İman Kurtarıcılığından Darbeciliğe: İbretlik Bir Hikâye


Fetullah İbn Selûl’ün başını çektiği Haşhâşî sürüsünün ibretamiz hikâyesi sözde iman kurtarıcılığıyla başladı. Pensilvanyalı İbn Selûl İzmir Kestanepazarı’ndaki cami köşesinde vaizliğe başlar başlamaz müstakil  mehdilik rolüne soyunmanın halk katında, “Sen de kimsin be adam!” mealinde bir tepkiye konu olacağını iyi bildiğinden, işin başında sırtını Saîd Nursî’ye yasladı. Bu süreçte sık sık Risâle-i Nur metinlerini referans göstererek vaaz adı altında biteviye laf salatası yaptı ve tüm salatalarına iman kurtarıcılığı sosu kattı. Ayrıca Sızıntı adlı derginin hemen her sayısında, ilahiyat fakültelerine sızdırdığı Haşhâşî akademisyen güruhuna hava civa türünden sözde bilimsel içerikli yeni soslar hazırlattı. “Bal peteğinde Allah yazıyor”, “Tabiat eczanesinde soğan satılıyor” mealindeki sayısız gevezelik Sızıntı dergisinde ilim-irfan diye pazarlandı. 

***

Haşhâşîler şebekesi pazarlama konusunda pek mahir olduğundan, ballı petekli ve börtü böcekli sözde ilim furyası maalesef ilahiyat alanına da sıçradı ve meslektaşlarımızdan birçoğu “bilimsel tefsir” denilen bu cıvıklıktan nemalanma yollarını aradı. Öte yandan Pensilvanyalı İbn Selûl’un soru çalma (fetih okutma) yöntemine benzer yollarla ilahiyat fakültelerinde konuşlandırdığı fedailerin pek çoğu “Kur’an’da Patates Kızartması” türünden tezler ve makalelere imza atmak suretiyle İslam ilim geleneğine müthiş katkılar(!) yaptı. İçlerinden bazıları tefsir ilmine katkının ötesinde havacılık ve pilotluk gibi alanlara da el attı. Mesela Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Adil Öksüz adlı bir müptezel, “Kur’an’da İsraf Kavramının Semantik Tahlili” gibi çok derinlikli(!) ilmî çalışmalarının yanında pilotluğa da merak saldı ve herhalde bir tefsircinin aynı zamanda çok iyi bir F16 pilotu da olabileceğini(!) göstermek üzere 15 Temmuz darbe teşebbüsünün organize edildiği Akıncılar hava üssünde icraat yaptı.

***

Pensilvanyalı İbn Selûl kendi varlığını ve varoluş felsefesini yalan dolan üzerine kurduğundan, iman kurtarma işini bile, “Ay’a ilk adım atan astronot Neil Armstrong geçen sene Mısır’da duyduğu ezan sesi üzerine bu daveti Ay’a çıktığı zaman da duyduğunu ve çok heyecanlandığını söyledi” (Sızıntı, yıl: 5, sayı: 57, 1983), “Kaptan Cousteau’nun kafası denizin bağrında tespit ettiği hakikatle aydınlığa erdi” (Sızıntı, yıl: 5, sayı: 58, 1983) gibi tezviratlar üzerine kurguladı. Aslında Pensilvanyalı’nın derdi iman kurtarmak değil, fedailerini mutlak bir itaatle kirli emellerine hizmet ettirecek bir itikat sistemi oluşturmaktı. Çünkü Kur’an’da iman diye ifade edilen değerin ayrılmaz parçası salih ameldir. Yani iman canlı, dinamik ve derunî bir tecrübe olarak mutlaka salih ameller üretir. Oysa itikat dondurulmuş gıda gibidir; zihinde kodlanan, hemen hiçbir manevi-deruni boyut taşımayan ve istenildiğinde “Andımız” misali salt telaffuz olunan bir dizi klişeden ibarettir.

***

İman denilen manevi temelin üzerine ancak salih amel binası inşa edilebilir. İtikat denilen temel üzerine ise -FETÖ hadisesinde/örneğinde görüldüğü gibi- mescid- dırar misali her türlü kirli yapı kurulabilir. Gerek iman ile itikadın birbiriyle özdeş kabul edilmesinde, gerekse bir kere dille ikrar edildikten sonra mü’minlik vasfının asla kaybolmayacağının zannedilmesinde, innellezine âmenû ve amilu’s-sâlihât şeklindeki Kur’an ifadelerinden, “İman ayrıdır, amel ayrıdır” ya da “Amel imandan bir cüz değildir” mealinde yanlış bir hüküm ve doktrin üretilmesinin önemli rol oynadığını belirtmek gerekir. Bu hüküm/doktrin mürtekib-i kebîre (büyük günah işleyen kimsenin durumu) meselesinde maşeri vicdanı rahatlatmak maksadıyla üretilmiş olabilir; ancak bu doktrinin önümüze koyduğu vahim sonuçlardan birinin, sözde iman kurtarmak üzere yola çıkan bir güruhun sayısız günahla dolu kırk yıllık hikâyesinin kendi milletine kurşun sıkmak gibi emsalsiz bir alçaklıkla sona ermesinden başka bir şey olmadığı gerçeği de teslim edilmelidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Temmuz 2016

Fetullah b. Übey b. Selül


15 Temmuz darbe teşebbüsü üzerine yazdığım/yazacağım bir dizi yazıda yer yer üslup arızası yapmamdan dolayı okuyucularımızın affına sığınıyor, geçici olarak verdiğim rahatsızlık sebebiyle peşinen özür diliyorum. Çünkü Fetullah b. Übey b. Selûl (Pensilvanyalı İbn Selûl) zibidisinin sinemde biriktirdiği öfke ve nefreti ancak “Kavgada yumruk sayılmaz” sözünün ifade ettiği bir üslupla bastırabiliyorum. Ayrıca on yıllar boyunca süren umumi aymazlık ve vurdumduymazlığın ceremesini bütün bir milletin ödemesinden, yüzlerce vatan evladının kendini kurşunlara siper edip şehit düşmesinden dolayı içimin yandığını belirtmek istiyorum.

Fetullah zibidisi ve fedaileri için vaktiyle “Haşhâşîn” demiştim; şimdi de “Fetullah b. Übey b. Selûl” (İbn Selûl) demeyi yeğliyorum. Bilindiği gibi Hz. Peygamber devrinde yaşayan ve Medine’de Müslüman toplumun başını çok ağrıtan Abdullah b. Übey b. Selûl isimli meşhur bir münafık vardır. Münafık, tarla faresinin tehlike anında kaçmak maksadıyla yuvasında hazırladığı birkaç deliğin birinden girip diğerinden çıkması anlamındaki nifak mastarından türemiş bir sözcüktür. Terimsel olarak, dinin bir kapısından girip diğerinden çıkan çift şahsiyetli kimseyi niteleyen münafık sözcüğü, 40 yıllık serencamında binbir çeşit kirli pazarlıkla hemen her karanlık mahfille düşüp kalkan ve kılıktan kılığa girip çıkan Pensilvanyalı İbn Selûl ile devletin her kurumuna sızmış fedailerini de çok güzel tarif eder.

Medineli selefine ittibada kusur etmeyen Pensilvanyalı İbn Selûl, 1980 darbesinden bir ay sonra Sızıntı Dergisi’ndeki (Not: Sızıntı ile devlete sızma arasındaki semantik ilişkiye dikkat!) “Son Karakol” başlıklı yazısında, “Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe selam duruyoruz” ifadesiyle darbecilere yalakalık yaptı. 28 Şubat’ta da darbecilerin yanında yer alarak Erbakan Hoca ve hükümeti hakkında, “Beceremediniz artık bırakın” diye atıp tuttu. 2002 yılında ise AK Parti’ye yanaşıp kendini çok iyi pazarladı. Hatta iktidar partisindeki birçok meşhur siyasi figürün, “Ben Hocamı kırk yıldır tanırım, çok da severim”, “Hocaefendi başımızın tacıdır”, “Cemaat devlete sızmışmış… Buna kargalar bile güler” mealindeki hüsn i şehadetleri sayesinde kendini aklayıp devlete çöreklenmeyi başardı. Oysa velayet (sırdaşlık, yoldaşlık) konusuyla ilgili bir dizi ayet tam da bu İbn Selûller hakkında bizi uyarmaktaydı ki maalesef 17/25 Aralık 2013 tarihlerine kadar gaflet uykusundan uyananımız pek olmadı. Haliyle, bugün pirincin içinde taş ayıklamanın ötesinde taşın içinde pirinç aramak gibi berbat bir durumla karşılaşıldı.

Medineli selefinin Beni Nadîr ve Kaynuka Yahudileriyle Müslümanlar aleyhine işbirliği yapması gibi Pensilvanyalı İbn Selûl de güneydeki pek sevdiği ülke (İsrail) ve onun hamisi ABD ile işbirliği yapmayı şeref telakki etti. Keza Medineli İbn Selûl’ün Uhud savaşında 300 kişilik münafık güruhuyla birlikte Hz. Peygamber ve Müslümanları satması gibi Pensilvanyalı İbn Selûl de hem Mavi Marmara hadisesinde hem de terörle mücadelede milleti ve devleti satmayı marifet bildi. Medineli İbn Selûl Benî Müstalik gazvesinden dönüşte kabadayılığa soyunup muhacirler hakkında ağır sözler söyledi; Pensilvanyalı İbn Selûl ise özellikle 17/25 Aralık vakasından sonra kendi ülkesini, milletini ve devlet ricalini aklı sıra tahkir-tezyif etti. Medineli İbn Selûl’ün aynı gazve esnasında Hz. Âişe’ye iftira kampanyasının başını çekmesi gibi Pensilvanyalı İbn Selûl da fedailerine röntgencilik talimatı vererek onca insanın harîm-i ismetine tecavüz etti.

Medineli İbn Selûl geberdiğinde, oğlu Abdullah Hz. Peygamber’e gelip babasının cenaze namazını kıldırmasını istedi. Hz. Peygamber bu isteği yerine getirmeye karar verdiğinde Hz. Ömer ısrarla itiraz etti ve nihayet Tevbe 9/84. ayetteki “Ölüp giden münafıklardan hiçbirine rahmet okuma” ifadesi Hz. Ömer’in itirazının haklı olduğunu bildirdi ki bu ayet Türkiye’ye teslim edildiği takdirde Pensilvanyalı’ya nasıl bir muamele yapılması gerektiği hususunda da ipucu vermektedir. Pensilvanyalı İbn Selûl onca yıldır devletin içinde sayısız haltlar karıştırırken bizim gibi bazı insanlar “Paralel Akademisyenlik” başlıklı yazılarla devlet ricalini uyarmak için kendilerini yırttığı halde birtakım etkili ve yetkili zevatın bürokraside abdestli namazlı ve sahih itikatlı olmak gibi pek nesnel(!) ölçütlere itibar etmesinden dolayı Emniyet, yargı, YÖK, Milli Eğitim gibi birçok kurumda bu adilere yol verildi. Ne var ki 15 Temmuz darbe teşebbüsü devlet kadrolarına istihdamda abdestli namazlı, dinî düşüncede sıkı gelenekçi ve yetkili zevat nezdinde sahih itikatlı olmak gibi ölçütleri esas almanın ne işe yaradığını gözler önüne serdi. Darbeye karşı çıkışta, gezici müptezel sanatçılar taifesi hariç, neredeyse tüm milletin sokaklara dökülmesi ise “bizim mahalleli” ve “karşı mahalleli” şeklindeki kategorik ayrımın gözden geçirilmesi gerektiğini de gösterdi.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Temmuz 2016

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/fetullah-b-ubey-b-selul-1648

Farklı Kur'an Tasavvurları | Sakarya Üniversitesi


Pensilvanyalı Din Kalpazanının Ağır Maliyeti ve Bu Maliyetin Telafisi


Bu makale 15 Temmuz gecesi vuku bulan darbe teşebbüsü esnasında kaleme alınıp ertesi sabah “Prof. Dr. Mustafa Öztürk Arşivi” adlı blogda paylaşılan yazının gözden geçirilmiş ve geliştirilmiş şeklidir. Öncelikle 15 Temmuz darbe teşebbüsünün salt Gülen zibidisince organize edilen alçaklar çetesine ait bir işgüzarlık olmaması, bu işin içinde iç ve dış kaynaklı işbirlikçilerin bulunması, hatta belki de sırf terfi meselesi ya da Erdoğan ve AK Parti alerjisi gibi sebeplerle “Fırsat bu fırsat” diyen birçok üst rütbeli figürün de darbecilerle iş tutması kuvvetli bir olasılıktır. Fakat her ne olursa olsun, sahnedeki esas oğlanların Gülen gâvuruna sadakat yeminiyle bağlanmış alçaklar çetesinden oluştuğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte darbe teşebbüsünün icrasında birtakım tuhaf boşluklar bulunması kafa karıştırıcıdır. Özellikle bu alçaklar şebekesinin en güçlü olduğu Emniyet’ten, darbe girişiminin başladığı andan bugüne değin herhangi bir yarılma, kamplaşma ve kalkışma sinyali gelmemesi memnuniyet verici olduğu kadar da kaygılandırıcıdır. Bu yüzden tehlikenin sona erdiği zehabına kapılmamak, milletçe teyakkuzda olmak lazımdır. Darbe teşebbüsündeki tuhaflıklar, boşluklar ve karanlık noktaların darbeci alçakların acemilik ve/veya panik sebebiyle çarşafa dolanmalarıyla mı, uluslararası mahfillerin başarısız bir darbe girişimi üzerinden Türkiye’yi yakın gelecekte ameliyat masasına yatırmayı planlamalarıyla mı yoksa başka bir sebeple mi alakalı olduğu meselesi zaman içerisinde aydınlığa kavuşacaktır.

***

1990’lı yıllardan, özellikle de 17 Aralık vakasından bu yana, “Fethullah Gülen adlı vaiz müsveddesinin hemen her devlet kurumunda at oynatması kanıma dokunuyor; bir meczup zibidinin devlet içinde devlet kurması zoruma gidiyor” deyip durdum. Hasan Sabbah rolüne soyunan bu gâvurun sevk ve idare ettiği ihanet şebekesinin uzun yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetlerine sızdırdığı asker kılıklı fedailerden ses çıkmaması hayra alamet değil” diyerek de kendimi yırttım. TSK bünyesindeki derin sessizlik önceki gece çok tuhaf bir darbe teşebbüsü olarak patlak verdi ve darbeci alçaklar şebekesi kendi ülkesinin ve devletinin meclisini bombalayacak, kendi halkına kurşun sıkacak kadar adi, şerefsiz ve haysiyetsiz olduklarını gösterdi.

Kalpazan Gülen ve fedailerindeki alçaklık ve namussuzluğun hiçbir kelimeyle ifade edilemeyecek raddede olduğunu, bu çetenin hiçbir insani ve ahlaki değer normu taşımadığını onlarca yıldır söyleyen biri olmama rağmen maalesef 17 ve 25 Aralık hadiseleri patlak verinceye kadar neredeyse tüm muhafazakâr-dindar kesimler tarafından “fitneci” olarak algılandığımı belirtmeliyim. Yargıdan Emniyet’e, TSK’dan Tübitak ve üniversitelere kadar devletin en önemli ve kritik kurumlarının belki de sırf “abdestli namazlı insanlardan zarar gelmez” gibi son derece naif bir gerekçeyle, yıllar boyu bu ihanet şebekesine adeta peşkeş çekilmesine kahreden biriyim. Dolayısıyla bugün, “Besle kargayı oysun gözünü” sözünün ifade ettiği noktada bulunduğumuzu çok acı bir itiraf olarak dillendirmek mecburiyetindeyim.

***

Artık olan oldu ve asker üniformalı birkaç alçak, kendi halkına kurşun sıkmak ve vatandaşı tanklarla ezmek suretiyle alçaklığın dibini buldu. İmdi, bugünden tezi yok, devleti yöneten sivil iradenin bu alçak ve şerefsizlere yaraşır ceza için meclisi toplayıp darbe teşebbüsüne münhasır bir idam yasası çıkarması ve ibret-i âlem için alçakların her birini darağacında sallandırması elzemdir. Devlet ile aşiret arasındaki en temel farklardan birinin hukuk düzenine riayet olduğu gerekçesinden hareketle, idam cezasıyla ilgili yasanın geriye işlemeyeceği ve dahi idamın müspet anlamda radikal sonuç üretmeyeceği ileri sürülebilir. Fakat bu demde “İdam cezası geri gelmemeli; demokrasinin yüksek standartlarından ve insan haklarından asla taviz verilmemeli” tarzında bir entelektüel akıldaneliğe yeltenilmemelidir. Gün, demokrasinin israf ve ziyan edileceği gün değildir. Kaldı ki demokrasi lüks tüketim eşyasına benzer bir şey olmadığı gibi mevcut durum itibariyle israf ve ziyan konusu edilebilecek bir değer de değildir. TBMM’yi bombalamak Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı fiilen savaş açmak anlamına gelir; dolayısıyla hal-i hazırdaki olağanüstü durumla ilgili hukuk da buna göre tanzim edilmelidir. Millete reva görülen bu emsalsiz ihanet ve hıyanete yaraşır ceza idamdan başka bir şey olmasa gerektir. Zira Gülen zibidisi ve darbeci çetesinin ülkeye ödettiği ağır maliyetin psikolojik telafisi ancak bu şekilde mümkün olabilir ve yine bu alçakların tüm milletin bağrında açtığı derin yaralar ancak bu şekilde kabuk bağlayabilir.

Cennet Kılıçların Gölgesinde Midir?


İki gün önce Fransa’nın Nice kentinde yaklaşık 100 insanın ölümüyle sonuçlanan katliam gibi bir terör hadisesi meydana geldi ve Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, “Tüm Fransa İslamcı terörün tehdidi altında” dedi. Bu demeç kuvvetle muhtemel şüpheli olarak yine IŞİD’e işaret ediyordu ki bu tespitin doğru çıkma olasılığı hayli yüksektir. Çünkü Scott Atran’ın dediği gibi uluslararası camianın anlamdan yoksun hunharlıklar diye telakki ettiği şey, IŞİD militanlarının kafasında, feda edilen kurbanlar ve intihar eylemleri vesilesiyle coşkun bir arınma seferine karşılık gelmektedir. Ayrıca IŞİD militanlarının “Cennet kılıçların gölgesindedir” mealindeki hadisi vird-i zeban haline getirdikleri bilinmektedir. Cihad adına işlenen sayısız cinayetin müsebbibi bu ve benzer içerikteki hadisler değildir. Çünkü söz konusu hadis düşmanla savaşmanın mukadder olduğu bir vasatta Müslümanların hem kendi varlıklarını ve hayatlarını korumak hem de davalarını savunmak için ölümü göze almak gerektiğini tebliğ ve teşvik meyanında söylenmiştir. 

***

Ne var ki gerek söz konusu hadisleri, gerekse “Fitne ortadan kalkıp din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla (ehli- küfürle) savaşın” mealindeki ayetleri varit ve nazil oldukları tarihî bağlamdan koparıp çoğunlukla tarih-üstü doktrin üretme aparatı gibi kullanılan, “sebebin hususiliğine değil, lafzın umumiliğine itibar edilir” kaidesince, “küfür ve şirk yeryüzünden silininceye ve tüm insanlar İslam’ı benimseyinceye değin onlarla savaşın” şeklinde yorumladığınız -ki bu ayetler hemen her müfessir ve fakih tarafından böyle yorumlanmıştır- zaman, klasik fıkıh literatürünün tamamında görüleceği gibi, devletlerarası hukuku kaçınılmaz olarak savaş prensibi üzerine inşa etmek durumunda kalırsınız.

Ötekilerle ilişkimiz barış değil, savaş ilkesine dayandırıldığı ve bundan birkaç ay önce İstanbul’da gerçekleştirilen cihad sempozyumunda bir ilahiyat profesörünün, “Evet, klasik fıkıhtaki savaş temelli doktrin bugün de geçerlidir; hatta ABD’nin bugünkü küresel jandarmalık rolünü bizim üstlenmemiz, yani Irak’a demokrasiyi(!) bizim getirmemiz gerekir” demekte hiçbir beis görmediği dikkate alındığında, “Bu IŞİD belası nereden çıktı” gibi sızlanmaların veya “IŞİD’in İslam ve Müslümanlıkla hiçbir alakası yoktur” gibi apolojiye sığınmaların hiçbir anlamı yoktur. IŞİD fıkıh ve tefsir geleneğinin bağrından çıkmamış olabilir; ancak bu gelenekte savaş temelli devletlerarası hukuka göre üretilmiş cihad ve kıtal doktrinlerinden gıdalandığı da tartışma götürmez bir gerçektir. Fıkıh ve tefsir uleması ayetler ve hadisleri bütün bir Ortaçağ boyunca büyük devletler ve imparatorlukların koruyucu şemsiyesi altında ve galip psikolojisiyle yorumlayarak doktrin ürettiğinden, sözgelimi Viyana’ya sefere çıkmak pejoratif anlamda “savaş” değil, fetih diye kavramlaşmış ve hatta kutsallık kazanmıştır. Buna mukabil IŞİD döktüğü kanın gerekçesini cihad kavramlaştırmasıyla aynı ayetler ve hadislere refere ettiği halde, İslam dünyası bu örgütü lanetle anmaktadır. Ancak IŞİD’i salt lanetlemek hem ucuz hem de pek dürüst olmayan bir tepki ve tavırdır. IŞİD’i hayata tutunamamış, hatta bütün hayatı ıskalamış sabıkalı marjinallerin son sığınak olarak gördükleri bir nihilizm yuvası olarak değerlendirmek de işin kolayına kaçmaktır.

IŞİD’e katılanların birçoğu sabıkalı marjineller, savruk ve nihilist tipler olabilir; ancak bu tespit meselenin bütününü izaha kâfi değildir. IŞİD’in ürettiği şey elbette şiddet, terör ve cinayettir. IŞİD’le ilgili nihilizm tanımlaması da isabetsiz değildir. Ancak bunlar daha esaslı meseleler açısından bahs-i diğerdir. Esaslı meselelerden biri, hem evrensellik adına bütün bir fıkıh ve tefsir geleneğine damgasını vuran cihad anlayışını sorgulamamanın hem de IŞİD’e lanet okumanın ilmî ve fikrî namus açısından izah edilebilir bir tutum olmamasıyla ilgilidir. Böyle bir tutum ancak matrak kelimesiyle ifade edilebilir. Bu sebeple, IŞİD’in İslam ve Müslümanlıkla alakasının bulunmadığını söylerken, bu terör makinasına fikrî tedarikçiliğe gayet elverişli şeriat, devlet, hilafet, cihad gibi kritik kavramlar ve konularla ilgili geleneksel kabullerimizle de hesaplaşmak gerekir. “Fitne ortadan kalkıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşın” mealindeki ayetten veya “Cennet kılıçların gölgesindedir” hadisinden tarih-üstü doktrinler üretmek çok kolay ve maliyetsiz bir iştir; fakat IŞİD adlı bir örgüt müthiş terör tutkusuyla ortaya çıkıp, “Buyurun size cihad!” diyerek neredeyse bütün dünyayı yangın yerine dönüştürmeye başladığında, işin içinden çıkmak çok zor olsa gerektir.

***

Sözün özü, buraya kadar aktardıklarımız “IŞİD nasıl ve niçin ortaya çıktı?” sorusuna cevap mahiyetinde bir analiz değildir. Yine bütün bu anlattıklarımız “IŞİD İslam’ı temsil etmiyor” mealinde bir apoloji olmadığı gibi, malumu ilam kabilinden IŞİD’in düpedüz bir terör örgütü olduğunu izah çabası da değildir. Anlatmaya çalıştığımız husus, IŞİD’in cihad adı altında ürettiği şiddet ve teröre İslam fıkıh ve tefsir geleneğinden fazlasıyla referans tedarik ettiğini ve bu geleneğin sözde din referanslı terör eylemlerinde vitamin hapı gibi kullanılmaya elverişli malzeme içerdiğini söylemekten ibarettir. Her ne kadar IŞİD belasını kısa vadede def etmeyi mümkün kılmasa da en azından gelecekte IŞİD benzeri sakatlıkların ortaya çıkmasına karşı bir tedbir olarak geleneksel fıkıh ve tefsir paradigmamızı gözden geçirmek, spesifik olarak da şer’î ahkâmın aktüel değerine ilişkin genel kabullerimizi masaya yatırıp adamakıllı sorgulamak kaçınılmaz görünmektedir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Temmuz 2016

Bayram Gelmiş Neyime


Ramazan sona erdi, bayram da geldi geçti. Şükürler olsun ki en azından ben ve benim gibi düşünen sayısız insanı kusma noktasına getiren televizyon vaizleri de bayram vesilesiyle ekranlardan kayboluverdi. Aslında televangelik vaizlerimiz şöhretin ve duygusal (!) saiklerin dayanılmaz şehvetinden dolayı bayram filan dinlemez; aksine bir kısmı sanki Hz. Süleyman’ın veya Firavun’un sarayından canlı yayına bağlanmış muhabir gibi, din sosuna bulanmış epik fantezi türünden masallar anlatmak, bir kısmı Hz. Peygamber dönemindeki gazvelerin belki ellinci tekrarını yapmak, diğer bir kısmı ise bıçkın delikanlı edasıyla ve kimi zaman da kahvehane ağzıyla tasavvufî irfandan dem vurmak için yine ekranlarda boy göstermek isterdi; fakat ana akım medyanın din merakı büyük ölçüde mevsimsel olduğundan, vaizlerimizin iş sözleşmesi de mevsimlik işçilerinki gibi sona erdi.

Gelelim bayram mevzuuna, yazının başlığındaki “Bayram gelmiş neyime…” ifadesi meşhur bir türkü/şarkı sözü olup milyonlarca insanımızın hâl-i hazırdaki genel hissiyatının belki de en yalın ifadesidir. Zira gün geçmiyor ki ülkenin bir köşesinden şehit veya katliam gibi bir trafik kazası haberi gelmesin… Gün geçmiyor ki büyük şehirlerimizde bombalı terör eylemi gerçekleşmesin… Gün geçmiyor ki sel, heyelan, deprem gibi bir doğal âfet ya da orman yangını gibi meşkûk bir hadise meydana gelmesin… Yine gün geçmiyor ki “Kıskanç erkek eski eşini/sevgilisini sokak ortasında delik deşik etti” yahut “Bir vatandaş cinnet getirip kendi ailesini ya da yakın akrabasını katletti” şeklinde aktarılan bir şiddet ve cinayet haberinin görüntüleri temaşa edilmesin…

***

Sık vukuundan dolayı giderek vakâ-ı âdiye gibi algılanmaya başlayan bu kötü olaylar dizisini umumi bahtsızlığa(!) mı yoksa uğursuzluğa(!) mı yorsam, bilemiyorum. Elbette uğursuzluk gibi bir hurafeye inanmıyorum; ama uğursuzluk filan derken, ülke, hatta bütün bir İslam âlemi olarak kazasız belasız bir gün geçirmeye hasret kaldığımızı vurgulamak istiyorum. Zaman zaman İskandinav ülkelerini düşünüyorum ve “Acaba biz de o ülkelerdeki insanlar gibi sükûnetten dolayı canımızın sıkılacağı günler görecek miyiz?” demekten kendimi alamıyorum. Türkiye’nin jeopolitik açıdan çok kritik bir konumda olduğunu hatırda tutmakla birlikte, her ne sebeple olursa olsun, adrenalin düzeyi bu kadar yüksek bir yaşam trendinin toplumsal ruh sağlığımıza ciddi hasar verdiğinin iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Diğer taraftan, ülkenin başına bela olan PKK ve IŞİD terörü konusunda bu şer odaklarını besleyen siyasi, stratejik ve ideolojik angajmanlar üzerine kafa yorduğumda kendi kendime şöyle diyorum: “Doğu ve Batı Roma’sından kadim Babil, Pers ve Mısır medeniyetlerine kadar dünya üzerinde asırlarca hüküm süren devletler ve kudretli figürlerin yerinde şimdi yeller estiği cümle âlemin malumu olduğu halde, PKK diye adlandırılan “Allahsızlık” organizasyonu ile IŞİD denilen “Kitapsızlık” konsorsiyumu şeytana parmak ısırtacak düzeyde şer üretirken acaba hangi üstün değerler ve erdemlere(!) hizmet ediyor yahut hangi Kızılelma bunca alçaklığı kendilerine mubah kılabiliyor? Keza dünyevî düzlemdeki hangi müteal mefkûre bir çırpıda sayısız masum insanın kanına girmeyi meşru kılabiliyor? Gerçi M. Robespierre gibiler, “Terörsüz erdem güçsüzdür. Terör aslında acil, sert, esnemez adalettir; dolayısıyla erdemden üremiş bir şeydir” diyor; ama böyle diyenler en azından bana göre entelektüel zevzeklik ediyor.

***

IŞİD özelinde söylersek, Allah, “Bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir” buyurduğu halde, bu nihilist cahiller ve katiller şebekesi onca masum insanın canına kıyma hükmünü acaba hangi Tanrı’dan alıyor? Yine bunlar Atatürk havalimanında ya da Mescid-i Nebî’nin yanı başında canlı bomba olarak kendilerini patlatırken acaba hangi peygamberin müjdesiyle, hangi kılıcın gölgesindeki cennete gireceklerini zannediyor? Aslında bu mevzu fıkıh, tefsir ve hadis geleneklerindeki “cihad” ve “kıtal” anlayışının da masaya yatırılmasını gerektiriyor; ama yer darlığı buna imkân vermiyor. Sonuçta bütün her şey bir kenara, âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi salmak ve baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ bırakmak, kendini insan bilenin neyine yetmiyor? Belli ki çokları ya “müspet manada” insan olduğunu bilmiyor ya da bu anlamda insan olmak istemiyor. Tam bu noktada Neyzen’in, “Tanrı senin hamurunu…” diye başlayan dizeleri aklıma geliyor; ama onun yerine Can Yücel’in şu hakikatli dizelerini aktarmak çok daha nezih görünüyor: Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli insan...

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Temmuz 2016

"Dinî Nikâh" ve Müftü Meselesi


Başbakan Binali Yıldırım bu haftaki grup toplantısında, il ve ilçe müftülerine resmî nikâh kıyma yetkisi verileceğini söyledi. Bu haber sevindiriciydi; çünkü böyle bir düzenleme toplumun önemli bir kısmının Cumhuriyet dönemi boyunca din ile devlet arasında sıkışmasının ve bu durumla yakından ilişkili çift dünyalılık sıkıntısının bariz göstergelerinden biri olan dinî nikâh-resmî nikâh dikotomisinin artık son bulacağı anlamına geliyordu... Öncelikle şunu belirtelim ki nikâh nikâhtır; bunun dinîsi ve gayr-i dinîsi yoktur.

Nikâh bir akit olarak gerekli şartlar mucibince tescillendiği an itibarıyla sübut bulur. Ancak bu noktada nikâhın akitten öte ibadet değeri taşıdığı itirazında bulunulabilir. Böyle bir itiraz yerindedir; fakat unutmamak gerekir ki İslâmî açıdan ibadet muayyen zamanlar ve fiillere münhasır değildir. İbadet bütün hayatı kapsaması ve tabii hal olarak yaşanması gereken bir tecrübedir.

İslam’da ameller niyetlere göre değer kazandığından, ilgili niyet muktezasınca nikâh da pekâlâ bir ibadet olabilir. Başka bir ifadeyle, nikâh belediyelerce görevlendirilen bir memur tarafından kıyıldığında ibadet kategorisinden çıkmadığı gibi, müftü veya imam tarafından kıyıldığı zaman da ibadet vasfı kazanan bir şey değildir. Bu noktada dindar çevrelerin imamlarca icra edilen “dinî nikâh” ritüeline önem vermesinde hayır ve bereket beklentisi gibi bir irfânî boyut bulunduğunu teslim etmek gerekir; fakat günümüzde “dinî nikâh”ın çok kere âdet yerini bulsun diye icra edilmesi ve nikâh sırasında bilhassa mehir meselesinin laf olsun diye dile getirilmesi irfânî boyutun çok geri planda kaldığını gösterir.

***

Vakıa, rejimimizin hem laik hem de dinli diyanetli olması gibi nikâhımız da hem resmî hem “dinî”dir. Oysa başta dediğimiz gibi çift başlı nikâh garabettir. Kur’an’da birçok kez evlilikten söz edilir; fakat ilgili ayetlerde gerek tevhid-şirk mücadelesine, gerek ahlaki ve insani ilkelere atıfla evlilikte din engeli, mahremiyet ve muaşeret (aile içi hukuk) gibi aslî meselelere değinilir. Hz. Peygamber dönemindeki Arap toplumunda sözlü kültür kodları hâkim olduğundan, konuyla ilgili hadislerde de evlilik akdinin yazılı belgeyle tescili meselesine değinilmeksizin şahit, ilan, veli, düğün ziyafeti gibi hususlar zikredilir. Dolayısıyla Kur’an’da ve Sünnet’te nikâh ve talakla ilgili olarak sözlü kültürdeki örfün (maruf) dikkate alındığı ve diğer birçok hususta olduğu gibi bu iki meselede de yepyeni bir hukuk sistemi oluşturulmadığı tespit edilebilir.

***

Hâl böyleyken, fıkhî doktrinde Hz. Peygamber dönemi sosyolojisindeki uygulamaya bir bakıma tarih-üstülük atfedilmiş, haliyle nikâhta irade beyanı, şahit ve aleniyet; talakta ise kocanın ağzından çıkan bir çift söz yeterli sayılmıştır. Gelenekteki bu problemli anlayışın “dinî nikâh” diye tabir edilen kayıt dışı evlilikler yoluyla halen sürdürüldüğü iyi bilinen bir husustur. Fakat bilhassa kadınlarla ilgili istismarlar ve hak ihlalleri dikkat alındığında evlilik ve boşanmanın icap-kabul, iki şahit ve “Boş ol” demeyle sübut bulmayacağı, bilakis her iki meselede de hukuki yaptırımları mucip bir tescilin zorunlu olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu sebeple, nikâhın devlet denetiminde yapılması ve nüfus kütüğünde yer alması yönündeki resmî uygulama doğrudur. Fakat belediyelerce mezun kılınan kamu görevlilerinin nikâh kıyma yetkisi bulunduğu halde müftülerin böyle bir yetkiye sahip olmamasının hem Müslüman halk ile devlet arasındaki buzların erimemesi, hem de “dinî nikâh” vesilesiyle kadınların ciddi mağduriyetlerle yüzleşmesi gibi menfi sonuçlar doğurduğu da kuşkusuzdur. 

Dolayısıyla müftülerin resmî nikâh kıymasıyla ilgili yeni düzenleme bu sorunların izalesine önemli katkı sağlayacaktır. (Not: Müftüye evet, muhtara hayır; zira muhtar meselesi sıkıntılıdır). Son olarak şunu da kaydedelim ki bir taraftan “tâğûtî rejim” diyerek sabah-akşam devlete söven, diğer taraftan da her türlü devlet imkânından istifadede hiçbir ahlâkî sorun görmeyen yüksek gerilimli bir Müslüman kesimin “şer’îlik” iddiasıyla kayıt dışı nikâhta ısrarcı davranması yüksek bir olasılıktır. Ancak modern dönemdeki dinî söylemlerde sık karşılaşılan bu tür küçük arızaları ciddiye almamak lazımdır. Keza “müftülerin nikâh kıyması gericiliğin zirve noktasıdır” diyen sol seküler kesimdeki ergen tavrını da umursamamak lazımdır.

Kendi Milletine Silah Sıkan Alçaklar İdamla Yargılanmalı ve Asılmalıdır!



17 Aralık vakasından bu yana “Bütün bir Türkiye’nin neredeyse tüm kamu kurumlarıyla birlikte Fethullah Gülen adlı bir meczup alçak zibidinin elinde oyuncak olması kanıma dokunuyor” deyip durdum.Hasan Sabbah rolüne soyunmuş Gülen zibidisi tarafından sevk ve idare edilen ihanet şebekesinin uzun yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetlerine sızdırdığı asker kılıklı fedailerden pek ses çıkmaması hayra alamet değil, diyerek de kendimi yırttım. TSK bünyesindeki derin sessizlik ve suskunluk dün gece maalesef darbe teşebbüsü olarak patlak verdi ve darbeci alçaklar şebekesi kendi ülkesinin millet meclisini bombalayacak, kendi halkına kurşun sıkacak kadar şerefsiz ve haysiyetsiz olduklarını gösterdi. 

Zibidi Gülen ve fedailerindeki şerefsizliği hiçbir kelimenin tam manasıyla ifade edemeyecek düzeyde olduğunu onlarca yıldır söyleyen biri olmama rağmen maalesef 17 ve 25 Aralık hadiseleri patlak verinceye kadar neredeyse tüm dindar kesimler nazarında fitneci olarak görüldüğümü belirtmeliyim. Yargıdan Emniyet’e, Tübitak’tan üniversitelere kadar devletin en önemli kurumlarının belki de sırf “abdestli namazlı insanlardan zarar gelmez” gibi son derece naif bir gerekçeyle, yıllar boyu bu ihanet şebekesine adeta peşkeş çekilmesine kahreden biriyim. Dolayısıyla bugün, “Besle kargayı oysun gözünü” sözünün ifade ettiği noktada olduğumuzu acı bir itiraf olarak dillendirmek mecburiyetindeyim. 

Ancak olan oldu ve asker üniformalı birkaç hain kendi milletine kurşun sıkma noktasında ihanetin dibini buldu. İmdi, devleti yöneten sivil iradenin bu hainler ve şerefsizlere yaraşır ceza için meclisi toplayıp en kısa zamanda darbe teşebbüsüne münhasır bir idam yasası çıkarması ve ibret-i âlem için her birini darağacında sallandırması elzemdir. Sakın, hiç kimse bu demde “idam cezası geri gelmemeli” tarzında bir akıldaneliğe yeltenmesin; zira gün, demokrasinin israf ve ziyan edileceği bir gün değildir. Millete reva görülen bu ihanet ve alçaklığa yaraşır ceza idamdan başka değildir. Milletin bağrında açılan derin yara ancak bu şekilde kabuk bağlayabilir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Temmuz 2016

Ah Benim Panzerlerim, Schweinsteigerlerim…


Kendimi bildim bileli derin bir “Alman” merakım vardır. Ancak bu merakın “Almanya Acı Vatan” türü arabesk retoriklere de konu olan bizim Almancılarla hiçbir alakası yoktur. Bendeki merakın tarihsel geçmişi, şimdi dahi az çok hatırlayabildiğim 1974 Dünya Kupası şampiyonu Batı Almanya Milli Takımı (Panzerler) ve bu takımın kadrosunda yer alan Franz Beckenbauer, Gerd Müller gibi kültleşmiş futbolculara kadar gider ve o gün bugündür de devam eder. 1978 Dünya Kupası'ndan bugüne kadar Alman Milli Takımı'nın büyük turnuvalardaki hemen hiçbir maçını ıskalamışlığım yoktur, dersem abartmış olmam.

Genelde Alman Milli Takımı'nın, özelde Bayern München’in disiplinli oyun tarzına, daha özelde ise Paul Breitner ve Bernd Schuster’in, ama daha çok da Lothar Matthäus’un futbolculuğuna duyduğum hayranlık, elli küsur yıllık hayatımdaki birkaç hobi ve küçük mutluluk vesilemden biri olmuştur. Yaş ilerleyip dünyayı tanıdıkça, özellikle de farklı alanlarda okudukça Alman merakım daha geniş çaplı bir hayranlık halini almıştır. “Mercedes veya Audi gibi üst segment bir otomobil sahibi olayım” düşüncesi hayata ve eşyaya bakış açımda pek önem arz etmeyen bir husus olmakla birlikte, bu tür otomobilleri üreten bilgi, donanım ve disipline şapka çıkarmak gerektiğine inanmışımdır. Keza Alman felsefe geleneğine, klasik Alman idealizmine ve bu büyük gelenek içinde yetişen Kant, Hegel, Feuerbach, Marx, Schopenhauer, Nietzsche, Karl Jaspers, Goethe ve dahi Heidegger, Adorno, Habermas gibi düşünürleri de çok “cins kafalar” olarak algılamışımdır. İlahiyat alanında ise Nöldeke, Paret gibi müsteşriklerin Kur’an’la ilgili çalışmalarındaki yetkinlik ve titizliği de (Not: Bu müsteşriklere ait görüş ve iddiaların doğruluk ve yanlışlığı ayrı bir bahistir) takdirle karşılamışımdır.

Her neyse, biz yine dönelim futbol panzerleri meselesine, 1980’li yıllarda çocukluk arkadaşlarımın hemen hepsi Brezilya ve Arjantin gibi fantastik futbol oynayan milli takımları tutarken, ben onların gözünde tıpkı bir makine gibi çok zevksiz futbol oynayan Alman Milli Takımı'nı tutardım. Sanırım, fiyakadan ve fanteziden ziyade, düzenden, sistemden, süreklilikten ve disiplinden yanaydım. İlginçtir, akademik hayattaki çalışma tarzım disiplin ve devamlılık prensibine, anlayış tarzım ise insanların çoğu nazarında albenili görünmeyen fikirlere dayanır.

Almanlardaki sistem ve disiplin sanki şöyle işlemektedir: Bir Alman’a, “Toplu iğne ucuyla yüz metre çap ve derinlikte bir çukur kaz” desen, “Toplu iğneyle böyle bir çukur kazılır mı?” diye sormaksızın kazmaya başlar ve köklü bir geleneğe ve sisteme aidiyet duygusuyla ömür boyunca usanmadan çalışır; ardından halefi gelir, o da bütün bir ömür boyunca kazar… Biz Türkler ise böyle bir durum karşısında derhal itiraz eder; çukur kazmaya mecbur kaldığında ise ilk fırsatta bir iş makinası (kepçe) bulmaya gideriz. İşte bu şark kurnazlığı huyumuzdandır ki son birkaç yüzyıldır ne Kant ve Hegel gibi bir filozofumuz, ne Mercedes ve Audi gibi bir otomobil markamız, ne Nöldeke’nin yazdığıyla boy ölçüşecek bir Kur’an tarihi çalışmamız ve ne de Alman Milli Takımı gibi bir milli takımımız vardır.

Alman Milli Takımı 1996 Dünya Kupası finalini son dakikalarda uzatmalara götürmesine ve sonunda finali kaybetmesine rağmen, futbolcular sanki halı sahada gazozuna maç yapmış oyuncular gibi soyunma odalarına gittiler. Oysa biz böyle bir tecrübe yaşasaydık, muhtemelen o akşam Türkiye’de ya hükümet yıkılır ya da darbe filan olurdu. Bu trajikomik hallerimiz salt Akdenizlilik, duygusallık, heyecanlılık gibi romantik gerekçelerle izah edilebilecek kadar basit değildir. Kanımca bu tür haller az eğitilmişlik, az gelişmişlik ve bunların yansıması olan sistemsizlik, disiplinsizlik gibi daha derin mevzularla ilgili olsa gerektir.

Neyse bu meseleyi de geçelim ve yine dönelim panzerlere, 1982 ve 1986 finallerinde panzerler İtalya ve Arjantin’e yenilince hakikaten mutsuz olmuşumdur. Hele de 1982 finalinde Tardelli’nin golden sonra kollarını açmış vaziyette çıldırmış gibi koşma görüntüsü onca yıldan beridir futbol kâbusumdur. Maalesef dün akşam da mutsuz oldum; oysa son dünya kupasından bu yana ilk kez kendi kendime, “Şöyle bir kurulayım televizyonun karşısına da Fransa’nın yediği gollerin tadını çıkarayım” demiştim, ama maalesef sukut-i hayale uğradım. Sukut-ı hayalim, Fransa karşısındaki mağlubiyetten ziyade, çelik gibi bir iradeye ve makinenin çalışma tarzı gibi bir düzene/disipline sahip olan Alman milli takımının bizim milli takıma benzemesiyle alakalıdır.

Kırk yıldır takip ettiğim Alman Milli Takımı'nda, Jerome Boateng ve Bastian Schweinsteiger gibi çok disiplinli ve tecrübeli isimlerin bu turnuvada yaptıkları büyük hatalara benzer bir bireysel hata görmemiştim. Yine Alman Milli Takımı'nı dün akşamki maçın ikinci yarısındaki kadar telaşlı ve şapşal halde de hiç görmemiştim. Bernd Schuster, Lothar Matthäus, Karl Heinz Rummenigge gibi yıldızlar kuşağından sonraki kriz dönemlerinde bile bu kadar savruk ve disiplinsiz bir Alman Milli Takımı da izlememiştim. Bu yeni hal ve izmihlal Mesut Özil, Emre Can gibi devşirme Türk futbolculardan naşi Almanya’nın da bizim milli takıma öykünmek istemesiyle (!) ilgili olsa gerektir. Eğer durum böyleyse, bundan böyle altı pas çizgisinden topu taca atmayı başaran Alman santraforlar ya da “tribünden küfrediyorlar” diye maçı terk eden Alman kaleciler görmemiz sürpriz kabul edilmemelidir.

Alman Milli Takımı'nın bu turnuvadaki en kötü taraflarından biri de Joshua Kimmich ve Jonas Hector gibi çakma bek ve kanat oyucularına mahkûm olması, daha açıkçası, Andreas Brehme, Manfred Kaltz gibi isimlerden sonra esaslı bek oyuncuları üretememesi veya en azından Philip Lahm ayarında birini henüz keşfedememesidir. Bundan da önemlisi Jurgen Klinsmann, Rudi Völler gibi isimlerden sonra esaslı bir santrafor yetiştirememesi, haliyle Mario Gomez’le iktifa etmesidir. Kaldı ki dün akşamki maçta Gomez dahi işi bitirebilirdi. Ancak Sami Khedira ve Gomez’in sakatlıkları, Hummels gibi oyun zekâsı ve futbol yeteneği üst düzey bir stoperin cezalı olması “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” sözünü hatırlatır gibiydi ki fizik gücü tükenmiş görünen Schweinsteiger’in yaptığı saçmalık bir anda perşembeyi getiriverdi. Bütün bunların yanında tilki gibi kurnaz Thomas Müller’in bütün turnuva boyunca aylak aylak dolaşması da Almanya’nın fişinin çekilmesine önemli katkı verdi. Sonuçta, panzerler bana küçük bir mutluluk yaşatmayı başka bir bahara erteledi…
Panzerler beni üzdü üzmesine ama birkaç gün sonra memlekete gidecek olmam, mutluluğumu yerine getirdi. Ancak haberlerden takip ettiğim kadarıyla bugünlerde memleket havasının tadı pek yok; yine duyduğum kadarıyla, mezgit filan da pek yok… Bence “yok” denilen şey, mebzul miktarda yok demektir. Hele bir salimen gelelim, mutlaka buluruz; bulamadığımız takdirde başka alternatifler var. Mesela yayla var; Kulakkaya’da Gırıkbahçe var, var oğlu var… Şükretmeyi bilen için sayısız lütuf ve nimet var; yeter ki memleketimize ve insanımıza zeval gelmesin.

Yine duyduğum kadarıyla, memleketteki bazı dostlarla ilgili güzel haberler de var… Kemal Gürgenci kardeşimin Giresun İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne atanması gibi… Bu haberden büyük memnuniyet duydum. Toplumsal ölçekte nadir rastlanan olgunluk ve ağırbaşlılık gibi sıfatlarla hafızamda yer eden bu kardeşime yeni görevinde muvaffakiyetler diliyorum. Malum, Giresun gibi küçük şehirlerde aynı gün aynı kişiyle birkaç kez sokakta karşılaşılır, dolayısıyla hemen herkes birbirini tanır. Bu yüzden de müdürlük gibi boş pozisyonlar ve bu pozisyonlara atamalar birçok kişinin, “Ama o müdürlük benim hakkımdı” gibi itirazlarda bulunmasına medar olur. Çünkü ne de olsa herkes herkesin tanıdığı, herkes herkesin arkadaşı, hatta nüfus kütükleri kurcalandığında belki de uzaktan akrabasıdır.

Hal böyle olunca en ufak bir yeni görevlendirmede aile içi kavga gürültüye benzer kavgalar patlak veriyor. Bu manzara karşısında, “Keşke tüm arkadaşlara yetecek kadar müdürlük olsa da versek” diyesim geliyor; ama gel gör ki mevcut imkânlar buna elvermiyor. Ezcümle, sınırlılık ve kısıtlılık gibi sorunlar bizim memlekette hırslılık ve arsız talepkârlık gibi arızalarla da birleşince, kendi insanımızın birbiriyle didişerek tüm enerjisini heba etmesi ya da çok kere paçaya yapışıp birbirini aşağıya çekmesi gibi berbat neticeler veriyor. Böylece hem kendimize hem memlekete yazık oluyor.
Aklıselimle yapılması gereken iş, birbirimizle didişmek değil, anlamlı ve faydalı her bir işin ucundan tutuvermek ya da memleket için bir çivi çakma azminde olan herkese omuz vermektir. Birkaç gün önce Giresun’da meydana gelen helikopter kazasında köy halkının yaralıları kurtarmak için nasıl çırpındığını ve elbirliğiyle nasıl yardıma koştuğunu hatırlamak, birbirimize sahip çıkmak ve destek olmak derken neyi anlatmaya çalıştığımı kendiliğinden anlaşılır kılacak bir örnektir.

Unutmamak gerekir ki insanoğlundaki hırs şeytanın ta kendisidir. Dolayısıyla dünyevi hırslar ve emeller uğruna kendi kendimizi yiyip bitirmemiz işten bile değildir. Ama gelin görün ki çoğunlukla vaki olan işlerimiz maalesef bu minvaldedir. Hırs demişken, kendimden örnek vereyim; şu an itibariyle akademik kariyer basamaklarının son kertesindeyim; dünyevi hırsın boyunduruğu altına girdiğim an itibariyle şöyle düşünmeye başlamam mukadderdir: Habire oku, habire yaz… Ne uzuyor ne kısalıyorum; hep aynı yerde sayıyorum. Oysa rektörlük, vekillik gibi birçok uzama imkânı varken, hâlâ ne diye yazıp çizmekle meşgul olayım ki?! İşte hırs denilen şeytan insanı böyle ayartır ve böyle vesveselerle bunaltır. Bilin ki şeytan içimizdedir; kendi şeytanımızı def edecek temel erdemlerden biri ise kanaat ve rıza hâlidir.

Bu vesileyle şunu da belirtmeliyim ki herkes her işi yapmak ya da her şeye talip olmak zorunda değildir. “Efendim, şurada şu müdürlük var” denildiğinde, “Ben talibim” diye zıplamak ya da “Şu kurumda şöyle bir boş pozisyon var” diye bir habere binaen, “Ben ona da talibim” diye atlamak gibi bir tavır, misafirlikte herkesin tabağındakine el uzatan çocukların arsızlığından farksızdır. Ama gelin görün ki küçük şehirlerde, kendini “joker” zanneden bu tür tipler hep vardır. Hangi kurumda bir boş pozisyon oluşsa, jokerimiz oracıkta hazırdır.

Bu tipler pratisyen hekimleri anımsatır. Malum, pratisyenler her hastaya bakar; ama hemen hiçbir hastayı tedavi edecek radikal bir reçete yazmaz; çoğunlukla soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklar için reçete yazar ki bu rahatsızlık da malum olduğu üzere ilaçla bir haftada, istirahatle yedi günde geçer. Yine malum olduğu üzere pratisyen hekim ciddi bir vakayla karşılaştığında reçete yazmak yerine derhal sevk yapar. Joker tiplemesi de böyledir; zira bu tipler hiçbir kurumda ve pozisyonda radikal denebilecek bir iş veya projeye imza atmaz; çünkü amaç iş üretmek değil, mahalli ölçekte az çok kariyer ifade eden bir mevkii işgal etmektir.

Ne var ki arsızlık atraksiyonuyla elde edilenler çok küçük başarılardan ibarettir; bu yüzden de sahibine getirisi en fazla mevsimlik olabilir. Oysa varlığın büyük anlam ve amacına kafa yoran bir insanın -ki insan olmak bunu muciptir- hesapları da hedefleri de muhalled değerler ve eserlerle ilgili olması gerekir. Yok eğer muhalled değer ve eser üretmeye gözümüz kesmiyorsa, Bakî’nin dediği gibi, bu âleme Dâvûd gibi âvâze salmayı ve baki kalan bu kubbede bir hoş sâda bırakmayı temel hayat prensibi edinmek ve bu minvalde temiz bir hayat sürmek gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Temmuz 2016

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=1063

Dinî Kahramanlık ve Müslümancılık Tulûatları


Bilindiği gibi, bizim mahalle 2002 yılında başlayan AK Parti dönemiyle birlikte rahat nefes alma bahtiyarlığına erişti ve son on küsur yıl içinde başörtü sebebiyle Meclis’te milletvekili yuhalamaktan, başörtülü milletvekillerine saygıda kusur etmeme noktasına gelindi. 

1990’lı yılların Türkiye’siyle kıyaslandığında bugün gelinen noktanın mahalle sakinlerimiz açısından, “Ne kadar şükretsek az” denilmesi gereken çok büyük bir normalleşme imkânı olduğu şüphesizdi. Ama gelin görün ki köylülükten midir, sonradan görmüşlükten midir yoksa geriye dönük hesaplaşma ve rövanş alma hırsına yenik düştüğümüzden midir bilinmez, bizim mahalleli bu büyük imkânın kadrini pek bilemedi. 

Ötekileştirilmeden yaşama imkânının şükrünü hakkıyla ifa söz konusu olduğunda, bize yakışan tutum, “Bir topluma duyduğunuz öfke ve kızgınlık sizi adaletsiz (dengesiz, savruk, şımarık) davranmaya sevk etmesin” (Mâide 5/2) mealindeki ilâhî ferman mucibince, hayat felsefesi ve dünya görüşü ne olursa olsun, toplumsal dokuyu oluşturan tüm farklı kesimlerle beşerî hukukta adalet, insaf, iz’an, şefkat, kerem gibi değerleri mutlak hâkim kılma bilincine göre davranmaktı. Ne var ki bu ahlâkî değerler ve erdemler maalesef temel dinî kitapların satırlarında ya da vaizlerin dudaklarında kaldı.

***

Bizim mahalleli, hele de şu Ramazan’ın manevi ikliminde Müslüman kişinin her şeyden çok adalet duygusuna sahip olması gerektiğine dair sayısız vaaz ve nasihat dinliyor, ama sonuçta adeta “kulûbünâ ğulf” (idrakimiz kapalı) dercesine bir kulağından girip öbür kulağından çıkıyor. Belli ki mahallenin durumdan vazife çıkarmayı marifet bilen bir işgüzar kesimi, “Cümle âleme nizam/ayar verme sırası artık bizde…” diyerek, hayata bizim pencereden bakmayan ve bizim gibi yaşamayan insanları taciz edip bunaltmayı, hatta herkesi kendimize benzetmeye çalışmayı ulvi bir vecibe addediyor. Bu yüzden de şımarık bir tarzda, Cihangir’de millete Ramazan dayağı atmayı cihad, mezuniyet töreninde kep fırlatmak yerine sarık sarmayı has Müslümanlık, karma eğitimi sonlandırmayı müttakilik zannediyor. Bu arada mührün sahibine göre pozisyon almayı marifet bilen hikmet-i hükümetçi medya organları ise bir kez olsun, “Burada bir hata var” dememeye yemin etmişçesine iğrenç bir yalakalık tablosu sergiliyor.

***

Öte yandan, ülke sathında ne kadar çok imam-hatip ve ilahiyat fakültesi açılır ve ne kadar çok tefsir-hadis metni okunursa, genç nesiller o kadar çok dindar olur diye vehmediliyor. Ancak hem dindar nesil meselesinin, hem de bu konuda tutturulmak istenen hedefin kemiyetten öte keyfiyetle ilgili olduğu bilinmesine rağmen her nedense bütün işler kemiyet hesabı üzerinden yürütülüyor.

Lakin idealler ile gerçekler birbiriyle hiç örtüşmüyor. Dahası, ulusal ölçekli televizyon kanallarındaki her iki programdan biri neredeyse dinî içerikli olmasına rağmen, ne ülke sathında ahlâkî gelişmişlik emareleri görünüyor, ne de istatistikler adam öldürme, aile içi şiddet, boşanma gibi sorunlarda düşüş trendine işaret ediyor; aksine toplumsal yapının hemen her katmanından ciddi yozlaşma sinyalleri geliyor. Hal böyleyken, hemen her Allah’ın günü yeni bir dinî grup peyda oluyor ve her bir grup kendini din adına kahramanlık tulûatlarıyla pazarlamaya çalışıyor. 

Sözgelimi bir grup, “Biz dinî kolluk kuvveti olarak sapkın İlahiyatçı avlıyor ve Kur’an müdafaası yapıyoruz” naraları atıyor; bir diğeri “Paralelden boşalan yerlerin ihalesini bize verin” diye yanıp yakılıyor; bir diğeri Ehl-i Sünnet konsorsiyumu görüntüsüyle bütün ülkeyi şehir şehir dolaşarak seksen milyonun itikadını sözde tadille uğraşıyor vs… Ancak sonuçta bütün bunlar olup biterken, hem mahkemenin kadıya mülk olmadığı, hem kurb-i sultanın ateş-i sûzân olduğu, hem de ülkenin yüzde ellilik diğer yarısında biriken öfkenin keser sap döndüğü zaman beriki yüzde ellinin üzerine boca edilmesiyle yeniden ne büyük trajediler yaşanacağı maalesef pek hesap edilmiyor. Uzun lafın kısası, bütün bir ülke olarak tüm enerjimiz, birikimimiz ve ömür sermayemiz, keser sap ve hesap döndükçe yüzde ellilik kesimin diğer yüzde ellilik kesimden intikam alma hırsıyla heba olup gidiyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Haziran 2016

Sakız Orucu Bozar Mı?


Bu yazının başlığındaki meşhur soru, Türkiye’deki milyonlarca insanın din konusundaki genel ilgi ve bilgi düzeyi hakkında az çok fikir veren önemli bir klişedir. 

Özellikle televizyon ekranlarındaki birçok programda fındık kabuğunu doldurmayan konularla ilgili fetva taleplerine cevap vermekle meşgul olunması, bir yandan sözde din referanslı eyyamcılığı meşrulaştırma işlevi görmekte, bir yandan da kıssa, menkıbe ve hurafe edebiyatı üzerinden din ve İlahiyatı folklorik bir unsur haline getirmektedir. Belli ki bu durum medya dünyasında rahatsızlık yaratmamakta; çünkü mekanizma “alan razı, veren razı” uyarınca çalışmaktadır. 

Hz. Peygamber’in açlığa dayanmak maksadıyla karnına taş bağladığını anlatmak için hatırı sayılır meblağlara anlaşma yapmak da herhalde bu karşılıklı rızaya dayanmaktadır. Ancak burada karşımıza çıkan ahlak sorunu, yıllar önce hem “bina ile zinanın çoğalması kıyamet alametidir” diyen, hem de bu arabesk fiten edebiyatını can kulağıyla dinleyen çevrelere mensup birçok zevatın şimdiki demde kıyamet alâmetlerinin tümünü unutmuş gibi yaşamasını hatırlatmaktadır. Kendilerini muhafazakâr ve dindar addeden çevrelerin hâl-i hazırdaki umumi durumu, Ulvi Alacakaptan’ın “eskiden ihlas gibi görünen şey meğer parasızlıkmış” tespitini doğrular tarzdadır.

***

Bu mevzu bir tarafa, geçen yıl ben de dinî içerikli bir televizyon programı yaptım; fakat kırk haftalık programda geniş halk kitlesinin ilgisini çekmeyi başaramadım; çünkü prensip olarak halkın istek ve beklentilerini değil, hayli ertelenmiş ve gecikmiş bir aydınlanma tecrübesine az çok katkı sağlayacağını düşündüğüm meseleleri anlatmaya çalıştım ve bu suretle formalist-folklorik din anlayışından belki bir nebze kopuş olur sandım. Ama maalesef yanıldım ve nihayet şunu anladım: Televizyon denilen aygıt, halkın beklentileri karşılandığı ya da avam-nâs seviyesi esas alındığı takdirde geniş ölçekli rağbet görmektedir. Türkiye toplumu söz konusu olduğunda, televizyonun her şeyden önce eğlence ve eğlendirme işlevine sahip olduğunu teslim etmek gerekir. Nitekim çocukluk/gençlik çağları 1970-1980’li yıllara rastlayan herkes televizyonun bu ülkedeki insanların dünyasına düşük maliyetle eğlence ihtiyacını karşılama işleviyle girdiğini ve en başından itibaren kolektif şuurda bu işleviyle yer ettiğini bilir. Türk toplumunun boş zaman algısı ve boş zaman alışkanlıkları dikkate alındığında, dinî muhtevalı televizyon programlarına ilişkin genel algının da şu veya bu şekilde eğlence formatıyla ilgili olduğu söylenebilir.

Hiç kuşkusuz görsel medya, özellikle de televizyon dinî değerleri hem tahıl gibi öğütüyor, hem de basit bir meta gibi kullanıp tüketiyor. Mevcut durum medya âleminin dini ciddiye almadığını ve fakat halkın dinî programlara alaka göstermesinden dolayı din konusuyla ilgileniyormuş gibi davrandığını işaretliyor. Bu yüzden de televizyon mecrası dinî programlardaki içeriği çoğunlukla formalist ve folklorik anlayışa uygun biçimde formatlıyor. Ayrıca, kimi zaman insanların ahlâkî yaşantılarında hiçbir karşılığı olmayan meseleleri, sözgelimi “Zülkarneyn uzaylı mıydı?” türünden fantezileri ciddi bir meseleymiş gibi sunabiliyor; kimi zaman da sansasyon arzusu ve reyting kaygısıyla deforme edilmiş bilgi sunumunu talep edebiliyor. Üstelik bu talebi karşılayacak alaylı ya da mektepli “hoca figürleri”nden çok kolay şekilde medya profesyonelleri de devşirebiliyor.

***

Televizyon ekranlarında topluma sunulan sözde dinî programlardaki muhteva çoğunlukla kıssa, menkıbe, hurafe edebiyatından müteşekkildir. Bu muhtevanın Osmanlı geleneğinden tevarüs olunan ve toplumsal tabanda geniş ölçekli karşılık bulan görenekçi halk dindarlığını beslediği şüphesizdir. Vehbi Başer’in tespitiyle, görenekçi halk dindarlığının bir versiyonu cuma namazları, kandil geceleri, Ramazan, mevlid ve türbe dindarlıklarına, günümüz şartlarında az çok restore edilmiş diğer versiyonu ise cemaat ve tarikat dindarlıklarına tekabül ediyor. Ramazan ayında televizyonlar, cahiliye devri Arap toplumunun Ukaz, Mecenne panayırlarındaki coşku ve heyecana benzer bir coşku yaratma gayretiyle görenekçi halk dindarlığını adeta mest ediyor. Hâliyle, bu programlardaki dinî-fıkhî bilgi seviyesi de her Ramazan vesilesiyle yeniden sorulan, “Sakız orucu bozar mı?” sorusuna cevap vermekten öte geçmiyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Haziran 2016

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/sakiz-orucu-bozar-mi-1370