YENİ MAKALE | Kur'an, Yorum ve Şiddet Meselesi | 30 Aralık 2016 - Prof. Dr. Mustafa Öztürk

"Günümüz Batı dünyasında İslam ve şiddet arasında çok sıkı bir bağ kurulduğuna, hatta topyekûn müslümanların şiddetsever bir kitle olduğuna ilişkin küresel ölçekli bir algı oluşturulduğuna tanık olunmaktadır. İslam ve müslümanlar hakkında böyle bir menfi algının oluşmasında geleneksel fıkıh doktrininde savaşın temel gerekçesini küfür ve kâfirlerin varlığına bağlama anlayışının yanında Joseph Schacht, Rudolph Peters gibi Batılı bazı araştırmacıların cihad kavramını İslam ve müslümanların emperyal hedeflerine hizmet eden bir araç ve kaldıraç olarak tanımlamalarının payı bulunmaktadır; ancak bize göre söz konusu algıyı besleyen en önemli faktör hâl‐i hazırda kan gölü görünümündeki Ortadoğu coğrafyasında IŞİD (DAEŞ) gibi örgütlerce üretilen şiddet ve terörün Kur’an ve cihad gibi referanslara atıfla meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. IŞİD (DAEŞ) örgütüyle ilgili birçok analizde şiddet ve terörün Kur’an ve yorum meselesiyle ilgili olduğu özellikle vurgulanmaktadır. Kimilerince kabul gören bu analizler din referanslı şiddetle Kur’an ve yorum arasında doğrudan bir bağ bulunup bulunmadığı meselesini etraflıca tartışmayı gerekli kılmaktadır."

İlahiyat Bilimleri Araştırma Vakfı (İBAV) adına Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde çıkarılan "bilimname" dergisinin 32. sayısında yayınlanan ve yukarıda "öz"ü verilen makalenin tamamını okumak için: http://bilimname.com.tr/indir.asp?ID=530

Yayın Tarihi: 30.12.2016

İslam, Kadın, Evlilik, Çocuk Gelin…

Türkiye’nin çok yoğun terör saldırılarıyla baş etmeye çalıştığı şu zor zamanlarda ülke gündemine birtakım tuhaf haberler de düşüyor. Bu tür haberler arasında İslam, kadın, evlilik, cinsel istismar, töre cinayeti gibi meseleler genellikle başı çekiyor. Yaklaşık bir ay kadar önce hükümet tarafından cinsel istismar suçuyla ilgili bir yasa teklifinin gündeme getirildiği, bu teklifin bazı çevrelerce “tecavüzcüye af” olarak değerlendirildiği ve sonunda teklifin geri çekildiği hepimizce malumdur. Geçen aylarda “İlahiyat fakültelerinde karma eğitime son” kampanyasının gündeme geldiği de biliniyor. Fakat ne tuhaftır ki karma eğitimle ilgili sakıncalar(!) sanki bir tek ilahiyat fakültelerindeki erkek ve kız öğrencileri ilgilendiriyor. Her nedense bizim mahallenin haremlik-selamlıkçı babayiğitleri tıp, eczacılık, hukuk gibi fakültelerde de karma eğitimi sonlandırma teklifinde bulunma cesareti gösteremiyor. Yine ne hikmetse herkes ilahiyat fakültelerine operasyon çekmeye hevesleniyor. Bu durum, 1949’dan beri ilahiyat fakültelerinin siyasi bir lütuf olarak algılanması ve dolayısıyla ilahiyatçı camianın “ezik” (Başına vur, ekmeğini elinden al) muamelesine tabi tutulması ile ilgili görünüyor.

Kütahya Belediyesi’nin yeni evlenen çiftlere dağıttığı Evlilik ve Aile Hayatı adlı kitap birkaç gün önce nurtopu gibi kucağımızda bulduğumuz yeni gündem maddemizi oluşturuyor. CHP’li bir milletvekili Meclis kürsüsünden AK Parti sıralarına gösterdiği kitap hakkında, “Kadına davar muamelesi yapan, ahlak ve vicdan dışı bir kitaptır bu” diye konuşuyor ve bu kitabı dağıtan belediye hakkında soruşturma açılmasını talep ediyor. Derken, Diyanet İşleri Başkanı konuya müdahil oluyor ve “Kitapta tartışmaya neden olan bütün hususlar yanlış geleneklerin din haline gelmesinden kaynaklanıyor” şeklindeki çok temkinli ifadesiyle kitaba muhalefet şerhi koyduğunu ihsas ediyor. Hâsılı, İslam ve kadın konusuyla ilgili bu tür tartışmalar hiç bitmiyor, bilakis olmadık zamanlarda tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.

Kadın konusunda Diyanet ve ilahiyat gibi kurumlardan sadır olan resmî ve gayr-i resmî açıklamalar sadra şifa olmuyor; çünkü konu genellikle savunmacı yaklaşımla izaha çalışılıyor. Üstelik çok kere İslam’da kadın meselesinin ne olduğundan ziyade, ne olmadığından söz ediliyor. Gerek geleneksel fıkıh müktesebatında kadına biçilen rollerden hareketle çok eşlilik, küçük kızlarla evlilik gibi meseleleri dinî-ahlâkî norm gibi anlatan, gerekse bu konuda anlatılanların evrensel değer yüklü olduğunu savunan sayısız dindar erkek ve kadın ise, “Sen sekiz-on yaşındaki kızını ilköğretimden alıp kocaya verir misin?” şeklindeki evrensellik testi sorusuna ya cevap vermekte isteksiz davranıyor ya da kemküm tarzındaki cevaplarla, “Benim kızım hariç!” demeye çalışıyor.

Gelenekçi anlayışta İslam ve kadın eksenli meseleler temelde ontolojik kısıtlılık ve noksanlıkla izaha çalışılıyor. Erkek cinsine ilişkin problemler ise genellikle modern çağın sosyolojisine ve toplumsal dinamiklerine bağlanıyor. Hâliyle, erkek cinsinde ontolojik kusurdan pek bahis açılmıyor. Ama gelin görün ki Türkiye ortalamasından yüksek düzeyde eğitim-yaşam standardına ve aynı zamanda dinî duyarlığa sahip olan birçok kadın kendilerine biçilen toplumsal cinsiyet rollerinden rahatsızlık duymanın yanında bu rollerin dinî referanslara dayandırılmasına da açıktan veya zımnen itirazda bulunuyor. Ancak böyle bir itiraz söz konusu kadınları toplumsal tabanda yaygın kabul gören geleneksel din formasyonuyla ve hatta Kur’an’la karşı karşıya getiriyor. Hem kamusal alandaki konum ve rollerden memnun olmamak hem de klasik fıkıh normlarına ve Kur’an’daki lafzî talimatlara sadakatten ayrılmamak çok zor bir açmaz gibi görünüyor.

İşte tam bu noktada, “Nasıl bir Kur’an yorumu arzu ederdiniz?” diyen modernist yaklaşım imdada yetişiyor. Bu yaklaşımda modern çağ, insanlığın en yüksek terakki seviyesi gibi değerlendiriliyor. Hâliyle Kur’an yorumunda modern çağdaki hâkim değerler ve normlar temel ölçüt alınıyor, ilgili ayetler de bu normlar uyarınca yorumlanıyor. Dolayısıyla Kur’an’ın kadınlarla ilgili bir beyanı modern dünyadaki hâkim değerler ve normlarla çatıştığında, bu çatışma söz konusu normlar lehine ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Bu yüzden de ilgili ayetlere esnek, yumuşak, tabir caizse “sakıncasız” anlamlar yüklemeye azami özen gösteriliyor.

Sonuç olarak, gelenekçi anlayış on dört asır önceki sosyolojiyi evrenselleştirirken, modernist anlayış şimdiki sosyolojiye bu tür bir değer yüklüyor. Ancak her iki anlayış da Kur’an’daki her bir hükmün insanın temel varlık yapısına, dinî ve ahlâkî değer skalasına atıfta bulunmadığı, özellikle toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili birçok hükmün sosyolojik bağlam ve durumla ilgili birer “örf” (maruf) olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor. Bu yüzden de lafzî talimatın ardındaki maksadın ne olduğu meselesi çok kere ıskalanıyor ve neticede ya Kur’an’daki her bir hükmün bugün de lafzî mucibince uygulanması gerektiğinden dem vuruluyor ya da bugünkü değerler Kur’an metnine dayatılıyor. Kısacası, gelenekçi anlayış Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki sosyolojiyi, modernist anlayış ise bugünkü sosyolojiyi din zannediyor. Oysa Kur’an’ın kendi beyanlarından neyin din neyin sosyoloji, neyin değer, neyin durum olduğunu anlamak hiç de zor görünmüyor. Ne var ki ya şeriata sımsıkı sarılmış pozu vererek muhafazakâr camianın ya da sırf “Kur’an İslam”ından söz ederek laik seküler camianın gözüne girmek söz konusu olduğunda bizim bu söylediklerimiz hiçbir kıymet ifade etmiyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Aralık 2016

Batınîlik, Tefsir ve Tasavvuf | Akıl Çıkmazı / Diyanet TV | 20 Aralık 2016


Diyanet TV'deki Akıl Çıkmazı programının 20 Aralık 2016 tarihinde yayınlanan 50. bölümünün konukları Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. Himmet Konur oldu.

Gnostik Akımlar | Akıl Çıkmazı / Diyanet TV | 13 Aralık 2016


Diyanet TV'de yayınlanan Akıl Çıkmazı programının 49. bölümünde konuklar Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. Mehmet Evkuran oldu.

At İzi İt İzine Karışırsa...


1990’lı yılların başından bu yana Gülenciliğin melun bir yapı olduğunu basbas bağıran biriyim. Bugün ise ülkenin yakın gelecekte benzer yapılarla karşılaşmaması için didinmekteyim ve bu yüzden de zaman zaman bazı dinî gruplardan “proje” olduğuma dair homurtular işitmekteyim. Diğer taraftan, FETÖ soruşturmalarında at izinin it izine karışmamasına, 15 Temmuz’dan sonra zuhur eden sahte kahraman taifesinin soruşturma konusunda skor peşinde koşmasına tahammül edemediğimi belirtmeliyim. Durumdan vazife çıkarılması, şahsî husumetlerin FETÖ vesilesiyle intikam fırsatına dönüştürülmesi ve böylece birçok masum insanın hayatının karartılması gibi problemlerin önüne geçilememesi halinde bu melun yapı etrafında oluşması kuvvetle muhtemel görünen mağduriyet hikâyesinin ilerleyen yıllarda Bâbîlik ve Bahâîliğe benzer bir sapkınlık bakiyesini ortaya çıkarması uzak bir ihtimal değildir.

***

17 Aralık bürokratik darbe girişiminin yıldönümüne rastlayan bu günde bütün bunları anlatmamdaki özel sebep, çok kısa bir süre öncesine kadar Nevşehir Hacı Bektaş Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde vekâleten dekanlık görevini yürüten değerli meslektaşımız Prof. Dr. Zülfikar Durmuş’un 15 Temmuz sonrasında yaşadıklarıdır. FETÖ soruşturmalarında keyfî tasarruflara ve işgüzarlıklara mahal verilmemesine dikkat çekmek maksadıyla Durmuş’un yaşadıklarını bizzat kendisinden aktarmak istiyorum.

Zülfikar Durmuş Hoca 15 Temmuz 2016’dan sonra yaşadıkları hakkında özet olarak şöyle diyor: 28 Ekim 2106 Cuma günü bir komiser ve polis memuru makamıma gelerek hakkımda tutuklama kararı olduğunu bildiren bir belge verdi. Telefonumu hemen kapattı. Ardından odamı, kitaplarımı, cüzdanımı, çantamı, çekmeceleri arayarak iki bilgisayarı ve bütün USB’lerimi alıp götürdü. Cuma ezanı okunduğu sırada beni emniyete getirdiler. Beş gün boyunca nezarethanede kaldım; altıncı gün (02.11.2016) beni savcılığa götürdüler. Savcı yaklaşık bir buçuk saat kadar ifademi aldı. Savcıya verdiğim ifadenin özü/özeti şöyle: Ben bir tefsirci olarak hayatını Kur’an’a ve tefsir dersleri vermeye adamış bir kimseyim. Asistanlığa başladığım 1992 yılından itibaren talepte bulunan herkese tefsir dersleri yapmaktayım. Önce Darende’de, daha sonra da 2002 yılından itibaren Malatya’da 16.07.2013 tarihine kadar aralıksız olarak tefsir dersleri verdim. Aynı anda dört farklı gruba tefsir dersleri yaptım. Söz konusu gruba da kendi istekleri üzerine tefsir dersleri yaptım. Ancak bu derslere farklı düşünce ve ideolojilere mensup olan, Gülencilikle hiçbir ilgisi bulunmayan akademisyenler de katılıyordu. Kaldı ki o tarihlerde bu yapının iç yüzü bilinmiyordu.

***

Bu ifademden sonra savcı beni serbest bıraktı. Ne var ki hakkımda hiçbir soruşturma açılmamasına ve açığa alınmamama rağmen rektör, dekanlık görevimi geri aldı. Bu arada Üniversitedeki ön inceleme komisyonuna bilgi vermek üzere çağrıldım. Öğrenebildiğim kadarıyla YÖK herhangi bir işlem yapılmasını istemediği halde rektör böyle bir tasarrufta bulunuyor. Ben rahmetli Erbakan çizgisinden AK Parti’ye evrilmiş biriyim. Ayrıca İnönü Üniversitesi’nde görev yaptığım yıllarda bu yapıyla çok mücadele ettim. FETÖ mensubu hiçbir kimseyi İlahiyat fakültesine almadım. Benim telkinlerim ve yönlendirmelerimle onlarca öğrenci, Gülenci harekete ait ev ve yurtlardan ayrılarak İlim Yayma Cemiyeti’nin evlerine yerleşti. Bu konuda sayısız öğrencim tanıklıkta bulunmaya hazırdır. Ben İlim Yayma Cemiyeti’nin Malatya ve Nevşehir şubelerinin kurucu üyelerindenim. Halen Nevşehir şubesinin başkan yardımcısıyım.

Selam ve dua ile…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Aralık 2016

Sayılmayız Parmak İle, Tükenmeyiz Kırmak İle


Devlet ve milletçe çok yoğun bir saldırı altındayız. Doksan üç yıllık Cumhuriyet dönemi boyunca meydana gelen sayısız terör saldırısının en yoğun ve en alçakça versiyonlarına son birkaç yılda tanık olmaktayız. Bu yoğun saldırının kuvvetle muhtemel sebebi, Orta Doğu coğrafyasında bağımsız bir devlet olarak ayakta duran, inisiyatif alan ve en azından kendi çevresinde olup bitenlere müdahil olan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığından ciddi rahatsızlık duyulmasıdır. Belli ki artık tam bağımsız bir devlet olma mücadelesinde ödenecek bedel hayli ağırdır; bu ağır bedel ise şehit kanlarıdır.

Türkiye’nin hâl-i hazırdaki durum ve konumundan rahatsızlık duyanların kim veya kimler olduğu hakkında izahatta bulunmak lüzumsuzdur. Onlarca şehit verdiğimiz her terör olayından sonra bıyık altından gülerek elini ovuşturan Batılı ülkelerin tamamı terörün azmettiricisi olarak kodlanmalıdır. Batı dünyası son birkaç yüzyıllık zaman dilimi içerisinde maddi gelişmişlik sürecini tamamlamış ve AB bünyesindeki çatlakların tanıklık ettiği üzere arıza dönemi artık başlamıştır. Bu yüzden gerek kendi bölgesinde gerekse küresel ölçekte giderek kendinden daha fazla söz ettirmeyi başaran bir Türkiye’nin varlığı onlar açısından kaygı uyandırıcıdır. Ayrıca Batılıların devlet hafızasında Osmanlı hatıraları halen canlıdır.

Son yıllarda tanıklık ettiğimiz küresel siyaset ve konjonktürden anlaşıldığı kadarıyla Batı eksenli hegemonik güçler bütün bir Orta Doğu’yu Birinci Dünya Savaşı yıllarına avdet ettirmek ve bugün itibariyle bu coğrafyada yangın yerine dönmemiş tek ülke konumundaki Türkiye’nin belini bükmek ve böylece uzadıkça budanan, kurudukça sulanan bir devlet haline getirmek azmindedir. Yıllardan beridir bir tek teröristi dahi Türkiye’ye iade etmemeleri, kendilerine sığınan teröristlerin neredeyse tamamına oturum izni vermeleri ve aynı zamanda bu topraklardan kaçıp giden bazı alçakları parlamenter gibi karşılayıp taltif etmeleri Batı ülkelerinin geleneksel ahlaksızlıklarından sadece birkaçıdır.

Ahlaksızların ahlaksızlıklarını yadırgamamak lazımdır. Çünkü onlar işini yapmaktadır. Bu topraklarda maalesef pıtrak gibi üreyip çoğalan yerli alçakların alçaklıklarına da gam yememek lazımdır. Çünkü her millet ve devlette olduğu gibi bizde de mebzul miktarda alçak vardır, bundan sonra da hep olacaktır. Ancak işin üzücü olan tarafı, bizdeki alçak katsayısının yüksek olmasıdır. Bunun temel sebeplerinden biri, geçmişte Osmanlı Devleti’ne, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik harici ameliyat teşebbüsünün başka devletlerle kıyaslanamayacak düzeyde fazla olmasıdır. Bir diğer sebep ise Türk milletinin dünya tarihine damgasını vuran ve aynı zamanda kalleşlikle işi olmayan bir millet vasfını taşıması, yani İsmet Özel’in tabiriyle Türk milletinin kalın bir millet olmasıdır.

Bugün itibariyle bütün bir millet olarak üstümüze düşen öncelikli vazife, terörün icra etmek istediği hükme karşı çıkmak, yani terör sopasının bizi manen çökertip kötürüm hale getirmesine asla razı olmamaktır. Keza terör sopasına alışmadığımızı ve asla alışmayacağımızı, onlarca şehit cenazesi görmeyi hiçbir zaman kanıksamayacağımızı, duygu ve fikir dünyamızda kötülüğün sıradanlaşmasına ruhsat tanımayacağımızı, kısacası, parmakla sayılmayacağımızı ve kırmakla tükenip son bulmayacağımızı topyekûn bir millet iradesi olarak ortaya koymaktır.

Beşiktaş’taki son terör hadisesinin akabinde İçişleri Bakanı’nın intikam vurgusu anlamlıdır. Ancak bu vurgu hamasi söylem düzeyinde kalmamalıdır. Zira hamaset bugün devletin yapması gereken vazifenin yerine kaim olduğunda, başka bir ifadeyle, devlet aklının acilen yapması gereken işin boşluğunu hamaset söylemi doldurduğunda milletin sinesindeki açık yara kapanmayacak, aksine daha çok kanayacak, üstelik milletin devlete güveni sarsılacaktır. Bu itibarla, milletin sinesindeki derin acıyı bir nebze de olsa hafifletmek için devletin terörist it sürüsüyle mücadelede gözle görülür sonuçlar alması, sözgelimi Kuzey Suriye topraklarında konuşlandığı bilinen bu it sürüsünün elebaşlarını keklik gibi avlaması, hatta bunların her birini cümle âleme ibret olacak şekilde cezalandırması lazımdır. Ateş düştüğü yeri yaktığından insanımız ferdî düzeyde çok duygusal davranabilir; dolayısıyla her birimiz maşeri vicdanda derin travmalara yol açan terör eylemlerinin intikamı konusunda fevrî tepkiler verip çok acil beklentiler içine girebilir. Buna mukabil devlet, intikamın soğuk yenen bir yemek olduğu gerçeğinden hareketle kendine yaraşır bir akıl ve serinkanlılıkla davranmalı; fakat neticede ve mümkün olan en kısa süre içerisinde milletin intikamını sinelere su serpecek biçimde alıp maşerî vicdanı rahatlatmalıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Aralık 2016 

Dini Metinleri Anlamada Selefiliğin Etkisi | İzmir / Türk Ocakları | 9 Aralık 2016

1. Kısım


2. Kısım


Türk Ocakları İzmir Şubesi Prof. Dr. Cemal Sofuoğlu Türk İslam Araştırmaları Teşvik Ödülü 2016 Programı Tören ve Konferans | 09 Aralık 2016 | Karabağlar Halk Eğitim Merkezi

O Cemaat Kötü, Bu Cemaat İyi...

Birkaç gün önce Milli Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’nce Antalya’da organize edilen eğitim yöneticileri eğitim yönetimi seminer programında “15 Temmuz Demokrasi Zaferi” konulu bir sunum yaptım ve bu sunumda FETÖ vakasıyla irtibatlı olarak Türkiye’deki dinî grupların genel karakteristiğine ilişkin bazı eleştirilerde bulundum. Eleştirilerimin bir boyutu dinî grupların hemen hepsinin siyasallaşması, siyasi alanda baskı grupları oluşturması, ülkenin genel eğitim politikalarına ayar vermeye çalışması, dinden devşirilen sermayeyi dünyevi (politik, ekonomik) alanlara yatırması ya da kısacası asıl işlerini avukata havale edip üstlerine vazife olmayan işlerle meşgul olmasına dairdi ki FETÖ vakasının karşımıza çıkardığı ağır maliyet de tam olarak bu problemin sonucuydu. Hitler’e göre bir hareket ne kadar çok makam tesis eder ve mevkii dağıtırsa o kadar daha düşük nitelikteki kişileri kendine çeker ve sonunda bu siyasi askıntılar başarılı bir partiyi öylesine sarar ki başlangıçtaki hareket artık ilk idealistler tarafından tanınmayacak hale gelir.

***

Eleştirilerimin ikinci boyutu dinî grupların hemen hepsinde gözlemlenen teolojik arızalarla ilgiliydi. Bilindiği üzere dinî cemaatlerdeki başlıca sorunlardan biri, herhangi bir grup veya cemaate intisap eden bir bireyin öncelikle kendi beninden vazgeçmesi, yani grup kimliğine katılarak kendi benini bu genel kimliğin içinde eritip yok etmesidir. Müesses dinî yapılardaki teolojik arızalar ve enfeksiyonların kaynağı temelde bu yapısal sorunla ilişkilidir. Akıl, irade, muhakeme, tercih gibi unsurların lider kültü marifetiyle cemaate devredilmesinin “mankurtlaşma” sonucunu üreteceği şüphesizdir. Mankurtlaşma konusunda Eric Hoffer’in şu tespitleri çok dikkat çekicidir: “Bir insanı savaşmaya ve ölmeye hazır duruma getirme tekniği, o insanın kişiliğini bedeninden ayırmaktan ibarettir. Diğer bir ifadeyle, onun kendi gerçek kişiliğine sahip olmasını önlemektir. Bu işlem, o kimsenin kapalı kolektif bir topluluğun içinde eritilerek o topluluğa uydurulmasıyla, ona hayali bir kişilik tanımak yoluyla, şimdiki zamanın küçümsenmesini ona aşılamak ve onun ilgisini henüz var olmayan şeylere kaydırmak yoluyla, onunla gerçek arasına bir perde (öğreti) germek yoluyla, ihtiraslar enjekte ederek o kimse ile nefsi arasındaki dengeyi önlemek yoluyla yapılabilir.”

***

Bu minvaldeki eleştirilerimiz söz konusu programdaki bazı katılımcılar tarafından yadırgandı ve yüksek volümlü tepkiyle karşılandı. Belli ki bu zevatın cemaat angajmanları vardı. Oysa bizim eleştirilerimiz muayyen bir cemaatten öte, genel çerçevede dinî cemaat ve grupların yapısal özellikleriyle alakalıydı. Daha açıkçası, dinî cemaatler hakkında söylediklerimiz, Mustafa Çalık’ın Türkiye Günlüğü dergisinin 15 Temmuz konulu yeni sayısına yazdığı yazıdaki tespitlerle hemen hemen aynıydı. Çalık’ın yazısından aktarırsak; 

(1) Gülen Cemaati bugün için belki “öldü”, ama bilmeliyiz ki ruhu “istikamet”ten çok “keramet”e meraklı diğer bütün cemaat ve dergâhlarda ve onların “Gassâl elinde meyyit” olmaya can atan müntesibleri arasında kol geziyor. 

(2) Dürüstçe çalışıp ter dökerek kazanıp, haysiyetiyle alnı açık, başı dik gezmek yerine herhangi bir kanatlı hayvan gibi havalarda uçmanın hayaliyle eteğine yapışacak mürşit arayan bunca miskinin bulunduğu yerde, “the Cemaat” gider, “another Cemaat” gelir. Gülen gider, yerine başka bir soytarı mehdiliğe soyunur. 

(3) Şeyhlerin âlimlerden daha itibarlı ve sözü geçer olduğu bir memlekette, okuyandan çok “zikir” çekenin, düşünüp sorandan çok “rabıta” edenin rağbet gördüğü bir cemiyette ne “Cemaat” biter, ne “Mehdi” biter. 

(4) Kâşiflerin, mucitlerin nasıl çalıştığını, nasıl yetiştiğini merak etmeyip de “aktab” ve “agvâs”ın kendilerinden menkul keramet rivayetlerini ezberlemekle mutmain olan Müslüman semtlerinde keşif de olmaz icat da; sonunda “zikirmatik”ler bile Çin’den gelir. 

(5) Cenab-ı Allah’ın en büyük nimeti olan aklı küçümseyen, “‘akıl’ı akıl ile iptal etmek” türünden akıl-mantık çatlatıcı aforizmaları dillerine dolayan bilgisiz demagogların “büyük üstad” muamelesi gördükleri bir camiada daha nice “hoca efendiler”in çıkacağını fehmetmemek sadece ahmaklık değil, aynı zamanda mesuliyetsizliktir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Aralık 2016

Mezhep Çatışmaları ve FETÖ | İskele Sancak / Kanal 7 | 2 Aralık 2016



Kanal 7'de yayınlanan İskele Sancak programının 2 Aralık 2016 tarihli yayınına Mustafa Öztürk, Murat Yılmaz, Birol Akgün, Merve Şebnem Oruç, Ahmet Uysal, Hüseyin Aslan konuk oldu.

Mustafa Öztürk Twitter: https://twitter.com/ozturktefsir
Mustafa Öztürk Facebook: https://www.facebook.com/mustafaozturkresmi
Mustafa Öztürk Arşivi YouTube: https://www.youtube.com/channel/UCSO3...

Gelenekçilik Edebiyatı Yapıp Modernist Gibi Yaşamak

Modernizm ve modernite, sırtlarını dinî geleneğe yaslayıp geleneği fetiş gibi algılayan ve bu sayede sıfır maliyetle çok büyük bir güç ve iktidar kotaran çevreler nazarında birer şeytanî kavramdır. Modernizmi şeytanlaştırmanın zihinsel arka planında Batı dünyasıyla hesaplaşma arzusu vardır. Çünkü modernizm tecrübesi Batı kaynaklıdır. Bu tecrübenin felsefî arka planında ise malum aydınlanma hikâyesi vardır. Evet, bütün bunlar doğrudur. Ayrıca Batı’nın dün olduğu gibi bugün de genel olarak İslam dünyasıyla, özel olarak Türkiye’yle ilişkisinin çok kere ilkesiz ve ahlaksız olduğu kuşkusuzdur. Lakin Batı’nın birkaç yüz yıldır maddi gelişme açısından bize nal toplattığı, dolayısıyla modernliğin inkârı gayri kabil bir durum olarak bizi kuşattığı da kuşkusuzdur.

***

Şimdiki zamanı kıymete bindiren bir gerçeklik olarak modern duruma değer yükleyebilir, felsefî ve kültürel bir nesep tayin edebilirsiniz. Ancak insanoğlunun yeryüzü macerasının başından beri sosyal akışkanlığın devam ettiği gerçeğini de teslim etmelisiniz. Mademki siz yüzyıllardır tarihte tatile çıkıp meraksızlık huyunu kendinize karakter olarak kodlamışsınız, o zaman ötekinin alıp başını gitmesine sövüp saymanın nafile olduğunu da bilmek zorundasınız.

Biz modernliği merkezden ve iç dinamiklerimizden üretmiş bir millet değiliz. Daha açıkçası biz modernliği ilkin cephede kurşun ihtiyacı olarak fark eden bir milletiz. Geç dönem Osmanlı tarihindeki Nizam-ı cedit, Sekban-ı cedit gibi düzenlemeler modernliği ilk defa kurşun ihtiyacı olarak fark ettiğimizi gösteren tecrübelerdir. Söz konusu düzenlemelerin işe yarayıp yaramadığı veya Osmanlı’nın ömrünü uzatıp uzatmadığı apayrı bir mevzudur. Ancak şu kesin ki modernliği merkezden kim üretmişse, bütün boyutlarıyla onun içini dolduran da odur.

Bu bakımdan, Mehmet Akif gibi mütefekkirlerimizin Japonya örneğinden hareketle aşıyı kendinden yaparak modernleşme teklifinde bulunmasının anlamlı bir sonuç vermediği ve dahi vermeyeceği açıktır. Çünkü cep telefonu da dâhil, tüm modern aygıtların bagajında o aygıtı üreten felsefî kodlar da mevcuttur. Haliyle, bir zamanların moda klişesi olan, “Batı’nın teknolojisini alalım ama ahlakını almayalım” sözü laf-ı güzaftır. Ancak bu klişe moderniteyle başa çıkma hususunda en azından bir teklif olması itibarıyla anlamlıdır. Dahası bu klişe bir taraftan modernitenin dibini bularak yaşarken bir taraftan da moderniteye sövüp saymaktan çok daha ahlaklı bir duruşa atıfta bulunmaktadır.

***

Evet, modernizmin arka planında Batı’daki aydınlanma hikâyesinden söz edilebilir. Elbette büyük tecrübelerin bir hikâyesi vardır, olmak zorundadır. Ancak söylem düzeyinde sükseli retoriklerle sabah-akşam modernizme sayıp sövüp, eylem ve pratik hayat düzleminde moderniteyi massederek yaşamaktansa, hâl-i hazırdaki durumu “durum” olarak kavramak ve bu modern durum içinde Müslümanca yaşamanın sahici formüllerini aramak kuşkusuz daha tutarlı ve ahlaklı bir tavırdır. Oysa biz bugün sosyal akışkanlık bize hangi istikameti gösteriyorsa, gönüllü olarak o istikamete yöneliyor ve hayatı bu minvalde yaşayıp gidiyoruz. Bu arada sıkı gelenekçilerimizin klasik fıkıh müktesebatına güzelleme tarzında edebiyat parçalamalarını da hayret ve tebessümle izliyoruz. Hâsıl-ı kelam, gelenek ve gelenekçilik edebiyatımız tam manasıyla nostalji ve özlemler diyarı edebiyatıdır. Hâl-i hayatımız ise tepeden tırnağa moderniteye ayarlıdır. Bu hâl-i pür melalin tam karşılığı ise zavallılık, iki dünyalılık ve çifte standartçılıktır.

Hayata Dâir Hasbihâl | Bezm-i Âlim / Diyanet TV | 26 Kasım 2016


Prof. Dr. Mustafa Öztürk Diyanet TV'de yayınlanan ve Halil Yıldırım'ın sunduğu Bezm-i Âlim programının 27. bölümünün konuğuydu.

Bezm-i Âlim programı: Ömürlerini ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda harcayan, yazdıkları eserler, yetiştirdikleri öğrencilerle ilim ve irfan dünyamıza zenginlik katan ilim adamlarımız…
Onların hatıralarını, eserlerini, hayat tecrübelerini Bezm-i Alim’de konuşuyoruz.

Kur'an Tarihi


Yaklaşık bir hafta kadar önce Kur’an Tarihi başlıklı kitap çalışmasını tamamladım; ama çalışmayı tamamlayıp Ankara Okulu’na gönderdiğim gün itibarıyla beynimin ve zihnimin tükendiği duygusuna kapıldım. Çünkü konu hem karmaşık hem de muhataralı; dolayısıyla çok yorucu ve yıpratıcı... Erken dönem İslâmî kaynaklardaki rivayet temelli bilgi malzemesi çok görünmesine rağmen maalesef az, yetersiz ve üstelik karmakarışık... Kur’an tarihi alanında çalışmayı zorlaştıran başlıca sorunlardan biri, kaynaklardaki rivayetlerin nüzul dönemi ve akabindeki tarihî vakayı tasvir eden bilgiler mi içerdiği yoksa geriye doğru mümkün mertebe sorunsuz bir tarih kurgusuna mı hizmet ettiği hususunda karar vermenin pek kolay olmamasıdır.

Öte yandan, uzak geçmişte Bâkıllânî’nin “Râfızîler” (Râfıza/Revâfız) diye nitelendirdiği Şiî-Bâtınî çevrelerin, yakın geçmişte Theodor Nöldeke gibi bazı müsteşriklerin Kur’an tarihindeki boşluklarla ilgili iddia ve itirazları hâlâ ikna edici cevaplar beklemektedir. Muhammed Hamidullah, M. Mustafa el-A’zamî, M. Salim Muhaysın, Abdussabûr Şâhîn gibi birçok Müslüman araştırmacının bu alandaki çalışmaları ise hem nicelik hem nitelik olarak yetersizdir. Üstelik birçok çalışmadaki muhteva bir önceki sayfada söylenen şeyin bir sonraki sayfada reddedilmesi şeklinde kendini göstermektedir. Yine bu çalışmaların birçoğu bugünden kalkarak geriye doğru tarih kurma çabasının ürünü gibi görünmektedir. 

***

Bir taraftan Hz. Peygamber’in sayıca kabarık bir kâtiplik sekreteryası oluşturup Kur’an’ın tümünü sistematik şekilde yazıyla tespit ettirdiğini, bununla da kalmayıp vahiy kâtiplerine, “Bu ayeti şu sûrenin şurasına yerleştirin” diye talimat verdiğini söylemek, diğer taraftan da nüzul dönemini müteakiben Kur’an’ın cem’i meselesi gündeme geldiğinde Halife Hz. Ebû Bekr’in bu konuda güç bela ikna olduğuna, üstelik aylarca süren cem faaliyeti sırasında ayetler ve sûreleri mürettep halde bulmak şöyle dursun, Mescid-i Nebevî’nin kapısında vaziyet alınıp, “Kimin yanında yazılı bir ayet varsa, iki şahitle birlikte getirsin” diye ilanda bulunulduğuna dair bir dizi rivayet nakletmek fikrî muhakeme kabiliyetine sahip her bir insanın gözünden kaçmayacak kadar iri bir çelişki olsa gerektir.
Klasik kaynaklardaki bilgilerin problemli olmasından dolayı vahyin metinleşme tarihindeki tüm müphemlikleri izale edecek bir eser telifinin bugünden sonra da güçlü bir ihtimal olmadığı söylenebilir. Bu alanda telif edilecek nitelikli bir eserin bugüne kadar okuduğumuz kitaplardaki Kur’an tarihinin muahhar dönemlerden ilk döneme doğru bir inşa faaliyetinin ürünü olduğunu belgelemekten fazla bir katkı sunması da pek mümkün olmayabilir. Ancak yine de böyle bir eser ciddi sorunlarla yüzleşme hususunda bizi daha özgüvenli kılabilir.

***

Kur’an tarihi alanında problemleri görmezden gelmek yerine her türlü problemle yüzleşmekten çekinmemek gerekir. Çünkü bizim Kur’an’a sadakatimiz vahyin metinleşme tarihindeki müphemliklerin tümden giderilmesi şartına bağlı değildir. Müslüman olmamızın nirengi noktası ise imanımız, yani Hz. Peygamber’e itimadımızdır. Kur’an tarihiyle ilgili tüm sorunlarla yüzleşmek ve imkân elverdiği ölçüde bunları çözmek düşüncesinden hareketle ortaya çıkan çalışmamız üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, Kur’an vahyinin metinleşme süreciyle, ikinci bölüm Kur’an’ın mushaf tertibiyle, üçüncü bölüm ise nüzul tertibi ve gelenekteki muhtelif nüzul tertibi listeleriyle alakalıdır. Üçüncü bölüm, değerli öğrencim ve meslektaşım Yrd. Doç. Dr. Hadiye Ünsal tarafından kaleme alındığından, çalışmamız çift yazarlıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 26 Kasım 2016

On-Yirmi Yıl Sonra Yargılanma İhtimali


Bazı dostlar, 17-25 Aralık süreci ve 15 Temmuz darbe girişimi üzerine birçok yazı yazmam ve FETÖ’ye karşı çok açık bir tavır almam sebebiyle, bundan 10-20 yıl kadar sonra siyasi iklimin tamamen değişmesine, yani keser ve sapın dönmesine bağlı olarak vatana ihanetten yargılanmamın muhtemel olduğunu tembihlemekte ve beni daha dikkatli olmaya davet etmektedir. Bu tembih, “Sana mı kaldı kahramanlık?! Bugün birbirine düşman olanlar, yarın bir gün bakmışsın ki canciğer dost olmuşlar. İşte o zaman, cümle âlemin kötüsü sen olursun” diye de ifade edilebilir. Ergenekon, Balyoz gibi davaların serencamı dikkate alındığında, söz konusu tembihlerin yabana atılmaması gerektiği düşünülebilir. Hâliyle, on-yirmi sene sonra, şayet o zaman hayatta olursak, bugün yazıp çizdiklerimizden yargılanmamız mümkün ve muhtemeldir. Ne var ki benim nazarımda önem arz eden mesele, yargılanmamız değil, niçin yargılanacağımız meselesidir.

***

Bilenler bilir, FETÖ hakkında yazdıklarım 17-25 Aralık sürecinden daha eski tarihlidir. Bunun belgesini isteyenler, Çağdaş İslam Düşüncesi adlı eserimize bakabilir. Bu eserin yayımlandığı tarih HSYK’nın FETÖ’cülerce işgal edildiği, FETÖ’cü savcıların esip gürlediği döneme denk gelir. O dönemde, eserlerimizi yayımlayan Ankara Okulu Yayınevi’nin bir sabah vakti FETÖ’cü polislerce basılması ve yayınevine dava açılması hafızamdaki tazeliğini halen muhafaza etmektedir. Kısacası, FETÖ’ye karşı çıkışım siyasi konjonktürle ilgili olmadığı gibi bu konuda sergilediğim tavır da siyasi iradenin destek ve himayesine bağlı değildir. Doğru olduğuna kanaat getirdiğim görüş ve düşünceleri ilahiyat alanında ne kadar açık ifade ediyorsam, toplumsal alanda yanlış gördüğüm şeyleri de aynı açıklıkta dillendiririm ve bu tavrı adamlık ölçüsü kabul ederim. Bu yüzden de kimin ne dediğine, sergilediğim tavrın getirisine götürüsüne pek bakmaksızın ve dahi gözümü budaktan sakınmaksızın, aklımın erdiği dilimin döndüğü nispette kitabın ortasından konuşmayı yeğlerim. Görüşlerim isabetsiz olabilir; fakat açıkça görüş beyan etmenin konjonktür gereği hakikat ekonomisi yapmaktan çok daha dürüst, ahlaklı ve aynı zamanda entelektüelliğe yaraşır bir tavır olduğundan kesinlikle eminim. Nabza göre şerbet vermenin, konuşulması gereken yerde susmanın ve tantanalı dönekliğin -ki buna şimdilerde “darbe sonrası kahramanlık” da deniyor- entelektüelliği çökerttiğinden de eminim.

***

Bütün ülkeyi ilgilendiren, üstelik dinî referanslar sebebiyle herkesten önce biz ilahiyatçıların konuşmasını gerektiren FETÖ meselesinde yakın gelecekteki muhtemel siyasi-sosyolojik iklim değişiklerini düşünerek konuşmaktan imtina etmeyi ahlâkî açıdan nasıl tanımlamak gerektiğini -dilerseniz- ifade etmeyeyim. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki başımıza gelen belaların çoğu, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cılıktan ve nemelazımcılıktan geldi. Bu ülkedeki sayısız insanın daha birkaç yıl öncesine kadar Gülen haysiyetsizinin peşinde koşması ise hiç şüphesiz yalakalık, fırsatçılık, rantçılık gibi kümülatif ahlaksızlığın göstergesiydi. Çünkü o tarihlerde FETÖ sıçrama tahtası gibi görünüyordu. Hâliyle, sayısız insan bu yapının adam tavlamasına tav olmayı yeğledi. Ancak bu kadar basit tav olmak ve tavlanmak adamlık değildi.

Hâsılı kelam, Prizma 2 adlı eserinde, “herkesin nabzını tutma ve nabza göre şerbet verme esas olmalıdır” diyen ve fakat Vatikan’dan İsrail’e kadar cümle âlemin nabzını tutmasına rağmen bir kez olsun Müslümanların nabzını tutmayı düşünmeyen, bu yüzden de 2002 yılındaki Filistin ablukasından dolayı Türkiye’de İsrail’e karşı büyük bir öfke patlaması yaşandığı sırada İsrail büyükelçisini Fatih Üniversitesi’ne davet ederek konferans verdiren, Mavi Marmara hadisesinde, “İsrail’den izin aldınız mıydı?” diyen, keza 1980 darbesine eyvallah deyip darbecileri “Hızır” diye nitelendiren, 28 Şubat sürecinde Çevik Bir’e yazdığı ve son satırlarını, “Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabulünü arz ederim efendim” şeklindeki yalakalık ifadeleriyle bağladığı mektupla da kusursuz haysiyetsizlik örneği sergileyen F.G. alçağı hakkında konuştuklarım ve yazdıklarım sebebiyle yarın bir gün yargılanmayı şeref addedeceğimi şimdiden belirtmek isterim.

Yüksek Gerilim Sorunumuz


Genelde İslam dünyası, özelde Ortadoğu coğrafyası mütemadiyen yüksek gerilim üretiyor. Bilhassa dinî ve mezhebî görüş ayrılıkları kaşınarak gerilim daha da tırmandırılıyor. Bu yakıcı sorun şu tür sorular üzerinde kafa yormayı kaçınılmaz kılıyor: İslam dünyasındaki yüksek gerilimin düşürülmesi için neler yapılabilir? Din referanslı radikalleşme eğilimlerini besleyen kaynaklar nelerdir? İslamofobinin yükselişi ile mezhebî gerilimler arasında ne tür bir ilişki ve etkileşimden söz edilebilir? Müslüman kardeşini önce tekfir, ardından katledecek bir ruh haline sahip olmanın psiko-sosyal temelleri nedir? Mezhepçiliği kırmak için mezhepliliğe yaklaşım tarzı nasıl olabilir?

***

Kanımca gerek mezhebî ayrışma gerek radikalleşme noktasında dinî kaynaklardan ziyade motivasyonlar ve küresel angajmanlar daha belirleyici faktörlerdir; bizatihi din ve dinî metinler ise kullanışlı araç mesabesindedir. Hatta tarihî tecrübeden hareketle denilebilir ki din mevcut toplumsal ve siyasal duruma göre ya dirlik ve düzeni pekiştirme ya da kaosu körükleme gibi farklı işlevler kazanan bir gerçekliktir. Daha açıkçası, İslam dünyasında güçlü bir siyasi düzen ve nizam bulunduğunda, din statükoculuğa hizmet riskine rağmen düzen ve nizamı pekiştirici bir çimento işlevi görebilir; ama diğer yandan da tıpkı bugün yaşandığı üzere İslam dünyasının farklı coğrafyalarında kargaşa hüküm sürerken çatışma ve ayrışma aracına dönüştürülebilir. Bu durum mezhepler için de geçerlidir. Güçlü bir siyasi ve toplumsal istikrar ikliminde mezhepler İslam âlemi için zenginlik olabilirken veya en azından böyle algılanmaya müsaitken, aksi durumda farklı mezhebî kimlikler ve aidiyetlere sahip Müslüman grupların geriye dönük hesaplaşma ve çatışmasının başat unsurlarından biri olarak manipüle edilebilir. Bu vesileyle mezhebî ayrışmadan rant devşirme hususunda İran’ın ve Şia’nın eline kimsenin su dökemeyeceği özellikle not edilmelidir.

***

Gerek din referanslı radikalliğe savrulmaların, gerekse farklı mezhep ve meşreplere sahip Müslüman gruplar arasındaki ihtilaf ve çatışmaların daha ziyade Ortadoğu merkezli olması, din ve mezhep olgusunun siyasi kargaşa ve kaosun hüküm sürdüğü vasatlarda ayrışma ve çatışma aracına dönüştüğü tezini desteklemektedir. Müslümanların dünya üzerindeki en büyük siyasi gücü olan Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği günden bu yana devam eden Ortadoğu merkezli kaosta küresel ve emperyal angajmanların çok önemli rol oynadığı şüphesizdir. Ancak Müslümanların bu angajmanlara açık ve kolayca ayartılmaya teşne olmasının genel anlamda ümmetin ruh sağlığının bozulmasıyla yakından ilgili olduğu da belirtilmelidir. Bununla birlikte din referanslı radikalleşme ve şiddetin İslam dünyasında daha ziyade kimlikleri reddedilen, yaşam alanından itilip güçsüzleştirilen ve bu yüzden hem kimliğini ispat hem de kendine güç ve nüfuz alanı açma hedefine odaklamış çevrelerce başvurulan bir yol olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zira meşru yoldan hedefe ulaşmanın hem daha maliyetli hem de daha fazla mesai gerektirdiği malumdur.

***

Öte yandan günümüzde dinî-mezhebî radikalleşmenin yaygınlaştığı kuşkusuzdur. Bu olguyu besleyen faktörlerden biri, tek hakikatçi söylemin giderek güç kazanması ve çok sayıda taraftar bulmasıdır. Şiî dünyasında siyasetle iç içelik arz eden ruhânî hiyerarşinin dinî bilgi ve düşünce alanında tek hakikatçiliği dayatarak farklı görüş ve yorum kültürünü ortadan kaldırdığı söylenebilir. Ancak bu durum sadece Şiî dünyası için geçerli değildir. Zira bugün Sünnî dünyada da tek hakikatçi dinî söylem üreten ve dindarlık ölçümüyle ilgili tartışmaları körükleyen hareketler hiç de az değildir. Ne var ki tek hakikatçi dil ve söylem aynı dinin müntesiplerini birbirine düşürüyor. Durum böyle olunca herhangi bir dinî yapıya veya anlayışa yönelik eleştirel bir değerlendirme, o yapı ve anlayış nezdinde kin ve nefretle karşılanıyor, hâliyle mesele “müsâdeme-i efkâr” meselesi değil, bir anlamda şeref ve haysiyet meselesi gibi algılanıyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Kasım 2016

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/yuksek-gerilim-sorunumuz-2576

Yetmiş Üç Fırka Kâfi Değilse Zam Yapıverin!


Hz. Peygamber’e nispet edilen bazı rivayetlerde Ehl-i kitabın yetmiş bir veya yetmiş iki fırkaya ayrılacağı, kendi ümmetinin ise yetmiş üç fırkaya bölünüp biri dışında hepsinin cehennemi boylayacağı belirtilir. Genel olarak “iftirak hadisi” diye adlandırılan bu rivayetler İbn Hazm gibi bazı âlimlerce sahih kabul edilmezken, mezhepler tarihi alanında eser veren diğer birçok müellif yetmiş üç rakamını/sayısını hakiki manaya hamlederek İslam tarihinde ortaya çıkan tüm fırkalar ve grupları bu sayıya denk düşürmek için kendilerini hayli zorlamış ve ister istemez tuhaf, hatta komik denebilecek tasnifler yapmak durumunda kalmışlardır.

Diğer taraftan Sünnî makâlât/fırak müellifleri kurtuluşa erecek tek fırkayı (fırka-i nâciye) Ehl-i Sünnet olarak kodlarken, iftirak hadisi uyarınca diğer bütün fırkaların müşterek adreslerini “cehennem” olarak göstermişlerdir. Özellikle Abdülkâhir el-Bağdâdî Ehl-i Sünnet dışındaki fırkaların cehennemlik olduğunu ispat hususunda çok arzulu ve iştahlı bir tavır sergilemiştir. Buna mukabil Sünnî gelenekte ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğinden, hatta tekfirden uzak durulması gerektiğinden söz edilmiş; ancak tarihî tecrübede bu ilkesel anlayış çok kere askıya alınmış, birçok Sünnî âlim muhaliflerini tekfirden sakınmamıştır. Mesela bazı Sünnî âlimler Mu’tezile kelamcısı Nazzâm’ı tekfir için kitaplar yazmış, benzer şekilde Selefiyye ekolü Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye kelamcılarını tekfir ederken, Sünnî kelamcılar da bazı konularda Selefiyye mensuplarını tekfirden kaçınmamıştır.

***

Gazâlî de âlemin kıdemi, Tanrı’nın tikellere yönelik bilgisi gibi birkaç meselede filozofları, özellikle İbn Sina’yı tekfir etmiştir. Ancak bir taraftan İbn Sina’yı tekfir ederken, diğer taraftan da bu büyük filozofun birçok görüşünü benimsemiş, hatta çeşitli eserlerini büyük ölçüde İbn Sina’dan alıntılarla içeriklendirmiştir. Daha açıkçası Gazâlî’nin Makâsıdü’l-Felâsife adlı eseri İbn Sînâ’nın Dânişnâme-i Alâî adlı Farsça eserinin neredeyse Arapça çevirisi gibidir. Yine Gazâlî’nin Mi’yârü’l-İlm’de isim zikretmeksizin İbn Sinâ’nın en-Necât’ından çok geniş çaplı alıntılar yaptığı bilinmektedir. Bu yüzden Turtuşî, “Gazâlî’nin felsefî kapasitesi sınırlıydı; Mekâsıdü’l-Felâsife ve Mi’yâru’l-İlm’de İbn Sina’yı taklit etti; fakat onun seviyesine erişemedi” demiştir.

Aslında Gazâlî Bâtınîlere yönelik eleştirilerinde de benzer bir tutum sergilemiştir. Dönemin Abbasî hilafet makamından gelen talep üzerine kaleme aldığı Fedâihu’l-Bâtıniyye adlı eserde uhrevî âlemle ilgili ayetleri zâhirî manaya aykırı biçimde yorumladıkları gerekçesiyle Bâtınîleri tekfir etmiş, ancak kendisi de tasavvufla ilgili birçok eserinde cennet, mizan gibi Kur’an kavramlarına Bâtınî karakterli anlamlar yüklemiştir. Bu yüzden İbn Rüşd, “Gazâlî Eş’arîlerle Eş’arî, sûfîlerle sûfî, filozoflarla filozof olmuştur. Onun durumu, ‘Yemenli biriyle karşılaştığım gün Yemenliyim; Ma’dî kabilesinden birine rastladığım gün ise Adnânîyim’ mısralarında ifadesini bulur” demiş, İbn Teymiyye ise Gazâlî’nin birçok konuda Bâtınîleri eleştirdiği halde kendisinin de aynı görüşleri dile getirdiğine dikkat çekmiştir.

***

Bütün bu uyarı notlarına rağmen Sünnî İslam dünyasında Gazâlî’den sonra tekfirci Gazâlicilik diyebileceğimiz bir söylem tarzı gelişmiştir. Bu söylemi benimseyenler de tıpkı Gazâlî gibi bir yandan muhalifleri tekfir ederken, diğer yandan muhaliflerince tekfiri mucip görüşleri rahatlıkla dillendirmekte beis görmemişlerdir. Nitekim günümüzde, “Allah ete kemiğe büründü, filan diye göründü” gibi lafları zuhurat diye aktaran kimi zevat “İbn Sina kâfirdir” demeyi marifet bilmektedir. Belli ki bu taife memleketin sanki hiçbir sorunu yokmuş, millet can sıkıntısına boğulmuş algısıyla davranıp tekfir söyleminden heyecan ve sansasyon üretmek gibi absürtlüklerle iştigal etmektedir. Yine bu taife iftirak hadisindeki yetmiş üç rakamını kâfi görmediklerinden olsa gerek, tekfirciliği hortlatarak ümmeti ve milleti yedi yüz yetmiş üçe bölme hevesindedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan hâl-i hazırda yangın yerine dönmüş durumdaki Ortadoğu’ya atıfla “mezhep taşlarını yerinden oynatmayın” diye feryat ederken, içimizdeki kaba, softa, ham yobaz taifesi hem mezhep taşlarını moloz muamelesine tabi tutmakta, hem de kendilerince “ahiret bylockçuları”nı tespit listeleri oluşturmaktadır. Hasıl-ı kelam netice-i meram: Yazıklar olsun!

Kitap | Kur’an Kıssalarının Mahiyeti

Kur’an’daki kıssalar insanoğlunun her çağda karşılaştığı olaylar ve olgularla ilgili çarpıcı anekdotlar içerir. Geçmiş peygamberler ve toplumlarla ilgili kıssalar ilk bakışta mazinin derinliklerine dair anlatımlar gibi görünse de aslında hep “şimdi”ye dairdir.

Nüzûl döneminde kıssaların işaret ettiği “şimdi”, Hz. Peygamber ve siretine karşılık gelir. Kur’an’da kıssaların aktarım tarzı nüzul vasatındaki aktüel duruma o denli uygundur ki herhangi bir kıssanın nazil olduğu dönem tespit edildiğinde, ilgili kıssadan hareketle o günkü durum hakkında fikir sahibi olunabilir. Bu bakımdan, Kur’an kıssalarının sadece düz anlam içeriklerini değil, katmanlı anlamlarıyla bize hissettirmek istediklerini de kavrayabilmek için nüzul dönemindeki durum bağlamını iyi bilmek gerekir.


Öte yandan, kıssalar nihai amaca hizmet eden birer araç mesabesindedir. Kur’an’da nihai amaç, tevhid inancını benimsemiş ahlaklı insanlardan müteşekkil bir erdemli toplum ve sosyal hayat düzeni kurmak diye ifade edilebilir. Kur’an’da çerçevesi çizilen tarih perspektifinde, yalın tarihî bilgi aktarmak ehemmiyet arz eden bir mesele değildir. Kıssalardaki gerçeklik modern bilim paradigmasındaki nesnellik, yalınlık, tarafsızlık ve kronolojiye uygunluk gibi özelliklerden çok farklı bir mahiyete sahiptir. Başka bir ifadeyle, Kur’an kıssaları gerçektir; ancak bu gerçeklik her şeyden çok dinî ve ahlâkî değer alanıyla ilgilidir. Kıssaların aktarımındaki temel amacı vurgulayan “bi’l-hak” lafzı da tam olarak bunu ifade etmektedir.


Kitapta:

Kur’an’da Kıssa (Kasas) ve Benzer Kelimlerin Anlam Alanları,
Arap Dili ve Edebiyatında Kıssa ile Ilişkili Diğer Terimler,
Kıssaların Kaynağı Meselesi,
Kıssalar ve Tarihî Gerçeklik Meselesi
Kıssalarda Amaç Meselesi

 
gibi konuları ve içeriklerini bulacaksınız.


Sipariş Seçenekleri:

kitapyurdu
idefix
D&R

Kitabın uzunca bir bölümünü daha önce bu blogdan paylaşmıştık. Dilerseniz aşağıdaki bağlantılara tıklayarak okuyup inceleyebilirsiniz.
Kur’an Kıssaları, Tarihî Gerçeklik ve “Bi’l-Hak” Meselesi (I)
Kur’an Kıssaları, Tarihî Gerçeklik ve “Bi’l-Hak” Meselesi (II)

Zülkarneyn Kimdir?

ZÜLKARNEYN

(ذو القرنين)

Kur’an’da kendisine büyük güç ve imkân verildiği bildirilen kişi.

Sözlükte “sahip, mâlik” anlamındaki zû ile “boynuz, kâkül, şakak; aynı dönemde yaşayan nesil, akran” gibi mânalara gelen karn kelimesinin (Ezherî, Tehźîbü’l-luġa, “ķrn” md.) tesniye kalıbından oluşturulan zü’l-karneyn terkibinin anlamı karn kelimesine verilen mânaya göre değişir (Hasan el-Mustafavî, IX, 274-278). Mekke döneminde yahudilerin veya daha kuvvetli bir ihtimalle yahudilerin yönlendirmesiyle Kureyşli müşriklerin Hz. Peygamber’i imtihan etmek maksadıyla sordukları üç sorudan birine cevap mahiyetinde nâzil olan Kehf sûresinin 83-98. âyetlerindeki kıssada (Taberî, CâmiǾu’l-beyân, IV, 174, 271; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 100) üç defa geçen Zülkarneyn kelimesinin bir özel isim mi yoksa lakap mı olduğu açık değilse de hâkim görüş lakap olduğu yönündedir. Gerek Arap dilinde lakap ve sıfata delâlet eden “zülcenâhayn, zülyedeyn” gibi kelimelerin bulunması gerekse Kur’an’da Hz. Yûnus’tan “zennûn/zünnûn” diye söz edilmesi (el-Enbiyâ 21/87) Zülkarneyn’in özel isimden ziyade lakap olabileceğini düşündürmektedir; fakat bu lakabın ne mânaya geldiği de açık değildir.

İslâmî kaynaklarda yer alan ve önemli bir kısmı İsrâiliyat türü rivayetlere dayandığı anlaşılan farklı izahlara göre Kehf sûresinin 83-98. âyetlerinde konu edilen kişinin doğuya ve batıya seferler düzenleyip büyük fetihler yapan bir cihangir olduğu, insanları tevhide davet ettiği için inkârcılar tarafından başının iki tarafına vurularak öldürüldüğü, başında boynuza benzer iki çıkıntının yer aldığı, tacının üstünde bakırdan iki boynuz bulunduğu, saçlarının iki örgülü olduğu, emrine ışık ve karanlığın verildiği, rüyasında kendini gökyüzüne tırmanmış ve güneşin iki kenarından tutunmuş halde gördüğü, hem anne hem baba tarafından asil bir soya mensup bulunduğu, İran ve Yunan asıllı iki soydan geldiği, hayatı boyunca iki nesil gelip geçtiği, büyük cesaretinden dolayı veya savaşta düşmanlarını âdeta koç gibi vurup devirdiği yahut kendisine zâhir ve bâtın ilmi verildiği için Zülkarneyn diye anıldığı belirtilir (Sa‘lebî, el-Keşf, IV, 146; Fahreddin er-Râzî, XXI, 140). Bazı müfessirler, karn kelimesinin Arapça’da kâkül/zülüf anlamındaki kullanımının yaygınlığına atıfla söz konusu lakabın “iki örgülü” mânasına geldiğini söylese de (İbn Âşûr, XVI, 19) Kehf sûresinin 85-86 ve 89-90. âyetlerinde Zülkarneyn’in doğu ve batı istikametinde iki seferine işaret edilmesi, ilk açıklamanın daha isabetli olduğunu düşündürmektedir. Buna göre Zülkarneyn lakabı “cihangir, cihan hükümdarı” gibi bir mâna ifade etmektedir. Bu izah, Zülkarneyn’in Bizans ve İran’ı ele geçirmesinden dolayı bu lakapla anıldığı yolundaki Ehl-i kitap kaynaklı görüşün yanı sıra (Taberî, CâmiǾu’l-beyân, VIII, 271) Zülkarneyn lakabının kinaye yoluyla güç ve iktidarı simgelediği, bu sembolik anlamın nüzûl dönemindeki yahudilerce bilindiği yönündeki tesbitlerle de desteklenebilir (Kāsımî, VII, 76). Nitekim Eski Ahid’in Daniel kitabında (8/3, 20) koç ve iki boynuz imgesiyle ilgili bir rü’yetten/vizyondan söz edilmekte ve iki uzun boynuzlu koçun Med ve Pers krallarını simgelediği belirtilmektedir.

Kur’an’da yer alan Zülkarneyn kıssasıyla ilgili ifadeler oldukça veciz ve müphemdir. Bu durum kıssayla ilgili tarihî bir çerçeve belirlemeyi güçleştirmektedir. İlgili âyetlerdeki ifadelere göre Zülkarneyn, Allah tarafından kendisine verilen büyük güç ve geniş imkânlar sayesinde dünyanın doğusuna ve batısına iki sefer düzenlemiştir. Batı istikametindeki ilk seferinde karşılaştığı bir halka zulümden/şirkten sakınma, Allah’a iman, sâlih amel ve güzel mükâfat gibi kavramlarla ifade edilen bir dinî-ahlâkî tebliğde bulunmuştur. Ardından doğu istikametinde ikinci bir sefere çıkmış ve bu sefer sırasında kendilerini güneşten koruyacak gölgelikleri bulunmayan başka bir kavimle karşılaşmıştır. Daha sonra muhtemelen kuzeydeki dağlık bir bölgeye üçüncü bir sefer düzenlemiş, bu sefer sırasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan fesatçı ve saldırgan bir kavim veya kavimlerden şikâyetçi olan bir halkla karşılaşmış, onların isteği üzerine söz konusu bölgedeki bir geçide demir kütleler ve bakırı eritmek suretiyle sağlam bir set inşa etmiştir. Bu seddin inşası karşılığında halkın kendisine ücret ödeme teklifini, “Rabbimin bana lutfettiği geniş imkânların yanında sizin vereceğiniz ücretin kıymeti yoktur” diyerek geri çevirmiş, ancak onlardan kendisine beden gücüyle yardımda bulunmalarını istemiştir. İnşa faaliyeti tamamlanınca Ye’cûc ve Me’cûc gedik bile açamadıkları bu seddi aşamamışlardır. Zülkarneyn onlara bu başarısının ilâhî lutuf sayesinde gerçekleştiğini belirtmiş ve seddin ancak Allah’ın belirlediği vakit geldiğinde yıkılacağını söylemiştir. Zülkarneyn’in büyük güç ve imkân sahibi kılınması kıssada “sebep” kelimesiyle ifade edilmiştir (el-Kehf 18/84). Müfessirler bu kelimeyi genellikle “amaç ve arzuya ulaştıran ilim” diye açıklamıştır. Ancak bazı tefsirlerde sebebin bir şeye nâil olmayı sağlayan her türlü imkândan istiare olarak kullanıldığı belirtilmiştir (Fahreddin er-Râzî, XXI, 141; Kurtubî, XI, 33). Buna göre Zülkarneyn’e verilen sebebin geniş anlamda akıl, ilim, irade, kuvvet, kudret, imkân gibi amaca ulaşmayı mümkün kılan her şeyi kapsadığını söylemek mümkündür (Şîrâzî, VII, 588).

Zülkarneyn’in ilk iki seferinden söz eden âyetlerde “mağribe’ş-şems” (el-Kehf 18/86) ve “matlia’ş-şems” (el-Kehf 18/90) terkipleri geçer. Bunlar lafzî olarak güneşin doğduğu ve battığı yeri ifade eder; halbuki gerçekte güneşin doğup battığı bir yer mevcut değildir. Bundan dolayı söz konusu terkipler, Zülkarneyn’in doğu ve batı istikametindeki seferleri sırasında ulaşabildiği en son noktaya işaret etmektedir. Tefsir kaynaklarında bu iki noktanın batıda Ege denizi sahilleri veya Atlas Okyanusu, doğuda ise Hint Okyanusu veya Asya’nın doğusu olabileceği yolunda açıklamalar vardır; fakat bunların çoğu tahmine dayanmaktadır. Esasen Zülkarneyn’in ilk iki seferiyle ilgili Kur’an ifadelerinden kesin bir coğrafî tesbitte bulunmak pek mümkün değildir. Bununla birlikte onun batı seferinde güneşi kara bir balçıkta batar halde gördüğünü ve orada bir halkla karşılaştığını bildiren Kur’an ifadesinin kozmografik bir gerçekliğin tarifinden öte, büyük ihtimalle sisli-puslu bir ufukta batan güneşin çıplak gözle algılanışıyla ilgili bir tasvir olduğunu söylemek mümkündür. Zira güneşin gerçekte kara bir balçığa batması söz konusu değildir (Fahreddin er-Râzî, XXI, 142). Kıssada Zülkarneyn’in doğu seferinde karşılaştığı halktan, “Kendilerini güneşten koruyacak bir siper/gölgelik meydana getirmemiştik” şeklinde söz edilmesi (el-Kehf 18/90) bu halkın ilkel bir hayat sürdüğü ihtimalinden çok, yaşadıkları coğrafyanın zengin bitki örtüsü bulunmayan bir yer, bir bozkır olma ihtimaline işaret etmektedir. Diğer taraftan kıssada Zülkarneyn’in hükümdarlık vasıflarından ziyade iman, ihsan, adalet, insaf ve şükür sahibi bir kul şeklinde tasvir edilmesi ve ona atfedilen sözlerde iman, sâlih amel, ilâhî lutuf ve rahmet gibi kavramların geçmesi, Kur’an’daki dilin tevhid merkezli bir din dili olması, kıssanın da bu dilin kalıplarına uygun biçimde aktarılmasıyla ilgili bir özelliktir.

Din dili gereğince Zülkarneyn’in Kur’an’da peygamberler veya din büyüklerine özgü bir dil ve üslûpla konuşur biçimde tanıtılması bazı İslâm âlimlerini onun peygamber olduğunu düşünmeye sevk etmiş, buna karşılık bir kısım âlimler Zülkarneyn’i “sâlih bir kul” diye nitelemiştir. Bu iki görüş dışında, Hz. Ömer’e atfedilen ve İbn Kesîr tarafından son derece garip olarak nitelendirilen bir telakkiye göre Zülkarneyn bir melektir (Mes‘ûdî, II, 8; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 537). Bîrûnî’nin tuhaf dediği diğer bir görüşe göre ise Zülkarneyn cin taifesindendir (el-Âŝârü’l-bâķıye, s. 40). Onun peygamber olduğunu ileri süren âlimler Kehf sûresinin 84. âyetinde geçen, “Biz ona muhtaç olduğu her şeyi elde etme imkânı verdik” ifadesindeki genel anlamın kapsamına nübüvvetin de girmesi gerektiği şeklinde bir istidlâlde bulunmuşlarsa da bu istidlâle itiraz edilmiştir (İbn Âdil, XII, 556). Esasen Kur’an’daki ifadeler ışığında Zülkarneyn’in peygamber değil ilim, hikmet ve adalet sahibi bir hükümdar olduğunu söylemek daha isabetlidir. Nitekim âlimlerin çoğunluğunca sahih kabul edilen görüş de bu yöndedir (Hâzin, III, 209).

Tefsir ve tarih kaynaklarında Zülkarneyn’in asıl ismi, nesebi, ne zaman ve ne kadar yaşadığı gibi konularda çok farklı bilgiler verilmiştir. Meselâ ömrüyle ilgili olarak iki veya üç bin yıl gibi abartılı rakamların yanında sadece otuz küsur sene yaşadığı da zikredilmiştir (İbn Asâkir, XVII, 361; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 550). Ayrıca bazı rivayetlerde Zülkarneyn insan üstü özelliklere sahip, emrine bulutların verildiği, bir melek tarafından göğe yükseltilmiş, hatta atını Süreyyâ yıldızına bağlayan mitolojik bir kişilik olarak takdim edilmiş, ancak bu tür tasvirler İbn Kesîr gibi bazı müfessirler tarafından eleştirilmiştir (Tefsîr, III, 101). Onun hangi çağda yaşadığı konusunda Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasındaki fetret döneminde yaşadığı, Hz. İbrâhim’le çağdaş olduğu ve onun irşadıyla İslâm’a girip Kâbe’yi tavaf ettiği, Hz. Mûsâ ve Hızır’la aynı çağda yaşadığı, Hızır’ın teyzesinin oğlu olduğu, âb-ı hayâtı aramak üzere karanlıklar ülkesine yolculuk yaptığı ve bu yolculukta Hızır’ın da rehber olarak hazır bulunduğu tarzında ilginç görüşler ileri sürülmüştür (Makdisî, III, 80; Sa‘lebî, ǾArâǿisü’l-mecâlis, s. 323-325; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 547-551; İbn Hacer, I, 117-118).

İzzet Derveze’ye göre rivayet kaynaklı bu görüşlerde gerçekle hayal iç içe girmiş, tarihî olaylarla efsaneler mezcedilmiştir (et-Tefsîrü’l-ĥadîŝ, V, 94). Bilhassa tarih kaynaklarındaki rivayetlere bakıldığında kimi zaman Zülkarneyn ile Hızır arasında ilişki kurulduğu, ancak bu iki isimle ilgili bilgilerin birbirine karıştırıldığı (Taberî, Târîħ, I, 365, 571-578), kimi zaman da Zülkarneyn ile özdeşleştirilen İskender’le ilgili olarak en az iki farklı kişiden söz edildiği görülür. Ayrıca gerek Zülkarneyn’in Sumer, Bâbil, Akkad veya Mısır asıllı bir kişi olduğuna dair görüşlerin muhtevasına gerekse bazı rivayetlerde Zülkarneyn ile birlikte anılan Hızır ve âb-ı hayât motifine (İbn Asâkir, XVII, 345-348) Gılgamış destanı ile İskender efsanesinde de rastlanabilir (DİA, XVII, 407-408). Hatta İslâm edebiyatında Makedonya Kralı Büyük İskender’e ruhanî bir kişilik atfedildiğine ve bu kişiliğin efsanevî biçimde Zülkarneyn ile özdeşleştirildiğine şahit olunabilir. Bilhassa “İskendernâme” adı verilen edebî türde İskender neredeyse tamamen Zülkarneyn kimliğine büründürülmüştür. Bu durum İskender’in, geniş coğrafyaya yayılmış birçok devleti on iki yıl gibi kısa bir sürede ortadan kaldırarak çok büyük bir imparatorluk kurmasının ancak mânevî bir güç ve ilâhî bir destekle mümkün olabileceği düşüncesiyle açıklanmıştır (a.g.e., XXII, 555-559).

Bir yoruma göre Zülkarneyn kıssası tarihî değil temsilî olup esas itibariyle insanın bu dünyaya yönelik bütün uğraşlarının geçici olduğunu unutmadığı, zamana ve zevahire dair bütün sınırların ötesinde olan Allah’a karşı nihaî sorumluluğun bilincinde olduğu sürece dünyevî hayat ve iktidarın mânevî ve ruhanî selâmetle çatışmak zorunda olmadığı gerçeğini ifade etmektedir (Esed, s. 708, 735). Bilim-kurgu nitelikli diğer bir yoruma göre Zülkarneyn kıssası aslında uzayla ilgili olup uzayın derinliklerinde yaşanmış ilginç bir serüvenden söz etmektedir (Türe, s. 199-267).

İçtimaî tefsir çizgisini takip eden bazı müfessirlere göre Zülkarneyn kıssası tarihî gerçeklik taşımakla birlikte aslında sünnetullah çerçevesinde insan, tarih ve toplumla ilgili önemli dersler ve ibretlere işaret etmektedir (Kāsımî, VII, 72-74).

Zülkarneyn kıssasının temsilî olduğu veya birçok önemli hikmet ve ibret dersini içerdiği şeklindeki modern yorumlara karşılık klasik dönemlerdeki izahların hemen hepsinde kıssanın tarihî çerçevesini tesbit üzerinde durulmuş, bilhassa Zülkarneyn’in tarihî şahsiyeti konusunda çok farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mukātil b. Süleyman, Mes‘ûdî, İbn Sînâ, Fahreddin er-Râzî, Sıddîk Hasan Han ve Cemâleddin el-Kāsımî gibi âlimler Zülkarneyn’in milâttan önce 323’te ölen ve Aristo’nun talebesi olarak bilinen Makedonya Kralı Büyük İskender olduğunu belirtmiştir. Ancak Fahreddin er-Râzî, Kur’an’da sözü edilen Zülkarneyn’in mümin, Büyük İskender’in müşrik olması sebebiyle bu görüşün bazı problemler taşıdığına da dikkat çekmiştir (Mefâtîĥu’l-ġayb, XXI, 139-140). Cemâleddin el-Kāsımî ise İskender’in müşrik olduğunu ispatlayacak bilgi bulunmadığını söyleyerek Zülkarneyn’in Makedonya Kralı İskender olduğunda ısrar etmiştir. Batılı müellifler de genellikle bu görüşü benimsemiştir. Buna karşılık İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye ve İbn Kesîr gibi Selefî âlimler, kesin olarak müşrik gördükleri Büyük İskender’i Kur’an’daki Zülkarneyn ile aynı kişi kabul etmenin büyük bir hata olduğunu belirtmişlerdir (MecmûǾatü’l-fetâvâ, IV, 83-84; IX, 81; el-Bidâye, II, 542). İbn Kesîr tarihte iki farklı İskender bulunduğunu, Kur’an’da Zülkarneyn diye anılan kişinin Hz. Îsâ’ya yakın bir dönemde yaşayan ikinci İskender değil Hz. İbrâhim’le aynı çağda yaşayıp onun irşadıyla müslüman olan, aynı zamanda Hızır’la da ilişkisi bulunan ilk İskender olduğunu söylemiş ve bu iki İskender arasında 2000 küsur yıllık bir zamanın geçtiğine dikkat çekmiştir (Tefsîr, III, 100; el-Bidâye, II, 542). Ancak çağdaş Şiî müfessir Tabâtabâî, İbn Kesîr’in bu izahını delilsiz ve mesnetsiz bir açıklama olarak değerlendirmiştir (el-Mîzân, XIII, 380).

Bazı İslâmî kaynaklarda Zülkarneyn’in Yemen’de hüküm süren Sa‘b b. Hâris b. Hemmâl el-Himyerî veya Ebû Kerib Şemmer Yur’iş b. İfrîkiş el-Himyerî adlı bir kral olduğu da ileri sürülmüştür. Bîrûnî’ye göre doğruluk ihtimali en kuvvetli olan görüş budur. Yemen’deki kralların “zûnüvâs, zûruayn, zûyezen, zûceden” gibi lakaplarla anıldığı, bu tür lakapların sadece Yemen’deki Himyer kralları için kullanıldığı deliline dayanan (Bîrûnî, s. 40-41) ve Asmaî, İbn Hişâm, Neşvân b. Saîd el-Himyerî gibi müelliflerce de tercih edilen bu görüş, Yemen bölgesinde Kur’an’ın Zülkarneyn tasvirine uygun düşen bir kralın hüküm sürdüğüne dair bir delil bulunmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir (Ebü’l-Kelâm Âzâd, Ŝeķāfetü’l-Hind, I/1 [1950], s. 54; Tabâtabâî, XIII, 368, 380).

Kaynaklarda asıl adının Abdullah b. Dahhâk, Mus‘ab b. Abdullah, Sa‘b b. Zülmerâid, Merzübân b. Merzübe olduğu şeklinde rivayetlere de rastlanan Zülkarneyn’in tarihî şahsiyetiyle ilgili olarak son dönemde daha farklı görüşler ileri sürülmüş ve bu çerçevede milâttan önce 2200’lü yıllarda yaşayan Akkad Kralı Naram-Sin, İran millî destan kahramanı Ferîdun, Oğuz Kağan, İran’daki Pers imparatorluklarından Ahamenîler hânedanının kurucusu olan ve milâttan önce 559-530 yılları arasında hükümdarlık yapan Büyük (II.) Koreş ve yine milâttan önce 522-486 yıllarında hüküm süren Büyük (I.) Darius gibi çeşitli isimlerden söz edilmiştir. Şiblî Nu‘mânî, Mevlânâ Muhammed Ali Lâhûrî ve Ömer Rıza Doğrul gibi müellifler Zülkarneyn’in Darius olduğunu söylerken özellikle Ebü’l-Kelâm Âzâd Koreş isminde ısrar etmiştir. Son dönemde Mevdûdî, Derveze, Tabâtabâî, Şîrâzî gibi birçok Sünnî ve Şiî müfessir tarafından da tercih edilen bu son görüşün en önemli delillerinden biri, Zülkarneyn kıssasının nüzûl sebebiyle ilgili rivayetlere konu olan soruların yahudiler mârifetiyle sorulması, dolayısıyla kıssanın kahramanının bu yahudilerce bilinen ve önemsenen bir kişilik olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Zülkarneyn’in Büyük Koreş olması ihtimali güç kazanmaktadır. Çünkü bu hükümdar yahudi tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Genellikle monoteist ve Zerdüştî olduğu kabul edilen Koreş milâttan önce 539’da Bâbil Krallığı’nı yıkarak yahudilerin buradaki esaretine son vermiş, ardından yayımladığı bir fermanla onların Kudüs’e dönmelerine ve dinî inançlarını özgürce yaşamalarına izin vermiştir (II. Tarihler, 36/22-23; Ezra, 1/1-4; 6/3-5). Bu sebeple Koreş, Eski Ahid’de Rab Yahve’nin çobanı ve mesihi gibi yüceltici sıfatlarla zikredilmiş (İşaya, 44/28; 45/1), bilhassa İşaya kitabının 45. bölümünde birçok ilâhî vaade mazhar olan bir şahsiyet şeklinde takdim edilmiş (İşaya, 45/1-6) ve yahudi halk inancında kurtarıcı mesih olarak görülmüştür. Ezra kitabının şiirsel yorumu niteliğindeki Ezrânâme’de Koreş’in doğumu Tanrı’nın bir armağanı olarak zikredilmiş, ayrıca İsrâil peygamberleri ve kralları ile aynı konumda bulunduğu, gerek adaleti gerek kahramanlığıyla diğer krallar arasında eşsiz olduğu belirtilmiştir (EIr., IX, 131).

Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre Zülkarneyn’in Büyük Koreş olduğunu gösteren bir diğer delil, Daniel’in rü’yetindeki iki uzun boynuzlu koç imgesinin Med ve Pers krallıklarını birleştiren kişi olarak yorumlanması ve tarihte bu iki krallığı birleştiren kişinin de Koreş olmasıdır. Ayrıca arkeolojik kazılarda İstahr şehrinde bulunan ve Koreş’e ait olduğu kabul edilen heykelin baş kısmında iki boynuz kabartması yer almaktadır. Öte yandan Koreş’in doğuya ve batıya seferler düzenlediği, batı seferinde Lidyalılar’ı mağlûp ederek Ege denizine kadar ilerlediği, doğu seferinde ülkesinin sınırlarını güneydoğu ve Orta Asya’ya kadar genişlettiği, kuzeyde ise İskitler/Sakalar üzerine seferler tertip ettiği bilinmektedir (Ebü’l-Kelâm Âzâd, Ŝeķāfetü’l-Hind, I/1 [1950], s. 60-62, 71; I/3, s. 26-27, 32). Bütün bunların yanında Kafkasya bölgesinde Viladikafkas’ı Tiflis’e bağlayan yol üzerindeki Daryal Geçidi eski Ermeni kitâbelerinde Koreş Geçidi adıyla anılmaktaydı (Şîrâzî, VII, 589).

Klasik tefsirlerde Zülkarneyn’in üçüncü seferi ve iki dağ arasına inşa ettiği set hakkında da farklı izahlara yer verilmiştir. Bu seferin hangi coğrafyaya düzenlendiği hususunda genellikle kuzeye işaret edilmiş ve bu çerçevede Ermenistan, Azerbaycan veya genel olarak Kafkasya bölgesi gibi yerler zikredilmiştir. Bu arada Zülkarneyn Seddi’nin Çin Seddi veya Yemen’deki Me’rib Seddi olduğuna dair görüşler de ileri sürülmüş, fakat bu görüşler gerek coğrafî açıdan gerek seddin özellikleri bakımından Kur’an’daki tasvire uymadığı gerekçesiyle kabul görmemiştir (Tabâtabâî, XIII, 377; Şîrâzî, VII, 588). Son döneme ait tefsirlerde bu konuyla ilgili olarak daha ziyade Kafkasya bölgesindeki Derbend ve Daryal geçitlerinin aynı bölgede ve birbirine yakın yerlerde bulunması sebebiyle bu ikisi birbirine karıştırılmıştır. Daryal Geçidi, Kur’an’daki tasvirlere uygun biçimde Hazar deniziyle Karadeniz arasındaki sıradağların doğal duvar oluşturduğu bir bölgede yer almakta ve bu geçitte iki yüksek dağın arasına demirden inşa edilmiş bir set bulunmaktadır. Bu set daha önce de zikredildiği gibi eski Ermeni kitâbelerinde Koreş Geçidi diye anılmaktadır (Aśĥâb-ı Kehf: Źülķarneyn, s. 114-118). Öte yandan Kehf sûresinin 98. âyetinde Zülkarneyn’in dilinden aktarılan, “Rabbimin belirlediği vakit gelip çattığında bu sed darmadağın olur” meâlindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman saldırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir uyarı olarak anlamak gerekir (Kāsımî, VII, 79). Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu düşüncelere dayanarak kıssada bahsi geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün halen Zülkarneyn Seddi’nin arkasında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın da Kafdağı ve Zümrüdüanka efsanesine benzer nitelikte olduğu söylenebilir (ayrıca bk. SEDD-i İSKENDER; YE’CÛC ve ME’CÛC).

BİBLİYOGRAFYA:

Kāmus Tercümesi, II, 404-406; Hasan el-Mustafavî, et-Taĥķīķ fî kelimâti’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Beyrut 2009, IX, 274-278; Mukātil b. Süleyman, Tefsîru Muķātil b. Süleymân (nşr. Abdullah Mahmûd eş-Şehhâte), Beyrut 2002, II, 600-603; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Beyrut 1420/1999, IV, 174, 271; VIII, 270-289; a.mlf., Târîħ (Ebü’l-Fazl), I, 365, 571-578; Ali b. Hüseyin el-Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (nşr. Ch. Pellat), Beyrut 1966, II, 8-9; Makdisî, el-Bedǿ ve’t-târîħ, III, 78-81; Sa‘lebî, el-Keşf ve’l-beyân fî tefsîri’l-Ķurǿân (nşr. Seyyid Kesrevî Hasan), Beyrut 2004, IV, 146-159; a.mlf., ǾArâǿisü’l-mecâlis, Beyrut 2004, s. 316-326; Bîrûnî, el-Âŝârü’l-bâķıye Ǿani’l-ķurûni’l-ħâliye (nşr. C. E. Sachau), Leipzig 1923, s. 36-41; Ferrâ el-Begavî, MeǾâlimü’t-tenzîl (nşr. Hâlid Abdurrahman el-Ak-Mervân Süvâr), Beyrut 1995, III, 178-184; Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut 1977, II, 496-499; İbn Atıyye el-Endelüsî, el-Muĥarrerü’l-vecîz (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammed), Beyrut 2001, III, 538-543; İbn Asâkir, Târîħu Dımaşķ (Amrî), XVII, 330-361; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, Beyrut 2004, XXI, 139-146; Kurtubî, el-CâmiǾ li-aĥkâmi’l-Ķurǿân, Beyrut 1988, XI, 31-43; Takıyyüddin İbn Teymiyye, MecmûǾatü’l-fetâvâ (nşr. Mustafa Abdülkādir Atâ), Beyrut 2000, IV, 83-84; IX, 81; Ali b. Muhammed el-Hâzin, Lübâbü’t-teǿvîl (nşr. M. Emîn Demc), Beyrut, ts., III, 209-213; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Beyrut 1983, III, 100-106; a.mlf., el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Abdullah Abdülmuhsin et-Türkî), Cîze 1417/1997, II, 536-546, 547-551, 552-560; İbn Hacer, el-İśâbe, I, 117-118; Ebû Hafs İbn Âdil, el-Lübâb fî Ǿulûmi’l-Kitâb (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd-Ali M. Muavvaz), Beyrut 1419/1998, XII, 553-570; Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, Beyrut 2005, VIII, 346-365; Sıddîk Hasan Han, Fetĥu’l-beyân fî maķāśıdi’l-Ķurǿân (nşr. Abdullah b. İbrâhim el-Ensârî), Beyrut 1992, VIII, 101-110; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II, 490-493; Ebü’l-Kelâm Âzâd, Aśĥâb-ı Kehf: Źülķarneyn, Lahor 1958, s. 29-93, 102-118; a.mlf., “Şaħśiyyetü Źil-ķarneyn el-meźkûr fi’l-Ķurǿân”, Ŝeķāfetü’l-Hind, I/1-3, New Delhi 1950, tür.yer.; Şiblî Nu‘mânî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet (trc. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul 1974, III, 120-125; M. Tâhir İbn Âşûr, Tefsîrü’t-Taĥrîr ve’t-tenvîr, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’t-Tûnisiyye li’n-neşr), XVI, 17-39; Elmalılı, Hak Dini, V, 3274-3293; Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1986, III, 174-180; M. Hüseyin Tabâtabâî, el-Mîzân, Beyrut 1997, XIII, 368, 373-393; İskender Türe, Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan: Zülkarneyn, İstanbul 2000, s. 65-102, 199-267; Cemâleddin el-Kāsımî, Meĥâsinü’t-teǿvîl (nşr. Ahmed b. Ali-Hamdî Subh), Kahire 2003, VII, 67-81; Nâsır Mekârim eş-Şîrâzî, el-Emŝel fî tefsîri Kitâbillâhi’l-münzel, Beyrut 2007, VII, 572-590; M. İzzet Derveze, et-Tefsîrü’l-ĥadîŝ, Kahire 2008, V, 90-107; Muhammed Esed, Kur’an Mesajı (trc. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk), İstanbul 2009, s. 708, 735; A. Netzer, “Some Notes on the Characterization of Cyrus the Great in Jewish and Judeo-Persian Writings”, Acta Iranica, II, Leiden 1974, s. 35-52; a.mlf., “ǾEzrā-Nāma”, EIr., IX, 131; Ahmed Suphi Furat, “Zül-Karneyn”, İA, XIII, 650-652; İlyas Çelebi, “Hızır”, DİA, XVII, 407-408; Mahmut Kaya, “İskender”, a.e., XXII, 556; İsmail Ünver, “İskender [Edebiyat]”, a.e., XXII, 557, 558.

Mustafa Öztürk

Kaynak: http://www.islamansiklopedisi.info - Türkiye Diyanet Vakfı, 2013. 44. c. (16, 583 s.)

Konuyla ilgili videolar:
Zülkarneyn Kimdir?

Yecüc-Mecüc Nedir? Zülkarneyn'in Seddi Bugün Nerededir?


Schopenhauer’in Gözüyle “el-hayâtü’d-dünyâ”nın Anlamı


el-Hayâtü’d-dünyâ” Kur’an’da sık geçen bir tabir olup, “burada, hâl-i hazırda yaşanan hayat” anlamına gelir. Zayıf bir ihtimal olmakla birlikte, “dünya” kelimesinin “değersizlik, bayağılık, alçaklık” anlamındaki “denâet”ten türemiş olduğu varsayıldığı takdirde söz konusu tabir, “değersiz hayat” gibi bir anlam içerir. Bazı ayetlerde “el-hayâtü’d-dünyâ”nın oyun, eğlence, daha çok servet sahibi olmak ve bununla övünmek için adeta yarışmak gibi vasıflarla anılması dikkate alındığında, “değersiz hayat” şeklindeki mana takdirinin çok da isabetsiz olmadığı söylenebilir. Ancak Kur’an’da zemmedilen hayat, uhrevî âleme kayıtsız kalan ve her şeyin burada başlayıp burada bittiği düşüncesiyle, “gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan” anlayışını kendine temel referans alan bir zihniyete işaret etmektedir. Aksi halde Allah’ın her bir birimini ayet diye nitelendirdiği varlık âleminin büsbütün anlamsız olduğunu söylemek gerekir. Oysa Allah kâinatı boş yere (bâtıl) vücuda getirmediğini, bilakis ulvî bir gaye için (bi’l-hak) var ettiğini bildirir. Bununla birlikte pek çoğumuzun, “Hiç ölmeyeceğini düşünen biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol (Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış)” ifadesinin sadece ilk kısmına tekabül eden bir hayat sürdüğünü teslim etmek gerekir.

***

Dünyaya ve fani hayata abanarak yaşamanın gerçekte ne ifade ettiği hususunda Alman filozof Arthur Schopenhauer’in her biri birer motto tarzındaki ifadelerinden bir kısmını aktarmak faydalı olabilir. Schopenhauer hayata karşı pesimisttir. Hayatı acılarla dolu bir feryat, dünyayı sefalet vadisi olarak gören Schopenhauer’in bu perspektifi Kur’an’ın “el-hayâtü’d-dünyâ”ya yüklediği menfi anlamla örtüşür mahiyettedir. “Maddi dünyanın gerçekleri çok fazla harici önem taşıyabilir; fakat söz konusu olan deruni anlam ise bu bakımdan hiçbir kıymet-i harbiyeleri yoktur… Bu hayatta her şey dünya mutluluğunun boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşılmaya yazgılı olduğunu ilan eder” diyen Schopenhauer’e göre hayat kendisini gerek büyük gerek küçük meselelerde sürekli bir hile ve desise olarak sunar. Vaatte bulunduysa sözünde durmaz; ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar…

Hayatımız öncelikle bize başka bir şeyle değil, ancak bakır bozukluklarla yapılmış bir ödemeye benzer; bizim bu ödemeye karşı bir alındı makbuzu vermemiz gerekir. Bakır bozukluklar günler, alındı makbuzu ölümdür… Biz insanlar kasabın gözlerini süzüp önce birini, ardından diğerini seçtiği kırda oynayan kuzuları andırıyoruz; çünkü iyi günlerimizde bizi tam da bu anda hangi felaketin pusuda beklediğini, hangi hastalık, sefalet ya da kaza-belanın birdenbire bastırmak için hazırlandığını bilmeyiz. Hâl böyleyken, tarih bize milletlerin hayatlarını gösterir ve fakat savaşlardan başka anlatacak bir şey bulamaz.

***

Herhangi bir insan hayatının mutluluğu, neşe ve zevkleriyle değil, onun için aslında müspet şeyler olan hüzün ve kederin yokluğuyla ölçülür. Bedensel zevk bakımından insanın hayvandan farklı veya üstün bir yanı yoktur. Her zevk her zaman ancak yarım zevktir; her tatmin kendi rahatsızlığını, her rahatlama yeni endişeleri ve sıkıntıları davet eder… Çoğu insan hayatının sonuna gelip de geriye dönüp baktığında bütün ömrü boyunca ad interim (muvakkaten) yaşadığını görecek ve dikkat etmeksizin bakıp geçtiği şeyin hayatın ta kendisi olduğunu görecektir. Hal böyleyken, ne doymaz bir varlıktır insan! Ulaştığı her tatmin yeni bir arzunun tohumudur; insanın ebediyen doyurulamaz arzuları sonsuzdur…

Gençliğimizin başlarında hayatımızın geleceğini düşünürken perde açılmadan evvel bir tiyatronun önünde oturan ve büyük bir mutluluk, heyecan ve istekle başlayacak oyunu bekleyen çocuklara
benzeriz. Perde açıldığında olacakları bilmemek bahtiyarlıktır. Şayet ileride olacak şeyleri önceden görebilseydik, çocuklar bize kimi zaman masum mahpuslar ya da hayata mahkûm edildikleri halde bunun ne anlama geldiğini fark edemeyen mahkûmlar gibi görünebilirdi. Böyleyken yine de her insan ihtiyarlık çağlarına ulaşmayı ister... Bu dünyada mutlu bir hayat imkânsızdır; insanın erişebileceği en iyi, en fazla şey, bütün insanlığın hayrına olacak bir yolda ezici talihsizliklere, bunaltıcı güçlüklere karşı mücadele eden ve her ne kadar eline sadece önemsiz bir ödül ya da hiçbir şey geçmese de sonunda bundan galip çıkan kimsenin yaşadığı gibi kahramanca bir hayattır.

Alemlerin Görünmeyen Varlıkları | Öteki Gündem / Habertürk | 1 Kasım 2016 - Mustafa Öztürk


Prof. Dr. Mustafa Öztürk Habertürk'te yayınlanan ve Cansu Canan Özgen'in sunduğu Öteki Gündem programının 1 Kasım 2016 tarihli bölümüne Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ile birlikte konuk oldu. Programın konusu görünmeyen varlıklardı. Ruh, cin, şeytan gibi kavramlar ele alındı.

Kapalı Yapılarda Zihniyet ve İşleyiş | Liberal Düşünce Kongresi | 23 Ekim 2016


Din Bizden Ne İster? | Farklı Bakış / Diyanet TV | 17 Ekim 2016 - Prof. Dr. Mustafa Öztürk


Batınîlik, İsmâilîlik ve Haşhaşîlik | Gündem Özel / CNN Türk | 9 Ekim 2016 - Mustafa Öztürk


CNN Türk'te yayınlanan ve Deniz Bayramoğlu'nun sunduğu Gündem Özel'de konu Batınîlik, İsmâililik ve Haşhaşîliğin teolojisiydi.

Yesevî Sempozyumu Röportajı / TRT AVAZ | Eylül 2016


15 Temmuz Darbe Girişimi Paneli | TOBB / Ankara | 24 Eylül 2016


İnsan Doğuştan Onurlu ve Şerefli Bir Varlık Mıdır? - Prof. Dr. Mustafa Öztürk


FETÖ Hakkında Tek Kişilik Soru Cevap | Kadraj / A Haber | 30 Mart 2015 - Mustafa Öztürk


FETÖ Konusunda Bilinmeyenler | A Politik / Kanal A | 3 Ağustos 2016 - Mustafa Öztürk


Kanal A'daki A Politik programının 3 Ağustos 2016'da canlı yayınlanan bölümünde FETÖ için ilk defa "Haşhaşi" kelimesini kullanan, FETÖ Ana Davası bilirkişi raporunu hazırlayan Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile Mehmet Toprak ve Bayram Zilan vardı.

Paralel Yapı | A Politik / Kanal A | 2 Ağustos 2014 - Prof. Dr. Mustafa Öztürk


Ahlak Endeksimiz ve Baumanvari Etik Önerimiz


Başta Allah olmak üzere insan, toplum, dünya ve eşya ile çok boyutlu ilişkilerimizle ilgili genel ahlak endeksimiz alarm veriyor. İslam düşüncesinde en azından Sünnî-Eş’ârî gelenekteki hüsün-kubuh anlayışına göre ahlak din kaynaklı ve referanslı olmasına, şimdilerde israf sınırlarına varacak düzeyde din hakkında konuşulmasına rağmen ahlâkî kemal istikametinde mesafe almak şöyle dursun, umumi bir inkıraz, inhitat ve tereddi hâlinde olduğumuz aşikâr görünüyor. Bu hâl öncelikle biz Müslümanlar için yapısal bir probleme işaret ediyor.

Kanımca, problem öncelikle Allah-kul ilişkisinde kendini gösteriyor. Gözlemlerim ve tecrübelerimden hareketle diyebilirim ki birçoğumuz, farkında olarak ya da olmayarak, Allah’a ibadette mükâfat beklentisi ve/veya azap endişesini esas alıyor. Böyle bir ibadet anlayışı ister istemez ivaz-garaz, fayda-çıkar mantığını üretiyor. Fıkıh geleneğindeki ağır formalizm de bu sakatlığı besliyor. Diğer taraftan, sağlam bir itimat/güven duygusu, derûnî bir keşif olan iman ise genellikle itikatla (akâid) özdeş zannediliyor. Hâliyle, insanın derûnuna işleyen ve pekâlâ artıp eksilen bir kalbî amel olmaktan çıkıp, salt zihinde yer eden ve gerektiği zaman ruhsuz biçimde dile getirilen bir klişeye dönüşüyor; ama maalesef insanı dönüştürmüyor. İtikat denen şey çok kere aynı dinin mensuplarını birbirine karşı provoke eden kullanışlı bir aygıt işlevi görüyor. Kısacası, imanın yerini itikat aldığında salih amel ve ahlâkî kemal noktasında munkabız olunuyor.

Genel ahlak anlayışımız söylem düzeyinde her ne kadar transandantal (aşkın, ulvî) referanslı olsa da pratikte basit yararlar ve çıkarlara karşı ciddi bir zafiyet ve kırılganlık arz ediyor. Bu noktada Polonyalı çağdaş düşünür Zygmunt Bauman’ın post-modern etik yaklaşımından söz etmek gerekiyor. Gerçi Bauman’ın büyük genellemelerine ve indirgemeci önermelerine ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor; lakin İslâmî hassasiyet izhar eden bazı yazarların sükseli eleştirilerinde görüldüğü gibi, etiği koyu bir muğlaklık, müphemlik ve hatta bir tür eyyamcılığa indirgediğini söylemek de pek insaflı görünmüyor.

Bu meseleyi bir kenara koyarak Bauman’ın etik hakkında söylediklerini herkesin anlayabileceği basit bir dille özetlersek, her şeyden önce ahlakta karşılıklığa yer yoktur, olmamalıdır. İnsan kendisine uygun bir mukabelede bulunulsun diye ahlaklı davranmamalı, ahlâkî ilişkide koşulsuz sorumluluğu esas almalıdır. Ahlakta sözleşme de olmaz, rasyonellik de aranmaz. Bu yüzden de ahlâkî ilişkide ivaz-garaz olmaz. Ahlâkî benliğin temel özelliği her zaman yeterince ahlaklı olmadığı kuşkusunu taşımasıdır. Ahlâkî benlikte, ne yapılması gerektiğini bilmekten öte, onu yapma yönündeki iç gerilim esas olmalıdır.

Ahlak, “daha iyi” olma anlamında varlıktan önceliklidir. Ahlak aslında sorumluluk demektir. Bauman’ın ifadesiyle, “Ben sorumluluğumu üstün bir gücün, örneğin cehennem korkusuyla zorlayan bir ahlak kuralının ya da hapis korkusuyla zorlayan bir yasanın emriyle yüklenmem, sorumluluğum bir yük olmadığı için, onu bir yük olarak taşımam. Kendimi bir özne olarak yapılandırırken sorumlu hale gelirim. Sorumlu hale gelmek kendimi bir özne olarak yapılandırmaktır.”

Bu sorumluluk karşılıksız ve koşulsuzdur; karşılık verip vermemek ise benim değil, ötekinin sorunudur. Bu bakımdan ahlak bir bakıma aşkı anımsatır. Çünkü aşk, Mevlana’ya izafe edilen şu sözde ifadesini bulan bir duygudur: Aşkta karşılık beklemek olur mu? Buna düpedüz aşkı ile alışveriş yapmak denir. İnsani diye bahsedilen muhabbette bile, “Ben onu seviyorum ama o da beni sevsin” diyorsan buna aşk demezler. Sen gerçekte onun tarafından sevilmeyi seviyorsun. “O bana ne verir?” diye değil, “Ben ona ne verebilirim?” diye düşündüğün zaman aşk olur.

 Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Ekim 2016