Tefsire Dâir


Sevgili Kardeşlerim, Tefsir çalışmamın şu an itibariyle yaklaşık 600-700 sayfalık ilk cildi tamamlanmak üzere…

Fâtiha suresinin tefsiri yaklaşık 300 sayfalık bir hacme sahip; çünkü bu sure gerçekten çok özel bir sure…

Her surenin başında, o surenin nazil olduğu dönemin genel siyer zeminine dair yirmi, otuz, elli sayfalık hacimlerde arka plan bilgisi mevcut…

Her ayet müstakil olarak tefsir edilmekte, kıraat ihtilaflarından edebi sanat ve belağat inceliklerine, Kur’an’daki her bir kelimenin etimoloji, semantik ve tarihi süreçteki anlam değişmelerine dair geniş bilgi ve değerlendirme...

İman, gayb, müttaki, mümin, kâfir, münafık gibi birçok anahtar kelime ve kavrama dair hem temel İslami kaynaklardaki bilgiler hem de tarihi tecrübede ve gelenekte olan bitenler ışığında yeni bir bakış ortaya koyma çabası ama bu sırf farklı bir görüş icat etmek adına değil, daha sağlıklı bir anlayışı yakalama amacına yönelik olacaktır…

Tefsir çalışmasında kelimeler ve kavramlarla ilgili olarak müstakil ve mufassal denebilecek düzeyde bir Kur’an sözlüğü oluşturma hedefi…

Nüzul dönemindeki özgün anlamla bugünkü dünyaya taşınacak mesaj arasında bağ kurma, yani “Kur’an ilkin ilk muhatap kitleye ne dedi, bize ne demek istedi” meselesini açıklığa kavuşturma. Bütün bunların yanında geleneksel yorumları da kritik edip “Kur’an aslında bunu demedi” meselesini de ortaya koyma…

Kelime ve kavram analizlerinde sözgelimi, “müttaki” kelimesinin Mekkî ve Medeni ayetlerde farklı bir anlam kazanıp kazanmadığı, İslam geleneğinde müttaki kelimesine yüklenen derin dindarlık anlamının Kur’an’da da referansının bulunup bulunmadığı -ki bu ayrımın Kur’an’da da referansları var- gibi hususları müstakil başlıklar altında kimi zaman otuz kırk sayfalık hacimde ele alıp açıklamaya çalışma…

Kaynak olarak Mukatil b. Süleyman’dan Taberi’ye, İbn Hişam’dan İbn Şebbe’ye, İbn Habib’ten İbn Abdirabbih’e, İmam Matüridi’den İbn Teymiyye’ye, Muhyiddin İbnü’l-Arabi’den Rabiatü’l-Adeviye ve Gazali’ye, İbn Sina’dan İbn Rüşd’e, Spinoza’dan’dan Pascal’a, Wittgenstein’den Braithwaite’ye kadar hem İslam dünyasının hem Hıristiyan ve Yahudi dünyasının, kısacası bütün Sami gelenek ve genel insanlık ailesinin medeniyet birikiminden istifade gayreti ve ve bu büyük birikimini ideolojik saplantılar adına heder etmeme hassasiyeti…

Ayetler, hadisler, Arap şiirinden şahitler, kimi zaman İbranca, kimi zaman İngilizce metinlerden referanslarla tefsirin daha ilmi ve müdellel olmasını sağlama hedefi…

İşte tefsir çalışmamız bu minvalde… Bu çalışma belli bir okur kitlesi hedef alınarak değil, tefsir ilminin hak ettiği kıymet hesaba katılarak kaynak eser olması amacıyla telif edilmekte, dolayısıyla sözgelimi otuz cilt olması gerekiyorsa ömür vefa ettiği sürece otuz cilt olması hedeflenmekte…

İlk cilt, Allah izin verirse 2018 Eylül veya Ekim ayı içinde elinizde olacak ve muhtemelen her yıl iki cilt yayımlanacak...

Cenâb-ı Hakk’ın bu çalışmamı tamamına erdirmesi ve sa’y-i meşkûr kılması niyazıyla…

Selam ve muhabbetle

Mustafa ÖZTÜRK - 29 Temmuz 2018

Cemaatler ve Tarikatlar Nasıl Ortaya Çıktı? | Enine Boyuna / Habertürk | 19 Temmuz 2018


FETÖ ile yoğun mücadele, Adnan Oktar grubuna operasyonlar cemaatler ve tarikatlar konusunu Türkiye’nin gündeminden düşürmüyor.

Cemaatlerin ve tarikatların dindeki yeri ne? Nasıl ortaya çıktılar, modern hayatta nasıl dönüşümler geçirdiler? Cemaatlerin ve tarikatların toplumsal işlevleri ne? İnsanlar hangi nedenlerden dolayı bu oluşumlara yöneliyor? Devletin cemaatler ve tarikatlarla kurduğu ilişki nasıl olmalı? Denetim mekanizmaları nasıl oluşturulmalı?

Buse Biçer sordu ilahiyatçı ve akademisyenler Prof. Dr. Hilmi Demir, Prof. Dr. Caner Taslaman, Prof. Dr. Servet Bayındır, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, sosyolog Doç. Dr. Vehbi Başer ve psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan Enine Boyuna’da yanıtladı.

Batı ve İslam’ın Dünya Görüşü (Fuat Sezgin) | Enine Boyuna / Habertürk | 5 Temmuz 2018


Prof. Dr. Mustafa Öztürk Habertürk'te Enine Boyuna programına konuk oldu. Fuat Sezgin'in vefatı üzerine yapılan programda din-bilim ilişkisi ve İslam dünyasında bilimin yeri konusu Caner Taslaman, Yusuf Kaplan, Şaban Ali Düzgün, Ergi Deniz Özsoy ve Şafak Ural'ın da katkılarıyla konuşuldu.

Kudüs Neden Önemli? | Gündem Özel / CNN Türk | 20 Mayıs 2018


Gündem Özel, ABD'nin İsrail'deki büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e resmen taşımasıyla başlayan gerginliği masaya yatırdı.

Dünyanın en kadim kentlerinden Kudüs, bugün neden Ortadoğu'daki sorunların merkezinde yer alıyor? Üç semavi din için Kudüs neden kutsal ve önemli? Deniz Bayramoğlu sordu, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Ekopolitik Kurucusu-Yazar Tarık Çelenk, Dinler Tarihi Uzmanı Prof. Dr. Ömer Faruk Harman ve Siyaset Bilimci Prof. Dr. Tayyar Arı yanıtladı.

Kefen-berduş Neyzen ve Âh u Zâr


Neyzen Tevfik, “Hiçoğlu Hiç” başlıklı bir yazıdaki dokunaklı anlatımla yersiz yurtsuz, neyi göğsünde, evi omzunda “hane-berduş” bir şahsiyettir. Neyzen hem “meyzen” hem “heccav”dır ama aynı zamanda feylesof kıvamında bir şahsiyettir. Ama gelin görün ki bizim “kaba softa ham yobaz” taifesinin nazarında muhtemelen sefil, rezil ve serserinin tekidir. Hâlbuki Neyzen, velilik ile delilik arasındaki imtiyaz farkını ortadan kaldıran biraz kalenderî biraz melâmî meşrep bir derviş gibidir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye “şeyh-i ekfer” diyenden, Ömer Hayyam’ın “mey/bâde” sembollerini bildiğiniz şarap zanneden nobranlar “kefen-berduş” Neyzen’imizi de ancak rezil ve sefil biri olarak algılayabilir. Nadanlık, nobranlık, çapsızlık ve vasatlık ne yazık ki mebzul miktarda Kadızadeli müsveddesinin cirit attığı bu topraklarda hem insanlık hem de o güzelim müslümanlık için gerçekten çok yakıcı bir imtihandır.

Neyzen’in en yakın ve samimi dostlarından biri, Mehmet Akif Ersoy’dur. Neyzen “Üstadım, rehberim” diye andığı Mehmed Âkif’ten Arapça ve Farsça dersleri almış, kendisi de Âkif’e ney dersleri vermiştir. Hayatı boyunca yaşadığı büyük hayal kırıklıkları, insanoğluna derin kırgınlıkları yüzünden izbe meyhanelere dadanıp “kefen-berduş” bir hayatı sürüklemeye çalışan Neyzen, Mehmed Âkif’in ısrarlarına rağmen bâdeden vazgeçememiş, ama sırf Âkif’i görmek için ikinci defa Mısır’a gitmeden de edememiştir. Neyzen’in masiyeti elbet kendinedir; rûz-i mahşerde hesap verecek olduğu yegâne mercii de hiç şüphesiz Yüce Mevla’nın kendisidir. Hukûkullah hususunda mezun olmadığımıza ve iman ölçüm istasyonu kurma ruhsatımız da bulunmadığına göre bu konuda gevezelik yapmanın âlemi yoktur. Bize düşen, “Yüce Mevla engin rahmet ve mağfiretiyle taksiratını affeyleye!” diye istirhamda bulunmak olmalıdır.

***
Dünya malıyla hiçbir işi olmayan Neyzen neyini sırf kendi zevki için üflemiş, bu işi maddî kazanca dönüştürmek gibi bir hedef gözetmemiş, hayatında kendisine maddî imkânlar sağlayacak kişilere de hiçbir şekilde iltifat etmemiştir. Aslında Neyzen tam manasıyla bir gönül adamı portresidir. “Aksedince gönlüme şems-i hakîkat pertevi/Meyde Bektâşî göründüm, neyde oldum Mevlevî” mısraları onun derûnî hayatı ve iç dünyasındaki duygu-tefekkür tarzı hakkında önemli ipuçları içerir. Keza “Felsefemde yok ötem, ben çünki sırr-ı vâhidim/Cem-i kesrette yekûnen sıfr-ı mutlak olmuşum / Yokluğumla âşikârım, Ehl-i beyt’e âidim / Secdemin şeklindeki ism-i Muhammed şâhidim” mısraları ile ölümüne yakın bir zamanda kendisini ziyarete gelen Cemalettin Server’e, “Şahit ol Server, ben şuurlu bir müminim” demesi onun inanç dünyası hakkında da az çok bir fikir verir. Her hâlinden hüzünlü, gönlü garip ve âh u zârlı bir insan olduğu anlaşılan Neyzen’in birçok şiiri varlık, hayat ve gam yüklü hayat kervanımıza dair çok yakıcı ifadeler içerir. 

İşte “Tercüme-i Hâlimden” başlıklı şiirden birkaç mısra:

O köhnemiş dem-i mazi, o küflü hatıralar,

Birer birer açılır da sehâb-ı hüzn ü keder

Saçar dumû-ı firâkı o yâd-ı pür-cenge,

Girer şu kalb-i şeğaf-dâr renkten renge.

Nedir meâli şu ömrün, hayât-ı pür-zehrin,

Tahavvülât-ı zamanın, şevâib-i dehrin?

Gınaya fakr musallat, hayata div-i memât,

Firak vuslata galip, ziyaya da zulumât

Bükâ, muakkib-i hande şebabeti pîri;

Marazsa sıhhate hâkim, bu hükm-i takdiri

Getir de nazra-i iman u ibrete bir bak,

Yekûnu cümle-i ömrün şu bir avuç toprak.

Hülasa, nîk ü bed ef’al-i vâkıa haktır,

Olan biten ne ki varsa bir emr-i mutlaktır.
 
İşte bu da “Geçer” başlıklı şiirinden birkaç kıta:

Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,

Ömr-i fani gibidir; gün de geçer, dem de geçer,

Gam karâr eyleyemez hande-i hürrem de geçer,

Devr-i şâdî de geçer, gussa-i matem de geçer,

Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer.

İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,

Nefsini kurtaragör masyad-ı mâ-fîhâdan,

Niyyet-i hilkati bul aşk-ı cihân ârâdan,

Önü yoktan, sonu b..ktan bu kuru davadan,

Utanır ğayret-i gufrânla cehennem de geçer.

Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe,

Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre,

Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre!

Marifet mahkemesinde verilen hükme göre,

Cennet iflâs eder, efsane-i âdem de geçer.

Serseri Neyzen’in aşkınla kulak ver sözüne,

Girmemiştir bu avâlim, bu bedayi gözüne.

Cehlinin kudreti baktırtmadı kendi özüne.

Pir olur sâki-i gül çehre, bakılmaz yüzüne,

Hak olur pîr-i mugân, sohbet-i hemdem de geçer...

Hâsılı kelam, Neyzen âh u zâr eşliğinde der ki

Bugün ki yirmi yıl oldu, zavallı bak hâlâ

Bulur cehalet-i mekşûfesinde hâk u zekâ

Ne ilm ü fikr ü maârif, ne servet ü sâmân

Elinde bir kuru ney kaldı âh u meyle hemân

Onun terâcim-i hâli şu yirmi yıllık ömür;

Şu dâsîtân ı hayatı ki hîçîye gömülür.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Temmuz 2018

Sessiz Bir Testere Olarak Zaman

Immanuel Kant’ın “Zaman sessiz bir testeredir” dediğinden söz edilir. Evet, zaman sessiz bir testere gibidir fakat aynı zamanda insanın fani dünya üzerindeki ömür sermayesinin de gizem dolu imgesidir. Zaman gerçekten nedir, sorusunun cevabı sanırım hâlâ muğlak ve muallaktadır. Zamanı tanımlamak çok zordur. Zaman sürekli bir oluş ve akış mıdır veya dördüncü bir boyut mudur yahut gök cisimlerinin hareket ve konumlarıyla oluşan matematik referans sistemine göre hareketin düzenli sayımı mıdır, yoksa bunların hiçbiri ve dolayısıyla mevhum bir şey midir? Görünen o ki kesin cevap hâlen meçhuldür. Zaman birçok farklı kelimeyle Kur’an’da da çok sık zikredilir; ancak genel tarif burada da müphemdir. İslam öncesi Arap kültüründe zaman (dehr) kimi müşrik Araplarca “karşı konulamayan acımasız bir kozmik güç” gibi telakki edilmiştir. Câsiye 45/24. ayette, bazı müşriklerin, “Bu dünyada yaşadığımızdan başka bir hayat filan yoktur. Biz bu devran içinde yaşar ve ölürüz. Bizi ancak zaman denen şey öğütür” şeklinde materyalist bir görüşü dillendirdikleri belirtilmiştir.

Materyalist olduğu kadar da pesimist karakterli bu görüş çerçevesinde Araplar zamanı adeta “Pandora’nın kutusu” gibi algılamışlar ve bu kutunun içinde saklı kötülükleri “kaderin cilvesi”, “kahpe feleğin sillesi” gibi anlamlar yükledikleri “raybü’d-dehr”, “surûfu’d-dehr” gibi deyimlerle ifade etmişlerdir. Bu yüzden bir hadiste, Allah’a atfen, “Dehre (zamana) sövmeyin; çünkü dehr Allah’tır” denilmiştir. Hadisteki bu ilginç ifade zamanın sahibinin Allah olduğunu belirtir. Fakat Müslüman Türk halkı zamanın sessiz bir testere gibi insanı ağır ağır kesip doğradığını veya değirmen taşının tahılı öğütmesi gibi öğütüp ufaladığını gördükçe, “Dehr Allah’tır” hadisine muhalefetten çekindiklerinden olsa gerek, zamana yönelik sitem ve serzenişlerini felek üzerinden “kahpe felek” diye sayıp dökmüştür. Türk İslam kültüründe zaman kavramı ince ruhlu insanlara çok şiirler yazdırmış, çok türküler yaktırmış ama bu edebi ürünlere konu olan zaman çoğunlukla gam, keder, hüzün ve hayıflanma duygusuyla yoğrulmuştur. Bu durum kendi aczimize, faniliğimize ve zamanın karşısında eriyip gitmemize yönelik umarsız acımız ve ağıt yakmamız olmalıdır.

Yanılgı katsayısı her zaman yüksek düzeyde seyreden algılarımıza göre zaman sanki içimizden geçer; yani biz zamanın içinde akarken zaman da bizim içimizde akıp gider. Douwe Draaisma “Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer” adlı kitabında bellek, algı ve zamana dair ilginç sorular sorar. Mesela şöyle der: Bellek, sakladığı anılar konusunda “paşa gönlü nereyi isterse oraya oturan bir köpek gibi” keyfi midir? Yakın geçmişteki anılarımızı doğru düzgün hatırlayamazken, nasıl olur da en eski anılarımızı daha dün yaşanmış gibi hatırlarız? Ölüm anında hayatımız neden bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçer? Çocukluğumuzda bir ay gibi kısacık bir zaman dilimi bize son derece uzun gelirken, yaşlandığımızda aylar ve yıllar nasıl olur da biz ne olup bittiğini bile anlamadan su gibi akıp gider?

Schopenhauer “Aforizmalar” adlı eserinde gençlik ve yaşlılık çağlarındaki zaman algılarına dair çok güzel tespitler yapar. Mesela şöyle der: Gençliğimizde, hayatımız için önem taşıyan ve büyük sonuçlar doğuracağına inanılan olaylar ve şahısların karşımıza davul zurnayla çıkacaklarını sanırız. Ama yaşlılık çağlarımızda geri dönüp baktığımız zaman bütün bunların sessizce arka kapıdan ve çıt çıkarmadan içeri süzülmüş olduklarını görürüz… Gençliğimizde zaman çok yavaş atar adımlarını, bu yüzden hayatımızın ilk çeyreği sadece en mutlu olan dönem değil, aynı zamanda en uzun dönemdir. Peki, ama geride bırakılan hayat yaşlılıkta neden çok kısa algılanır. Çünkü anısı az ve kısa olan yaşama kısa gözüyle bakılır. Yaşlılıkta hayatın anılar kataloğundan önemsiz ve nahoş olan her şey çıkarılır, bu yüzden geriye pek az şey kalır. Başlangıçta önemli görünen birçok şey, sık sık ve yeniden karşımıza çıktığı için yavaş yavaş önemsizleşir. İlk yıllarımızı son yıllarımızdan daha iyi hatırlıyor olmamız bu sebeptendir. Yaşam enerjisi açısından otuzlu yaşlarda faiz geliriyle yaşayan insanlara benzeriz. O yaşlarda bugün harcadığımız yarın yine elimize geçer. Ama daha sonraki çağlarda hep cepten yiyen ve her geçen gün sermayesini tüketen rantiyecilere benzeriz.

Yaşlılık çağında “artık miktar azalıyor” duygusu zihne çöreklenince zaman alabildiğine kıymete binip çok fazla önem ve değer kazanmaya başlar. Uzak geçmişi iyi hatırlayıp yakın geçmişi çabuk unutuyor olmak geçmişte yaşamayı kolaylaştırır. Bu durum doğal olarak zamanın hızla akıp gittiği algısına yol açar. Muhayyilede zaman kısalır. Bu arada arzu ve umut da azalır. Hayatımızın sonuna yaklaştıkça, “şu geçen bir yıl, şu üç yüz altmış beş gün nasıl oluyor da birkaç ay gibi geliyor bana” deyip durmaya başlarız. Elinden kayıp gitmekte olan bir hayata ve bu hayatta yaşanan acı tatlı her şeye bir anda veda edecek olma duygusu yaşlı insanı telaşlandırır. İşte bu telaş ve panik hâlinden dolayı zaman yaşlılıkta su gibi akar şekilde algılanır. 

Bütün bunların yanında, insan kendi hayat macerasında çok kere feleğin sayısız sillesiyle şamar oğlanına dönüp acınası hale düştüğü halde, çektiği onca acının hırsını çoğu zaman, “O benim kıymetlim, ölsem bile ona kıyamam” dediği insanlara olmadık silleler vurarak felek adına tetikçilik yapmayı da marifet sanır. İnsan hakikaten çok garip bir mahlûktur. Çaresizlik içinde kıvrandığı zamanlarda uçan kuştan medet umar, merhamet diye yalvarıp yakarır; ama yakın sosyal çevresinin himmetiyle kendine aktif duyarsızlık direnci geliştirip kendini toparlayınca gaddarlık ve hayınlık mesleğine kaldığı yerden devam etmeye başlar. Ne yazık ki bu gaddarlık ve hayınlığı düşmandan ziyade güya en çok sevdiği insanlara reva görmeyi de kendine hak sayar.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Temmuz 2018

Sevgiler Eriyip Dostluklar Tükenince


İnsan hayatında mutlu zamanlar azdır. Hayat insanın çehresine çok kere küçük tebessümler kondurur; ardından bunun karşılığını bitmez tükenmez meşakkatler olarak geri alır. Âşık Veysel’in, “Dünyada tükenmez murat varımış, ne alanı gördüm ne murat gördüm, meşakkatin adını murat koymuşlar…” şeklindeki muhteşem sözleri tam da bu durumu anlatır. Genel hayat bilançosu, Bedri Rahmi’nin bir tür şathiye tarzındaki, “Bir can verdi bize bin alır; gideriz gözümüz arkada kalır” dizelerini hatırlatır. Hayat macerasındaki nadir mutluluklardan biri, beklenmedik bir zaman ve mekânda karşılaştığınız bir insanı derinden sevdiğinizi fark ettiğiniz ve hayatınıza anlam kattığını hissettiğiniz zamanlardır. Sevgilerin eriyip dostlukların tükendiğini, zihninizin ve gönlünüzün sürekli olarak eski günlerde dolanıp bugüne gelmek istemediğini hissettiğiniz anlar ise ömür galerisindeki en berbat anılar arasında yer alır.

***

Hayat hikâyelerine hemen hiçbir fırtınada yıkılmayan, ömrün son demine kadar bir gıdım muhabbet kaybına uğramadan varlıklarını koruyan çok değerli dostluklar sığdırma bahtiyarlığına erişmiş insanlar vardır. Bunlar gıpta edilesi insanlardır. Zira uzun yıllar boyu böyle kadim dostlukların refakatinde yaşamak, yolda yürürken kaşıkçı elmasına rastlama ihtimali kadar düşük olur. Nedendir pek bilinmez, ama hayatta kopmaz dostluk bağları kurmak ve bu dostlukları sonuna kadar saklayıp korumak hakikaten zordur; ölümsüz olduğu zannedilen nice dostlukların ansızın tükenip bittiğine tanık olmak ise çok sıradan bir vakadır. Bunun böyle olması belki de bu dünyanın aslî kimyasıyla, yani basbayağı yalan dünya olmasıyla alakalıdır.

Hamdolsun ki ben kırk yıllık dostlukları yaşatma bahtiyarlığına ermiş kullardanım. Fakat aynı zamanda ölümsüz görünen kimi dostlukların güneş vurmuş çiy gibi bir anda eriyip gitmesine şahitlik etmenin acısını da yaşayan insanlardanım. Şimdi şu yakıcı sorunun cevabını aramaktayım: “Sevgi niçin söner, dostluk neden tükenir? Bu sorunun cevabı bin bir çeşit olabilir; her bir insan kendi yaşadıklarına binaen çok farklı hikâyeler anlatabilir. Kendi payıma söylersem, sevginin eriyip dostluğun tükenmesinde en temel sebeplerden biri, muhabbette iktisatsızlık, yani sevgide israftır. Hz. Ali’nin, “Sevdiğin insanı ölçülü sev. Yoksa gün gelir o insandan nefret edebilirsin; kızıp öfkelendiğin insana da ölçülü kız. Yoksa gün gelir o insanı sevebilirsin” (ahbib hâbîbeke hevnen mâ asâ en yekûne bağîdake yevmen mâ ve-ebğız bağîdake hevnen mâ asâ en yekûne habîbeke yevmen mâ) şeklindeki muhteşem sözü tam da bunu anlatır. 

Bitmez tükenmez sanılan sevgi ve dostluklar kimi zaman öz çıkarlarla çatıştığında eriyip tükenir. Öz çıkar denen şey insanda çok esaslı bir dürtüdür. İnsan öncelikle kendi öz çıkarını düşünür. Sevgi ve dostlukla ilgili beklentiler öz çıkarları karşılamadığında hayal kırıklıkları yaşanmaya başlar; ardından yılgınlık, bıkkınlık, umutsuzluk ve ruhsuzluk duygusu insanı sarar. Bu arada sevgi ve dostluk da yavaş yavaş erimeye başlar. İlk zamanlar sevdiğiniz insanın hoyrat davranışları dahi size pek şirin görünürken, bu sevginin öz çıkarları karşılanmadığını fark ettiğiniz an itibariyle o kadim dostunuz ve sevdiğinizin hemen her davranışı size batmaya, kusurları çoğalmaya başlar. Çünkü gelinen noktada alınan karar, öz çıkarlar uğruna bu muhabbet ve dostluğun sonlandırılması kararıdır. İşin içine öz çıkarlar girdiğinde geri dönüş pek mümkün olmaz, “geri dönüş yok” kararının temyizi de olmaz. Bilakis karar verildiği andan itibaren bu kararı tahkim edecek birçok delil bulunur, sebepler icat olunur, bahaneler abartılır ve böylece çekip gitmenin gerekliliği hususunda vicdan rahatlatılır.

***

Sevgi ve dostluk kimi zaman sigara alışkanlığı gibi bir hâl alır. Normal şartlarda insanın bu tür alışkanlıklarından kopması hayli zordur. Ama günün birinde bir grip veya nezlenin sizi kırk yıllık sigaranızdan nefret ettirmesi de pekâlâ mümkün olur. Tıpkı bunun gibi gün gelir, hiç beklenmedik bir zuhurat sebebiyle sevgi ve dostluk ipi birdenbire kopar; artık çare yoktur, geri dönüş çok zordur. Ölmüş sevgiye, tükenmiş dostluğa suni teneffüslerle can vermeye çalışmak artık nafile bir uğraştır. Sevgi eridiğinde içinizde bir şeyler ölür. Hemen hiç kimse böyle bir kaybedişi, bir zamanlar asla kopmaz sanılan bağın birdenbire kopuvermesini kolay kaldıramaz. Üstelik hiçbir sevgi ve dostluk kaybı başka bir sevgi ve dostlukla telafi olunamaz. Çünkü hiçbir sevgi ve dostluk bir diğerinin yerini tutamaz.

Eriyip giden her sevgi, tükenip sönen her dostluk yürekte bir yara izi bırakır. Kayıp çoğu zaman yakıcı bir acı olarak yaşanır. Bu durumda hayat binanızdan bir parça koptuğunu peşinen kabullenmek kaçınılmazdır. Duygusal göçükten en az hasarla çıkmanın yolunu aramak lazımdır. Bu gibi hallerde pek çok insan umuda tutunmaya çalışır. “Şöyle şöyle olursa eski günler geri gelir, sevgiler ve dostluklar tazelenir” gibi düşüncelerle kendini avutur. Fakat bunlar ne yazık ki boş avuntulardır. Hatta bunlar acıyı daha da çoğaltan beyhude umutlardır. Bu gibi hallerde “yola devam” demek sanki daha akıllıcadır. Kaldı ki insan sanıldığı kadar kolay yıkılmaz, hayata çok kolay havlu atmaz; evet çok yıpranır, hırpalanır; kimi zaman düştüğü yerden bir daha kalkamam sanır ama sonunda bir vesileyle yeniden ayağa kalkmayı başarır. Ne pahasına olursa olsun, düşünce kalkmak, ayakta kalmayı başarmak ve hayata yeniden tutunmak lazımdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Temmuz 2018

Dünya Bir Köprüdür, Geçilir...


Yeryüzündeki varlık ve hayat macerası başladığı günden beri insanoğlu hem bu dünyanın “yalan dünya” olduğunu itiraf eder hem de bunu bile bile dünyaya kazık çakmak ister. Bir yandan sırf kendi namına bitmez tükenmez ham hayaller üretir, bir yandan da müthiş bir açgözlülükle dünya üzerindeki hemen her nimet ve imkânı adeta talan etmek ister. İnsan sürekli bir telaş ve itiş kakış hâlinde didinir, çoğu zaman da birbirini yer bitirir. Fakat günün birinde hayat sermayesi tükenir ve “Bu dünyadan bir falanca geçti” kütüğüne kaydedilir. İnsanoğlunun kısacık ömür hikâyesini “kıssatün lâ tenhetî” (sonu gelmez hikâye) gibi algılaması, öncelikle kendi varlığını abartması ve yine kendini bütün varlık binasının kilit taşı sanmasıyla ilgili olsa gerektir. Hâlbuki insan paha biçilmez bir varlık filan değildir. Hele de ham hâliyle kahrı çekilesi bir varlık hiç değildir. Üstelik insanın bu dünyadaki meşgalelerinin pek çoğu beyhudedir.

***

Tanah’ın Hz. Süleyman’a ait olduğu düşünülen Vaiz Kitabı, “Her şey boş, bomboş!” şeklindeki çarpıcı bir ifadeyle başlar ve şöyle devam eder: “Ne kazancı var insanın güneşin altında harcadığı onca emekten? Nesiller gelir, nesiller geçer, ama dünya hep yerinde kalır… Her şey yorucu, kelimelerle anlatılamayacak kadar. Göz görmekle doymuyor, kulak işitmekle dolmuyor. Önce ne olduysa, yine o olacak. Önce ne yapıldıysa, yine aynısı yapılacak. Güneşin altında yeni bir şey yok. Var mı kimsenin, “Bak bu yeni!” diyebileceği bir şey? Kendi kendime, “Gel, zevki tat. İyi mi, değil mi, gör” dedim. Ama gördüm ki o da boş… Büyük işlere girdim, kendime evler inşa ettim, bağlar diktim… Altın, gümüş biriktirdim; kralların, illerin hazinelerini topladım. Kadın, erkek şarkıcılar ve erkeklerin özlemi olan bir harem edindim… Gözümün dilediği hiçbir şeyi kendimden esirgemedim. Gönlümü hiçbir zevkten alıkoymadım. Yaptığım her işten zevk aldı gönlüm. Bütün emeğimin ödülü bu oldu. Yaptığım bütün işlere, sarf ettiğim onca emeklere bakınca gördüm ki hepsi boş ve rüzgârı kovalamaya kalkışmakmış. Meğer güneşin altında hiçbir kazanç yokmuş…”

Modern zamanlarda çok daha görünür hâle geldiği üzere insan kendi varlığını abartma ve kendini çok fazla bir şeymiş gibi algılama vehminden kurtulacak gibi görünmemektedir. Buna mukabil sûfî gelenek hem insanın özgül ağırlığı hem de dünya sahnesindeki hayatın anlamı konusunda hakikati derinden kavramış görünmektedir. Mesela, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî el-Futuhâtü’l-Mekkiyye adlı eserinde (Üçüncü Sifr, Otuz İkinci Bölüm) dünya ve dünyevi hayat hakkında mealen şöyle demektedir: Sıradan insanlar bilindik uyku dışındaki uyku ve uyuma hâlinden çoğunlukla bihaberdir. Oysa Rasûlullah dünyevi hayat boyunca insanın sürekli uyku hâlinde olduğunu bildirmiştir. İnsan bu uykudan ahirette uyanır. Ölüm ahiret ahvalinin eşiğidir… Bu yüzden Rasûlullah dünyayı ibret, yani geçilmesi gerekli bir köprü olarak tasvir etmiştir. Rüya tabir edildiği gibi dünya da tabir edilmeli, yani bir köprüden geçer gibi geçilmelidir.

Tabir, “bir yerden başka bir yere veya bir halden başka bir hale geçmek” anlamındaki “abr” kökünden türemiş bir kelimedir. Aynı kökten türeyen ibret, i’tibâr gibi kelimeler de zihnen/fikren bir şeyden başka bir şeye geçiş/intikal anlamına gelir. Rüyada görülen semboller tabir/te’vil edilir ve böylelikle sembollerin dış dünyada işaret ettiği manalara geçilir. İnsanın dünyadaki hâli de böyledir. İnsan nihai olarak dünya için tasarlanmış bir varlık değildir. Daha doğrusu insanın dünya üzerinde görüp geçirdiği her tecrübe ahiret için amaçlanmıştır. Tıpkı rüyada görülen sembollerin uyanıklık hâlinde (dış dünya tecrübesinde) kendini göstermesi gibi insanın da bu âlemde gördüğü her şey tabir edilmiş hâliyle öbür âlemde karşısına getirilir. Uzun lafın kısası, dünya bir köprüdür, geçilir. İnsanın uykuda gördüğü şeylerle ilişkisi de bunun gibidir. Çünkü insan uykudan uyandığı zaman, rüyada gördüğü şeylerden hiçbirini elinin altında bulamaz. Tıpkı bunun gibi ölümle birlikte uyanıp gözlerini ahirete açtığında, dünyadayken elinin altında olan hiçbir şahsi mülkünü yanında bulamaz.

***

Bu dünya köprüsünden bir Fuat Sezgin geçti, ama o çoğu insan gibi sadece gelip geçmedi; İslam ilim ve medeniyetiyle ilgili çok değerli bir miras bırakıp gitti. Yani ömür sermayesini har vurup harman savurmadan, “Meğer bu dünyada her şey boşmuş” diye hayıflanmadan yaşama bahtiyarlığına erdi. Hoca, hâl-i hayatında kendini dev aynasında da görmedi; fakat en azından son altmış yıl boyunca karınca misali çalışıp didinerek ortaya koyduğu devasa ilmî miras onu çok büyük ve değerli bir insan hâline getirdi. Fuat Sezgin Hoca bu dünya köprüsünden uyku ve uyuklama hâlinde değil, tam bir yakaza hâlinde geçti. Üstelik bu dünyadan göçüp giderken amel defterini dürmeden gitti. Yani öteki dünyada da elinin altında bulacağı birçok şeyle birlikte göçüp gitti. Cenâb-ı Hak, Fuat Sezgin hocamıza engin rahmet ve mağfiretiyle muamele etsin; bizlere de bu dünya köprüsünden böyle bir miras bırakarak geçmeyi ve tıpkı hocamız gibi hayırla yâd edilmeyi nasip eylesin.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Temmuz 2018

Memleket Özlemi ve Kulakkaya'nın "Gırık Bahçe"si


Bu hafta sonu memleket özlemim vesilesiyle belki bazı okuyucularımızın da akıllarına kendi memleketlerini düşürmeye vesile olacak bir yazı yazayım istedim. Daha doğrusu böyle bir yazı yazmaya kendimi mecbur hissettim. Çünkü her yıl takvimler Haziran ayının sonlarını gösterdiğinde kendimi ruhen ve zihnen tükenmiş hissetmeye başlar, bu yüzden canımı bir an önce memlekete atma vaktinin geldiğini anlarım. Bu yıl sanki daha fazla tükenmiş, epeydir baş etmeye çalıştığım uyku apnesi yüzünden daha bitkin ve bezgin bir haldeyim… Hemen her gün 15-20 saat civarında tefsir çalışmasının başındayım, ama geçmiş yıllara nispetle daha yavaş yol almaktayım. Bunda işin ağırlığı kadar yorgunluk ve yıpranmışlığın da payı var diye düşünüyorum. Sanırım, pek çok insan böyle durumlarda kendine dört başı mamur bir tatil planı yapıp soluğu Bodrum, Marmaris, Fethiye gibi beldelerde alır. Ne var ki ben bu tarz bir tatil kültürüne yabancıyım. Dahası, bu kültürün seküler versiyonuna yabancı olduğum gibi beş yıldızlı oteldeki yüzme havuzunun kalın bir perdeyle ikiye bölündüğü muhafazakâr versiyonuna da yabancıyım. Aslında mandıra filozofunun dediği gibi ben bu tarz bir tatile karşıyım. Yaşım elli küsur ve adı geçen tatil beldelerinden hiçbirini dünya gözüyle henüz görmemişim. Çünkü merak etmemişim. Yurt dışına seyahati de oldum olası sevememişim… Kısacası, Livaneli’nin “Dünya onlar için dönmez; bilmezler yol yorgunluğunu, sesleri yankı bulur hep aynı kayadan, aynı saat diliminden…” diye tasvir ettiği “doğdukları yerde ölenler” taifesinden olmayı öteden beri seven biriyim.

***

Kendimi bildim bileli sadece memlekete gitmeyi severim. Yıllardır Adana’dan, şimdi de İstanbul’dan yolu Giresun’a doğrulttuğum saatleri hayatımın çok özel zamanları olarak bilirim. Memlekete gidiş esnasında Sakarya, Bolu, Gerede, Tosya, Osmancık, Merzifon, Havza güzergâhı gözüme bir başka güzel görünür; ama dönüş sırasında bütün bu beldeler sanki kasvete bürünür. Dünyaya gözlerimi açtığım köyüm, yani otuz-kırk haneli Kaşaltı köyüm bambaşka bir güzelliktir. Oysa bu köy bir kilo şeker, birkaç ekmek için yaklaşık on kilometre yol tepmek zorunda kaldığınız bir mahrumiyet beldesidir. Ama malum, kuzguna yavrusu şahin gibi göründüğünden, işbu mahrumiyet bâkir güzelliğe dahi hamledilebilir. Hatta biraz abartayım, dede ocağımızın köydeki diğer hanelerden hayli uzakta, tek başına, şırıl şırıl akan dereye sadece birkaç yüz metre uzaklıkta, yani kullara uzak Allah’a yakın bir yerde olması, bütün bir yıl boyunca araba ve insan işgali altında yaşamaktan telef olmuş bir bezgin ruh için adeta yeniden dirilişe vesile gibidir. Ömer Seyfettin, Kaşağı isimli hikâyesinin girişindeki, “Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi” ifadelerini sanki bizim köydeki evde yazmış gibidir.

Memlekette kendimi manevi hayat iksiri içmiş, Tanpınar’ın Huzur’unda çok dokunaklı biçimde anlatılan ferahfeza peşreviyle sanki nirvanaya ermiş gibi hissettiğim bir yer daha var: Kulakkaya yaylası ve 1970’li yılların başında Giresun’un Hacı Hüseyin mahallesi sokaklarında beraber büyüdüğümüz ve o gün bugündür derin muhabbetimizi sürdürdüğümüz Zeki Çakır kardeşimin bu yayladaki “Gırık Bahçe” adlı mekânı… Gırık/Kırık ismi XV. yüzyıla ait Osmanlı tahrir defterlerinde “Niyâbet-i Kırık” diye anılan ve Kulakkaya yaylasını da kapsayan idari alandan miras… Gırık/Kırık isminin Kınık Türklerine mensup oymaklarla ilişkili olması muhtemeldir. “Niyâbet-i Kırık” tamlamasındaki “niyâbet” ise yöredeki idari yapının kadı naibince deruhte edildiğini belirtir. Her neyse, Zeki kardeşimin Gırık Bahçe’si çok mutena bir mekân… Burada oturup tavşankanı çayınızı yudumlarken karşınızdaki uçsuz bucaksız mübarek orman denizine dalıp gidersiniz. Kendinize geldiğinizde ise bulutların ayaklarınızın altında kaldığına tanıklık edersiniz. Uzaktan bakınca siyah gibi görünen yemyeşil ormanların ruhunuza doldurduğu derin huzur sayesinde ömrünüz uzuyormuş gibi bir duygu hissedersiniz. Bu arada ilâhî sanatın onca muhteşem eseri karşısında Yüce Mevlâ’ya şükür borcunuzu hakkıyla ifa etmenin mümkün olmadığını da fark ederseniz.

***

Gırık Bahçe Giresun’un diğer yaylalarında bugüne kadar pek şahit olmadığımız bir estetik, nezihlik, ama daha da önemlisi şehirlilik ve kusursuz temizlikle karşınıza çıkar. Yine bu mutena mekânda birçok özel ve yöresel nimetin muhteşem lezzetleri damağınızı uyuşturur. Elli-yüz metrelik mesafedeki taş fırında pişen muhteşem pidelerin kokusu ise burnunuzun direğini sızlatır. Gırık Bahçe’den dışarıya adım atar atmaz karşınıza çıkan oluktaki buz gibi su hararetinizi kesmeye hazırdır. Biraz orman havası soluyalım deyip Alçakbel’e doğru kendinizi saldığınızda muhteşem güzellikteki orman gülleri adeta resmigeçit törenine başlar. Yayladan ayrılıp yüksek rakımdan aşağıya doğru inmeye başladığınızda ise Pınarlar köyü yaz-kış gürül gürül akan doğal maden suyuyla sizi karşılar.

Ortaokul-lise yıllarında Giresun İmam-Hatip-Lisesi’nin güney cephesine bakan bir sınıfta öğle sıcağından iyice gevşemiş halde iken özellikle Türkçe derslerinde “Keltepe Ormanlarında Bir Gün” başlıklı okuma parçasına (-ki eski zaman, yalan olmasın ama sanırım bu başlık ve metin muhtemelen Hikmet Birand’ın aynı ismi taşıyan gezi/seyahatname türü eserinden iktibastı-) refakat eden orman manzarasına zihnimi/ruhumu daldırır, kırk dakika boyunca o ormanın içinde dolanır dururdum. Kırk yıl önce hayali olarak gezip dolaştığım Keltepe Ormanları’nın yerine bugün hakiki Kulakkaya ormanlarında nefes almak büyük bir bahtiyarlıktır. Kulakkaya’yı değerli kılan şey, sadece Gırık Bahçe’si, havası, suyu, ormanı değil, aynı zamanda talan kültürüne pek maruz kalmaması ve son derece çirkin betonarme yapılaşmadan görece az nasiplenmiş olmasıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Haziran 2018

Türkiye Günlüğü, Ortadoğu ve Siyasetin Akâide İnkılâbı


Türkiye Günlüğü, Mustafa Çalık ismiyle özdeşleşmiş üç aylık fikir ve kültür dergisinin adı. Yayın çizgisi, fikrî temsil kabiliyeti ve daha birçok yönüyle kalbur üstü bir dergi. Türkiye’deki süreli yayın kültüründe pek rastlamadığımız türden bir istikrar ve devamlılığın adresi olması bakımından da çok kıymetli… Bu derginin sahibi ve genel yayın müdürü değerli dost Dost Mustafa Çalık geçen haftalarda sağlık sorunuyla ilgili ciddi bir operasyon geçirdi; şimdilerde nekahet hâlinde… Cenâb-ı Hak’tan kendisine acil şifalar diliyor ve en kısa zamanda Türkiye Günlüğü’ndeki o coşkulu başyazılarına kaldığı yerden devam etmesi için dua ediyorum. Bu vesileyle Türkiye Günlüğü Dergisi’nin Orta-Doğu… Siyasetin Akâide, Akâidin Saltanata, Düşüncenin Keramete, Cinayetin İbadete İnkılabı…” konulu son sayısında (Sayı: 134, Bahar 2018) yayımlanan “İslam Düşünce Tarihinde Siyasetin Akâide Evriliş Hikâyeleri” başlıklı yazımdan birkaç pasaj aktarmak istiyorum.

***

Müesses İslam tarihi Hz. Peygamber’in vefat ettiği günden itibaren neredeyse on beş asır boyunca sayısız siyasi niza, kavga ve hesaplaşmaya sahne olan dramatik bir tarihtir. Başka bir ifadeyle, İslam tarihi özellikle ilk asırlar itibariyle büyük krizler tarihidir. O kadar çok kriz hikâyemiz var ki anlatmakla bitmez… Ama sadece birkaç esaslı kriz hikâyemizi muhtasaran anlattığımızda, din ve akâid diye bildiğimiz muhtevanın bile önemli ölçüde siyasetten ibaret olduğu gerçeği kendini ifşa eder. Böylece, bin bir çeşit kutsî menkıbeyle bezeli ilk altın çağların mistik havası kaybolur gider. Derken, ruhumuza derin bir acı siner. Uzun lafın kısası, dinî alanda fazla bilgi rahatsız eder; “kocakarı imanı”nından fazlaca bir şey bilmemek ise gayet keyifli bir zihin konforu ve mutluluk bahşeder.

Bu girizgâhta İslam tarihinin serencamına dair hayli karamsar bir tablo çizdiğim söylenebilir. Hatta insani ve ahlâkî değerler açısından sayısız güzellikler, faziletler ve numune-i imtisaller de içeren koskoca bir tarihi tek kalemde kavga gürültü tarihine indirgediğim ileri sürülebilir. Düşünce tarihine ilişkin araştırmalardaki bilgi, görüş ve değerlendirmeler hemen her zaman genellemecilik ve indirgemecilik gibi sorunlardan az çok nasiplenir. Hâliyle, bizim bu yazıdaki bazı değerlendirmelerimiz de indirgemecilikle muallel görülebilir. Bu minvaldeki eleştirilerin kısmî haklılık payını teslim etmekle birlikte bütün bir İslam tarihi boyunca kurumsal dinî nizama şekil veren kritik hadiselerin dinî olmaktan ziyade, çok büyük ölçüde siyasi rekabetler ve husumetlere dayandığı iddiasından vazgeçmem pek mümkün değildir. Bu vesileyle, on beş asırlık bir tarihi sanık sandalyesine oturtup siygaya çekmek gibi bir hadsizliğe soyunmadığımı da özellikle belirtmem gerekir.

İslam düşünce tarihinde siyasetin akâide evriliş sürecine dair dört büyük hikâyeden söz edilebilir. İlk hikâye, Hz. Peygamber vefat eder etmez başlayan ve tarihsel süreçte Şiilik ve Sünnîlik diye bilinen büyük yarılmaya da zahirî sebep oluşturan hilafet/imamet tartışmasıdır. Bu tartışma önce Şia tarafından kelam ve akâid kitaplarında bir inanç esası olarak ele alındı; İmam Eş’ârî’den itibaren de Sünnîlik bu yaklaşıma misliyle mukabelede bulundu. Böylece siyasetten devşirilmiş bir itikad bahsimiz oldu. İkinci hikâye Cemel ve Sıffin vakalarıdır. Basbayağı siyasi iktidar kavgasından patlak veren ve binlerce müslümanın kanının dökülmesiyle neticelenen bu iki trajik vaka İslam’ın ilk asırlarından bugüne kadar tartışılan ve günümüz İlahiyat müfredatındaki kelam derslerinin de ana muhtevasını oluşturan mürtekib-i kebire meselesi, iman-küfür sınırı, tekfir problemi, kulların fiilleri gibi tüm çetrefil meselelerin birer itikad bahsine dönüşmesine vesile oldu. Yani ilk dönem müslümanların siyasi niza ve kavgaları bize akâid oldu. Başka bir ifadeyle, tarihî kökleri İslam öncesine uzanan Hâşimî-Emevi rekabeti ümmete akâid mirası olarak aktarıldı ve üstelik bu siyasi rekabet vesilesiyle kuyuya atılan taşı çıkarmak bütün ümmete kaldı. Ama o taşı kuyudan çıkarma işi henüz başarılamadı.

***

Üçüncü hikâye, Emevi saltanatı ve kader ideolojisiyle alakalı. Kader taşı Emeviler tarafından kuyuya atıldı ve fakat bu taş da kuyudan henüz çıkarılamadı. Dördüncü ve son hikâye ise Halku’l-Kur’an tartışması ve Mihne politikası… Bağdat Mu’tezile ekolü devlet ve iktidar destekli Halku’l-Kur’an sopasıyla muhafazakâr gelenekçi ulemayı terbiye etmeye kalkıştı ama başlangıçtaki özgürlükçü teolojisini inkâr anlamına gelen bu akıl almaz faşizan tavrının bedelini tarihe gömülmekle ödedi. Mu’tezile bu saçma sapan Mihne politikası yüzünden yok olmakla kalmadı, o günden bugüne kadar Ehl-i Hadis ve gelenekçi zihniyetin rövanş alma hırsına da bitmez tükenmez motivasyon kaynağı oldu.

Bu dört meşhur hikâyenin dördü de temel sebepler ve saikler itibariyle din ve diyanetten ziyade, siyasetin eseridir. Aslı ve esası siyasi olan bir hikâyeyi teolojik zeminde yeniden kurgulamak ve kurmaca hikâyeler oluşturmak çok zor bir iş değildir. Nitekim bu iş müctehid imamlar devrinden itibaren Kur’an’ın hemen her meselede hukuk kodu gibi kullanılmasıyla eşzamanlı olarak gayet başarılı şekilde hayata geçirilmiştir. Ama artık bugün, “Din nedir?” ya da “Din diye öğrendiğimiz şeylerin ne kadarı gerçekten dindir?” gibi esaslı soruların tartışmaya açılması ve bu konuya ciddi biçimde kafa yorulması gerekir. Aksi halde, selefin siyasetini akâid zannetme geleneğini ilelebet sürdürmemiz kaçınılmaz olduğu gibi, klasik İslam teolojisinin deizm ve ateizm gibi furyalar karşısında tutunamayacak olması da mukadderdir.

Eğer Âşığısan -Emmân- Gel Şu Bezme Gir...


Öncelikle tüm okurlarımızın, tüm dostlarımızın, tüm dindaşlarımızın mübarek Fıtr bayramlarını tebrik eder ve bütün samimiyetimle hem İslam dünyasının hem de bütün insanlık ailesinin huzur ve sükûna kavuşmasını dilerim. Bugüne kadar çoğunlukla dinî meseleler hakkında yazıp çizdim; fakat en başından beri şunu fark ettim ki teolojik meseleler ağırlaştıkça hem gerginlik tırmanıyor hem de doğal varlık ve hayat alanının estetik tarafı ufalanıyor. Yani teolojik tartışmalar ve ihtilafların kasveti ruhumuzu eziyor. Teolojik gelenekte hayatın estetik tarafıyla pek alakadar olunmadığı biliniyor; hatta bu gelenekte insan sanki bir fıkıh ve ilmihal varlığı gibi algılanıyor. Sözgelimi, müzik dediğinizde, “lehviyyat ve mâ-lâ ya’nî türü işler kabilindendir” şeklindeki asık suratlı bir fetva ile mesele kapatılıyor. Çünkü klasik fıkıh kitaplarında mezhep imamlarının şarkı/türküyü ve şarkı/türkü dinlemeyi tasvip etmediği yönünde nakiller yapılıyor ve birçok âlimin de bunu haram yahut harama yakın mekruh kategorisinde değerlendirdiğine dair malumat aktarılıyor. Her ne kadar Gazâlî gibi bazı büyük âlimler daha esnek ve toleranslı görüşler savunmuş olsa da Sünnî dünyadaki hâkim anlayış müzik meselesini kerahete bağlamayı tercih ediyor.

***

1970-1980’li yıllarda futbol oynamanın “Hz. Hüseyin’in kesik başıyla oynamak”, deri mont veya kot pantolon giymenin “zibidilik”, resim ve müzik gibi sanatlarla meşguliyetin “lüzumsuzluk” diye tanımlandığı bir muhitte büyüyüp yetişmiş birisi olarak, bu dünyaya “odun” gibi gelip odun gibi gidecek olmaktan dolayı kendime acırım. Bu arada Anadolu irfanı denen ve kendisine maşeri hikmet, basiret, şefkat, engin gönüllülük gibi anlamlar yüklenen kadim hayat tecrübesinin bizim çocukluk çağlarımızda “kafa softa ham yobazlık”tan başka bir tecellisine pek rastlamadığımı da itiraf etmek durumundayım. Aslında sorun din, diyanet sorunu değil, bilakis hemen her konuda olduğu gibi hadarilik-bedevilik, şehirlilik-köylülük sorunudur. Zira bize özgü modern bedevilik ve köylülükte, bir faniye âşık olmak dahi fıkhî fetva konusu olarak görülürken, Osmanlı saray çevrelerindeki şehirli kültüründe hanendeler ve sazendeler cirit atıyordu. Yani şehirli idraki/irfanı ile köylü idraki/irfanı arasındaki fark, merhum Kayahan’ın deyişiyle, “Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar” şeklinde tezahür ediyordu.

Her neyse, bizim gençlik elden gitti; Reddü’l-Muhtar türü fıkhî külliyatın baskısı bizi ufalayıp ezdi. Bu saatten sonra parmaklarımın mızrap, pena, arşe tutması, tutsa dahi işe yaraması pek mümkün değil; ama merhum Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek, Âşık Veysel gibi büyük ustalar ile Cengiz Özkan, Aysun Gültekin gibi usta ses sanatçılarının hem sazından hem sesinden muhteşem türküler dinlemek bambaşka bir mutluluk vesilesi... Türküler, özellikle de Erzurumlu Emrah, Sümmânî, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Neşet Ertaş’tan alınan türküler başta toprak kokusu ve tabiat sevdası olmak üzere derin muhabbet, merhamet ve hüznün birbirine karışmış halde insani kimyamızı tepeden tırnağa onarıp mest eden mucizevi bir ilaç gibidir.

Türküden söz açıldığında, Erzurumlu Emrah’ın benim nazarımda ve gönül dünyamda apayrı bir yeri vardır. Başka saz şairlerine ait olma ihtimali de bulunmakla birlikte Erzurumlu Emrah adına kayıtlı olan “Tutam Yar Elinden”, “Salındı Bahçaya Girdi”, “El Çek Tabip”, “Ne Feryat Edersin” gibi türküleri Cengiz Özkan ve Aysun Gültekin gibi usta sanatçıların son derece özgün ve sade yorumlarıyla dinlemek bambaşkadır. Âşık Veysel’in türkülerini ise özellikle Cengiz Özkan’dan dinlemek lazımdır. Keza Âşık Sümmânî’ye nispet edilen “Ervâh-ı Ezelde Levh-i Kalemde”, “Ceylan Gözlerine” türküleri ile “Beni Görüp Yüzün Öte Dönderme” (Pir Sultan Abdal), “Kaldır Nikâbını Görem Yüzünü” (Karacaoğlan), “Seher Vakti Çaldım Yârin Gapısınğğ” (Neşet Ertaş), “Güzelliğin On Pâr’etmez” (Âşık Veysel), “Bir Fırtına Tuttu Bizi” (Kaynak Kişi: Fatma Çil) gibi türküleri de yine Cengiz Usta’nın kadife sesinden dinlemek müthiş bir tattır. “Tutam Yar Elinden”, “Çalın Davulları”, “Bir Seher Vaktinde” gibi birçok türkünün en güzel yorumları ise naçizane kanaatime göre Aysun Gültekin imzası taşır. Bütün bunların dışında “Gel Ha Gönül Havalanma”, “Geldim Bu Âlemi” gibi türküleri ise Turan Engin ve Ali Ekber Çiçek gibi ustaların sesinden dinlemek lazımdır. Bu vesileyle merhum Neşet Ertaş’a da ayrı bir fasıl açmak lazımdır. “Niye Çattın Kaşlarını”, “Açma Zülüflerin”, “Perişan Hallerim”, “Zülüf Dökülmüş Yüze”, “Karanfil Suyu Neyler”, “Kaç Kuzulu Ceylan” ve daha nice muhteşem türküyü büyük üstadın sazından sözünden dinlemek gönül yaralarına devadır; ama yaraya tuz basmak kabilinden can yakıcı bir devadır.

***

Özellikle Erzurum, Erzincan, Elazığ, Tunceli (Dersim) yörelerine ait türkülerimize “işret âlemlerine çerez” olarak değil, merhum Neşet Ertaş’ın “Biz çekmediğimiz derdin türküsünü yakmayız” sözünde ifadesini bulduğu üzere derinden yaşanmış sevgiler, hüzünler, kederlerin çok kıymetli hatıraları olarak bakmak gerekir. Rumeli’ye ait kimi türkülerimiz de vardır ki dinledikçe adeta hüzün komasına girersiniz. Mesela, “Bir Fırtına Tuttu Bizi” türküsünü dinlediğinizde Selanik’ten Manastır’a bütün Balkan coğrafyasının hemen her köşesine sinmiş derin acıları, kaybedilen yurtlar ve yuvalardaki onca yaşanmışlıkları sanki siz yaşamış gibi hissedersiniz. Yine öyle türkülerimiz de vardır ki dinledikçe kendinizi adeta derviş gibi hissedersiniz. İşte onlardan biri: “Olmak ister isen (emmân) muhabbet pezir, zencir-i hevâya gel olma esir; eğer aşığısan (emmân) gel şu bezme gir, gör bak ki neler (ne hünerler) var inceden ince; ey emrah aldanma sen bu lâneye, düşme dar ı dehre şu nam dâneye, köhne-i zen derler bu gamhaneye, ervah ki neler var inceden ince…” (Bugün Sabâh ile Visâl-i Yârdan; Âşık Reyhani, Erzurumlu Emrah ?).

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Haziran 2018

İki Dünyalı Yaşam Psikozlarımız


Şahsımı da dâhil ettiğim sosyolojik dünyanın, yani “muhafazakâr” dünyanın çocukları ilim, fikir, kültür, sanat gibi alanların hemen hiçbirinde hatırı sayılır bir değer üretemiyor. Üretse üretse kriz ve kakofoni üretiyor. Özellikle fikir/düşünce planında İslamcı entelektüellere çok iş düşüyor; fakat günümüz sosyolojisinde “İslamcı entelektüel” unvanını hak edecek insanlar söz konusu olduğunda, “kaht-ı rical” sorunuyla karşılaşılıyor. Elde avuçta kalan birkaç İslamcı entelektüel ise kûşe-gîr-i uzlet hâlinde kendi dramlarını yaşıyor. Muhafazakâr camia epey zamandan beri toplumsal görünürlükten el ayak çekmiş vaziyetteki bu insanlara, “Tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış” gibi bir muameleyi reva görüyor. Bizim dünyada yeni değerler üretmek şöyle dursun, kıyıda köşede kalmış ne kadar değer varsa cepteki bozukluk gibi bir çırpıda harcanıyor. Bütün ilgi/alaka, benzin gibi uçup giden reel politik gündemlere teksif ediliyor. Hâliyle fikir, kültür, sanat gibi alanlarla meşguliyet bir bakıma abesle iştigal kapsamında değerlendiriliyor.

***

Avâmından havâssına, gelenekçisinden yenilikçisine kadar bizim dünyanın topyekûn halde yaşadığı kriz hem uzak geçmişteki ecdada atfedilen ihtişamın baskısı altında hem de modern Batı’nın çok yönlü meydan okuması karşısında ezilmek ve bu çift taraflı eziklik neticesinde artık kayda değer bir şeyler yapabileceğine inanmaktan vazgeçip zamanın ilcaaatına teslim olmayı hayat felsefesine dönüştürmektir. Zihnimiz geleneğin vakumunda, gözümüz modernliğin albenili dünyasında, yuvarlanıp gidiyoruz. Belki zaman zaman modern dünyaya bakışımızı ve hayat akışımızı sorgulama ihtiyacı hissediyoruz; fakat biraz düşünüp taşındıktan sonra hep şu noktaya varıyoruz: Gelenekle olmuyor, gelenekten kopulsa olmuyor; moderniteyi ıskalayan bir hayat tercihi ise hiç olmuyor… Daryush Shayegan’ın dediği gibi birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüş halde yaşamamız hem düşünce dünyamızda derin yarıklar oluşturuyor hem de iç benimize riyakârlık tohumları saçıyor. Sonuçta, iki ayrı dünyanın arasındaki çatlakta yaşayan bizler dinî ve fikrî söylemlerimiz ile edip eylemelerimiz arasındaki derin çelişkileri ilk planda görmezden geliyor, fakat bir süre sonra kabullenmeyi tercih ediyoruz.

Gerek dinî düşünce referanslarımız gerek İslamcılık ideolojisinden tevarüs ettiğimiz zihniyet kodlarımız sebebiyle hem modern duruma ideolojik intibaksızlık hem de zihin dünyamızdaki yırtıkları yamayla kapatma sorunumuzu bir türlü aşamıyoruz. Bununla birlikte modernlik ve modernitenin imkânlarını seküler dünya görüşüne sahip insanlarla aşık atabilecek düzeyde massederek yaşamaktan da geri kalmıyoruz. Bu yüzden de çoğu zaman çift şahsiyetli ve iki dünyalı halde yaşamayı ister istemez kanıksamak zorunda kalıyoruz. Ne var ki fikrimiz ile fiilimiz arasındaki bariz çelişkiler üzerine kurulu hayat tarzımız hem iç dünyamızda hem de dış dünyayla hukukumuzda sebebini pek bilmediğimiz veya az çok bildiğimiz halde bilmezden geldiğimiz tuhaf bir huzursuzluk, mutsuzluk ve öfke hali yaratıyor. Pratik hayat sahnesindeki fikir-fiil, söylem-eylem çelişkilerinin ruhumuzda yarattığı travmalar düşünce ve değer üretme imkânlarımızı da köreltiyor. Bu kriz farkındalığı temel İslâmî kaynaklar ışığında modern dünyanın meydan okumalarına karşı koyacak bir dünya görüşü oluşturmak şöyle dursun, modern aklın sıradan sorularına dahi tatminkâr cevaplar üretemiyor. Hâl böyle olunca dilimiz öfke ve nefret diline evriliyor. Çünkü yetersizliğimizin farkındalığı bizi öfkelendiriyor.

***

Modern dünyaya, özellikle Batı’ya bakışımız Edward Said’in Oryantalizm eleştirisiyle ördüğü duvarın arkasına hiç ilişmiyor. Fakat Türkiye’den başka bir ülkede yeni bir hayat kurma veya lisans, lisansüstü eğitim alma gibi bir durum söz konusu olduğunda, hemen herkes yüzünü Batı’ya çeviriyor. İki dünyalılığımız burada da kendini ele veriyor. Aslında bütün bu psikozlar İslam dünyasında modern durumun sağduyulu şekilde değerlendirilememiş ve sindirilememiş olmasından kaynaklanıyor. Shayegan’ın ifadesiyle, İslam dünyasında modernlik hiçbir zaman “neyse o” olarak, yani kendine özgü felsefi kapsamın içinde nesnel olarak hesaba katılmamış, bilakis hep geleneklerimizde, yaşama ve düşünme tarzlarımızda yarattığı travmalı değişimlere bakılarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı ilişkilerin başından beri modernliğe karşı her değerlendirme ahlâkî bir yargıya bürünmüştür. İslam dünyası Batı’nın maddi gücüyle ilk defa karşılaştığında, kendi gecikmesini şaşkınlıkla fark ettiği zaman bu gücü önce övgüyle karşılamış, kendini Batı etkisine kapatıp en uçuk fantazmları diriltmeye başladığında ise aynı gücü uğursuz olarak kodlamıştır. İlk tepki alabildiğine coşkulu olmuş, ikinci tepki ise saplantılı bir reddedişin histeri dilini benimseme şeklinde dışa vurmuştur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Haziran 2018