Selefî Zihniyetin İlahiyat Projesi


İlahiyat, müfredat, felsefe… Bu üç kavram etrafında patlak veren tartışmaların son dönemde birkaç kez ülke gündemini meşgul ettiği malumdur. Ancak yazımızın söz konusu tartışmalarla organik bağı yoktur ya da bu yazıdaki muhteva hâl-i hazırdaki sosyoloji açısından hayal mahsulüdür(!) Bizim konumuz miladi 1245 yılında vefat eden ve İbnü’s-Salâh namıyla bilinen âlimin İlahiyat projesi hakkında öz/özet bilgi aktarmaktır. İbnü’s-Salâh Dımaşk’ta (Şam) uzun yıllar boyunca hadis okuttuğu, özellikle Ulûmü’l-Hadîs eseriyle Sünnî hadis usulü geleneğine damgasını vurduğu bilinen bir âlimdir. Ehl-i hadis ve Selefî karakterli bir dinî düşünceyi benimseyen İbnü’s-Salâh Fetâvâ adlı eserinde felsefe ve mantıkla meşguliyeti sapkınlık olarak tanımlamış, dönemin devlet ricali de onun bu görüşlerini emir telakki edip Şam’daki medreselerde felsefe ve mantık okutmayı yasaklamıştır.

***

İbnü’s-Salâh genelde felsefe ve mantıkla meşgul olmanın, özelde İbn Sina gibi filozoflara ait eserleri okumanın caiz olup olmadığına ilişkin sorulara verdiği iki ayrı cevapta Selefî zihniyetin İlahiyat projesini de tarif etmiştir. İbn Sina ve kitapları hakkında, “Müslümanların İbn Sina’yı âlim sayıp kitaplarını okumaları asla caiz değildir. Kim böyle bir iş yaparsa, dinini riske etmiş ve çok büyük bir fitnenin içine düşmüş demektir. İbn Sina, âlimlik şöyle dursun, insan kılıklı şeytanın ta kendisidir.” diyen İbnü’s-Salâh gerek felsefe ve mantıkla meşguliyet, gerekse medreselerde bu iki dersi talim-taallüm meselesi hakkında da şunları söylemiştir:

Felsefe beyinsizliğin, çözülme ve çürümenin baş faktörü, afallamanın ve doğru yolu şaşırmanın temel unsuru, sapkınlığın ve zındıklığın motivasyon kaynağıdır. Her kim felsefeyle uğraşırsa, apaçık delillerle teyit edilmiş şeriatın güzelliklerini göremez olur. Üstelik şeytan tarafından ayartılıp avlanır. Mantığa gelince, bu sözde ilmin talim ve taallümü de asla caiz değildir. Çünkü bu iş ne Allah ve Rasûlü, ne sahabe, ne tâbiîn ne de selef-i sâlihîn tarafından mubah kabul edilmiştir. Şer’î hükümlerle ilgili bahislerde mantık terimleri kullanmak da çok çirkin ve yakışıksız bir iştir. Felsefe ve mantık okumanın faydalı olduğundan dem vuranlar, şeytanın oyuncağı olmuş kimselerdir.

***

Devlet başkanı, bu melun filozoflar ve mantıkçıların şerrinden Müslüman toplumu koruyacak tedbirler almak, filozof ve mantıkçı bozuntularını medreselerden kovmak, bizatihi şerle iştigallerinden dolayı cezalandırmak, hatta filozofların fikir ve görüşlerini dillendiren kimselere kılıçla mukabelede bulunmak gibi vazifeleri ifa zorundadır. Fakat bütün bunlardan çok daha acil olarak, medreselerde hocalık yapıp sözde eser telif eden felsefecileri görevden alıp kodese tıkmak ve/veya ev hapsine mahkûm kılmak lazımdır.

***

Ehl-i hadis ve Selefî zihniyetin asırlar öncesindeki İlahiyat projesi budur. Hiç şüpheniz olmasın ki aynı zihniyetin bugünkü temsilcileri nezdinde de ideal proje yine budur. Fakat İslam medeniyetinin parlak mazisinden, Batılıların hemen her şeyi aslında bizim sayemizde öğrendiğinden bahis açıldığında, pek sükseli retoriğimiz de şudur: İbn Sina ve İbn Rüşd gibi İslam filozofları Batı dünyasında bütün ortaçağ boyunca pek çok Latin düşünürüne rehber olmuş, İbn Sina’nın Aristo mantığı ile tabiat felsefesi, Batlamyus astronomisi, Galen tıbbı ve Öklid geometrisinden oluşan toplu kâinat tasvirinin ortaçağdaki mükemmel sentezini içeren bilim ve düşünce birikimi Batı’da büyük hayranlık uyandırmıştır. Ezcümle, Batı dünyası kendi karanlık ortaçağından işbu Müslüman filozofların rehberliği sayesinde kurtulup aydınlanmıştır, vesaire… Evet, işte çift tarife; yani içeriye başka, dışarıya başka tarife… Çünkü ne de olsa “li-külli makâmin makâl”…

Ben de Ne Sünniyim, Ne Şiiyim...


Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı zirve toplantısındaki konuşmasında, “Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunların başında mezhepçilik fitnesi geliyor, ırkçılık fitnesi geliyor. Her zaman ifade ettiğim gibi benim dinim Sünnilik de değildir Şiilik de değildir, benim dinim İslam’dır. Ben tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir.” mealinde sözler söyledi.

***

Aklıselim, sağduyu, iz’an ve vicdan sahibi her Müslümanın bu sözlere yürekten katılması, mezhepçilik fitnesini bertaraf etmek için elinden geleni yapması elzemdir. Ancak gelin görün ki mezhepçilik fitnesi İslam dünyasının birçok bölgesinde olduğu gibi, günümüz Türkiye’sinde de can sıkıcı bir problem olarak kendini göstermektedir. Lakin fitnenin bu topraklardaki Sünnî versiyonu henüz fiziki şiddete başvurma ve kan dökme safhasına erişmiş değildir. Bunun sebebi, ülkede halen kanun-nizamın hüküm sürmesi ve her ne kadar, “Şeriatın keseceği parmak acımaz” dense de parmağın çok acıyacağından endişe edilmesidir.

***

Bazı çevrelerin dinî düşünce dünyasındaki Ehl-i Sünnet ölçütlerinden hareketle, bizim gibi “gayr-i Sünnî” kabul edilen insanların sabah akşam zındıklıkla yaftalanması, sosyal medya mecralarında veya sistematik toplantılarda bel altı vuruşlarla itibarsızlaştırılması, televizyon programlarının veyahut belediye, vakıf gibi resmî-sivil kurumlar bünyesindeki konferans, panel gibi faaliyet alanlarının kısıtlanması ve hatta yasaklanması gibi saldırılar bugün itibariyle vaka-i âdiye haline gelmiş, “Ben Müslümanım” demenin yetersiz, hatta geçersiz sayıldığı bir sosyolojik zemin teşekkül etmiştir.

Saldırının faillerine ve azmettiricilerine sorsanız, bütün bunlar Din-i Mübin-i İslam’la özdeş kabul edilen Ehl-i Sünnet adına ifa edilen ulvi bir vazife, belki de şeytanlarla cihadın ta kendisidir. Fakat ne yazık ki Ehl-i Sünnet adına herkese parmak sallayan bazı zevat, kabir azabına karşı koruyucu kefen satmak, hangi ayetin cinsel iktidarsızlık sorununu giderdiği bilgisini içeren hikmetli kitaplar yazmak gibi işlere imza attığı halde, ne dine ne Ehl-i Sünnet’e hiçbir halel gelmemekte, halel şöyle dursun, gerçek Ehl- Sünnet tam da bu minvalde temsil edilmektedir.

***

Paralel Yapı belasının bütün bir memlekete ne kadar ağır bedeller ödettiği, yine bu yapının devlete tasallut edip en kritik kurumları ifsat ettiği, bugün itibariyle taşın içinde pirinç ayıklamak gibi berbat bir durumla karşı karşıya gelindiği gün gibi aşikârken, her Allah’ın günü memleketin her bir köşesinden irili ufaklı rüyacılar, kamyonetçiler, kefenciler, hurafeciler, üfürükçüler peyda olması ve bu çevrelerin köpeksiz köyde değneksiz dolaşması ve sağa sola sataşıp durması artık kabak tadı vermiştir.

***

Böyle bir manzara bu topraklardaki mezhepçiliğin “fitne”den ziyade, pespayelik olduğunu tescillemektedir. Zira fitne ciddi ve can yakıcı bir meselesidir. Özellikle imtihan manasında, feleğin çemberinden geçmekle eşdeğerdir. Oysa bugün sözde sahih mezhep ve itikat adına sergilenen tavırlar çok kere rezilet ya da karikatüre edilmiş bir din ve dindarlık telakkisine karşılık gelmektedir. Akl-ı selim, i’zan ve vicdan sahibi herkesin bu vahim manzara karşısında sesini yükseltmesi elzemdir. Ayrıca, memlekette söz ve yetki sahibi olan kimselerin bütün bu olup bitenlere duyarlılık göstermesi gerekir. Zira evvel emirde kendi evimizin önünü süpürmekle mükellefiz.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Nisan 2016

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/ben-de-ne-sunniyim-ne-siiyim-840

Din Sihirli Değnek Midir?


Din, pek çok insan tarafından sihirli bir güç gibi algılanmakta, sanki sihirli bir değnek gibi insanın tüm hayatını bir anda değiştirdiği sanılmaktadır. Dramatik hidayet hikâyeleri bu algının yaygınlık kazanmasına katkıda bulunmaktadır. Oysa işin gerçeği başkadır. Malum, dinin konusu insandır. Haliyle, din meselesinde aktif ve etken unsur da insandır. Bu sebeple, insan ve hamur meselesine odaklanmak lazımdır. “İnsanların madenler gibi olduğunu görürsünüz. Câhiliyyede hayırlı/kaliteli olan insanlar, İslam’ı özümsedikleri zaman da hayırlıdırlar” (Buhârî, “Menâkıb” 1) hadisi tam da bu meseleye parmak basmaktadır.

***

Evet, çarpıcı hidayet hikâyeleri dinin sihirli değnek misali insanın hem iç hem dış dünyasını bir anda değiştirdiği inancını besler. Ancak biz bu hikâyelerin genellikle final sahnesine meraklı olduğumuzdan, değişimin bir anda gerçekleştiğini vehmederiz veya böyle vehmetmeye teşneyiz. Tıpkı Hz. Ömer’in, Hz Peygamber’i öldürmeye giderken, hışımla yolunu değiştirmesi ve fakat eniştesinin evinde birkaç ayet dinledikten sonra bir anda İslam’ı benimsemesi gibi çarpıcı hikâyeleri çok severiz. Çünkü biz mucize ve keramete düşkün bir milletiz. Oysa Hz. Ömer’in daha sahih kaynaklarda anlatılan teennili hidayet hikâyesine baktığımızda, hem insanlık hamurunun çok kaliteli olduğuna, hem de uzun zaman boyunca nefis muhasebesi yaptığına tanık oluruz. Aynı şekilde, yıllarca İslam’ın semtine uğramadıkları halde, ansızın takva sahibi Müslüman olduklarını sandığımız insanlar da çoğunlukla feleğin çemberinden geçtikten sonra bir noktaya gelmekte ve nihai çıkış yolu olarak İslam’ı seçmektedir. Yoksa din gökten zembille iner gibi inip durduk yere hidayet bahşetmemektedir. Allah tarafından seçildikleri halde nebilerin dahi risalet öncesi dönemde, tıpkı Hz. Peygamber’in Hira mağarasına çekilip tehannüs diye nitelendirilen inziva tecrübesi gibi bir tür manevi arınma ihtiyacı hissettikleri bilinmektedir.

***

Sözün özü, din insanlık hamuru iyi olan ve hidayeti arzulayan kimselerde anlamlı bir karşılık bulur. Din hususunda hazıra konmak veya önceki nesillerden belli bir dinî aidiyeti tevarüs etmiş olmak fazla bir anlam taşımaz. Hatta dinde hazıra konmuşluk çok kere hoyratlığa yol açar. Bu bakımdan, atadan dededen tevarüs ettiğimiz dinin herkesten önce kendi ahlâkî yaşantımıza katkı sağlaması için, aidiyet ve mensubiyet iddiasında bulunduğumuz din içinde yeniden ihtida ihtiyacımız vardır.

Tarihî tecrübede dinin sosyal ıslahat veya toplumsal mühendislik projelerinin, iktidar arzularının, siyasi kavgalar ve hesaplaşmaların muharrik gücü olarak kullanılıp murdar edildiği dikkate alındığında, din insanın arzusundan, çabasından ve niyetinden bağımsız olarak fazla bir anlam ifade etmez. Niyet bozuk olduğunda, din ahlaksızlığa bile medar olur. Schopenhauer’in Din Üzerine adlı eserinde Philathes’e söylettiği gibi, genel olarak Tanrı’ya karşı vecibelere eklenen şeyin insanlığa karşı görevlerden çıkarıldığı söylenebilir; çünkü insanlara karşı iyi davranma lüzumunu Tanrı’ya yaltaklanmayla telafi etmeye çalışmak çok kolay ve kestirme bir yoldur.

***

İnsan iyilik namına adım atmak istediğinde, din, bağışıklık sistemini güçlendiren ilaçlar gibi bir destek sağlar. Ancak dinden böyle bir destek alabilmek için, tıpkı sigarayı bırakmaya kesin kararlılık gibi çok güçlü bir irade ortaya koymak lazımdır. Ezcümle, dinin işlevi insanın hamuru ve mayasıyla alakalı bir durumdur. Hamur bozuk olduğunda, din, en kirli niyetler, emeller ve fiillere araç/kaldıraç olur. Hamur meselesinde, fıtrattan bahis açılabilir ve fıtrat denilen şeyin, İslam’a yatkınlık olduğu söylenebilir. Ancak fıtrat herhangi bir dine yatkınlık filan değildir (Not: Bu konu ve Rûm 30/30. ayet şimdilik bahs-i diğerdir). Mesele, son kertede yine hamur, yani cibilliyet meselesidir. Bu da aslında genetik kod, yani bir bakıma kader demektir. İnsanın sınanmasıyla ilgili en kritik nokta işte burasıdır: Kendi cibilliyetinden müşteki olmak ya da bu anlamda kaderine razı olmamak; başka bir ifadeyle, Allah tarafından kendisine DNA misali kodlanan takva ile fücur arasındaki çatışmada takvadan taraf olmak ve bu çatışmadan en az hasarla çıkmayı kendine nihai hedef koymaktır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Nisan 2016

Diyanet TV | Akıl Çıkmazı | İslam Dünyası'nda Kadın | 13 Nisan 2016



Talid ve Tefsir


Yazının başlığı biraz garip ve bilmecemsi; ama kasd-ı mahsusla böyle bir başlık seçtim; okuyucularımızın ilgisini çeksin ve daha fazla okunsun istedim. Çünkü bu yazıya konu olan Talid, özellikle, “Hocam, tefsir alanında ne okuyalım?” sorusuna “hocasız” cevap bulunabilmesi bakımından okunmaya değer bir eser… Talid, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi’nin kısaltılmış adı. Uluslararası hakemli dergi hüviyetindeki Talid’in sahibi, Bilim ve Sanat Vakfı.

Derginin iki cilt halinde yeni yayımlanan sayısı (cilt: 9-10, sayı: 18, 19-20) Türkiye’de İslami İlimler: Tefsir ve Kur’an İlimleri I-II başlığını taşıyor. Bu sayıdaki muhteva, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde İslâmî ilimler üzerine yapılan çalışmaların genel envanterini çıkarmak, mevcut çalışmaları değerlendirmek ve araştırmacıların yeteri kadar ilgisini çekmemiş kaynaklar ve konuları gündeme getirmek gibi amaçlarla hazırlanıp yayımlanması planlanan bir serinin ilk adımını oluşturuyor.

***

Doç. Dr. M. Suat Mertoğlu’nun editörlüğünde hazırlanan Tefsir ve Kur’an İlimleri sayısının ilk cildinde, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Kur’an ve Tefsir Literatürü (M. Suat Mertoğlu), Osmanlı Dönemi Dirayet Tefsirleri (Muhammet Abay), II. Meşrutiyet’ten Günümüze Kur’an Mealleri (Mustafa Öztürk), Osmanlı Dönemi Tefsir Çevirileri (Abdulhamit Birışık-Recep Arpa), Osmanlılar’da el-Keşşâf ve Envâru’t-Tenzîl Hâşiyeleri (Şükrü Maden), Yazma İhlas Suresi Tefsirleri Bibliyografyası (Ahmet Faruk Güney), Osmanlı Dönemi Ayet Tefsirleri (Burhan Baltacı), Osmanlı’da Huzur Dersleri Geleneği (Ömer Kara) gibi genel çerçeveli makalelerin yanında Molla Gürânî (Mahmut Ay), Ebüssuûd Efendi (Âdem Yerinde), İsmail Hakkı Bursevî (Ali Namlı), Tefsîrî Mehmed Efendi (Orhan İyibilgin), Âlûsî (Alican Dağdeviren) gibi meşhur müfessirler ve tefsirleriyle ilgili spesifik çalışmalar da yer alıyor.

***

Yine aynı ciltte, II. Meşrutiyet dönemi ve sonrasında neşredilen bazı dergilerdeki Kur’an ve tefsir konulu makaleler (Ercan Şen) ile Cumhuriyet döneminde Kur’an, tefsir ve Kur’an İlimleri gibi alanlarda hazırlanan doktora tezlerinin genel değerlendirmesine (İsmail Çalışkan) dair yazılar da bulunuyor. Bütün bunların yanında, değerli hocamız ve üstadımız Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’yla yapılan söyleşi ayrı bir önem taşıyor.

Derginin ikinci cildinde ise Cumhuriyet Dönemi Telif Tefsirler (Mustafa Öztürk), Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Telif ve Tercüme Tefsir Tarihi Eserleri (Mustafa Karagöz), Osmanlı’dan Günümüze Kur’an İlimleri/Tefsir Usûlü Çalışmaları (Mehmet Emin Maşalı), Cumhuriyet Dönemi Tefsir Çevirileri (Hidayet Aydar), Türkçedeki Kur’an Meâllerinin Tarihi ve Kronolojik Bibliyografyası (Muhammet Abay), Kur’an Araştırmalarına Batılı Yaklaşımlar ve Türkiye’ye Etkileri (Necmettin Gökkır), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Tefsiri (İshak Özgel), 2003’e Kadarki Bir Asırlık Dönemde Neşredilen Tefsir Makaleleri Hakkında Genel Bir Değerlendirme (Murat Sülün), Kur’an ve Tefsire Dair Başvuru Kaynakları (Muhammet Abay), Kur’an/Tefsir Hakkında İlmî Toplantılar (İsmail Çalışkan), Cumhuriyetin İlanından Günümüze Kur’an Tercümeleri Üzerine (Sema Üstün) gibi makaleler yer alıyor.

Hülasa, Talid Dergisi, İlahiyat ve İslami ilimler alanında dibe vurduğumuz, “sidik i şerif, sümük ü şerif” gibi vaazlara(!) dahi muttali olduğumuz şu günlerde, “Çıkmayan candan ümit kesilmez” fehvasınca bize moral aşılıyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Nisan 2016

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/talid-ve-tefsir-709

Diyanet TV | Akıl Çıkmazı | Cahiliye'den İslam'a Kadın | 6 Nisan 2016



Türkiye'de Akademisyenliğin Kodları


Akademisyen(lik) modern bilim, bilimsellik, nesnellik, rasyonellik, evrensellik gibi kavramsal müştemilatıyla birlikte oldukça hijyenik/steril bir kavram ve alanı imleyen bir kelimedir. Burada söz konusu olan hijyen, fildişi kuleye çekilme ve geniş halk kitlelerinden mümkün mertebe uzakta, tabir caizse vakumda yaşama tercihiyle ilgilidir. Bu zaviyeden bakıldığında akademisyenlik bir bakıma mesafelilik ve seçkincilik demektir. Cumhuriyet Türkiye’sindeki bilim paradigmasının 19. yüzyıl Batı dünyasındaki pozitivizm ve vülger materyalizme özentiyle kotarılmış olduğu nazar-ı dikkate alındığında, mesafelilik ve seçkinciliğin temelde din ve dindarlık karşıtlığıyla maruf “Beyaz Türklük” kavramında ifadesini bulduğu da söylenebilir.

***

Türkiye akademyasındaki kurucu unsurlar “Beyaz Türklük”le özdeştir. Beyaz Türk akademyanın tipik davranış kodları ise genel seçimler sonrasında kendi halkını tahkir etmeyi marifet bilmek, ülkedeki toplam seçmenin neredeyse yarısına tekabül eden bir oy oranıyla iş başına gelen hükümeti alaşağı etmeye yönelik her türlü tertibe re’sen iştirak etmek, sözgelimi Cumhuriyet mitingleri, Anıtkabir yürüyüşleri, askeri darbe davetiyeleri, Gezi Parkı eylemleri, hatta kendi devletini jenositle suçlama ve jurnallemeye matuf terörsevici bildiri telifleri gibi her türlü faaliyette başı çekmekle mümeyyizdir.

Gören de sanır ki bu beyazlar zümresi asırlardır asilzade ve aristokrattır. Oysa bütün bu kibir kurum -biraz karikatürize etmek gerekirse- hepi topu Osmanlı’nın son dönemindeki bir paşanın ve/veya saray bürokratının İstanbul’daki mirasına konmuşluktan yahut Cumhuriyet döneminde üst/orta düzey memurluk yapan bir babanın vazife icabı İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerde zorunlu ikameti vesilesiyle şehirde doğup büyüme, görece iyi okullarda tahsil görme ve yurt dışına çıkıp yabancı dil öğrenme fırsatını yakalamış olmaktan ibarettir.

***

Mamafih beyaz akademisyenlik formasyonunda ucb, kibir, tafra vb. arızalar ön plana çıkmakla birlikte, medeni cesaret ve özgüven gibi meziyetlerin yanında kültür, edebiyat, sanat ve sair alanlarla ilgilenmek ya da en azından ilgileniyormuş görünmek gibi entelektüel meraklar da vardır. Medeni cesaret ve özgüven bir yönüyle şehirde yetişmiş ve az çok farklı dünyalar görmüş olmakla, diğer bir yönüyle de dünyaya ve eşyaya sol gözle bakmakla ilişkilendirilebilir.

Sağ göze gelince, bu gözle bakmanın dünyayı ve eşyayı genellikle statik algılamaya ve aynı zamanda idare-i maslahatçılık uyarınca yaşamaya yol açtığı bilinmektedir. Ayrıca sağcılıktaki teolojik ve sosyolojik kodların muhafazakârlık, statükoculuk ve teslimiyetçilikle bağdaştığı izahtan varestedir. Muhafazakârlığın sosyal hayatta sık görülen davranışsal semptomları ise eziklik, nemelazımcılık, bana değmeyen yılan bin yaşasıncılık gibi haller ve bu halleri çok kere sağduyu, serinkanlılık, saygınlık ve olgunluk kıvamında gösterme gayretleridir.

***

Memlekette Gezi Parkı eylemleri, 17-25 Aralık hadiseleri ve Fetö meselesi gibi son derece kritik olaylar patlak verdiğinde, muhafazakâr akademisyen camiadan pek ses çıkmaması, daha açıkçası, Fetö meselesinde İslam, Kur’an, Hz. Peygamber, rüya, rü’yet, hizmet, beddua, lanet gibi kavramlar havada uçuşurken neredeyse tüm İlahiyatçı akademisyenlerin, “Viran olası hanede evlâd-ı iyâl var…” mazeretiyle suskunluk orucuna başlaması, üstüne üstlük bu suskunluğun ilim adamına yakışır vakarla izaha çalışılması, sağcılık ve muhafazakârlığın akademik dünyaya nasıl yansıdığına dair ibretlik bir örnektir.