Bandwagon, Veblen ve Snob Etkilerinin Dinî Alandaki İzdüşümleri


İktisatta talep kanununa aykırılık arz eden ya da tüketim eğilimini önemli ölçüde etkileyip belirleyen saikler için ilginç tabirler kullanılır. Mesela, akıllı telefonlara yönelik ilgide olduğu gibi kişilerin bir malla ilgili talebinin diğer kişiler satın alıyor diye artması “Bandwagon etkisi” (sürü veya moda etkisi) diye tanımlanır. Buna mukabil bir malın fiyatının yükselmesine koşut olarak o mala yönelik talebin artması ya da tüketicinin fiyatı düşen maldan vazgeçip fiyatı artan mala yönelmesi “Veblen etkisi” (gösteriş etkisi) diye tanımlanır. Bir malı herkes tüketmeye başladığında bazı tüketicilerin o maldan vazgeçmesi ve/veya bir mala yönelik talep oranının o malı kullanan tüketici sayısı arttıkça azalması hakkında ise “snob etkisi” (züppe etkisi) tabiri kullanılır. Snob etkisi sürüden ayrılma, herkesin yaptığını yapmama ve farklı olma çabası olarak da tanımlanır. Fiyatın düşmesi durumunda Veblen etkisi Züppe etkisine dönüşür.

***

Tüketici tercihlerinin önemli ölçüde sosyal ve psikolojik saiklerle şekillendiğini gösteren bu iktisadi terimler/tabirler insanların dinî inanç ve düşünce tercihlerini etkileyen faktörlerin açıklanmasında da işe yarar görünmektedir. Şöyle ki Bandwagon etkisine ya da sürü psikolojisine göre kişilerin bir mala yönelik talebi o malı diğer kişilerin de satın almasından dolayı artış gösterir. Dinî inanç ve düşünce alanında da sayısız insan belli bir mezhebî görüş ve inanışı büyük ölçüde kalabalık kitlelerin aynı görüş ve inanışa sahip olmasını dikkate alarak kabullenir. Bu noktada “taklidi iman” kavramını hatırlamak faydalı olabilir. Bandwagon etkisindeki temel mekanizma “Herkes böyle davranıyorsa ben de öyle davranmalıyım” şeklinde formüle edilebilir. Bu aslında güçlü, kalabalık ve popüler olanın dümen suyuna girme halidir. Bandwagon etkisi, dinî düşüncede gelenekçi anlayışın her zaman daha fazla taraftara sahip olmasını da büyük ölçüde açıklar niteliktedir. Nitekim avâm-ı nâsın inanç tarzı Bandwagon etkisiyle şekillenir. Dinî bir görüş ve inancı bu şekilde kabulleniş, o inancın doğruluğunu salt kalabalıkla gerekçelendirmeyi gerektir ki bu da tam manasıyla “Uydum kalabalığa…” sözünde ifadesini bulan sürü psikolojisine karşılık gelir. Sürü psikolojisinde entelektüel emek harcama, sorgulama, zihin konforunu bozmayı göze alma gibi şeylerden söz etmek mümkün değildir. Dahası, bu psikoloji cahillik, dogmatiklik, fanatiklik, yobazlık gibi halleri özendirici bir psikolojidir.

Veblen (gösteriş) etkisine gelince, bunda tüketici fiyatı düşen maldan vazgeçip fiyatı artan mala yönelir. İktisadi alandaki bu olgu İslam düşünce tarihinde avâm-havâs ayrımını akla getirir. Avâm özellikle filozoflar ve mutasavvıflar gibi seçkin/seçkinci zümrelerin geniş halk kitlelerini nitelemek için kullandıkları bir terimdir. Mesela, Fârâbî’ye göre avâm “zayıf ruhlar”ı temsil etmektedir. İbn Sina ise avâmı “ebleh nefisler/kimseler”  diye nitelendirir. Dinî alanda kimi zaman çok basit bir meseleyi anlatmanın deveye hendek atlatmaktan çok daha zor olduğu gerçeği dikkate alındığında, inanç formasyonları sürü etkisiyle şekillenen kitlelere yönelik bu tanımlamaların önemli ölçüde isabetli olduğunu söylemek gerekir. Avâm-havâs ayrıştırmasını pek seven mutasavvıflara göre avâm, amelî ve nazarî bakımdan şeriatın zahirine, ibadetlerin şeklî rükün ve ritüellerine önem verir. Bundan dolayı mutasavvıfa, “rüsûm uleması” diye adlandırdıkları şeriat (fıkıh) ulemasını da çoğunlukla avâm kapsamında değerlendirir. Hatta kimi mutedil mutasavvıflar aşktan, şevkten, derunî zevkten habersiz görünen ve aynı zamanda ahlâkî yücelme gayreti göstermeyen fakihler ve kelamcıları da avâm kategorisine yerleştirir.
***

Tasavvufî gelenekteki avâm, havâs, ehl-i husûs, hâssü’l-havâs veya hâssatü’l-hâssa gibi terimler/tabirler tek kelimeyle seçkinlik/seçkincilik algısına işaret eder. Bu algıya göre tüm müslümanlar avâm ve havâs olmak üzere iki kategoriye ayrılır. Herkeste bulunmayan birtakım özel bilgiler, haller ve yeteneklere sahip kimseler (veliler) “havâs”, en üstün mertebedeki veliler ise “hâssü’l-havâs” veya “hâssatü’l-hâssa” diye adlandırılır. Bunlar avâm gibi inanmadıklarından, tevhid inançları dahi farklıdır. Daha açıkçası, avâmın tevhidi itikada (kanaat), havâssın tevhidi şuhûda (müşahede) dayanır. Avâm neye nasıl inanıyor ve dinî tecrübeyi nasıl yaşıyorsa havâs seçkinlik icabı çok daha farklı şekilde inanmayı ve yaşamayı vazife addeder. İslam tasavvuf geleneğinde delilik ile velilik arasında bir noktada bulundukları kabul edilen müvelleh dervişler ile melâmî ve kalenderî meşrep sûfîlerin genel müslüman kitleye özgü dinî inanç ve yaşam tarzından kendilerini ayrıştırma arzuları, iktisat terminolojisinde “snob etkisi” diye ifade edilen ve bir tür marjinalleşme eğilimine karşılık gelen etkiyi akla getirir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Temmuz 2019

Bir İnsanlık Suçu Olarak Ahlakçılık


Yazının başlığındaki “ahlakçılık” tabiri “tefsircilik, hadisçilik” gibi bir ilmî alana aidiyete değil, bir taraftan ahlak üzerine ahkâm kesip fiyakalı retorikler üretmeye, diğer taraftan da gerçek hayat düzleminde ahlaksızlığın kusursuz temsillerini sergilemeye işaret etmektedir. Yine bu yazıdaki anlam örgüsüyle ahlakçılık, “toplum düzeninin sağlanmasında ahlakın büyük bir etkisi olduğunu, birçok toplumsal sorunun çözüme kavuşmasının ahlaka bağlı bulunduğu yönündeki görüş”e veya felsefe geleneğinde “ahlak yasasını felsefenin temel ilkesi olarak belirleyen öğreti” diye tanımlanan “moralizm”e de delalet etmemekte, aksine bilfiil ahlaksızlığa karşılık gelmektedir.

***

Ahlakçılık ve ahlakçı insan tipolojisi genellikle din ve dindarlığa ilişkin referansların çok sık kullanıldığı mecralarda/alanlarda kendini gösterir. Nitekim Kur’an’da da, “Siz insanlara gerçek iyilik, erdem ve dindarlığı tavsiye ederken kendinizi unutuyor, bundan muaf olduğunuzu sanıyorsunuz, öyle mi?” (Bakara 2/44) buyrulurken tam da dindarlık kisvesi altında hemen her türlü ahlaksızlığa imza atan Yahudi din adamlarına özgü ahlakçılık zemmedilir. “Ey iman edenler!” mealindeki hitapla başlayan Saf 61/2. ayetteki “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?!” ifadesi de “ahlakçılık kisvesi altında ahlaksızlık yapmayın” gibi bir mesaj içerir. 

Ahlakçılık postuna büründürülmüş ahlaksızlık denilince Ferisîlikten söz etmemek olmaz. Ferisîlik, ikinci mabed döneminde (M.Ö. 515-M.S. 70) Yahudi toplumunun daha ziyade orta sınıfınca benimsenen ve Hz. İsa zamanında Yahudi ortodoksisini temsil eden bir mezheptir. Ferisîler kendilerince hakikati temsil ettiklerinden, dinî alanda kendi mezheplerinden farklı görüş ve anlayışları benimseyen zümreler sapkınlığın (heretiklik, mülhidlik, zındıklık) temsilcileri olarak telakki edilir. Nitekim Hz. İsa, Ferisîler nazarında tam manasıyla sapkın, yoldan çıkmış birisidir. Buna mukabil Hz. İsa’nın nazarında Ferisîler ikiyüzlülüğün kitabını yazan bir din çetesidir. Hz. İsa görünüşte şeriatın zahirî hududunu tatbikte kılı kırk yarmasına karşın aynı şeriatın bâtınî (derûnî, ahlâkî) hukukunu umursamayan bu din çetesine kimi zaman, “Sizi yılanlar, engerekler soyu!” diye hitap etmiş ve bu taifenin ahlaksız dindarlıklarını şu çarpıcı ifadelerle eleştirmiştir: “Ferisîlerin size söylediklerinin tümünü yapın; fakat onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü onlar söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Onlar taşınması güç yükleri/mükellefiyetleri başkalarının sırtlarına yüklerler, kendileri ise bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kımıldatmazlar. (Matta, 23/1-7; Markos 12/38-39; Luka 11/43, 46, 20/45-46). “Vay halinize, ey Ferisîler, ikiyüzlüler! Siz nanenin, dereotunun ve kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasa’nın daha önemli konularını -adaleti, merhameti, sadakati- ihmal edersiniz (Matta 23/23; Luka 11/42).” 

***

Hz. İsa’nın Ferisîlere yönelik bu kınamalarından da anlaşılacağı üzere ahlakçılık denen ahlaksızlık kendini daha ziyade dindarlık söylemleriyle pazarlar. Ahlakçılığı pazarlamanın bir diğer yolu da sözgelimi biteviye vicdan, ahlak ve ahlaklılık üzerine yazıp çizen birinin Nietzsche gibi düşünürlerden sık sık mottolar alıntılaması ve pratik hayatında kaypaklık, kalleşlik, hödüklük gibi reziletleri sergilemesine rağmen kendini ahlak abidesi gibi sunmasıdır. Kimi insanlar vardır, kişilik ve karakterindeki kaypaklığı sütreleme ihtiyacı hissetmez; bu tür insanlar “Ben adeta fıtrî olarak ahlaksızım” der gibi davrandıklarından, “dürüst ahlaksız” olarak anılmayı hak ederler ve bunlar en azından benim nazarımda çok da hiddetlenilecek tipler değildirler. Buna mukabil bir de son derece mert, yiğit, yüce gönüllü bir kişilik sahibiymiş görüntüsü veren ve fakat özünde son derece ezik, kıskanç, fesatçı bir kişiliği gizleyen tipler var ki işte bunlar “ahlakçı ahlaksız” tipolojisinin kusursuz temsilini sergileyen tiplerdir. 

Bize göre ahlakçılık daha ziyade geri kalmış ülkelerde ve sosyal evrimlerini tamamlayamamış toplum kesimlerinde ön plana çıkan bir insanlık suçu olarak teşhis edilebilir. Bu bağlamda ahlaklılık ile ahlakçılık arasındaki mahiyet farkına dair de şunlar söylenebilir: Ahlaklılık sevgiden, ahlakçılık nefretten beslenir. Ahlaklılık gıptayı, ahlakçılık hasedi sever. Ahlaklılık ne kadar sıcaksa ahlakçılık o kadar soğuktur. Ahlaklılık ihlas ve samimiyetle, ahlakçılık riya, nifak ve ikiyüzlülükle kaimdir. Ahlaklılık yeri geldiğinde kendini kurban eder, ahlakçılık ise daima kurban ister. Ahlaklılık “Beşer şaşar” der ve insanı zaaflarıyla birlikte kabul eder; ahlakçılık ise sürekli olarak “doğru/yanlış” etiketi yapıştırdığından insanı göz ardı eder. Ahlaklılık esnek ve toleranslı, ahlakçılık kaskatı ve yasakçıdır. Ahlaklılık dinî alanda şahitliği (temsil) önemserken, ahlakçılık sürekli olarak dayatıp dikte eder. Ahlaklılık azim ve kararlılıkla adam olma çabasını gerektirirken, ahlakçılık müntesip kitlesi kalabalık bir dinî ekole veya belli bir ideolojiye yaslanıp buradan hareketle insanların nasıl davranmaları gerektiği hususunda ahkâm kesmeyi ve herkesi kendine göre terbiye etmeyi yeğler. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Temmuz 2019

İlâhî İnayet ve Yaratılış


Bu satırları Gökçeada’daki Cicirya Kafe’de Türk kahvemi yudumlarken yazıyorum. Gökçeada’yı ziyaret sebebim, farklı din, inanç ve kültürlere mensup insanların birbirleriyle didişmeden huzur ve sükûn içinde yaşamalarına bizzat tanık olmak istemem ve onca zamandır ruhumda biriken sosyolojik gerginliğin bu çok kültürlü yaşamı temaşa sayesinde ortadan kalkacağını ümit etmemdir. Geçen haftaki yazımda “Ben niçin yaratıldım?” meselesini ele almış ve Kur’an’ın bu konuda konuşmadığını anlatmaya çalışmıştım. Bu bağlamda, “Ben cinleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım” mealindeki ayetin “Allah insanoğlunu niçin yarattı?” sorusuna cevap oluşturmadığını, çünkü mezkûr ayetin tevhidi isbat, şirki nefy meselesiyle ilgili olduğunu vurgulamıştım. Konuyla ilgili izahatım son derece açık ve anlaşılabilir olduğu halde, geçen haftaki yazıya, “Bu profesör belli ki Kur’an’ın beyanlarını yeterli görmemiş…” tarzında son derece ahmakça yorumlar yapıldığına tanık oldum. Bu tür yorumlarla kendilerini ele veren “Nato Kafa Nato Mermer” taifesine Allah’ın biraz zekâ ve idrak lütfetmesi niyazında bulunduktan sonra Kur’an’ın modern çağda sayısız müslümanın da zihinlerini meşgul eden “Ben niçin yaratıldım?” sorusu hakkında konuşmadığını bir kez daha vurgulamak istiyorum. 

Kur’an kendi nüzul ortamında olgusal ve toplumsal karşılığı olmayan farazi meseleler hakkında konuşmaz. Nüzul dönemindeki Arap toplumunun kolektif bilincinde “Allah bizi niçin yarattı?” gibi felsefi bir soru/sorun yoktur. Bu tür sorular felsefi donanım, entelektüel birikim sahibi olan ve düşüncenin huzursuzluğu içinde yaşayan insanların zihinlerini kurcalar. Tabiatın bağrında Allah’tan rahmet (yağmur) ve bereket umarak yaşayan ümmî insanların aklında “Ben niçin yaratıldım?” gibi sorulara yer olmaz. Nitekim bugün de Anadolu’nun ücra köşelerinde yaşayan ve muhtemelen doğdukları yerde ölecek olan yurdum insanları da bu tür sorulara kafa yormaz. Ama geçmişte İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar, günümüzde fazlaca okumuş yazmış insanlar varlık ve eşyanın derin anlam kodları üzerinde düşünmekten kendilerini alamazlar.

İslam düşüncesinde “Allah kâinatı ve insanı niçin yarattı” meselesiyle ilgili olarak “Kenz-i Mahfî (Gizli Hazine) gibi irfânî-tasavvufî, “Nûr-i Muhammedî” gibi Şiî-tasavvufi teoriler üretilmiştir. Bunun yanında başka felsefî nazariyeler de geliştirilmiştir. Allah’ın kâinatı ve insanı yaratmasıyla ilgili nazariyeler arasında benim de anlamlı bulduğum nazariye “inayet” kavramıyla ifade edilebilir. Kindî’den İbn Rüşd’e kadar İslam felsefe geleneğinin gelişme evreleri boyunca bu mesele şu ana fikirler çerçevesinde değerlendirilmiştir: (1) Allah’ın eşyayı varlık alanına çıkarmadaki cömertliği (cûd); (2) Allah’ın varlık vermedeki süreklilik arz eden ve hiç gevşemeye itinası, gözetim ve yönetimi (inayet ve tedbir); (3) Allah’ın, iyiliği âlemin her seviyesine durmaksızın yayan “sırf iyi” (el-hayrü’l-mahz) oluşu; (4) Varlık âlemindeki düzen ve gâiyyetin ilâhî ilimdeki yeter sebebi (hikmet).

Bütün bu kavramlar doğrudan veya dolaylı olarak ilâhî inayetle irtibatlıdır. İnayet Allah’ın mahlûkata dair bilgisi, hikmeti, idaresi ve lütfunu ifade eden bir kavramdır. İbn Sina, Tanrı’nın kendi zatını bildiği, varoluşun da bu bilgiye uygun biçimde gerçekleştiği kabulünü içeren sudûr teorisi ekseninde inayeti bütün varlık âlemini kuşatan ilâhî bilgi ve bilgiye uygun olarak varlığın mükemmel bir nizam içerisinde feyezan edip meydana gelmesi diye tarif etmiştir. Buna göre kâinat mükemmel tedbir sahibi Allah’ın hikmetinin, kâinattaki güzellikler ve yetkinlikler de O’nun inayetinin eseridir.
Allah’ın ilmi zatıyla aynı olup O’nun kendi zatı dışındaki varlıklara ait özel bir amacı/maksadı yoktur. O’nun ilim ve iradesinin kendi zatı dışındaki bir murada ve amaca tâbi olması, ilâhî ilim ve iradenin mutlaklığına halel getireceğinden Allah hakkında beşerî bir gaye düşünülemez. Başka bir ifadeyle, yüce Allah şu veya bu maksatla kendi yüceliğinden alt seviyede bulunan bir şeyi talep etmez. Çünkü böyle bir şey O’nun yüceliğiyle bağdaşmaz. Bu sebeple, Allah’a gaye/amaç gibi şeyler izafe edilemez. Fakat bu durum mutlak manada “hiçbir ilâhî gaye yoktur” anlamına da gelmez. Aslında ilâhî gaye Allah’ın varlık bahşetmedeki cömertliğinden (cûd) ibarettir. Yani Allah’ın ilminden feyezan eden evrensel hayır nizamı kendi cömertliğinin sonucudur; ancak O’nun cömertliğinde vermek (ifade), almak (istifade) için olmadığından, bu cömertlik tamamen garazsız ve ivazsızdır.

İbn Rüşd de yaratılışı ilâhî hikmet ve inayet bağlamında açıklamıştır. Ona göre Allah insana kâinatı ve hayatı lütfetmiş, kâinattaki bütün her şeyi insanın varlık şartlarına uygun biçimde meydana getirmiştir. Kâinattaki bütün varlıklar ilim ve hikmet çerçevesinde vücuda gelmiştir. Her şeyin yerli yerince yaratılıp insanın istifadesine sunulması, hem âlemdeki hiçbir şeyin tesadüfi olarak varlık alanına çıkmadığını, hem de bütün varlıkların ilâhî inayetin birer eseri ve tecellisi olma vasfını taşıdığını gösterir. Yaratılıştaki gayeyi ilâhî inayete dayandırmak özellikle âlemdeki kötülük (şer) problemini açıklama noktasında yetersiz kalsa da en azından bize göre inayet kavramındaki felsefî içerik gerek isbât-ı vâcib, gerek yaratılışın gayesi bağlamında insanoğlunun zihnindeki büyük soruları belli ölçüde cevaplar niteliktedir. Nitekim ilâhî hikmet ve inayet kavramı ekseninde geliştirilen teleolojik delilin, geniş kesimlere hitap eden sade ve anlaşılır bir ispat yöntemi olması sebebiyle Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî, Gazâlî, İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) tarafından diğer delillere tercih edildiği, modern dönemde hız kazanan tabiat araştırmaları dolayısıyla bir bakıma yeniden keşfedildiği bilinmektedir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Haziran 2019

"Ben Niçin Yaratıldım?"


Bugüne kadar dinî alanda en sık duyduğum sorulardan biri “Allah bizi niçin yarattı?” veya “Ben niçin yaratıldım?” sorusudur. Malum, bu sorunun klişe cevabı “ibadet ve imtihan için yaratma” izahına dayanır. Ancak bu izah söz konusu soruyu soranların da malumudur. Bu demektir ki “ibadet ve imtihan” cevabı birçok insan için yeterli olmamıştır. İslam geleneğinde Kenzi Mahfî (gizli hazine) ve “Nur-i Muhammedî” gibi kavramlarda ifadesini bulan irfânî açıklamalar da vardır ancak daha ziyade tasavvufî gelenekte kabul gören bu açıklamalar da pek şâfî-kâfî olmamıştır. 

Kur’an’da “hâkim” kelimesiyle Allah’ın hikmet sahibi olduğu, “bi’l-hak” lafzıyla da yaratılışın gaye ve hikmete matuf bulunduğu ifade edilmekle birlikte bu gaye ve hikmet vazıh ve etraflı biçimde ya da bütün boyutlarıyla açıklanmamıştır. Bununla birlikte Zâriyât 51/56. ayetteki “Ben insanları ancak ve ancak bana boyun eğmeleri, ibadet etmeleri için yarattım” ifadesi, yaratılıştaki temel gayeyi çerçeveleyen bir ilâhî bildirim olarak kabul edilmiştir. Ancak söz konusu ifade kendi nüzul bağlamında insanların gerçekte ne maksatla yaratıldığı sorusuna cevap mahiyetinde değil, “illâ” (ancak ve ancak) edatındaki vurgudan da anlaşılacağı gibi, insanlar ve cinler dâhil bütün varlıkların Allah’a boyun eğmek, dolayısıyla hiçbir varlığı O’na eş koşmamak gibi aslî/fıtrî bir mükellefiyete sahip olduklarını belirtir. 

Ayette insanların yanında cinlerin de zikredilmesi, ilk hitap çevresindeki müşriklere, “Kendisine ilahlık yakıştırdığınız, hatta Allah ile nesep bağı bile kurduğunuz gaybi varlıklar da sonuçta Allah’ın kullarıdır” şeklinde bir göndermede bulunarak, müşriklerin cinler ve melekler gibi birtakım varlıklara tanrısal özellikler atfetmelerinin temelsiz ve geçersiz olduğunu belirtmektedir. Bütün bunlara rağmen Zâriyât 51/56. ayet dolaylı olarak insanın Allah’a kulluk için yaratıldığı gibi dolaylı bir mesaj da içerir. Ancak bu mesaj birçok ayetteki rab ve abd kelimelerinde zaten mündemiçtir. Kaldı ki A’râf 7/179. ayetteki “ve-lekad zera’nâ li-cehenneme kesîran mine’l-cinni ve’l-ins” ifadesi yaratılışla ilgili olara, bambaşka bir şeye işaret etmektedir. Daha açıkçası, bu ifade, Zâriyât 51/56. ayetteki, “Bana boyun eğip ibadet etsinler” mealindeki ifadenin aksine, insanlar ve cinlerden pek çoğunun cehennem için yaratıldığını bildirmektedir. 

Bütün bu ayetlerdeki düz anlamların gösterdiği üzere Kur’an metin içi ve metin dışı bağlama kayıtsız kalarak salt lafzın kalıpları içinde yorumlandığında bazen aynı konuda birbiriyle ters düşen manalarla karşılaşılabilmekte ve bu tarz bir yaklaşım/yorum Kur’an’ın her ifadesinden genel normlar ve hükümler çıkarma yanlışına yol açabilmektedir. Oysa Zâriyât 51/56 ve A’râf 7/179. ayetler metin içi ve metin dışı bağlamlar dikkate alınarak yorumlandığında, her iki ayetin de “İnsanlar ve cinler niçin yaratıldı” sorusuna cevap vermediği, aksine tevhid ve şirk mücadelesiyle ilgili olarak müşrikleri zemmettiği rahatlıkla anlaşılabilmektedir.

Diğer taraftan, Mülk 67/2. ayette ölüm ve hayatın yaratılması, insanların dünyada yaşadıkları sürece güzel işler yapma sınavına tabi tutulmasıyla irtibatlandırılmıştır. Buna mukabil, Talâk 65/12. ayette Allah’ın gökleri yedi gök olarak düzenlediği, yeryüzünü de aynı mükemmellik ve muhteşemlikte meydana getirdiği bildirilmiş, ardından Allah’ın yaratma iradesinin bütün bu varlıklar üzerinde tecelli ettiğine atıf yapılarak, son kısımda, “Allah’ın her şeye kadir olduğunu anlayın diye” (li-ta’lemû ennellâhe alâ külli şey’in kadîr) ve yine “Allah’ın bütün her şeyi ilmen kuşattığını anlayıp kavrayın diye” (ve-ennellâhe kad ehâta bi-külli şey’in ilmen) mealinde bir ifadeye yer verilmiştir. 

Bu ifadenin başındaki lam harfi “talil” (gerekçelendirme) manasına hamledildiğinde, kâinatın yaratılmasındaki temel amaç, “Allah’ın her şeye kadir olduğunu insanların bilmesi” şeklinde formüle edilebilir. Ancak lam harfine akıbet manası takdir edildiğinde, söz konusu ifadenin yaratılıştaki amaca değil, kâinatın yaratılışındaki mükemmellik ve düzen itibariyle Allah’ın kudretine delalet ettiği, dolayısıyla yaratılış meselesiyle ilgili diğer birçok ayetteki gibi istidlal işlevi gördüğü sonucuna varılabilir. Kısaca, bahis konusu ayetlerdeki gaiyyet temelde kozmolojik bir hakikati vurgulamadan ziyade, kâinatta önemli bir mevkii sahibi kılınan insanda dinî-ahlâkî şuuru uyandırmakla ilgili görünmektedir. Bununla birlikte, Zâriyât 51/56. ayetteki “li-ya’budûn” (Bana boyun eğsin, ibadet etsinler diye) ve Talâk 65/12. ayetteki “li-ta’lemû” (anlayıp kavrayasınız diye) lafızları, “Allah’ın gökleri ve yeri yaratmasıyla ilgili maksatlardan biri de insanların zat-ı ilâhiyenin her şeye kadir olduğu ve bütün her şeyi ilmiyle kuşattığı gerçeğini bilip anlamaları” şeklinde ifade edilebilecek bir anlam da içerir; ancak bu içerme, “Allah bütün âlemden ve bütün her şeyden müstağni olduğu hâlde kâinatı ve insanı ne maksatla yarattı?” sorusunun tam cevabı değildir.

Sonuçta, bugün birçok insanın zihnini kurcalayan, “Allah insanları ve diğer mahlûkatı niçin yarattı?” sorusu şâfi-kâfi cevabını bulmamış görünmektedir. Bu noktada, İmam el-Mâtüridî’nin kaydettiği üzere “Bu soru fasittir; böyle bir soru sorulmaz?” demek mümkün olduğu gibi, Ziya Paşa’nın meşhur, “İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez; zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez” mısraı da agnostik tarzda bir çözüm formülü olarak görülebilir; fakat yine de beşerî merakın önüne geçilemeyebilir. Nitekim Eflatun ve Aristo’dan Yeni Eflatunculara kadar birçok kadim filozof bu büyük sorunun cevabını bulmak için gaiyyet meselesine kafa yormuşlar; aynı şekilde İslam düşünce tarihinde Meşşâî felsefe ekolünün kurucusu kabul edilen Kindî’den itibaren birçok müslüman filozof ve kelamcı da bu meseleyi gâye, nizam, hikmet ve inayet gibi kavramlarla cevaplamaya çalışmışlardır. 

Haftaya devam edelim…

 Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Haziran 2019


Post-Truth: Hakikatı Tezviratla Takas Etmek

1990’lı yılların ilk yarısında İslamcı entelektüeller modernizmle yatar modernizmle kalkarlardı. Nitekim modernizm eleştirisi konusunda dersine iyi çalışan Abdurrahman Aslan, Ali Bulaç, Ömer Çelik gibi bir grup İslamcı entelektüel Bilgi ve Hikmet isimli derginin 1993 yılında yayımlanan dört sayısında “İslam’ın Modern Dünyaya Cevabı Nedir?”, “İslâm ve Protestanlık”, “İslâm ve Modern/Ulus Devlet”, “İslâm ve Modern Kimlikler” gibi konuları tartışmışlardı. Yine aynı yıllarda Trabzon’da Gelecek Dergisi etrafında öbeklenen Ahmet Ayvacı, Eyüp Köktaş, Haydar Usta gibi başka bir grup İslamcı da gelenek ve modernlik üzerine hararetli tartışmalar yapıyorlardı. Hatta moderniteye direnmenin pratiği babında çamaşır makinası, buzdolabı gibi teknolojik aygıtlar kullanmanın cevazı bile ciddi ciddi tartışılıyordu. Ne var ki aradan geçen zaman içerisinde modernite hepimizi kendi ilcaatına tav’an veya kerhen boyun eğdirdi. Bu sebeple, 1990’lı yıllardaki yeminli modernizm karşıtlarından hemen hiçbiri ilerleyen yıllarda gitgide ağırlaşan modernitenin ilcaatına direnme hususunda bir “mandıra filozofu” iradesi sergileyemedi. Dahası, İslamcı entelektüeller taifesi o gün bugündür Batı dünyası, aydınlanma, kartezyen felsefe gibi klişelerle modernizme saydırmaya devam etse de modernitenin icaplarına intibak hususunda seküler çevrelerle yarışabilecek bir kıvraklığa sahip olduklarını gösterdi.

Biz modernlik ve moderniteyi kendi merkezinden ve iç dinamiklerinden üreten bir toplum olmadığımız için, modernlik sonrasını ifade eden post-modernizm meselesini de oldukça geç kavradık. Fakat yine de modernizm evresinde köşeli ve sert biçimde savunulan fikirlerin post-modernizm evresinde ovalleştiğini ve yuvarlak hâle geldiğini anlamayı başardık. Post-modernlikte yerellik değil, küresellik revaçtaydı. Tek bir dünya içinde çeşitlilik ve çoğulculuğu savunmak lazımdı. Artık evrensel ve nesnel gerçeklik diye bir şey yoktu. Fakat yine de iyi-kötü bir gerçeklik tasavvuru vardı; dolayısıyla post-modernlik “Ne olsa gider” mottosunda karşılık bulan bir anlayışın mutlak hükümferma olduğu bir döneme karşılık gelmiyordu.

Ama gelin görün ki bugünkü dünya öyle bir raddeye ulaştı ki “hakikat” denen şey neredeyse tamamen buharlaştı. Hâlen içinde bulunduğumuz bu garip durum “post-truth” (hakikat sonrası) tabirinde karşılık buldu. Post-truth tabiri ilk kez 1992 yılında Sırp-Amerikan oyun yazarı Steve Tesich’in The Nation dergisinde Körfez Savaşı hakkında yaptığı bir yorumda kullanıldı ve Ralp Keyes’in 2004’te yayımlanan “The Post-Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life” isimli kitabında kavramsallaştırıldı. Tabirin ön plana çıkması ise özellikle ABD’deki son başkanlık seçimi ve İngiltere’deki Brexit referandumu süreçlerinde yaşanan tuhaf tartışmalarla vuku buldu.

“Nesnel hakikatlerin belli bir konuda kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu”nu ifade eden posttruth tabiri ilk etapta hakikatin çarpıtılıp itibarsızlaştırılması gibi bir anlam içerir. Hakikatin özsel değerinin beş paralık edilmesinde birçok faktörden söz edilebilir; ancak bugünkü sosyolojik vasat itibariyle en etkili faktör sosyal medya mecralarında peyda olan trollük müessesesi gibi görünmektedir. Bu müessesenin kadrolu elemanları konumundaki troller özellikle siyasi manipülasyon ve hamiyet-i dîniyye süsü verilmiş linç kampanyaları gibi mülevves işlerde üstün başarı göstermekle mümeyyizlerdir. Örnek vermek gerekirse, bir grup troll “Filan İlahiyatçı profesör Kur’an’a Muhammed’in uydurmasıdır dedi” şeklinde bir paylaşımla linç kampanyası başlatabilir. Algı virüsünün toplum sathında behemehâl faaliyete geçtiği bu safhadan sonra bahis konusu İlahiyatçının gerçekten ne dediği veya böyle bir şey söyleyip söylemediği meselesi hiç mi hiç önemli değildir. Kaldı ki hakikat kimsenin umurunda da değildir. Sosyal medya vatandaşlığına göre hakikat iki satırlık tweette ne söylenirse ondan ibarettir. Bu vatandaş prototipinde en insaflı denebilecek kesimin hakikatle ilişkisi ise linç kampanyasına kurban giden ilahiyatçının Kur’an vahyi hakkında bugüne kadar ne yazıp çizdiğini veya ne söylediğini araştırıp işin gerçeğini öğrenmek yerine, “Hoca, sen böyle bir şey dedin mi demedin mi?” gibi mesajlarla siygaya çekmekten ibarettir.

Hâsıl-ı kelam, “post-truth” demek hakikatin postunun delik deşik edilmesi, dolayısıyla hemen her türlü insânî ve ahlâkî duyarlılıkla ilişiğin kesilmesi demektir. Post-truth demek hakikati tezviratla takas edilmesi demektir. Post-truth demek insanın kendi uydurduğu yalana inanması demektir. Artık gündelik hayatta yalancılık, yalakalık, kaypaklık gibi reziletleri olağan davranışlar gibi algılar hale geldiğimiz için hakikatin değerini beş paralık etmekten de rahatsızlık duymamamız gayet tabii olsa gerektir. Hakikati aramak ve ona talip olmak insânî mevziimizi kaybetmemeyi gerektirdiğinden, çok zor ve meşakkatli bir iştir. Fakat Ahmet Murat Aytaç’ın Ayrıntı Dergi’nin “Yalan” dosyasındaki söyleşisinde çok güzel ifade ettiği üzere şunu da unutmamak gerekir ki “yalan sadece hakikatle savaşmaz; onu taklit eder, onun yerini almaya çalışır. Bu yüzden, hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur; hakikati savunmak gerekir. Aksi takdirde ‘yalan’ dediğimiz şey, bir gün ‘hakikat’in ta kendisi olacaktır.”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Haziran 2019

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/post-truth-hakikati-tezviratla-takas-etmek-10465

İnsanın Beşinci Zindanı: Statüko


Bu yazı bana değil, Enes Kerim Şafak’a aittir. Enes, Haydarpaşa Anadolu Lisesi son sınıfa geçmiş olan ve aynı zamanda “https://defterarkasi.com/author/enessfk/” sitesinde öykü, deneme ve sosyal bilimler üzerine yazılar yazan, çok zeki, sevimli, sempatik bir kardeşimizdir. Enes sanki ilkin akıl düzeyinde filozof gibi büyümüş, sonra yaşça küçülmüş bir grup arkadaşıyla birlikte insanın ve toplumun büyük soruları/sorunları üzerine kafa patlamakla meşguller. Belki milyonlarca akranları sabahtan akşama kadar cep telefonlarıyla oynarken bu çocuklar sempozyum programları düzenleyip bu programlarda bildiriler sunmaktalar... Düşüncenin kuduz it gibi kovalandığı, düşünen insanın teşvikten öte tedip ve terbiye edildiği bir zaman ve zeminde körpecik zihinleriyle insanlığın büyük sorunlarını fark etmiş ve bunun derdiyle dertlenmiş bu gencecik kardeşlerimizi hem teşvik hem taltif etmek boynumuzun borcudur…
***
Enes’in bu yazısı Ali Şeriati’nin meşhur “İnsanın Dört Zindanı” isimli eserine dairdir. Şeriati insanın tercih imkânına sahip özgür iradesini baskı altında tutan, sınırlayan ve insan adına seçim yapan dört zindanı “tabiat, tarih, toplum ve benlik” olmak üzere dört kategoride irdelemektedir. Enes bu dört maddeye bir beşincisini eklemekte ve bu beşinci zindanı “statüko zindanı” diye isimlendirmektedir. Bizzat Enes’in ifadelerini kısmen özetleyerek aktarırsak,

Statüko Zindanı… Bu zindanı tanımlamaya ve önerdiğim kurtuluş yoluna geçmeden önce, söz konusu zindanın zihnimde nasıl geliştiğine bakmak, sanıyorum daha doğru olur: Ben az önce sorduğumuz soruyu düşündüğüm zamanlar (Bu dört zindana eklenecek bir madde var mı?) aklıma pek çok cevap gelirdi. Evet, başka zindanlar olduğunu hissediyordum ve bazılarını açıkça görüyordum; fakat hiçbiri tek başına “beşinci zindan” olmayı hak edecek kadar temel bir zindan gibi gelmiyordu bana. Peki, genel olarak düşündüklerim nelerdi?
Din, Alışkanlıklar, Gelenekler, Kurallar, Yasalar…
Malum, modern dünyada yaşıyoruz, içinde bulunduğumuz “değişim” furyası inanılmaz boyutlara geldi. Gerçekten de tarihsel süreçte ele aldığımızda eski çağlara nazaran gündelik hayatımız çok daha hızlı değişiyor; toplumsal değer yargılarımız, teknolojimiz, mesleklerimiz ve daha birçok unsurumuz da öyle. Genelde hep bu “değişim” furyasından bahsedildiği için biz de hep “değişime” odaklanıyoruz. Bir süre sonra bu öyle bir hâl alıyor ki sanki her şeyin ama her şeyin değiştiği ve sürekli bir hareket hâlinde olduğu “illüzyonun”una kapılıyoruz. Hâlbuki değişmeyen olgular da çok fazla! Ancak “statüko”yu fark etmek, değişimi fark etmeye göre oldukça zor. Bu durum, hayatımızın neredeyse her noktasında böyledir.
Peki, bu durumda “statüko zindanı” nasıl bir şey olur? (TDK’ye göre statükonun birinci anlamı, süregelen düzenin korunması durumu). “Hayatımı etkileyen” bir şey sırf öyle alışılageldiği için, öyle kabul edildiği için ve öyle süregeldiği için değişime uğramıyorsa, daha doğrusu uğramama eğilimindeyse, buradan şu sonuç çıkar: İşte o şey benim için bir zindandır.
***
Din… Tarih ve toplum zindanlarında kendisini oldukça gösteren bir kavramdır din. Fakat yine aynı din sırf öyle alışılageldiği ve öyle kabul edildiği için değişime uğramıyorsa (üstelik diyelim ki uğraması gerekiyor) ve insanların hayatlarını olumsuz etkiliyorsa, o halde din de statüko zindanının içinde yer alır.
Alışkanlıklar… “Alışkanlıklar” sözcüğünü “gelenekler”den ayırarak incelemeyi uygun gördüm, bu haliyle bu sözcük “bireysel” hayatımızda yer alan bir kavramı ifade ediyor. Peki, alışkanlıklar nasıl zindana dönüşüyorlar? Çünkü bunlar genelde “durduk yere” devam ederler. Bazılarının “bağımlılık” yaptığı görülür, bunlar genelde bireye “zarar” da verir. Hal böyle olunca, insan alışkanlıkların içindeki “statüko”nun esaretine girer ve kim bilir hayatı boyunca da çıkamaz…
Gelenekler ve Kurallar… Bunlar “alışkanlık” sözcüğünün “toplumsal” ölçekteki versiyonlarıdır (toplum zindanıyla da oldukça ilişkili). Toplumun uzun süreli gelenekleri, koydukları kurallar ve kabul ettikleri “sözlü yasalar” genel olarak devam eder durur. A toplumunda 25 yaşın üstünde evlenmenin hoş, 25 yaşın altında evlenmenin yakışıksız görüldüğünü farz edelim. Bu toplumdaki bir genç -25 yaşın altında evlenmek istiyor olsun- hayatını etkileyen böylesine önemli bir kararda açıkça “statüko zindanı”nın esaretine girmiş değil midir? 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Haziran 2019

Eski Bayram Özlemine Dair


Birkaç gün sonra Ramazan/Fıtr Bayramı… Dilerim hepimizin bayramı ağız tadıyla geçer. Fakat özellikle yaşı kemale ermiş insanlarımız her yeni bayramı biraz daha kekremsi bir duyguyla idrak eder ve bu duygu/ruh hâliyle “Nerede o eski bayramlar?” diyerek iç çeker. Geçmiş zamanlardaki bayramların özlemle anılması acaba nedendir? Kanımca bu derin özlemin temel sebeplerinden biri, hayat yorgunluğuyla ilgilidir. Yaş kemale erdikçe insan hem bedenen hem zihnen hayli yıprandığını ve yorulduğunu hisseder. Yorgunluk hissi arttıkça lezzetler azalır, güzel tatlar kekremsileşir. Çünkü artık dil, damak epridiğinden, meyveler ve sebzeler yüzde yüz organik de olsa artık eskisi kadar lezzetli değildir. Durum böyle olunca sadece eski bayramlar değil, eskiye ait hemen her yaşanmışlık özlenir. Malum, yaş ilerledikçe beden de pörsümekte ve yavaş yavaş ölmektedir. Dakik bir saat gibi işleyen bu biyolojik süreç ister istemez zamanı geriye döndürme arzusunu tetiklemekte ve fakat böyle bir şey mümkün olmadığından, “nerede eski bayramlar” diyerek iç çekilmektedir.  

***

Eski bayramlara derin özlem duyulmasında insanın olgunluk ve yaşlılık çağlarında zamanın daha hızlı akıp geçtiği algısı da etkilidir. Zaman çocukluk ve gençlik yıllarında sanki uzadıkça uzar; adeta zaman içinde zaman doğar. Bunun sebebi, yaşanan her tecrübenin tıpkı bir sürpriz gibi heyecan verici ve yeni olması, dış dünyadaki hemen her şeyin algı kadrajına ilk defa girmesinden dolayı zihnin harıl harıl çalışıp sürekli kodlama yapmasıdır. Fakat yaş ilerledikçe hayat tekrarlanmaya, bazen de dejavular yaşanmaya başlar. Dış çevredeki hemen her şey defalarca algı tekrarına konu olduğu için, zihinsel faaliyet yavaşlar ve bununla ters orantılı olarak zaman çok hızlı akan bir şeymiş gibi algılanmaya başlar. Olgunluk çağlarında sizi sürekli meşgul edecek uzun soluklu bir işiniz veya anlamlı bir projeniz yoksa hayat hemen her yönüyle bayatlar. Hele de gündelik yaşam konforunu alt üst edecek türden müzmin hastalıklarla cebelleşmek gibi bir durum söz konusuysa, insan bir taraftan hayata havlu atar, bir taraftan da sürekli olarak mazide yaşamaya başlar. Yani zihin ister istemez sık sık zaman tüneline girip çıkar. Böyle bir durumda insan algıda seçici davranarak şimdiki zamanı her yönüyle kötü olarak algılarken geçmiş zamanı hemen her yönüyle iyi olarak hatırlar. “Nerde o eski bayramlar?” nostaljisi de işte bu hâlet-i ruhiye içinde ortaya çıkar. 
  
İnsan alışkanlıklarıyla yaşayan bir varlıktır. Alışkanlıkların pek çoğu hayatın erken çağlarında kazanılır. Yaş kemale erdiğinde hayat tarzı bir bakıma muhafazakârlaşır; çünkü hız, heyecan ve merak azalır. Ayrıca şimdiki zamanda yeni bir şey olarak ortaya çıkan veya hızlı değişime/dönüşüme konu olan şeylerden de genellikle rahatsızlık duyulur. Yeniye ve yeniliğe karşı mesafeli duruşta toplumun sabitlenmiş geleneğe endeksli hâkim din tasavvuru da etkili olur. Bütün bunların yanı sıra ilerlemiş yaşın getirdiği bedensel ve zihinsel kısıtlılıklar ortaya çıktığında, insan şimdiki duruma intibakta zorlanır ve ister istemez eski alışkanlıklarıyla baş başa kalır. Bu durum onu “şimdiki zaman”ın yaşam tarzına ve alışkanlıklarına hayli yabancılaştırır. “Nerde o eski bayramlar?” nostaljisini canlandıran bir faktör de işte bu yabancılaşmadır.  

***

Gözlemlediğim kadarıyla eski bayram özlemi daha ziyade büyük şehirlerde yaşayan insanlarda ortaya çıkan bir duygu hâlidir. Aslında bu hâl genel hayat memnuniyetsizliğinin bayram vesilesiyle dışa vurumundan ibarettir. Çünkü büyük şehirlerde gündelik yaşam hep bir koşuşturma, hemen her şeyi ucu ucuna yetiştirme ve sürekli bir telaş hâli demektir. Bu hâl daimi bir yorgunluk üretir. Daimi yorgunluk da beraberinde hayat memnuniyetsizliğini getirir. Hele de çocuklar yuvadan uçup kendi medar-ı maişetlerinin peşinde uzak diyarlarda yaşamaya başlamış, bu arada anne-baba koca şehirde bir apartman dairesine sıkışmış ve ıpıssız halde kalmışsa, şimdiki bayramın hep birlikte yaşanan eski bayramlar gibi olması mümkün değildir. Bu yüzden, akraba ve konu komşu hukukunun hâlen dahi az çok canlı olduğu taşrada bayram her zaman daha güzeldir; dede veya baba ocağında çoluk çocuk, torun torba bir araya geldiği takdirde, insan ne kadar yaşlanmış ve hayattan yıpranmış olursa olsun, şimdiki bayramlar da eski bayramların tadında yaşanabilir.  

Aslında bayram hâlâ eski bayramdır. Ramazan ve bayramda herhangi bir değişme olmadığına göre hayat tarzımız ve yaşam algımız değişmiş olmalıdır. “Nerde o eski bayramlar?” nostaljisiyle şimdiki bayramların tatsız tuzsuz olduğuna hükmetmek yerine hayat tarzımızda sakatlık ve çarpıklık olup olmadığını gözden geçirmemiz lazımdır. Modern şehir insanı belki de en çok insani ilişkilerden yüksünmesi ve hayatı son derece bencilce yaşamak istemesiyle maruftur. Bu insan tipi sağlık, iş, kazanç, konfor gibi şeyler yerinde olduğu zaman yakın akrabaları da dâhil herkesten köşe bucak kaçarak yaşamayı arzular. Bu yüzden de akraba, konu komşu hukukuna pek aldırmaz; hatta yakın çevresinden bir hastalık veya ölüm haberi alsa, bunu sanki bir skandal gibi algılar. Fakat günün birinde kendi başına kötü bir hâl gelince gözleri etrafta insan arar. Kanımca, “Nerde o eski bayramlar?” diye iç çekenlerin önemli bir kısmı da işte bu tip insanların arasından çıkar.   

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Haziran 2019

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/eski-bayram-ozlemine-dair-10329

İslâmîlik Liginde Küme Düşmek


George Washington Üniversitesi’nden Scheherazade S. Rehman ve Hossein Askari isimli iki akademisyen tarafından yayımlanan “İslâmîlik Endeksi”ne göre 2018 yılında İslam dünyası topyekûn halde küme düşmüş görünüyor. Bu endekste Kur’an ve Sünnet referans alınarak adalet ve yönetim, ekonomi, insan hakları ve uluslararası hukuk gibi üst başlıklar çerçevesinde 150 küsur ülkenin durumu İslâmî mihenge vuruluyor. Sonuçları itibariyle “İslam ülkeleri ne kadar İslâmî?” sorusunu da cevaplar mahiyetteki endeksin 2018 versiyonuna göre ilk 40 sırada hiçbir İslam ülkesi yer almıyor. İlk sırada Jacinda Ardern liderliğindeki Yeni Zelanda bulunuyor. İkinci sırada İsveç, 3’üncü sırada Hollanda yer alıyor. Endeksin gözler önüne serdiği sonuçlar üzerinde durup düşünme ihtiyacı bile hissetmeksizin, dinî hamiyet süsü verilmiş hamasi bir retorikle “Gerek İslâmî gerekse bilimsel açıdan kayda değer kıymeti bulunmamasına rağmen bu indeksin bilhassa müslümanlar arasında bunca ilgi ve alaka görmesi izahı gereken bir husustur” diye başlayıp, “Kanaatimizce bunun en önemli sebeplerinden biri, özellikle 19. yüzyıldan itibaren aydınlarımızda zuhur eden Batı’ya karşı hayranlık ve aşağılık duygusudur…” şeklindeki tespit/teşhis ifadeleriyle meseleyi bir çırpıda izah ettiğini sanan zihniyet hariç, aklıselim ve sağduyu sahibi hemen hiçbir müslümanın söz konusu endeksi “İslâmîlik konusunda dibe vurduğumuzun resmi” olarak görmemesi pek mümkün değildir. 

***

İmdi, içe dönüp “Biz hangi ölçüde müslümanız?” sorusunu bizzat kendimize sormamız ve hiçbir mazerete sığınmadan, hiçbir çifte standarda yaslanmadan dinî mensubiyetimiz ve şahsiyetimizi adamakıllı sorgulamamız elzem görünüyor. Fakat bundan önce günümüz Türkiye’sinde İslâmiyet’in tabir caizse ayağa düşürülmüş olmasından söz etmek gerekiyor. Bugün birçok ulusal televizyon kanalında akademik unvan sahibi demirbaş İlahiyatçılar dini eğlence kıvamında bir şey olarak sunmanın çok başarılı örneklerini sergiliyor. Menkıbe ve hurafe meraklısı demirbaş İlahiyatçılarımızın muhtemelen yakın gelecekte evlilik ve yemek programlarıyla aynı kategoride değerlendirilecek olan ve tepeden tırnağa arabesk kokan bu sakil programları vaktiyle benim de içinde yer aldığım İslamcı taifenin İslam’a ihanet gibi gördükleri “İnanç Dünyası” (Sunucu: Asaf Demirbaş) adlı televizyon programına rahmet okutuyor. Zira Asaf Demirbaş’ın anlattığı din hiç değilse bizim muhafazakâr camianın gerçek yaşam tecrübesinde esaslı bir yer işgal etmeyen ağaç ve hayvan sevgisi, trafik kurallarına riayet, doğa ve çevreye duyarlılık gibi temalar etrafında dönerken bugünkü programlar sayısız hurafenin yanı sıra “İslâmî rap” türünden cıvıklıklarla dinden afyon üretmek gibi bir işlev görüyor. Yurdum insanının çekirdek çitlerken eğlence tadında dinî program izleme ihtiyacı en azından bir yönüyle bilgi ve görüş temelli din dilinin son derece kavgacı ve nizacı bir dil olmasından kaynaklanan yorgunluk ve usanmışlıkla ilgili görünüyor. Malum, hepimiz “Dinin sahibi Allah’tır” diyoruz; fakat söz dinden açıldığında Allah adına konuşmaktan ve O’nun sözcülüğüne soyunmaktan da geri durmuyoruz. Din alanında görüş beyan eden müslümanların pek çoğu kendilerini dinin sahibi olarak görme konusunda pek ödün vermiyor. Dahası, pek çoğumuz kendine muarız ve muhalif olarak bellediği dindaşına karşı din bekçiliği yapıyor ve kendi kanaatini mutlak dinî hakikatle özdeşleştirip görüp ötekini dışlıyor. 

Öte yandan, televizyon ve sosyal medyada din denince mebzul miktarda hikâye ve menkıbe aktarmaktan, ahlak denince de “asansörde hallenme” gibi meseleleri konuşmaktan öte gidilemiyor. Seksen küsur milyonluk milletin idrakine sunulan İslam’ın hak, hukuk, çalışma, üretme, emek, ticari ahlak, sosyal adalet gibi çok esaslı meselelere dair ne söylediği hakkında her nedense pek konuşulmuyor. Namaz esnasında gözyaşı döken bir müslüman sözgelimi ticarette, trafikte, konu komşu ve diğer insanlarla ilişkide basbayağı sorumsuz ve nobran bir insan olabiliyor. Dindarlık belli birtakım ibadetler ve ritüelleri tekrarlama alışkanlığına dönüşünce gündelik hayatın pek çok alanında son derece hodbin, hoyrat ve menfaatperest olunabiliyor. 

***

Bütün bunların yanı sıra İslam düşüncesi özellikle son yüzyılda kapitalizme gönüllü hizmet sunuyor. Zenginin yanında saf tutmayı salık veren dinî söylemler toplumsal yapıda daha çok rağbet görüyor. Bu arada sadaka ve iane kültürünü tervic etmekten de geri kalınmıyor. Çağdaş İslam uleması girift ekonomik ilişkiler ve işlemler konusunda modern çağın ilcaatlarına uygun fetvalar üretmekte hiç gecikmiyor. Özellikle faiz, kredi gibi çetrefil sorunları hiyel mantığına uygun fetvalar marifetiyle halletme hususunda pek mahir görünen ulema ne hikmetse insan hakları, özgürlük, cinsiyet ayırımcılığı, sosyal adalet gibi daha geniş tabanlı konuları gündeme taşımakta isteksiz davranıyor.  
Dinî düşünce ve pratikte yaşanan bunca soruna rağmen tasavvuf halen dahi samimi-deruni dindarlığa ulaşma hususunda büyük bir imkân olarak görünüyor. Ancak günümüzdeki tarikatların hemen hepsi tasavvuftaki zenginliği ve geniş düşünce ufkunu temsil etmenin çok ötesinde basbayağı bir sektör gibi çalışıyor; dolayısıyla hem müntesip/müşteri artırma promosyonları dağıtıyıor ve hem de din sayesinde oluşan güç, nüfuz, menfaat pastasından en büyük dilimi kapma kavgası veriyor. Hâl böyle olunca tarikatçı/grupçu zihniyet hoşgörü ve muhabbet yerine öfke ve nefret üretiyor. Sonuç olarak, burada sadece birkaçından kısaca söz ettiğimiz sorunlar hem İslâmîlik liginde niçin küme düştüğümüz konusunda az çok fikir veriyor ve hem de bizzat kendi ellerimizle dinin son kullanım tarihi belgesini imzaladığımız gerçeği hakkında adamakıllı düşünmemiz gerektiğine işaret ediyor.  

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Mayıs 2019

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islamilik-liginde-kume-dusmek-10257

Televangelizm ve Televizüel İhtida Gösterisi


Hıristiyanlık öğretisini yaymak veya daha doğru bir ifadeyle evanjelik propaganda yapmak için medyayı, özellikle televizyonu kullanarak vaizlik yapmaya “televangelizm” denir; televizyonu vaaz aracı olarak kullanan figürler de “televagenlist” diye nitelendirilir. Televizyon öteden beri kitleleri eğlendirmek ve aynı zamanda korkunç bir endüstriyel reklam bombardımanı altında bütün her şeyi çarçabuk elde edip metaya dönüştürmeyi kitlelerin yaşam tarzı hâline getirmek gibi bir seküler amaca hizmet etmektedir. Bu noktada Neil Postman’ın “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı kitabını hatırlatmak faydalı olabilir. Televizyon ekranlarından topluma yansıyan her şey, eğlenceli şekilde tüketilmesi gereken birer metaya dönüşmektedir. Nitekim çok isabetli bir değerlendirmeye göre “televizyon programı profesyonel meşgaledir ve televizyondaki bir programa yönelen seyirci ilgisi (reyting), ister dizi, ister yarışma, ister futbol, ister magazin, ister güldürü ve isterse din dolayımıyla olsun, yabana atılmaz bir maddi kaynak üretir.” Bu bakımdan, “İslâmî Pap” veya “Rap ilâhî” gibi gösterilerle renklendirilen sözde dinî içerikli televizyon programları ticarete endeksli bir etkinliktir.

***
Geçmişte, özellikle 28 Şubat döneminde dinin televizyon vasıtasıyla nasıl itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını, “Tavuktan kurban olur mu?” gibi tirajikomikliklerin ciddi bir dinî meseleymiş gibi cümle âlemin önünde tartışıldığını unutmak, en azından benim için pek mümkün değildir. Bu yüzden, 2000’li yılların başından beri katıldığım yüzlerce televizyon programında, özellikle de Kanal 24’te kırk hafta boyunca devam eden “Sözden Öte” programında medya vaizliği ve eğlencelik sunum yapmamaya azami özen göstermişimdir. Ekran ne yazık ki katı olan her şeyi sulandırıp cıvıklaştıran bir şeydir. Bu yüzden, ekran ve din konusundaki şu tespitlere katılmamak mümkün değildir: “Ekranda din, diğer her şey gibi seyre, gösteriye, şova dönüktür. Ekranda din, kültür endüstrisinin bir alt-kolu olan inanç-endüstrisi çerçevesinde alınır-satılır bir metaya dönüşür. Ve ekranda din, mabedin tevazuuna değil, medyanın taşkınlığına yatkınlaştırır inananları... Bu da kulluk şuurunu değil meşhurluk arzusunu kamçılayan bir dinamiktir.”

Malum, çok kısa bir süre önce ulusal televizyon kanallarından birinde canlı olarak yayınlanan iftar programında Arthur isimli bir Ermeni çocuğun İslam’ı kabul (ihtida) merasimine şahit olundu. Mesele kamuoyunda tartışılıp farklı mahfillerden eleştiriler gelmeye başlayınca, bu merasimi icra eden zat, “13 yaşındaki çocuğun kendi isteği ve ailesinin onayı ile müslümanlığı kabul ettiğini, dolayısıyla herhangi bir zorlamanın söz konusu edilemeyeceğini söylemek durumunda kaldı. Ne var ki çocuk kendi isteği ve ailesinin muvakatiyle İslam’ı kabullenmiş olsa dahi bir ihtida merasiminin tüm dünyanın gözüne sokar gibi icra edilmesi hiç ama hiç yakışık almadı. 

Kaldı ki ihtida ettiği söylenen insan, 13 yaşında bir çocuktur. Henüz reşit olmamıştır. Hâl böyle olunca, uzun ve karmaşık bir süreci gerektiren din değiştirme konusunda tartışılan “kişinin etkilenimi duygusal mıdır yoksa entelektüel midir?” gibi kritik meselelerin hiçbirini bu bağlamda tartışma imkânı yoktur. Keza inanılan dinin tatmin edici görülmemesi, bilgi ve hayat tecrübesinin gelişmesi, başka bir dine bağlı kimse ile evlenme isteği gibi faktörlerden söz etme imkânı da yoktur. Çünkü burada mevzu bahis olan mühtedi(!) henüz 13 yaşında bir çocuktur. 

***
Öte yandan, hem insanın hem dinî inancın onuru vardır. Televangelik ihtida gösterisi insan onurunu incitmenin yanında çocuğun ailesinin müntesip olduğu kurumsal dinî inancı da rencide etmiştir. Ayrıca televizyon ekranında 13 yaşındaki bir çocuğa ihtida töreni düzenlemek, farklı dinler ve inançların bir arada yaşama kültürünü örselediği gibi dinler arasında mafyatik tarzda rekabet ve didişmeye de yol açacak bir girişimdir. Bu noktada “muzaffer komutan” edasıyla davranmak ilk planda biz müslümanlar açısından gurur okşayıcı olabilir; fakat benzer bir ihtida gösterisini tersinden düşündüğümüzde, ortaya çıkacak manzaranın bizi nasıl inciteceğini anlamak hiç zor olmayabilir. Daha açıkçası, bir televizyon programında “13 yaşındaki Muhammed ve Mehmet isimli bir müslüman çocuğun Hıristiyanlığı kabul ettiğine dair bir gösteri izlesek, acaba ne hissederdik?” diye empati (duygudaşlık) kurmak meselenin sağduyulu şekilde anlaşılmasına yardımcı olabilir. Kaldı ki Ermeni Patrikhanesi’nden gelen açıklamadaki şu ifadeler hayli dikkat çekicidir: “Öncelikle 13 yaşındaki bir çocuk reşit değildir ve din değişimine karar veremez. Bu mahiyette bir yayın sadece dinî propaganda izlenimi doğurur ve vicdan özgürlüğüyle bağdaşmaz… Biz Ermeni Resuli Kilisesi olarak, 18 yaşın üstündekileri bile Hıristiyanlığa kabul etmeyiz. Kabul edecek olsak dahi ailesini çağırıp yazılı rızasını alırız… Tüm dinlere saygımız var. Sizlerin de diğer dinlere saygınızın olduğundan şüphemiz yoktur. Televizyonlarda bunları reyting aracı olarak kullanmak sadece üzüntü veriyor.”  

Bu son ifadenin de işaret ettiği üzere din, inanç, iman gibi kavramlar son derece saygın ve değerlidir; din insan hayatında kutsalın tecrübesidir ve bu tecrübe özellikle iman düzeyinde mahrem olup hiçbir şekilde göstermelik değildir; dolayısıyla televizüel gösterilere hiç açık değildir. Çünkü iman kalbin amelidir. Bu yüzden, varsayalım ki ihtida talebi çocuktan gelmiş, aile bu talebe iştirak etmiştir... Böyle bir durumda ille de bir ihtida ritüeline ihtiyaç varsa, bu konuda yakışık alan şey, hem pedagoglar ve çocuk psikologlarıyla konuşmak ve hem de ihtida işlemini psiko-pedagojik bir duyarlılıkla televizyon ekranlarında değil de tarihî camilerimizdeki huzur ve sükûn ortamına benzer bir ortamda gösterişten uzak şekilde yapmak olsa gerektir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Mayıs 2019


Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/televangelizm-ve-televizuel-ihtida-gosterisi-10186

Kur’an'dan Modern Bilim Devşirme Zihniyetine Eleştiriler

KURAMER’in “Kur’an ve Pozitif Bilim” konulu sempozyumu 27 Nisan 2019 tarihinde yoğun bir katılımcı kitlesinin iştirakiyle gerçekleşti. Hem bu sempozyum vesilesiyle hem de birkaç gün önce Bloomberg Tv’de yayımlanan bir programın tanıtım fragmanında “dinin bilimle temellendirilmesi gerektiği” görüşünü savunan birisi olarak takdim edilmem sebebiyle Kur’an ve modern bilim üzerine bir yazı yazmanın yerinde olacağını düşündüm. Kur’an ve pozitif bilim arasında ne tür bir ilişki bulunduğu meselesi son dönem İslam dünyasında pek çok müslüman araştırmacının ilgisini çeken bir konudur. Bu konu çağdaş dönem tefsir geleneğinde de “bilimselci yorum” yönelimi olarak kendine önemli bir yer bulur. Kur’an ve tefsir araştırmalarında “İlmî Tefsir” diye isimlendirilen, ama aslında Maurice Bucaille’nin Türkçeye  “Tevrat, İnciller, Kur’ân-ı Kerim ve Bilim” ismiyle çevrilen La Bible, le Coran et la science adlı eserindeki perspektife atfen “Tefsirde Bucailizm” diye nitelendirilmesi gereken bu yönelim, modern dönem İslam dünyasında daha ziyade popüler düzeyde rağbet gören ve yakın geçmişe kadar yaygınlaşma trendini koruyup belli ölçüde ekolleşen bir yorum anlayışına işaret eder.
***

Hemen hemen tamamı Batı dünyasına ait bilimsel buluşların en azından çekirdek bilgi olarak muhtelif ayetlerde mevcut olduğunu varsayan Kur’an ve yorum anlayışı ciddi şekilde kritik edilmeye muhtaç görünmektedir. Bu noktada ilk olarak Kur’an’ın betimleyici değil, anlam katıcı bir dil sistemine sahip olduğunu belirtmek gerekir. Kur’an’daki dil ve üsluptaki belirleyici unsur, muhatabın psikolojisi üzerinde etkili olma iradesidir. Bu sebeple, Kur’an âlemdeki herhangi bir varlığa veya olaya atıfta bulunduğunda, o konuyla ilgili bilimsel verileri sayıp dökmemekte, aksine ilk muhatap kitlenin kozmoloji tasavvuruna uygun şekilde Allah’ın sınırsız kudretine ve mükemmel yaratma sanatına iman talep etmektedir. 

Bilim, özellikle modern bilim aslında bir sorun çözme girişimidir; verili bir dünya görüşü içinde problemleri çözmek için geliştirilmiş bir tekniktir. Bilimsel metodun değerden arınmış nesnel gözleme dayandığı iddiası ise düpedüz bir masaldan ibarettir. Bu mesele bir kenara, modern bilimi Kur’an’da arayıp bulmaya yönelik her girişim, kutsal metni bilime vasıta kılar ve bilimi hakikatin ne olup olmadığına karar verecek bir hakem seviyesine çıkarır. Daha açıkçası, Bucailizm Kur’an’ı bilim ile eşitleyerek pozitif bilimi ilâhî bir makama çıkartmakta ve vahyi bilimin doğrulamasına tabi kılmaktadır. Oysa Kur’an’ın modern bilimden gelecek hiçbir tezkiye ve ibraya ihtiyacı yoktur. 

Ne Kur’an bilime ne de bilim Kur’an’a bulaştırılmalı, yani her ikisi de kendi amaç ve işlevlerine uygun biçimde farklı kompartımanlarda konuşlandırılmalıdır. Bu noktada Karl Popper’in “Bilim tarihi doğru olduğu kabul edilen teorilerin yanlışlanmasının tarihidir” sözünü de hatırlatarak özellikle doğa bilimlerinde kesinliğin söz konusu olmadığını, hatta en güvenilir bilgiyi sağlasa dahi kanıtlanamaz durumda olmasından dolayı modern bilimlerin ve içerdikleri verilerin mutlaklık değeri taşımadığını vurgulamak gerekir. Modern bilimin belki de en belirgin özelliği seküler olmasıdır. Bu nitelikteki bir bilimin maddi ihtiyaçları karşılamanın ötesinde derin bir anlam ve işleve sahip olmadığı kesindir. Bunun yanında, anlam ve değer yüklü evreni mekanik bir işleyiş düzeni içinde algılayan ve her zaman için değişime açık olan modern bilimin sunduğu verilerin varlık ve varoluşla ilgili büyük sorulara cevap vermeyi hedefleyen Kur’an ayetleriyle doğrudan ilişkilendirilmesi, o ayetleri bilimin tezkiyesine muhtaçmış gibi gösterir. Üstelik bu yaklaşım ayetlerdeki derin mana ve mesajların vülgerleşmesi gibi bir sonuç da verir. Öte yandan, “Kur’an bilimsel bir mucizedir” varsayımına dayanan bir yorum anlayışının modern insana dini pazarlama gibi bir amaca hizmet ettiği de söylenebilir. Bu pazarlama işine Kur’an’ı bilimsel bir paket içinde sunmanın modern insana daha cazip geleceği düşüncesiyle soyunanların çoğunlukla pozitif bilimler alanında uzmanlık sahibi olmadıkları, bilakis söz konusu alana ilişkin bilgi ve donanımları itibariyle mübtedi konumunda bulundukları özellikle not edilmelidir.  
***

Bilimselci Kur’an okumalarında klasik tefsir mirasını bilinçli olarak göz ardı etme iradesi mevcuttur. Bunun temel sebebi ise hedef kitlenin taleplerini ve beklentilerini karşılamak için kaynak dildeki bir toplumsal-kültürel gerçeğin yerine hedef dilin mevcut tarihselliğine özgü bir toplumsal-kültürel gerçeği ikame etmek, kısaca örtük çeviri ve yorum yöntemiyle Kur’an’ı tam da bugünün dünyasına nazil olmuş gibi gösterme arzusudur. Bizce burada romantik ve ideolojik temelli bir arz-talep olgusundan söz edilebilir. Şöyle ki tefsirler ve meallerin hedef kitlesini oluşturan insanlar, yani büyük ölçüde dinî tecrübeyi duygu yoğunluklu yaşayan müslümanlar Kur’an’ın modern bilim hakkında konuştuğuna inanmaktan büyük mutluluk duymaktadırlar. Hatta birçok insanın din ve dinî değerlere yönelik duyarlılığı bu inanç sayesinde oluşmaktadır. Sonuçta müslüman toplum Kur’an’ın bilim hakkında da konuşmasını arzu etmekte ve bu romantik-ideolojik arzu, pozitivist yöntem çerçevesinde üretilen sözde ilmî tefsirlerle karşılanmakta; fakat bu arada pozitivist yöntem dinî yapıda ciddi hasarlar oluşturmaktadır. Çünkü Kur’an’daki beyanları gündelik bilimsel bilgi ile uyumlu hâle getirebilmek için çoğu kez ayetlerin anlamları ufalanmakta, kutsal metin adeta yeniden yazılmaktadır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Mayıs 2019

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kurandan-modern-bilim-devsirme-zihniyetine-elestiriler-10111

Kadere Rıza Göstermemek


Bu yazının “İslam’daki inanç esasları arasında kader ve kazaya yer var mı yok mu?” gibi bir meseleyle alakası yoktur. Kadere iman, burada anlatmak istediğimiz mesele açısından ayrı bir konudur. Mâtürîdî ve Şiî kelamcıların ekseriyetince kader “Allah’ın tüm varlıklar ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi”, kazâ da “Allah’ın varlıklar ve olaylara ilişkin ezelî planını gerçekleştirmesi” şeklinde tanımlanır. Buna mukabil Eş’arî kelamcıların çoğunluğuna göre kazâ Allah’ın ezelî hükmü, kader ise varlıklar ve olayların kazâya uygun olarak yaratılıp dış dünyada gerçeklik kazanmasıdır. Kader ve kazâ Mu’tezile kelamında sorumluluk doğuran beşerî fiillerin dışında tutulur ve dolayısıyla “insanlara ait fiillerin hükmünü açıklamak” diye tanımlanır.

İslam’ın ilk yüzyıllarından beri kader ve kazâ ile ilgili birçok problem kelamcılar arasında tartışılır; bu problemlerden biri de kadere rıza gösterme konusudur. Bazı âlimlere göre kader ve kazânın her türlüsüne rıza göstermek gerekir. Bazı âlimler de kader ve kazâya rıza göstermenin farz değil müstehap olduğu kanaatindedir. Çünkü bir şeyin farziyyeti o şeyin kesin bir dinî delile dayanmasını gerektirir. Hâlbuki kader konusunda böyle bir delilin mevcudiyeti söz konusu değildir. Diğer bazı âlimlere göre ise kader ve kazânın hayırlı yönüne rıza göstermek gerekirken şer ve masiyete razı olmak mümkün değildir. Bütün bunların dışında, ister hayır ister şer olsun bütün her şeyin ilâhî ilim ve iradenin kapsamına girmesi bakımından kader ve kazâya rıza göstermenin gerektiği de ileri sürülür. Mâtüridiyye kelamcılarına göre masiyetler kader planına dahil edilir; fakat Allah’ın hoşnutluğuna aykırı düşmesinden dolayı bunlara rıza gösterilmemesi gerekir.

Genetik kodlarımız ontolojik/ fıtrî kaderdir. Kalıtım yoluyla ebeveynden çocuğa transfer edilen özellikler boy, göz rengi gibi salt fiziksel özelliklerden ibaret değildir; ruhsal problemler, zeka ve hatta bazı araştırmalara göre sosyal iletişim, popülerlik gibi özellikler dahi ebeveynden intikal eden genetik mirasla çok yakından ilişkilidir. İnsan dünyaya gelirken birtakım olumsuz tutum ve davranışlara ilişkin insiyakları/huyları bünyesinde barındırıyor olabilir ve bu insiyaklar genetik miras ve dolayısıyla ontolojik kader hanesine dâhil edilebilir. İnsanın içine doğup yetiştiği çevre ise sosyolojik kader diye nitelendirilebilir. Bu iki boyutlu kader gerçek yaşamda insanı çepeçevre kuşatıverir ve bu kuşatma çoğu kez mevcut durumun peşinen kabullenilmesi gerektiğini vehmettirir. Ancak insan aklıselim ve sağduyuyla düşündüğünde kendi dahli olmaksızın ontolojik ve sosyolojik kader olarak hazır bulduğu haller ve hasletlere rıza göstermemesi gerektiğini rahatlıkla anlayabilir.

Evet, genetik miras olarak ebeveynimizden bize intikal eden ve dinî açıdan masiyete yol veren birtakım huylarımız bulunabilir veya içinde yetiştiğimiz sosyal çevre de ahlâkî açıdan bizi aşağıya çekecek bir yapıya sahip olabilir. Ancak bu durum kendisine rıza gösterilmesi gereken bir kader gibi görülmemeli, dahası insan hem ontolojik hem sosyolojik kaderiyle mücadeleye girişmelidir. Aslında insan her şeyden önce kendinden razı olmaması gerektiğini idrak etmeli, kendinde sürekli kusur görerek bunları yok etmeyi temel ahlâkî ödev bilmelidir. Yine insan “şeytan”ı öncelikle kendi benliğinde arayıp içindeki şeytanla baş etmeyi öğrenmelidir. İnsanın çoğu zaman kendinden başka düşmana ihtiyaç duymayacak bir varlık gibi edip eylediği dikkate alındığında, benlikteki şeytanla mücadelenin ne kadar hayati bir mesele olduğu kolayca anlaşılabilir.

İnsan en çetin sınavını kendi benliğiyle savaşarak verir. Genetik miras yoluyla tevarüs ettiğimiz insiyaklar/huylar ne kadar baskın olursa olsun, bunlar bizi masiyete sevk ettikleri takdirde fıtrî kaderimize karşı koymak, kendi kendimizle imtihanımızın gereğidir. Bir örnek vermek gerekirse, bencillik insanın ontolojik/fıtrî kaderidir; nitekim insan kendine yaklaştıkça ve her şeyde hak sahibi olduğunu sandıkça bencilleşir; çünkü bencillik kişinin sırf kendisiyle ilgili olma, kendini hayatın merkezine koyma hâlidir. Bencillik fıtrî kader olmakla birlikte bu kadere karşı çıkmak hem erdemli insan olmanın göstergesi hem de felaha kavuşmanın garantisidir. Çünkü Kur’an’ın (Teğâbün 64/16) beyanına göre benliklerindeki ihtiraslar ve bencilce tutkulardan korunmayı başaranlar, daimi bahtiyarlığa erişecek kimselerdir (vemen yûka şuhha nefsihî fe-ülâike hümü’l-müflihûn)... Birkaç gün sonra başlayacak olan Ramazan ikliminin gerek kalıtsal gerek kesbî olarak benliğimizde yer eden ve ahlâkî açıdan bizi örseleyen kötü hasletler ve hallerimizle adamakıllı hesaplaşmamıza vesile olması dileğiyle...

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Mayıs 2019

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kadere-riza-gostermemek-10042