nazil olduğu zamana ve o zaman vuku bulan olaya mahsustur) şeklindeki görüşünü çarpıttığımız yönünde lafazanlık yapanların öncelikle gidip klasik dönemdeki ulemanın “Bu ayetteki hüküm mensuhtur” gibi kesin yargılarda bulunmasının ne manaya geldiğini tartışmaları gerekir. Spesifik bir örnek üzerinden ifade etmek gerekirse, bugün tarihselciliği ilhad ve zındıklık gibi gören çok bilmiş zevat, sözgelimi, İbn Receb el-Hanbelî’nin, “Haram aylarla ilgili ayetlerdeki savaş yasağı hükmü mensuhtur. Bunun delili de Rasûlullah’ın vefatından sonra hulefâ-i râşidîn, sahabe ve diğer müslüman yöneticilerin Ehl-i küfre karşı cihad ve kıtâl faaliyetlerini haram ay filan demeksizin kesintisiz olarak sürdürmüş oldukları gerçeğidir” şeklindeki ifadesinin tarihselcilikten farklı bir anlam taşıyıp taşımadığını izahla mükelleftir. 

***

Bu noktada, tarihselciliğin İslâmî gelenekten kendine meşruiyet devşirmeye çalıştığı iddia edilebilir. Nitekim bir ulusal gazetenin Açık Görüş isimli ekinde yayımlanan “Tarihselciliğin Tarihten Meşruiyet Arayışı” başlıklı makalede de aynen böyle söylenmekte ve bu makalade “meşru gelenek-gayri meşru gelenek” ayrımına gidilmektedir. Ancak bu ayrımda, kolayca tahmin edilebileceği gibi, tarihselciliğe referans oluşturan geleneksel görüş ve yorumlar gayr-i meşru gelenek diye tarif edilirken karşıt görüş ve yorumlar meşru gelenek olarak tebcil edilmektedir. Geleneğin meşruiyeti ise söz konusu ayrımı yapan zatın paşa gönlünce belirlenmektedir. Kur’an’ın tarihselliği görüşünü “fikrî terör” olarak gören bu zat Hz. Ömer’in müellef-i kulûbla ilgili uygulamasından söz etmekte ve “Hz. Ömer ayetin hükmünü ortadan kaldırmamıştır. Müellefe-i kulûb sınıfına giren kişilere yapılan ödemeden sadece iki kişinin ödemesine son vermiş, asalak bir sınıfın üremesinin önüne geçmiştir. Zira hükmün illeti ortadan kalkmıştır, illet kalkınca da onlara dair hüküm de sona ermiştir. Bu bir usûl kaidesidir. Hüküm illetiyle vardır” demektedir ki tarihselcilik de sonuçta bundan farklı bir şey söylememektedir. Evet, hükmün illeti yoksa hüküm de yoktur. Nitekim bugünkü sosyolojide de sözgelimi kölelik/cariyelik kurumu, ganimet ve cizye hukuku gibi Kur’an’daki pek çok hükme menat oluşturan illetler yoktur; dolayısıyla söz konusu hükümlerin tatbik zemini de yoktur. Bu yüzden, laf kalabalığına hacet olmadığı gibi tarihselcilik hakkında güya anlamlı bir şey söylüyormuş gibi sözde eleştiri yapmanın âlemi de yoktur. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk- 30 Mart 2019

Yazmak Değil, Göbeği Çatlatmak


Ömer Özsoy Hoca 1999 yılının bahar aylarına rastlayan ilk tanışmamız esnasında “Mustafacım, elindeki bilgi fişlerinden bir makale yaz ve İslâmiyât dergisine gönder” demişti. Ben bu teklifin heyecanıyla Ankara’dan Samsun’a döndüğümde, ilk işim makaleye isim koymaya çalışmak oldu. Epeyce düşünüp taşındıktan sonra, “Tefsirde Zâhir-Bâtın Düalizmi ya da Tasavvufî Aşırı Yorum” gibi fiyakalı bir isim buldum. Ardından makaleyi yazmaya koyuldum ama ne mümkün… Elimin altında yüzlerce bilgi fişi var; fakat onca fişten iki satır yazı çıkmıyor. Bilhassa makaleye giriş bir türlü olmuyor. Evet, zihnimde epey bir içerik var ama nedense anlamlı ve tutarlı ifadelere dönüşüp yazıya dökülmüyor. Baktım, böyle olmayacak, yazmaktan vazgeçtim. Bu kabz hâlinde düşünüp dururken İslâmiyât’ın önceki sayılarında yayımlanmış bazı makaleleri tekrar okumayı akıl ettim. Böylelikle ilmî bir makalenin nasıl yazıldığını az çok öğrenebileceğimi düşündüm. Dergideki bazı makaleleri defalarca okudum. İçel-Mersin’de öğretmenliğe başladığım seksenli yılların sonlarından (Ekim 1987) itibaren Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’ni -ki bu ansiklopedi ilkin fasiküller hâlinde yayımlanmaya başlamıştı- madde madde okuma alışkanlığımın ne kadar işe yaradığını da o zaman fark ettim.

***

En nihayet makaleyi göbeğim çatlarcasına yazıp gönderdim. Bu arada Ankara İlahiyat ve özellikle İslâmiyât çevresinin “modernist” diye yaftalanan dinî düşünce çizgisinden az çok haberdardım. Bu yüzden de İslâmiyât’ta makale yayımlamanın başımı ağrıtıp ağrıtmayacağını öğrenmek için Samsun İlahiyat’taki bazı arkadaşlardan fikir almaya çalıştım, fakat alamadım. Çünkü o güne kadar Samsun İlahiyat’taki hiçbir akademisyenin İslâmiyât’ta makalesi yayımlanmamıştı. Derken, ilk makalem İslâmiyât’ın Tasavvuf konulu sayısında (cilt: 3, sayı: 3, 1999) yayımlandı. Dergi elime geçtiğinde ne kadar sevindiğimi asla anlatamam. İkide bir dergiyi elime alıp kendi makalemi defalarca okudum. Şimdilerde ise en prestijli dergilerde yayımlanan makalelerimi bile okumaktan yüksünüyorum. Zaman zaman, “Eski heyecanım neden kayboldu?” diye kendi kendime soruyor ve bu sorunun cevabını, “Gerçekleştirilmeyen istekler acıya, gerçekleştirilenler can sıkıntısına dönüşür” diyen Schopenhauer’e kesinlikle hak veriyorum. Şimdi artık sadece Tefsir çalışmasından haz ve heyecan duyuyorum. 

Bu kısa istitrattan sonra 2000’li yılların başına dönersek, “Tefsirde Zâhir-Bâtın Düalizmi” başlıklı ilk makalemin İslâmiyât’ta yayımlanması bana çok büyük bir özgüven aşıladı. Ardından ikinci, üçüncü makaleler geldi ve böylece yazı yazma konusundaki kabz hâli bast hâline evrildi. O günden bugüne yazdıklarım yaklaşık otuz kitap, bir Kur’an meali, yüz küsur makale ve elli civarında tebliğ metnine ulaştı. Ruhuma çöken yorgunluk ve yıpranmışlığa rağmen -Allah sağlık ve ömür verirse- tefsir çalışmamı tamamına erdirmek azmindeyim. İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı tefsirinin son sayfasında yer alan, “Bu eserin telifi otuz dokuz yıl, altı ay sürdü” ifadesi aklıma geldikçe biraz geç kaldığımı düşünüyorum; ama tefsirin tamamlanmasına ömür vefa etmese dahi sağlık elverdikçe hiç durmadan çalışacağımı taahhüt ediyorum. 

***

Mensubu olduğum İlahiyat camiasındaki hâkim kanaat ve değerlendirmeye göre yazı üslubum oldukça sert, sivri ve eleştireldir. Bu değerlendirmeye hak veriyorum, ama üslubumdaki bu özellikle ilgili kısa bir izahta da bulunmak istiyorum. Üsluptaki sertlik ve sivrilik “Üslûb-ı beyan aynıyla insandır” fehvasınca, kişilik ve karakterimde önemli bir yer tutan aşırı duygusallık, alınganlık, tez canlılık ve asabilikle yakından ilişkilidir. Hiç şüphesiz bu hallerin törpülenmesi gerekir. Fakat bugüne kadar törpülemek için ciddi gayretler sarf ettiğim halde törpüleyemediğim bu hallerimin tam törpüsü teneşirde gerçekleşecektir. Yazı dilimdeki eleştirelliğe gelince, bu durum bir yönüyle girintili çıkıntılı düşünme ve buna bağlı olarak problemli ne varsa hep onları görme vasfımla, diğer bir yönüyle de yirmili yaşlardan itibaren birbiri ardınca yaşamak ve altından kalkmak durumunda kaldığım birçok ağır acıdan sonra ister istemez dünya ve hayata bakışta bundan sonra da pek değişmeyeceğini düşündüğüm koyu karamsarlıkla ilgilidir. Nitekim öteden beri “İnsanlardan uzak dur ve tek başına yaşa. Böylece ne halka zulmet ne de zulme uğra” diyen Ebü’l-Alâ el-Maarrî ve “Elimde olsaydı bu dünyaya gelmezdim…” diyen Ömer Hayyam ile Batı dünyasından Arthur Schopenhauer ve Franz Kafka gibi karamsar filozoflar ve edebiyatçıları hem çok sevmiş hem de çok kere hâlet-i ruhiyeme tercüman oldukları için kendilerini hayırla yâd etmişimdir.

Haftaya devamı yok!

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Mart 2019

Yazmak Zor Zanaat


1980’li yılların başında Giresun İmam-Hatip Lisesi’nde okurken kompozisyon derslerinde çok zorlanırdım. Hiçbir imtihanda doğru düzgün bir kompozisyon yazamazdım. Zihnimi, fikrimi çok zorlamama rağmen yazacak bir şey bulamazdım. Kompozisyon sınavlarındaki düşük notlarımı bilgiye dayalı edebiyat dersi yazılılarına sıkı çalışarak toparlardım. Fakat sonuçta edebiyat+kompozisyon dersini karneye çok iyi düşürmeyi pek başaramazdım. Yazma konusundaki kabz hâlinin okumama ve okumaya hiç merak duymamanın mukadder neticesi olarak yüksek lisansa başladığım 1990’lı yılların ikinci yarısına kadar devam ettiğini hatırlarım. Gerçi üniversitenin ilk yıllarından, yani 1980’li yılların ilk yarısından itibaren okumaya başlamıştım; fakat hiç yazmamıştım. Hoş, yazmak istesem bile niçin ve ne hakkında yazacaktım?

1996 yılında Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Tefsir yüksek lisansına başladım. Yüksek lisansa başlama gerekçem, akademik kariyer yapma hevesi değil, o yıllarda öğretmen olarak görev yaptığım ve birbiri ardınca can yakıcı tecellilerle karşılaştığım memleketim Giresun’dan “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyerek terk-i diyar eylemek, bunun için de kendime tayin vesilesi üretmekti. Evet, Tefsir yüksek lisansına sırf bu yüzden başladım; fakat zaman içerisinde bu işe ısınıp dört elle sarıldım. Ders döneminde sırf vize sınavı yerine sayılmak üzere iki farklı dersten Muhammed Hüseyin ez-Zehebî’nin et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn adlı eserinin ilk cildi ile İzzet Derveze’nin ed-Düstûru’l-Kur’ânî adlı eserinin ikinci cildini tercüme ettiğimi hatırlarım. 

***

Tez aşamasına geldiğimde, danışman hocam klasik dönemlerde yaşamış bir Sünnî müfessirin el yazması hâlindeki tefsirini incelememi istedi. Bunun üzerine İstanbul’a gidip Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki el yazması tefsir kitaplarını araştırdım ve sonunda Muvaffakuddîn el-Kevâşî’nin (ö. 680/1281) et-Telhîs fî Tefsîri’l-Kurʾâni’l-Azîz (Telhîsü Tabsiratü’l-Mütezekkir) adlı tefsirini çalışmaya başladım. Ancak bu tez çalışması yazma konusunda meleke kazandırmadı. Çünkü önümde daha önceden aynı tarzda yazılmış birçok tez vardı ve “Filan Müfessirin Hayatı, Eserleri ve Tefsirdeki Metodu” şeklindeki klişe başlıkla hazırlanan bu tezler genel şablon ve format açısından neredeyse birbirinin aynıydı.

Bu hikâyenin yaşandığı 1998-1999 yılları arasında İslâmiyât adlı ilmî-akademik bir dergi yayımlanmaya başlamıştı. Bir gün bu dergide, “Feminist Söylemde İktidar-Kutsallık İlişkisi ve Dişil Kutsallık Ögesi” (İslâmiyât, cilt: 1, sayı: 2 [1998]) başlıklı bir makale dikkatimi çekti. “Dr. Ev Hanımı” unvanlı Hidayet Şefkatli Tuksal’a ait bu makaleyi ilk okuyuşta tam anlayamadım; ardından ağır ağır bir kez daha okudum. Bu sırada kendi kendime, “Bir ev hanımının yazdığı makaleyi ancak iki defa okuyarak anlıyorsun, durum böyleyken güya lisansüstü ilmî çalışma yapıyorsun” diye söylendim. Ne yalan söyleyeyim, bir kadın yazara ait makaleyi güç bela anlamakla müzekkerliğin/erilliğin şanına halel getirdiğimi düşündüm. Yine kendi kendime, “Ne de olsa biz ‘herif’iz ve en azından toplumsal cinsiyet rolleri açısından kadın cinsinin fevkindeyiz” diyerek maço ruhluluğumuza bir selam çakıverdim. 

***

Her neyse, sanırım 1999 yılının bahar mevsimiydi. Yolum Ankara’ya düştü. Öteden beri ruhsuz, soğuk, gri görüntüsü ve asık suratlı bakanlık binalarının kasvetiyle zihnime kazınan bu şehre yolumun düşmesi ya tayin ya da hastalık ve hastane gibi sıkıntılı işler için olurdu. Nitekim bu sefer de yine crohn hastalığı yüzünden İbn Sina hastanesine gelmiştim. Tahliller çıksın da hekime gösterelim diye hastane koridorlarında zaman öldürmeye çalışırken, birdenbire aklıma Ankara İlahiyat’ı ziyaret fikri geldi. O tarihlerde yüksek lisans yapıyor olmam, bana göre İlahiyat ziyaretini yoldan geçen birinin ziyaretinden az çok farklı ve anlamlı kılan bir gerekçeydi. İlahiyat’a uğramak isteyişim, fakültenin havasını soluma ve hocaları tanıma merakından çok, özellikle Sünnetullah adlı kitabı ile İslâmî Araştırmalar Dergisi’nde yayımlanan “Kur’an Hitabının Tarihselliği…” (cilt: IX, sayı: 1-4 [1996]) başlıklı makalesini okuyup Kur’an tasavvuruna ilişkin bakış açısını tamamen benimsediğim Ömer Özsoy Hoca ile tanışma arzusuydu.

Ömer Hoca ile çok sıcak bir tanışma faslından sonra, “Hocam İslâmiyât’ın bir sonraki sayısı hangi konuyla ilgili?” diye sordum. Aslında bu soru tanışma sohbetini biraz daha uzatmak içindi. Hoca, “Tasavvuf” diye cevap verdi. Tam o esnada, “Hocam, doktora tez konusu üzerine ön araştırmalar yaparken mutasavvıfların zâhir-bâtın mana ayrımlarına dair birçok bilgi fişi topladım” diye bir söz söyledim. Bunun üzerine Hoca, “Sen o fişlerdeki bilgileri makaleye dönüştür ve bana gönder” dedi. Makale yazma teklifini duyunca afalladım. Çünkü ben o vakte kadar makale yazmanın semtine bile uğramamıştım. Oysa şimdi İlahiyat akademyasının en prestijli dergisinde yazmak, hem de kendilerine hayranlık duyduğum Ömer Özsoy ve diğer birçok hocanın makaleleriyle yayımlanacak bir makale yazmak gibi çok büyük bir sürprizle karşılaşmıştım. İtiraf etmeliyim ki Ömer Hoca’nın teklifinden çok onur duymuş ama bir o kadar da korkmuştum.

Devamı haftaya… 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Mart 2019

"Bu İş Bizden Geçti" Diyenler İçin


Hayat yolundaki belli başlı duraklarda insanın sadece birkaç kez ikbal treniyle karşılaştığı ve bu tren kaçtığı takdirde ikbal ve istikballe ilgili beklentiler ve ümitlerin ham hayale karıştığı yönünde yaygın bir düşüncemiz vardır. Bu karamsar düşünce, “Çıkmadık candan ümit kesilmez” sözündeki görece iyimserliği bile buharlaştırır. Aklın rehberliğinde rasyonel olana yönelmekten ziyade, genellikle yoğun duygu ve coşkunun refakatindeki irrasyonellikle hareket etmeyi seven insanımız hayattaki imkânlar ve fırsatların pek çoğunu ıskalamış olmaktan yakınır ve muhtemelen tembelliğin konforundan vazgeçmemek için, çalışıp didinerek yeni fırsatlar kovalamak yerine “Bu iş bizden geçti” bahanesine sığınır. Ne var ki hayatımızda bir şeylerin değişeceğine inancımız kaybolduğunda enerjimiz biter, isteksizlik başlar ve zaman boşa akıp gider. Bu durumda, yaşayacaklarımızı ertelediğimiz gibi yaşam hevesimizi de çok büyük ölçüde kaybederiz. Oysa hayatta hiçbir şey için geç değildir.
***

Bu gerçeği hem İslam ilim tarihinden ve hem de kendi hayat hikâyemden anekdotlarla örneklemem mümkündür. Mesela, ilmine ve düşünce sistemine derin hayranlık duyduğum İmam A’zam Ebû Hanife 1200 küsur yıl önce ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğu olarak yıllarca kumaş tüccarlığı yapmış ve âlim akranlarından çok sonra ilim hayatına adım atmıştır. Fakat sonuçta İmam Şâfiî tarafından, “İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe’nin evlâd ı iyâlidir” diye anılmayı ve ilim sahasında “en büyük imam” olmayı başarmıştır. Üstelik son derece ilkeli duruşu ve zalimler karşısında eğilmez başıyla ismini tarihe kazıtmıştır. Hıristiyan dünyada da birçok meşhur isim bazı alanlarla ilgili ilmî hayata 40-50 gibi yaşlarda adım atmış ve fakat tutkulu şekilde çalışarak kendilerinden yıllar önce o alanlarda dirsek çürüten çağdaşlarını geride bırakmıştır. Mesela, Şubat 1941’e kadar Londra’da, Ocak 1944’e kadar Edinburgh’ta papazlık yapan ünlü müsteşrik Montgomery Watt Free Will and Predestination in Early Islam başlıklı doktora tezini yaklaşık 35 yaşlarında tamamlamış ve hepsini daha sonraki yıllarda kaleme aldığı Muhammad at Mecca, Muhammad at Medina, The Formative Period of Islamic Thought gibi eserlerinden bir kısmındaki bilgi, görüş ve değerlendirme seviyesi hâlen aşılamamıştır.

Kendi hayatıma gelince, ilmî ve akademik dünyaya adım atmam 1987 yılında başlayan öğretmenlik görevimin ancak onuncu yılında mümkün olmuş, tefsir alanında yüksek lisansımı tamamlamam ise aşağı yukarı, “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” dizesindeki tarihlerde vuku bulmuştur. Yazmaya başlamam da yine aynı tarihlerde olmuştur. Aslında benim okuma ve yazma hikâyem, “Hiçbir şey için geç değildir” sözündeki doğruluğun somut karşılığıdır. “Bu iş bizden geçti” diyenlere, “Hayır, geçmedi” mealinde bir motivasyon olsun diye dramatik okuma/yazma hikâyemi anlatmam faydalı olacaktır. “Arkası haftaya” tarzında yayımlanacak olan hikâyeme “okumak”tan daha zor bir iş olan “yazma” kısmından başlamak -muhtemelen- motivasyon düzeyini arttıracaktır. Son haftalardaki polemik türü yazılarımızdan usanan pek çok okurumuzun “Hele şükür!” demesine de vesile olacağını umduğum yazma hikâyem şöyle başlamaktadır: 

***

Kitaplarla tanışmam ancak üniversite yıllarında mümkün oldu. Yazmaya başlamam ise çok daha geç bir dönemde vuku buldu. Ortaokul ve lise yıllarında ders kitapları ile Teksas, Tommiks gibi çizgi romanlar haricinde tek satır kitap okumadığım için, tek satır yazı da yazmadım, yazamadım. O yıllarda ne okumaya ne yazmaya merak duydum. Babam ilkokul mezunu olmasına ve Giresun Aksu-Seka Kağıt fabrikasında işçi olarak çalışmasına rağmen bıkıp usanmadan tefsir okurdu. Eskiler “Armut dibine düşer” demiş; ama gelin görün ki bizim armut kendi ağacının dibine değil, hayli uzağa, yani sabahtan akşama kadar sokaktan geri gelmeyen, bir dilim yağlı ekmekle akşam eden çocukluk arkadaşlarımın arasına düştü. 

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda futbol oynamaktan öyle büyük bir zevk alır, öyle mutlu olurdum ki bazen Allah dünyayı gazozuna futbol maçı oynansın diye yarattığı vehmine bile kapılırdım. Kendi hayat tecrübemden hareketle diyebilirim ki her ne kadar teolojik gerçek bambaşka olsa da dünya sanki çocukluk ve çocuklar için yaratılmıştır. Çocukluk fani dünyanın cennetidir; sonrası çoğunlukla dert, tasa, gam, keder, mihnet olduğu için, bir bakıma cehennem ve azap gibidir. Ben çocukluk cennetinde yaşayanlardan biriyimdir. İşin gerçeği, çocukluğumu “ağır abi” edasıyla yaşamaya çalışmadığım, özellikle 1970’li yılların sonlarında MTTB ve Akıncılar Teşkilatı’ndaki İmam-Hatipli birçok ağabeyim gibi “Tek Yol İslam” deyip Sakarya şiirini okuyarak memleketi, milleti ve ümmeti kurtarma işine pek merak salmamış olmamdan nedamet duymuyorum. Yine ben hiçbir zaman dinî/millî kahraman ve büyük adam olma hayali kurmadığım gibi, hayat hikâyesine, “Dört-beş yaşlarında hıfzını tamamlamış, temyiz çağında iken Arap dili ve belagatini yutmuş...” tarzındaki ifadelerle başlanan biri olamadım diye de hayıflanmıyorum. Ben geçmişte olduğu gibi, bugün de kendi çapımda ilkeli/dürüst bir insan olma ve yapmam gereken işi en iyi şekilde yapma gayretiyle yaşıyorum...

Devamı haftaya... 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Mart 2019

KURAMER Rivayetlerinde "Kizbü'r-Râvi" (Yalancılık) Sorunu


KURAMER (Kur’an Araştırmaları Merkezi) epey zamandan beri dinî, ilmî ve akademik alanda mafyatik yapılanma heveslisi oldukları gözlemlenen birtakım çevrelerin sürekli olarak dillerine doladıkları ve hakkında ileri geri konuştukları bir kurum olma talihsizliğine maruzdur. Bu kurum hakkında üretilen dedikodular ve asılsız iddialar tarihteki bilindik hadis uydurma geleneğini anımsatır. Ne ironiktir ki söz konusu dedikodular ve iddialar, lisans öğrenimini Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nde tamamlayıp akademik unvanlarını İlahiyat-Hadis alanından devşiren ve zayıf, hatta mevzu (uydurma) olanları da dâhil İslâmî kaynaklardaki hemen hiçbir hadis ve habere kıyamayacak düzeyde titizlenen bazı isimlerin ağzından çıkmaktadır. Mesela, hadis alanında doçent unvanı taşıyan birisi Seriyye adlı dergide yayımlanan röportajında, “KURAMER (Kur’an Araştırmaları Merkezi) diye bir müessese var” dedikten sonra şu iddialarda bulunmaktadır: 

Diyanet Vakfı destekliyor… Bazı firmalar destekliyor... Bu müessese Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 29 Mayıs Üniversitesi’ne bağlı bir Kur’an Araştırmaları Merkezi... Burada görev yapan akademisyenler var. Geçen sene mi, evvelki sene mi duyduğum rakam, tahkik etmedim, sadece duyum, bunun altını çizerek söyleyeyim, o akademisyenlere KURAMER binası içinde geçirdikleri her saat için takdir edilen miktar o zaman 300 liraydı. Bir akademisyen KURAMER’e gitse, 3 saat otursa, bir günlüğü 1000 lira... Otuz gün yapsa bunu 30.000 lira... Bu adam niye öğretmesin ki kardeşim? KURAMER’e niye çalışmasın ki? Ayda 30.000 lira para geliyor oradan adama... Ki bu, bizim gördüğümüz... Arkadaşlar, o baştan adını andığım uluslar üstü vakıfların, müesseselerin akıttıkları paranın haddi hesabı yok!…”

***

Hadis doçentinin rivayeti -Seriyye dergisinden harfi harfine iktibasla- aynen bu şekildedir. KURAMER hakkındaki rivayeti/haberi “semâ/işitme”(!) tarikiyle aktaran doçent, klasik hadis usulündeki ölçütlere göre râvinin adalet ve/veya zabt sıfatını ortadan kaldıran kusurlarla ilgili on başlıktan (metâin-i aşere) birincisi olan “kizbü’z-râvi” (yalancılık) vasfıyla kınanmayı hak etmektedir. Doçent râvimiz kulaktan dolma bilgileri gerçekmiş gibi aktardığı ve böylece KURAMER hakkında menfi algı yaratmaya çalıştığı için “fısku’r-râvi” vasfıyla anılmaya da layık görünmektedir. KURAMER’E dair asılsız haber uyduran ve uydurma haberleri gerçek gibi anlatan bu hadis doçenti -kendisinin de pek itibar ettiği klasik hadis tenkitçiliğine ait terminolojiyle konuşursak-, “müttehemün bi’l-kizb” (yalancılıkla itham edilesi), “müttehemün bi’l-vaz‘” (uydurmacılıkla itham edilesi), “ruknün min erkâni’l-kezib” (yalanın elebaşlarından biri), “menbau’l-kezib” (yalan kaynağı), “kezzâb” (yalancı ve sahtekâr), “vaddâ‘” (uydurmacı), “effâk” (iftiracı) gibi sıfatları da akla getirmektedir.

Uydurma rivayete konu olan meselenin aslı şu ki bilim kurulu üyesi olduğum zaman zarfında bizzat muttali olduğum üzere KURAMER bünyesinde kadrolu olarak sadece üç çalışan (genel koordinatör, idari görevli ve hizmetli) mevcuttur. Akademik düzeyde ise tam zamanlı olarak sadece yayın kurulu başkanlığı da yapan tek kişi bulunmaktadır. Bu kişiye ödenen ücret üniversitede görev yapan bir profesörün maaşının yarısı civarındadır. KURAMER’de araştırmacı olarak çalışan diğer bütün akademisyenler ise sadece ilmî projeler kapsamında ürettikleri eserlerden piyasa rayici sınırlarında telif ücreti almaktadır. Dolayısıyla KURAMER bünyesinde saatlik ücret veya maaş alan hiçbir akademisyen-araştırmacı bulunmamaktadır. Öte yandan, KURAMER hiçbir kamu kaynağı kullanmamaktadır. Daha açıkçası, KURAMER’in Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye Diyanet Vakfı ve İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi gibi kurumlarla hiçbir mali ilişkisi bulunmamakta ve bu kurumların bütçesinden hiçbir mali kaynak kullanmamaktadır. Hâl böyleyken, pek ahlakçı râvimizin hiçbir ahlâkî kaygı gözetmeksizin, “KURAMER’de çalışanlar günde üç saat otursa saatliği üç yüz liradan ayda 30 bin TL para alırlar” gibi bir haberi/rivayeti nasıl uydurabildiğini anlamak pek mümkün değildir. Kaldı ki haber/rivayet uydurmanın da az çok bir adabının bulunması gerekir.

***

Dinî alanda sürekli olarak eskinin kıymetinden, geleneğin mübarekliğinden, ilmî ve ahlâkî dürüstlükten dem vuranlar, belli ki bu hassasiyetlerin sadece kendilerine yönelik eleştirilerde dikkate alınması gerektiğini düşünmekte, ancak kendilerinin başkalarına yönelik eleştirileri söz konusu olduğunda, -bahse konu râvimizin röportajındaki, “Cumhurbaşkanı niye falan falan konularda bizi rahatsız eden şeyler söylüyor? Niye söylemesin ki? Cumhurbaşkanı’nın yanına vazgeçemeyeceği, müstağni davranamayacağı kaç kişi koyduk da, onlar da ona doğruyu gösterdi de buna rağmen Cumhurbaşkanı yanlışta ısrar etti?” ifadesinden de az çok anlaşılacağı üzere, “Biz hem devletin hem dinin hem İlahiyat akademyasının sahibiyiz” havasına girdiklerinden-, kendilerini her türlü ahlâkî kuraldan muaf gibi görmekte, hatta yeri geldiğinde yalan söyleyip iftira üretmeyi Allah yolunda cihad gibi telakki etmektedirler. Hâsılı kelam, klasik Arapça metinlerde harf-i cerrin müteallakını bulmayı ilim sanan ve doğru düzgün şekilde üniversite havası solumamış olan “medrese kaçkını” tipleri sokaktan toplayıp akademiye doldurduğunuz zaman, akademik alanda ilmî katma değer üretmek yerine “mekrü’l-leyl ve’n-nehâr” fehvasınca sabah-akşam haset, nemime, desise gibi reziletlerle ömür tüketilip kaynak heba edilmesini yadırgamamak gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Mart 2019