Darbe Geleneği ve Din Üzerine Birkaç Tarihî Not

İslamiyet’in ilk dönemlerinden günümüze değin sayısız isyan ve darbe vakasında sık sık din kozuna başvurulmuş, dinî referanslar tıpkı 15 Temmuz ihanetinde tanık olunduğu gibi birçok isyan ve darbe hadisesinde kitleleri motive-provoke edici unsurlar olarak kullanılmıştır. Başka bir ifadeyle, dinî değerler ve semboller, darbe geleneğinde çoğu kez halkı ayaklandırma ya da darbeyi meşrulaştırma maksadıyla düpedüz istismar edilip araçsallaştırılmıştır. Denilebilir ki müslüman toplumların on beş asırlık tarihinde ilk kanlı darbe hadisesi Hz. Osman’ın katlidir. Bu olay bahane edilerek dönemin halifesi Hz. Ali’ye karşı sergilenen muhalefet politikası da bir darbe girişimi olarak okunabilir. İslamiyet’in erken dönemlerindeki bir diğer darbe vakası mehdi fikrine ve gizli davet stratejisine dayalı olarak hayata geçirilen Abbâsî ihtilalidir. Abbâsî taraftarlarının otuz yıl boyunca çok gizli şekilde yürüttükleri propaganda faaliyetleri hicrî 129 yılında siyah bayraklar açılarak ihtilal aşamasına geçmiş ve bu ihtilal neticesinde Emevî devleti tarih sahnesinden çekilmiştir.

***

İslam tarihinde din referanslı isyan ve kalkışma girişimleri çok kere de mesiyanik hareketlerin marifeti olarak karşımıza çıkar. Uzun tarihî tecrübede mesihçi dadanma tarzındaki isyan ve darbe teşebbüsleri sayılamayacak kadar fazladır. Bildiğimiz kadarıyla İslam tarihinde ilk defa mehdi unvanıyla anılan Muhammed b. Hanefiyye etrafında oluşturulan mesiyanik mitler gerçekte Emevî iktidarından intikam alma hırsıyla şekillenen bir darbe ideolojisinden başka bir şey değildir. 1240 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı giriştiği büyük siyasî-ictimai isyan hareketine adını veren ve Anadolu’da ilk gayri Sünnî cereyanların temelini atan Türkmen şeyhi Baba İlyas’ın mehdi hüviyetiyle ortaya çıkması da bu bağlamda zikredilebilir.

Osmanlılar dönemine gelince, bu dönemde de maalesef Genç Osman (II. Osman) vakası, Kabakçı Mustafa isyanı, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, Otuzbir Mart vakası gibi birçok darbe hadisesi vuku bulmuştur. Fakat ne yazık ki dinî değerler, semboller ve figürler bütün bu darbelerde de maalesef birer provokasyon aracı olarak kullanılmıştır. II. Osman’ın görülmedik şekilde katliyle sonuçlanan darbenin önemli aktörlerinden biri Şeyhülislam Esad efendidir. Kabakçı Mustafa isyanı diye bilinen ve III. Selim’in tahttan indirilmesiyle neticelenen darbede de yine dönemin şeyhülislamı Ataullah Mehmed Efendi başı çeken isimlerden birisidir. Şeyhülislam ve din uleması son dönem Osmanlı padişahı Abdülaziz’e karşı tezgâhlanan darbenin de başrol oyuncuları arasında teşhis edilebilir. Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan 31 Mart darbesinde ise Hoca Ali Efendi gibi bir grup softa vasıtasıyla, “Şeriat elden gidiyor” türünden sloganlar devreye sokulmuş, bu arada Derviş Vahdetî gibi karanlık tipler darbeye çanak tutmuştur.

Osmanlı’nın son döneminde 31 Mart vakası gibi darbeler sözde şeriat adına hayata geçirilmiş, Cumhuriyet döneminde ise 28 Şubat gibi kimi darbeler “irtica tehdidi” adı altında din ve dindarlara karşı gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyet dönemindeki bu durum Kemalist ideolojinin dini tek kelimeyle irtica olarak kodlayan kök sökücü modernleşme projesiyle ilgili olsa gerektir. Öte yandan dindar kitleler tarihteki pek çok darbe vakasında genellikle suskun kalmayı yeğlemiştir. Halkın darbe süreçlerinde olup bitene seyirci kalmak ve gözle görülür bir tepki koymamak şeklindeki refleksleri, Osmanlı özelinde konuşmak gerekirse, devletin gazâ ve fetih devleti olması, devlet ile ordu ya da askerî güç arasında sıkı bağ kurulması, dolayısıyla darbeler ve darbe teşebbüslerinin devlet bünyesinde iç hesaplaşma olarak algılanması gibi sebeplere bağlanabilir.

***

Din ve darbe meselesinde “ülü’l-emre itaat” (Nisâ 4/59) emrinden de söz etmek gerekir. Askerî erkân ile sivil siyasi iktidar karşı karşıya geldiğinde, söz konusu emir çok kere asker lehine te’vil edilmiştir. Bu te’vilin arka planında, asker ocağının Peygamber ocağı kabul edilmesi, askerin “Mehmetçik” diye nitelendirilmesi gibi sembolik değeri yüksek telakkilerin mevcudiyetinden söz edilebilir. İslam’ın Sünnî yorumunda ülu’l-emre itaat anlayışının bir yandan darbeler karşısında tepkisizliğe kelâmî-siyasi alt yapı oluşturması, diğer yandan da mesihçi dadanmalar ve kalkışmalarda motivasyon işlevine sahip olması hakikaten ironiktir. Bu noktada tasavvufî gelenekteki biat ve itaat anlayışının kelâmî ve siyasi çerçeveli “ülü’l-emre itaat” anlayışına galebe çaldığından söz edilebilir. Çünkü tasavvuf ve tarikat kültüründe belirleyici kimlik, genel müslüman üst kimliğinden ziyade, bir şeyhe bağlanmakla edinilen alt kimlik ve cemaat/grup mensubiyetidir. Buna mukabil FETÖ’nün darbe girişiminde süreç çok farklı cereyan etmiş, yani müslüman toplum bu defa dinîlik süsü verilmiş darbe teşebbüsüne topyekûn karşı koyma iradesi sergilemiştir. Göründüğü kadarıyla toplum bu olayda hem Ali Şeriatî’nin “dine karşı din” diye tabir ettiği durum uyarınca darbecilerin din konusunda samimi değil, sahtekâr olduklarını teşhis etmiş, hem de devletin bekasını aynı zamanda dinin bekası olarak değerlendirmiştir.

"İlahiyat"ın Adı ve Amaçları

*01-04 Haziran 2014 tarihleri arasında Termalya Termal Hotel Kaplıcalar Mevkii Kozaklı/Nevşehir’de yapılan Tartışmalı İlmî İhtisas Toplantısı’nda katılımcılar tarafından sunulan tebliğlerin “Bugünün İlahiyatı Nasıl Olmalıdır? Sorunlar Ve Çözümleri, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı,  Mayıs 2015, İstanbul” olarak kitaplaştırılması ile yayınlanan kitabın 29 ila 59. sayfaları arasında yer alan ve Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün “İlahiyat”ın Adı ve Amaçları başlığıyla sunduğu tebliğini okumaktasınız.

"İlahiyat"ın Adı ve Amaçları

Giriş

Eski Ahid’in Ketuvim bölümünde yer alan Vaiz kitabında, Davud oğlu Vaiz’in, “Güneşin altında yeni bir şey yok. Var mı kimsenin, ‘Bak bu yeni’ diyebileceği bir şey?” şeklinde bir sözü kayıtlıdır.

“Gökkubbe altında söylenmemiş söz yok” diye de ifade edilen bu çarpıcı söz fehvasınca, İlahiyat’ın adı ve amaçlarına dair bu bildiri metninin de icat, ihdas, ibda gibi kelimelerle karşılanabilecek türden hiçbir yenilik ve özgünlük iddiası yoktur. Çünkü hepimizin bildiği ve çok yakından takip ettiği üzere 15 Ağustos 2013 tarihinde YÖK genel kurulundan sadır olan ve 28 Şubat dönemindeki siyasî ve askerî bürokratik erkânın buyurgan, dayatmacı, tepeden inmeci üslubuna benzer bir üslupla İlahiyat fakültelerine yeni bir ayar verme girişimi anlamı taşıyan karar1 geniş ölçekli ve hararetli bir tartışmaya yol açtı ve her ne kadar sistematik tarzda olmasa da bu tartışma ekseninde söylenmedik bir şey pek kalmadı. İlahiyat alanının dışından ve içinden tartışmaya iştirak edenlerden bir kısmı YÖK kararının ne kadar isabetli olduğunu savunurken, büyük bir kısmı da bunun isabetsiz olduğunu anlatmaya çalıştı ve sonuçta konuyla ilgili olarak hatırı sayılır bir literatür oluştu.2 Bu literatürde İlahiyat’ın adı ve amaçlarına dair çok boyutlu değerlendirmeler bulunduğundan, biz de bildiri metninin fikrî muhtevasını büyük ölçüde söz konusu değerlendirmelerin isabetli gördüğümüz kısımlarından zengin iktibaslarla oluşturduk.3

Bilindiği gibi din ve İlahiyat alanı Cumhuriyet döneminin başından beri resmi ideoloji açısından hep sorunlu ve sıkıntılı bir mesele olmuştur. Bunun böyle olması son dönem Osmanlı modernleşmesinin erken tarihlerinden itibaren dinî muhtevalı hemen her konunun hassas, netameli ve aynı zamanda paradoksal olarak algılanması, Cumhuriyet devrinde ise kurucu irade ve siyasî merkezin din ve dindarlarla ilişkisini en başından itibaren kimi zaman paranoyaya varan bir tehdit algısıyla sürdürmüş ve aynı zamanda dinî eğitim-öğretimi irtica kalıpları içerisinde değerlendirerek modernleşme yolunda ayak bağı olarak görmüş olmasıdır.

Molla Lütfi Vakası ve Hased-i Akran Belası

Doktora öğrenciliğim sırasında yazdığım Kur’an Dili ve Retoriği adlı kitapta Kur’an metninde tekrar konusunun nasıl anlaşılması/anlaşılmaması gerektiğine dair değerlendirmeler kapsamında Thomas Carlyle’nin On Heroes adlı eserinden aktardığım, “Şunu söylemeliyim ki Kur’an bugüne kadar okumakta en çok zorlandığım, okurken yorulup usandığım bir kitaptır. Bezdirici bir intizamsızlık, karmakarışıklık, hamlık, bitmez tükenmez tekrar, laf kalabalığı, dolambaçlılık…” şeklindeki pasaj, son günlerde “din mafyası” gibi hareket eden bazı mahfiller tarafından bizim görüşümüz olarak lanse edilmektedir. Hâlbuki adı geçen kitaptan aktardığımız pasaj Kur’an hitabını iki kapak arasına dercedilmiş yazılı metin olarak algılamanın birçok ayette tekrar bulunduğu vehmine yol açtığını belirtmeye yöneliktir. Bize göre tekrar meselesinin bilindik edebî i’câz nazariyesi ekseninde ele alınış ve açıklanış tarzı romantik olmasının yanında Carlyle gibilere de koz verir mahiyettedir. Oysa Kur’an, Hz. Peygamber ve sahabenin tebliğ/davet mücadelesi içerisinde canlı ve sıcak bir sesleniş olarak algılandığında hiçbir ayette tekrar bulunmadığı fark edilir.

***

Carlyle’nin hezeyanlarını bizim görüşümüzmüş gibi sunma ahlaksızlığıyla ne yapılmak istendiği hakkında az çok fikir vermesi bakımından Osmanlı tarihinde yaşanan trajik bir hadiseyi kısaca aktarmakta fayda vardır. Hadise Molla Lütfi ve zındıklık hadisesidir. Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid dönemlerinde yaşayan Molla Lütfi (ö. 900/1495) çok dirayetli ve aynı zamanda sivri dilli bir âlimdir. Fatih Sultan Mehmed devrinde vezirlik makamına gelen hocası Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle saray kütüphanesine “hâfız-ı kütüb” olarak tayin edilen Molla Lütfi bir süre sonra vakıf kitaplarına hıyanet suçlamasıyla önce kütüphaneden uzaklaştırılmış, ardından tazir cezasına çarptırılarak hapse atılmıştır. II. Bayezid döneminde ise Bursa, Edirne, İstanbul gibi şehirlerde müderris olarak görev yapmış; fakat sonunda muhalif çevreler tarafından zındıklıkla suçlanmış ve idamla yargılandıktan sonra Atmeydanı’nda boynu koparılmıştır.

Kaynaklarda Molla Lütfi’nin zındıklık, sapkınlık, halkın dinî inançlarını ifsat ve geniş mezheplilik gibi bir dizi suç sebebiyle idam edildiği belirtilir; fakat onun bu cezayı mucip fiil veya sözlerine dair müşahhas örnekler verilmemesi dikkat çekicidir. Tek müşahhas örnek, “Molla Lütfi üstün kişilikli, rakipsiz bir âlimdir. Faziletlerinin çokluğu akranlarını kıskandırdı, dilinin uzunluğu yüzünden dönemin büyük ilim adamları kendisine buğzettiler ve bu sebeple onu zındıklıkla suçlayıp yargıladılar” diyen Taşköprizâde tarafından nakledilmiştir. Buna göre Molla Lütfi bir ders esnasında, “Namaz dedikleri kuru eğilip kalkmaktan ibaret olup faydasız ve anlamsızdır” gibi bir söz söylemiştir. Ancak Taşköprizâde’nin söz konusu derste hazır bulunan amcası Kıvâmeddin Kâsım’dan aktardığı şu bilgi hadisenin bambaşka şekilde cereyan ettiğini gösterir: Molla Lütfi önce Sahîh-i Buhârî nakleder, sonra dersimizi okuturdu. Yine bir gün Sahîh-i Buhârî naklederken Hz. Ali’nin bir savaş esnasında yaralanmasını anlattı. Bu savaşta Hz. Ali’nin vücuduna bir ok isabet etmiş, vücudunda kalan ok parçası kendisini rahatsız etmeye başlayınca cerrahlar onu çıkarmak istemiş; fakat Hz. Ali acıya dayanamamıştır. Derken, namaza durup bütün benliğiyle Allah’a yönelince ok çıkarılmış; fakat Hz. Ali hiçbir acı duymamıştır... İşte Molla Lütfi bu olayı anlattıktan sonra üzüntüsünden ağladı ve “İşte gerçek namaz budur. Yoksa bizim kıldığımız namaz kuru kalkıp eğilmekten ibarettir ki bunun faydası yoktur” dedi. O derste bulunan arkadaşlarımız, “O gün Molla Lütfi, ‘Namaz dedikleri kuru eğilip kalkmadır. Bunun önemi yoktur’ dedi” diyerek onun sözünü gerçeğe aykırı biçimde naklettiler.

Müelliflerin hemen hepsi Molla Lütfi’ye isnat edilen suçun asılsız, dolayısıyla verilen cezanın haksız olduğu kanaatinde hemfikirdir. İdamı sırasında imanını dile getirdiğine dair rivayetlerin yanı sıra eserlerindeki fikir ve görüşler de Ehl-i Sünnet’e aykırı unsurlar içermemektedir. Zeyniyye tarikatı şeyhlerinden Muhyiddîn el-Kocavî’nin Molla Lütfi’nin idam haberini alınca, “Onun zındıklık ve ilhaddan uzak olduğuna ben şahidim” dediği kaydedilir. Ayrıca Hoca Sâdeddin Efendi’nin, “Merhumu ortadan kaldırmak için hileler icat etmişler” dediği nakledilir. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi sırasında Anadolu kazaskerliği görevinde bulunan Kemalpaşazâde ile sohbet ederken, “Tokatlı Molla Lütfi sizin hocanız imiş; bilgisi ve fazileti bilinir iken öldürülmesine sebep ne oldu?” diye sorunca, Kemalpaşazâde, “Hased-i akran belâsına uğradı” diye karşılık verir.

***


Molla Lütfi hadisesi hakkında daha fazla bilgi için Şükrü Özen’in, “İslâm Hukukuna Göre Zındıklık Suçu ve Molla Lutfî’nin İdamının Fıkhîliği” (İslâm Araştırmaları Dergisi, 2001, sayı: 6 [2001]) ve Mehmet Evkuran’ın, “Osmanlı Bürokrasisinde Yüksek Siyaset-Ulema İlişkileri: Molla Lütfi Örneğinde Bir Değerlendirme” (Hitit Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2008/1, cilt: VII, sayı: 13 [2008/1) başlıklı makaleleri ile bu hadisenin günümüze bakan yönü hakkında İsmail Kılıçarslan’ın, “Bir Zındık: Molla Lütfi” (17 Şubat 2015, Yeni Şafak) başlıklı yazısını okumakta fayda vardır. Hâsıl-ı kelam, son günlerde, çayın demini bile dinî düzlemde konuşup tartışacak kadar maneviyat izhar eden bazı çevrelerin Kur’an’da tekrar, kıssalar, namazın kaç vakit olduğu gibi konularda bizi ilhadla suçlamaları Molla Lütfi vakasını anımsatan bir beladır ve belli ki bu beladan kurtuluş yoktur. Zira İslam’ın ilk yüzyıllarında fukahanın görüş ayrılıklarına dair yazdığı bir eserde sırf Ahmed b. Hanbel’den söz etmediği bahanesiyle Taberî gibi çok büyük bir âlime olmadık zulümleri reva gören, hatta cenazesinin gündüz vakti defnedilmesine bile müsaade etmeyen Hanbelîlerden ve bunların muadili faşizan “Haşvîgiller”den kurtuluş hiçbir asırda mümkün olmamıştır, bugün de maalesef olmayacaktır. Hâliyle, Rasûlullah’ın, “Müslüman, elinden ve dilinden başkalarına zarar gelmeyen insandır” sözünün tam karşılığı muhtemelen öteki dünyada yaşanacaktır. Vallahu a’lem!

Şükran ve Minnetle Çukurova’ya Veda

Bu köşede kendi hayatıma dair yazı yazmanın pek şık olmadığını biliyorum; fakat on beş yıldır bize sahip çıkıp her türlü imkânı sunan Çukurova Üniversitesi’ne ve İlahiyat Fakültesi’ne büyük bir şükran ve minnet borcu olarak bu yazıyı yazmak durumundayım… Yıl 2002, yani “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat darbesini tezgâhlayan faşizan zihniyetin 19 Mayıs Üniversitesi’nde terör estirdiği zamanlar… Ergenekon davasında hüküm giyen bir rektör ve avenesinin üniversite bünyesinde İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi olarak fişlenen tüm araştırma görevlilerini temizleme operasyonu bütün hızıyla sürerken kara kara düşündüğümüz o zor zamanlarda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Ankara’da düzenlenen ‘Güncel Dinî Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı’na (02-06 Ekim 2002) “Yeni Anlama Yöntemlerinin İmkân ve Sınırları” başlıklı bir tebliğle katılma daveti aldım ve toplantıya katıldım.

***

Bu program esnasında ilk kez yüz yüze tanıştığım Prof. Dr. Ali Osman Ateş’ten, “Evlat, Çukurova Üniversitesi’ne gelir misin?” şeklinde sürpriz bir davet daha aldım. Hani, tilkiye sormuşlar “Tavuk yer misin?” diye, o da “Gülmekten cevap veremiyorum” demiş ya, işte ben de söz konusu davete böyle icabet ettim; ama ardından bir Doğu Karadenizli, özellikle de Giresun bağımlısı biri olarak Adana’da nasıl yaşayacağımı düşünmeden edemedim. On beş yıldan beridir Adana’dayım; fakat affınıza sığınarak belirtmeliyim ki sayısız insanın gastronomik cennet saydığı bu şehirde o gün bugündür aç gezmekteyim… Kebap dumanını ve kuyruk yağı kokusunu az çok tolere etsem de temmuz-ağustos aylarında kimi zaman 50-60 dereceye ulaşan nemli yaz sıcaklarıyla başetmeyi henüz beceremedim. Fakat bütün bunlara rağmen Adana’yı çok sevdim; dayanılmaz sıcağından bizâr olsam da insanının sıcaklığını, esnaf kesiminin alicenaplığını hakikaten sevdim. Gerçi “İyilikle muamele ettiğin insanın şerrinden kork” sözüne mâsadak olan birkaç arızî durumla da karşılaştım; ancak bunları umumi güzelliklerin hatırına ‘ke-en lem yekün’ babından saydım.

Çukurova Üniversitesi’ni de çok sevdim; cennet misali kampüsünü, Seyhan Baraj Gölü’ne nazır lojmanlar muhitindeki huzur verici sükûneti, hobi bahçesinde karaduttan portakala, mandalinadan çileğe kadar hemen her çeşit meyve yetiştirmeyi hayatımın mutena güzellikleri olarak kayda geçirdim. Ama bütün bunlardan çok, fakültemizdeki umumi huzuru çok sevdim. Ara sıra zuhur eden küçük çaplı ihtilaflara rağmen fakültedeki öğretim üyesi arkadaşlarımızdan hiçbirinin iman bekçiliği adına dedektiflik ve ispiyonculuk yapmak gibi gayr-i ahlâkî işlere prim vermemesi, yine hiçbir arkadaşımızın dinî alandaki görüşlerinden dolayı bir diğerini çekiştirmemesi, sağdan soldan duyduğumuz derin ahlaksızlıklar dikkate alındığında büyük bir erdem olarak not edilmelidir. 

Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dinî ilimler sahasında dibe vurma trendinin hız kazandığı bir zamanda ümit ışığı olmaya namzettir. Bugüne değin yazıp çizdiğim hemen her şeyi, neredeyse tüm akademik birikimimi Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin özgür ilmî atmosferine borçlu olduğumu bu vesileyle belirtmek isterim. Dolayısıyla fakültedeki tüm akademisyen arkadaşlarıma yürekten teşekkürü borç bilirim. Ayrıca idari ve hizmetli kadrosundaki tüm mesai arkadaşlarıma, bilhassa on beş yıldır belki on binlerce bardak çayını içtiğim Yıldıray (Saldıray) kardeşime hususen teşekkür ederim.

2010 yılında Crohn’a bağlı perforasyon sebebiyle acilen ameliyata alındığımda çoktan septik şoka girmiş haldeydim. Ameliyatımı gerçekleştiren ve darmadağın olmuş batnımı tertemiz eden, bununla da yetinmeyip bize anastomoz gibi bir güzellik yapıveren Prof. Dr. Gürhan Sakman hocam başta olmak üzere ameliyat sonrasında enfeksiyon tedavimi takip eden Doç. Dr. Behice Kurtaran’a, üç kez böbrek ameliyatımı gerçekleştiren Prof. Dr. Atilla Arıdoğan’a, ileus ataklarında cankurtaran gibi imdadıma yetişen Prof. Dr. Cem Parsak’a, gastroenterolojide çok kahrımı çeken Doç. Dr. Oğuz Üsküdar ve Prof. Dr. Sedef Kuran’a, enteropatik artrit tedavimi takip eden Doç. Dr. Didem Arslan Taş’a ve pek tabii ki Prof. Dr. Gülşah Seydaoğlu’na tüm kalbimle minnet ve şükranlarımı arz ederim. Bu vesileyle, gerek benim, gerek babamın tedavilerinde büyük ilgi ve desteğini gördüğüm Ç.Ü. Balcalı Hastanesi başhekimi Prof. Dr. Yeşim Taşova hocama da ayrıca teşekkürü borç bilirim. Son olarak, özellikle bölüm başkanlığı görevim süresince fakültemizden ve bölümümüzden yakın ilgi ve desteğini esirgemeyen sayın rektörümüz Prof. Dr. Mustafa Kibar’a minnet ve şükranlarımı arz ederim.

***

Bugün artık Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin bir mensubuyum. 10 Temmuz 1987 tarihinde mezun olduğum ve her zaman “baba ocağı” gibi algıladığım fakülteme otuz yıl sonra profesör olarak döndüğüm için hakikaten bahtiyarım. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi diğer bütün İlahiyat fakülteleri içerisinde apayrı bir konuma sahip olduğundan, Cenâb-ı Hak ömür verdiği sürece bundan sonraki tüm ilmî çalışmalarımla yeni fakülteme azami katkıda bulunma arzumu özellikle belirtmek isterim. Bu vesileyle, değerli meslektaşım ve kardeşim Prof. Dr. Murat Sülün’ün, “Tefsir Profesörü Mustafa Öztürk Marmara İlahiyat’a hayırlı uğurlu olsun. Onun bize, bizim ona katacağımız çok şey var” şeklindeki hoşgeldin mesajı için de kendisine yürekten teşekkür ederim.


Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler!

Zemahşeri ve el-Keşşâf Tefsirinin Türkçe Çevirisi

Zemahşerî (ö. 538/1144), Mu’tezile kelam ekolüne mensup bir müfessirdir. Bu büyük müfessir yaşadığı dönemde Hârizm bölgesindeki nüfusun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturmasından dolayı bazı araştırmacılarca Türk asıllı kabul edilir. Kendi çağına atıfla “Tefsir ilmî yerlerde sürünüyor” diyen Zemahşerî’nin olgunluk çağlarında Mekke’ye gelip Kâbe’nin civarına yerleşerek iki yıl dört ay kadar bir zaman zarfında telif ettiği el-Keşşâf geleneksel olarak dirayet tefsiri kategorisinde değerlendirilir, hatta bu kategorideki tefsir literatürünün zirve noktası kabul edilir. Bakara 2/2. ayetin yorumunu, “Rabbim bizleri kelamının esrarını daha iyi anlamaya, incelikli manalarını kavramaya ve muhtevasını hayata taşımaya muvaffak kılsın” şeklindeki niyaz ifadesiyle tamamlayan Zemahşerî, Ehl-i Sünnet dünyasında zaman zaman öldürülen fakat asla hakkı yenilmeyen bir yiğit olarak görülür, dolayısıyla el-Keşşâf da tefsir sahasında bir bakıma “magnum opus” muamelesi görür. Nitekim Fahreddîn er-Râzî’den Elmalılı M. Hamdi Yazır’a kadar sayısız Sünnî müfessirin temel başvuru kaynaklarından biri el-Keşşâf tefsiridir. Hatta Osmanlı ilim ve medrese geleneğinde en çok okunan/okutulan Tefsîru’l-Beyzâvî (Envâru’t-Tenzîl) adlı eser tabiri caizse el-Keşşâf’ın Sünnî-kelâmî paradigmaya uyarlanmış varyantı gibidir.

***

el-Keşşâf özellikle dilbilim ve belagat eksenli yorum açısından mükemmel bir tefsirdir. Zemahşerî’nin okuyucularla bir nevi empati kurarak zihinlerde belirmesi muhtemel istifham ve itirazları soru-cevap tarzında izah ettiği bölümlerin önemli bir kısmı gerçekten bakir mazmunlar içerir. İlmîlik kaygısı taşıyan her yeni tefsir çalışmasında da mutlaka el altında bulundurulması gereken el-Keşşâf Tefsiri bugün itibarıyla Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’nca yürütülen ilmî faaliyetler kapsamında Türkçe’ye çevrilmektedir. Bu çalışma “Keşşaf Tefsiri” adını taşımakta ve hâl-i hazırda çevirinin ilk iki cildi yayımlanmış bulunmaktadır. Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı ilahiyat ve dinî ilimler alanında İbn Sinâ, İbn Haldûn, Seyyid Şerif el-Cürcânî ve daha birçok büyük âlimin muhalled eserlerini de Türk okuyucusuyla buluşturmak gibi önemli işlere imza atmaktadır. Bu vesileyle hem kurum yetkililerine hem de bu değerli ilim-kültür hizmetine destek verenlere yürekten teşekkür etmek lazımdır. el-Keşşâf Tefsiri özelinde ise başta tercüme çalışmasının editörlüğünü yürüten ve bu işe çok ciddi bir ilmî emek sarf eden değerli kardeşim ve meslektaşım Prof. Dr. Murat Sülün ile eserin çevirisini üstlenen Prof. Dr. Necdet Çağıl, Prof. Dr. Ömer Çelik, Prof. Dr. Adil Bebek, Yrd. Doç. Dr. Muhammed Coşkun ve diğer kıymetli meslektaşlarım da takdir ve şükranla anılmaya layıktır.

Gerek dil gerek imla ve ifade açısından “Keşşâf Tefsiri” adlı çeviri hakikaten güzel bir ilmî çalışma hüviyetindedir. Lakin beşer hata ve nisyan ile malul bir varlık olduğundan, çeviride küçük çaplı bazı problemler de göze çarpmaktadır. Bakara 2/20. ayetin tefsirinde geçen “ed-delîlü aleyhi beytü’l-hamâse” ifadesinin, “Bunun delili hamâset beytidir” şeklinde çevrilmesi bu bağlamda örnek verilebilir. Söz konusu ifadedeki “beytü’l-hamâse” tamlaması Arap edebiyatındaki bir şiir türüne (kahramanlık şiirlerine) değil, ünlü Arap şairi Ebû Temmân’ın el-Hamâsetü’l-Kübrâ (Dîvânü’l-Hamâse) adlı eserindeki bir beyte işaret ediyor olsa gerektir.

***

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki Zemahşerî maddesini Doç. Dr. M. Suat Mertoğlu Hoca’yla birlikte yazmamız hasebiyle el-Keşşâf’ın çevirisinde, çorbaya tuz katkısı kabilinden olmak üzere Murat Sülün Hoca’ya Mülk, Kalem gibi birkaç Mekkî surenin çevirisini yapma taahhüdünde bulunduğumu bu vesileyle belirtmek isterim. Bununla birlikte dinî ilimler alanındaki temel eserlerin Türkçeye çevrilmesine prensip itibarıyla pek sıcak bakmadığımı da söylemeliyim. Şu an bazı bazı okurlarımızın, “Hocam, bu ne perhiz…” dediklerini duyar gibiyim. Lütfen, müsaade buyurun, meseleye hem menfi hem müspet açıdan bakılabileceğini ifade edeyim. Meselenin menfi tarafı şudur: Meşhur hadis mecmualarının Türkçe’ye çevrilip geniş okur kitlesiyle buluşturulması neticesinde gördük ki temel dinî eserlerin tercümeleri birçok okuyucu tarafından fetva metinleri gibi kullanılmaktadır. Daha açıkçası, bazılarımız, sözgelimi Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’inin Türkçe çevirisini okurken fıkhî muhtevalı bir hadisin tercümesinden hareketle bal gibi ictihadda bulunup yepyeni hükümler kurmaktadır.


Meselenin müspet tarafına gelince, bu konuda birçok şey söylenebilir. Fakat Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’nca yürütülen ilmî faaliyetlerle yakından ilgilenen İçişleri eski Bakanı Sayın Efkan Ala’nın özel bir sohbet sırasında bizimle paylaştığı şu çarpıcı değerlendirme, “İşin bu yönünü hiç düşünmemiştim” dedirtecek türdendir: İbn Sinâ, Zemahşerî gibi büyük âlimlerin eserlerini Türkçe’ye tercüme ettirip memleket sathındaki tüm il ve ilçe kütüphanelerine gönderdiğimizde, sözgelimi yüz bin kişi kütüphane raflarındaki bu eserleri temaşa etse, on bin kişi eliyle dokunsa, bin kişi birkaç sayfa karıştırsa, yüz kişi kısmen okusa, on kişi bu eserlerle ilgili olarak ilmî çalışma yapsa ve nihayet sadece beş kişi daha ileri düzeyde ilmî çalışmalara koyulsa dahi bu bizim için çok büyük bir kazançtır.