Tarafsız Bölge / CNN Türk | FETÖ ve Cemaatler | 30 Ağustos 2016


Vurun Ulan Vurun, Ben Kolay Ölmem!


Ahmed Arif’in şiirlerini çok severim, hele de kendi sesinden dinlemeyi. En çok da “Anadolu” şiirini severim. Bunun yanına “Otuzüç Kurşun” başlıklı şiirini de eklemeliyim. Hele de yakın geçmişten bugüne bütün bir millet olarak maruz kaldığımız alçakça saldırıları düşündükçe şu mısraları özellikle zikretmeliyim:

Vurun ulan, vurun; ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm, karnımda sözüm var haldan bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde, üç de kardaşını,
Üç nazlı selvi, ömrüne doymamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden,
Kirve, hısım, dağların çocukları,
Fransız Kuşatmasına karşı koyanda…

Üstadın ilk dizesi, içinden geçtiğimiz şu zor zamanlarda milletimizin metanetli duruşuna tercüman olsa gerek. Bu topraklarda yaklaşık bin yıldır Türk milletine vuran vurana; ama millet hâlâ dimdik ayakta… Ne var ki bu asil millet haricî düşmanlardan çok, kısıtlı ve sınırlı imkânlarla koynunda besleyip büyüttüğü yılanlar ve çıyanlardan muzdarip. İşbu habis yılanların sonuncusu, Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle, “âlim ve hoca görünümlü bir terörist, iblise ruhunu satan bir vaiz” müsveddesi ve insan demeye bin şahit isteyen müptezel ekürisi ve avanesi…

Çiğ süt emmiş insanoğlunun alçaklık kapasitesi o kadar geniş ki istiap haddi henüz bilinmiyor ve kimi alçaklıklara dağ taş bile dayanmıyor. Bir taraftan FETÖ, bir taraftan PKK, diğer bir taraftan DAEŞ’in Türk devletine ve milletine karşı ardı arkası kesilmeyen alçakça saldırıları, “Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem” dizesini hatırlatıyor. Birkaç gün önce Türkiye’yi ziyaret eden ve her hâliyle sahtekârlığın resmini çizen ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın özellikle Gülen alçağının Türkiye’ye iadesi meselesiyle ilgili sözleri ise yine Ahmed Arif’in, “Ay Karanlık” şiirindeki, “Dört yanım puşt zulası, dost yüzlü, dost gülücüklü, cigaramdan yanar, alnım öperler; suskun, hayın, çıyansı, dört bir yanım puşt zulası…” dizelerini hatırlatıyor.

Gerek Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tehditlere pabuç bırakmamanın ifadesi olarak sıkça tekrar ettiği, “Biz bu yola kefenimizi giyerek çıktık” sözünden, gerek Devlet Bahçeli’nin Yenikapı mitingindeki, “Türkiye tüm güzellik ve görkemiyle yeni bir sefere Yenikapı’dan başlamaktadır; Türk milleti kaderine sahip çıkmaktadır” sözünden, gerekse Kemal Kılıçdaroğlu’nun önceki gün Artvin yolunda yaşadığı suikast teşebbüsüne, “Bir canımız var, Allah’ın verdiği bir can; o da bu vatana feda olsun” diye tepki vermesinden de anlaşılacağı üzere bu millet hiçbir kahpelik ve kalleşliğe yenik düşmeyecektir. Başka bir ifadeyle, Türk milleti 15 Temmuz darbe teşebbüsünde ortaya koyduğu asil duruşu ve birliktelik şuurunu muhafaza ettikçe hiç kimse Türkiye’yi terör, tedhiş, darbe gibi yollarla terbiye edemeyecektir.

Bütün bu ifadelerimiz su katılmamış hamaset ve hamiyete hamledilebilir. Evet, bal gibi hamaset, bal gibi de hamiyettir. Çünkü ben bu topraklarda dünyaya geldim; Anadolu’yu ata yurdu, anavatan bildim; yemyeşil Giresun’u canım gibi sevdim. Yine ben bu devletin imkânlarıyla yetiştim. Hâl böyleyken, bir insanın yurdunu, milletini, devletini koruma gayreti hamasi retorik yargısıyla burun kıvrılacak bir şey midir? Ezcümle, mademki Ahmed Arif’in bir şiiriyle başladık, yine onun bir şiiriyle, Anadolu şiirindeki şu dizelerle bitirelim:

Öyle yıkma kendini, öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol, içerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne, üstüne; tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile, dayan iş ile, tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile, dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım, namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım, oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden, gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?

FETÖ Meselesini Dinî Bir Hikâyeye Dönüştürme Riski


FETÖ meselesi 15 Temmuz gecesinden itibaren tüm görsel ve yazılı medya organlarının değişmez gündem maddesi oldu ve hemen herkes bu mesele hakkında uzun boylu konuştu. Bu meseleyle ilgili konuşmalar ve yorumların çoğunlukla din referanslı olması dikkat çekici bir husustu. Ancak FETÖ’nün hemen her platformda din (İslam) açısından konuşulup tartışılması pek faydalı ve anlamlı olmadı. Çünkü bu saatten sonra FETÖ’nün sözde din anlayışının masaya yatırılması terminal evredeki kanser hastasına ilk kez tanı konulmasından farksızdı. Kaldı ki vaktiyle FETÖ bünyesinde yıllarını harcamış birkaç figürün neredeyse tüm televizyon kanallarını tek tek dolaşıp dedikodu tarzında sayısız saçmalık anlatması meselenin sulandırılması ve cıvık bir hâl alması gibi menfi bir durum yarattı.

***

Başka bir ifadeyle, söz konusu figürlerin itirafçı edasıyla anlattıkları saçma sapan şeylerin, sözgelimi Fethullah Gülen’in pis tırnaklarının ve iç çamaşırlarının teberrüken saklanıp kutsandığı yönündeki iğrenç hikâyelerin magazin kıvamında olması işin ciddiyetinin gözden kaçırılması riskine yol açtı. Bugün gelinen nokta itibarıyla FETÖ meselesi sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, psikiyatri gibi çeşitli alanların yanı sıra özellikle din-devlet-siyaset ilişkisi boyutuyla da değerlendirilmelidir. Bütün bunlara uluslararası derin devlet yapıları ve gizli servis irtibatları ile kriminal boyutlar da dâhil edilmelidir. Tek boyutlu değerlendirmelerin eksik ve kadük kalması mukadderdir. Çünkü karşımızdaki örgüt hem fikir/düşünce biçimi, hem örgütlenme modeli, hem de ilişki ağı itibarıyla ahtapot misalidir.

FETÖ meselesinin tüm boyutlarıyla ele alınıp etraflıca analiz edilmesi tek kişinin başarabileceği bir iş değildir. Bu işin devlet tarafından projelendirilip kurumsal düzeyde ve planlı şekilde yürütülmesi gerekir. 03-04 Ağustos 2016 tarihli Olağanüstü Din Şurası’nın sonuç bildirgesindeki beyana göre Diyanet İşleri Başkanlığı FETÖ meselesinin dinî boyutunu masaya yatırma işini üstlenmiştir. Ancak Diyanet’in hareket kabiliyeti ve refleksleri ağır bir kurum olduğu, ince eleyip sık dokuyayım derken enerji israfında bulunduğu bilinmektedir. Bu sebeple, meselenin dinî boyutuna ilişkin çalışmalarda YÖK marifetiyle ilahiyat fakülteleri, sosyal bilimler enstitüleri, hatta siyaset ve toplum araştırmalarına yoğunlaşmış düşünce kuruluşları ve vakıflar gibi kurumların da devreye sokulması ve ortaya çıkacak sonuçların mutlak surette tatbik mevkiine konulması gerekir.

***

Eğitim-öğretim sahamız ve müktesebatımızın ilahiyatla ilgili olması hasebiyle FETÖ meselesi hakkında yazıp çizdiklerimizin din çerçeveli olması gayet tabiidir. Ancak dikkat edilirse, bizim bu konuda ürettiğimiz metinler büyük ölçüde FETÖ’nün yapısal özelliklerini, referans mercilerini ve bu yapıya mensup alçakların dinî değerler, semboller ve kavramlar üzerinden neyi gerçekleştirmek istediklerini ortaya koymaya yöneliktir. Gülen ve ekürisinin manyaklıklarını sayıp dökerek meseleyi magazinleştirmek hiçbir şekilde ilgi alanımıza girmemektedir. Ayrıca meselenin dinî açıdan ele alınışında sadece sivrisineğin değil, FETÖ gibi sivrisinekleri üreten bataklık zemininin de hesaba katılması ve kritiklerin buna göre yapılması gerekir. Aksi halde bugün FETÖ gider, yarın bir gün ÇETO gelir.

Burada anlatmaya çalıştığımız husus, herhangi bir cemaati sırf cemaat olduğu için bertaraf etmek gerektiği düşüncesini ifade etmemektedir. Kaldı ki böyle bir düşünce hakikat tekelciliğinden ve dolayısıyla faşistlikten başka bir şey değildir. Bizim düşüncemiz, zülfüyâra dokunma pahasına geleneksel dinî düşünce kalıplarının kelâm (usûl-i din) açısından adamakıllı sorgulanması gerektiğine dair bir tekliftir. Bu teklif son derece önemlidir; zira son yazısında İlhami Güler’in de dikkat çektiği gibi, “Bazı Sünnî âlimlerin kitaplarında “Hz. Peygamber ölmedi” iddiası kayıtlı bulunduğu ve günümüzde kanaat önderi ya da din adamı sıfatıyla anılan/tanınan birçok kişi bu iddianın doğruluğunu savunduğu halde, FETÖ’cülerin, “Hz. Peygamber bizim olimpiyatlara katıldı; Fetullah efendi yakaza hâlinde Hz. Peygamber’le görüştü” tarzındaki beyanlarının aslında birer hezeyan olduğunu anlatmak ne kadar mümkün olabilir?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Ağustos 2016

Kırmızı Başlıklı Kızın Uzun Kollu Dedesi Fetullah


Uzun zamandan beri Fetullah ve avenesince temsil edilen münafıklık ve din sahtekârlığını kırmızı başlıklı kız masalıyla karikatürize etmişimdir. Şöyle ki evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal pireler berber iken bir varmış bir yokmuş… Benim gibi bazı kuşkucular hariç bu ülkedeki sayısız insan bir zamanlar, yani 1960’lı yılların ortalarından 17/25 Aralık sürecine kadar tıpkı kırmızı başlıklı kız gibi pek safça duygularla bu alçak Fetullah ve şebekesine kucak açıp elinden gelen her türlü desteği verir, hatta sözüm ona Türkçe olimpiyatlarında üç beş zenci veya çekik gözlü çocuk “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” şarkısını söyleyince milliyetçi duyguları coşup kendilerinden geçermiş; bu arada sayısız sözde entelektüel, aydın ve akademisyen de kâh Abant toplantılarına katılmak, kâh Zaman gazetesinde iki satır yazmak, kâh Samanyolu gibi televizyonlarda bir kez olsun konuşmak için adeta sıraya girermiş…

Bir tarafta bütün bu aymazlıklar ve fırıldaklıklar yaşanırken, diğer tarafta milletin bazı evlatları tıpkı hasta ninesini ziyarete giden kırmızı başlıklı kızın, “Buralara kadar gelip bana yiyecek getirdiğin için teşekkür ederim. Yaklaş da seni seveyim” diyen nine kılıklı kurttan işkillenmesi gibi Fetullah ve avenesinden derin kuşku duyarmış. Zira kırmızı başlıklı kızın, “Kolların neden bu kadar uzun büyükanne?” sorusuna, “Seni daha iyi kucaklayabilmek için” diye cevap veren kurt gibi, FETÖ’nün de “Türk Silahlı Kuvvetleri, yargı ve emniyet gibi tüm devlet kurumları abdestli, namazlı insanlar tarafından idare edilsin ve böylece devlet ile imanlı millet kucaklaşıversin” demesine bizim gibi kuşkucular hiç inanmamış, ama ne hikmetse hemen hiç kimseyi bu konuda ikna etmeyi başaramamıştır.

***

Kırmızı başlıklı kızın, “Kulakların neden büyük peki?” sorusuna gelince, Fetullah ve avenesinden hareketle bu soruya verilecek en doğru cevabın, başta devlet adamları olmak üzere belki milyonlarca insanın telefonlarını gizlice dinleyip havuzda biriktirdiği ses ve konuşma kayıtlarını dış piyasada CIA, Mossad gibi gizli servislerle paylaşmak, iç pazarda ise çok yönlü şantaj malzemesi olarak kullanmaktan ibaret olduğu 17/25 Aralık itibarıyla anlaşılmış ve fakat yine de gaflet uykusundan tam olarak uyanılamamıştır. Kırmızı başlıklı kızın, “Gözlerin neden kocaman peki?” sorusu da 17/25 Aralık sürecinde ve hatta daha öncesinde, kameralı röntgencilikle sayısız insanın mahremiyetine ve harim-i ismetine tecavüz olarak cevabını bulmasına rağmen gaflet yine ağır basmıştır. En nihayet Fetullah, kırmızı başlıklı kızın, “Dişlerin neden sivri peki?” sorusunu 15 Temmuz darbe girişimi olarak cevaplamıştır. Bereket versin ki bu aziz millet derhal imdada koşarak hem ülkeyi ve devleti hem de kendi izzet ve şerefini korumayı başarmıştır.

Evet, Fetullah alçağı ve avenesi yıllar boyu Allah deyip soru çaldığı, Peygamber deyip röntgencilik yaptığı, ahlak deyip ahlaksızlığın en iyi temsilini ortaya koyduğu halde ne yazık ki sayısız insan onca zaman bu yapıya yalakalık yapıp yaranmaya çalışmıştır. Bir nebzecik basiret ve feraset dahi bu alçak Fetullah ve avenesindeki haysiyetsizlik, karaktersizlik, riyakârlık, sahtekârlık, münafıklık gibi sayısız rezileti fark ettirdiği halde yıllar yılı bu melun yapıya kol kanat gerilmesi en azından benim için halen kanayan bir yaradır. Binlerce insanın günahına giren, sayısız ocak söndüren bu melunları onca zaman koruyup kollayan ve gönüllü destekle palazlandıran her kim varsa Allah’ından bulsun!

***

15 Temmuz tarihine kadar özellikle ilahiyat camiasından Fetullah’ın din bataklığı hakkında güçlü bir ses çıkmamasına gelince, bu sessizlik ve suskunluk kanımca gaflet ve dalalet kapsamında mütalaa edilmelidir. Birçok siyasetçi, iş adamı ve akademisyenin yıllar boyu FETÖ ile dirsek temasında bulunması ise gafletten öte, kazan kazan aritmetiği, parlak ikbal beklentisi ve kariyer hedefi gibi çıkarlara odaklı hıyanet kapsamında değerlendirilmelidir. Peki ya geçmişte FETÖ’nün hemen her davetine iştirak eden, dinlerarası diyalog gibi ilhâdî projelere katkı veren, hatta Fetullah’ın müctehid olduğuna dair müstakil eserler telif eden kişilerin bugün yine sütten çıkmış ak kaşık gibi arz-ı endam etmelerine ne demeli?.. Son söz olarak Ömer Lekesiz’in şu ifadeleri isabetli olsa gerektir: “Hani FETÖ başı vatansever bir İslam âlimiydi? Onu bu sanla parlatmak için müstakil kitap yazanlara, gazete yazıları döşeyenlere bu günah dünya ve ahirette yeterli gelecektir.”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Ağustos 2016

Kitap | Kur'an, Vahiy, Nüzûl

İlginçtir, Kur’ân-ı Kerîm diğer bütün kutsal metinlerden daha fazla ilmî çalışma ve araştırmaya konu olduğu, belki de bütün kitaplardan daha fazla hakkında konuşulduğu, üstelik mastar veya isim olarak yetmiş kadar ayette anıldığı ve on beş asırdır müslümanların dilinde vird-i zeban gibi dolaştığı halde “Kur’ân” lafzının hangi dilden, hangi kökten türediği ve tam olarak ne ifade ettiği meselesi halen netleştirilebilmiş değildir.

Sipariş Seçenekleri

kitapyurdu
babil.com
PTT Kitap

İndirilmiş Din ile Uydurulmuş Din Söylemi


Son zamanlarda sıkça duyduğumuz “indirilmiş din-uydurulmuş din” söyleminin patenti kime aittir, bilmiyorum. Ancak ben bu sükseli söylemdeki “indirilmiş din” tabirinin anlam coğrafyasıyla ilgileniyorum ve bilhassa “İndirilmiş din budur” demenin ilmî açıdan hesabı verilebilir bir söylem olup olmadığı meselesini tartışmak istiyorum. Anladığım kadarıyla, “indirilmiş din” tabiri paradigmatik olarak dinî alanı gelenekten arındırma ve hüküm kaynağı olarak doğrudan doğruya nassa, hususen Kur’an’a başvurma anlayışını ifade ediyor. “Uydurulmuş din” ise dinî alanda katı gelenekçiliğe ya da gelenek fetişizmine işaret ediyor.

İslamiyet’in ilk asırlarından itibaren dinî düşüncenin gelenekçilik ve yenilikçilik diye ifade edebileceğimiz iki fikrî damar arasındaki gerginlik zemininde kendini ürettiği, sözgelimi Ehl-i hadis ekolünün gelenekçi, Ehl-i rey ekolünün de şu veya bu şekilde yenilikçi damarı temsil ettiği söylenebilir. Bu iki ekol arasındaki ilmî ve fikrî gerginliğin son yüzyıllara kadar İslam dünyasını taşıdığı halde son birkaç yüzyıldaki çok boyutlu umumi krizin aşılmasında yetersiz kaldığı, bu yüzden de dinî düşüncenin rekonstrüksiyonu noktasında arayışlar başladığı tespitinde bulunulabilir ve “indirilmiş din-uydurulmuş din” retoriği de bu yeni arayışlar kapsamında değerlendirilebilir.

***

Ne var ki “indirilmiş din” tabiri çok tehlikeli bir noktayı imlemektedir. Öncelikle, herhangi birimizin “indirilmiş din” adına “uydurulmuş din” eleştirisi yaptığı iddiasında bulunması, kendini -haşa- Allah’ın yerine koyması anlamına gelir. Çünkü “İndirilmiş din budur” demek, bir bakıma, “Allah din konusunda ne kastettiyse, ben de tam olarak onu söylüyorum” demektir. Bunun içindir ki tefsir geleneğinde birçok büyük müfessir herhangi bir ayetle ilgili farklı görüşleri ve kendi tercihlerini zikrettikten sonra “vallâhu a’lem bi-murâdih” (Ne kastettiğini en iyi bilen, Allah’tır) demeyi ilke edinmiştir.

Mutlak hakikati temellük iddiasında bulunmak ve tek hakikatçi dille konuşmak hiçbirimizin haddi değildir. Kaldı ki içimizden birinin “indirilmiş din” dediği şey, bir diğerimiz için “uydurulmuş din” olarak görülebilir. Diğer taraftan, her birimiz hata ve nisyan ile malul bir beşeriz. Kısacık hayat hikâyemizde kaç kez yanıldığımızın haddi hududu belirsizken, hangi cüretle “İndirilmiş din bizden sorulur” derecesine konuşabiliriz? Dinî alanda söylediğimiz hemen her şey, özellikle aklımız ve düşünce tarzımızı şekillendiren tarihsel koşullara bağlı birer yorumdan ibarettir. Kur’an’ın herhangi bir ayetine verdiğimiz mana ve meal de yorum alanına dâhildir. Her meal düpedüz te’vil, yani çeşitli anlam ihtimallerinden birini tercihten ibarettir.

***

Metin içi ve metin dışı deliller ve karinelere istinaden farklı görüşler arasında tercih yapabileceğiniz gibi yeni bir görüş de üretebilirsiniz. Ancak kendi görüşünüzü “indirilmiş din”, başka görüş ve tercihleri “uydurulmuş din” diye kategorize edemezsiniz. Çünkü murad-ı ilâhînin zuhur ettiği mahal ve makam siz değilsiniz. Aynı şekilde İslam ilim geleneğindeki bir yorum ve ictihadı tenkit edebilirsiniz; fakat topyekûn geleneğe “uydurulmuş din” diyemezsiniz. Ayrıca “uydurulmuş din” gerekçesiyle tasfiye ettiğiniz geleneğin boşluğunu kendi öznelliğinizle doldurduğunuzu ve bu dolguyu da “indirilmiş din” diye sunduğunuzu itiraf etmelisiniz.

Öte yandan, “indirilmiş din” dediğiniz yorumun bilgi tabanını, “Bu ayet şunu söylüyor” deme imkânınızı ve hatta Kur’an’daki herhangi bir kelimeyle ilgili anlam stokunuzu bile geleneğin devamlılık ve taşıyıcılık işlevine borçlu olduğunuzu bilmelisiniz. Hâliyle, geleneğe karşı topyekûn inkârcı tutumun, kendi atanız ve babanızı inkârdan pek farklı olmadığını bilmekle mükellefsiniz. Babanızın bazı huylarını sevmeyebilir ve eleştirebilirsiniz; fakat şu huyları ve davranışları hoşuma gitmiyor diye babanızı reddetmenin kendinizi soysuzlaştırmak anlamına geldiğini de bilmelisiniz. Ayrıca gelenek karşıtlığını takıntı haline getirdiğinizde, bu tutumun sümük-i şerifçileri çoğaltacağını göz ardı etmemelisiniz. Uzun lafzın kısası, fiyakalı retorikler üretirken, şehvet-i kelamın keyfi kadar muhtemel polemiklerin toplumsal tabandaki maliyetlerini de hesaba katmakla mükellefsiniz.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Ağustos 2016

Cemaat Kavramının Talihsizliği


1960’lı yılların ikinci yarısında kayıt dışı bir dinî yapı olarak ortaya çıkan Gülenci hareket zaman içerisinde hem siyasi iktidarlara yanaşmak, hem de askeri erkâna yalakalık yapmak suretiyle palazlandı ve nihayet kırk yıllık macerasını ekmeğini yiyip suyunu içtiği vatana ihanetle noktalayan bir örgüt olarak kodlandı. Özellikle Tek Parti döneminde dinî alana yoğun baskı uygulanması bu tür merdiven altı ve kayıt dışı dinî yapıların oluşumunda önemli rol oynadı. Ancak bu yapılar salt oluşmakla kalmadı, zaman içerisinde kendilerine özgü dinî anlayışlar da oluşturdu. Bu durum mezhep içinde mezhep, meşrep içinde meşrep peyda olması gibi bir sonuç doğurdu. Rûm 30/32. ayetteki küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn ifadesinde işaret edildiği gibi, her cemaat kendine özgü meşrebinden gayet memnun ve mutluydu.

Aslında bu, “Sizin dininiz size, bizimki bize” diye ifade edilebilecek bir ayrışma tablosuydu. Bu tabloda toplumun kahir ekseriyetince benimsenen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi teorik düzeyde kapsayıcı ve kuşatıcı bir mezhebi ifade etse de pratik düzeyde birlik ve bütünleşme adına hemen hiçbir anlam taşımaz oldu. Çünkü cemaat kavramı artık dinî alanda birlik ve bütünleşmeyi değil, irili ufaklı gruplar halinde bölünmeyi ifade ediyordu. O kadar ki birimizin, “Ben Ehl-i Sünnet mezhebindenim” demesi bile hemen hiçbir şey ifade etmiyor; çünkü Sünnîliğin sıhhat ölçütleri muhtelif cemaatlerce belirleniyor, dolayısıyla her birimizin itikaden cemaatler nezdinde akredite edilmesi gerekiyordu.

AK Parti döneminde dindarlara geniş alan açılıp rahat nefes alma imkânı sağlanmasıyla birlikte birçok cemaat, kendisine rakip veya hasım gördüğü diğer cemaatler ve dinî grupları saf dışı edip kendi nüfuz alanını genişletmek için mafyavari yöntemlere tevessül etmeye başladı. Bu durum bir bakıma rahat batması sendromuydu. Fethullahçı örgüt ise hem mülevves tabiatı hem de gizli yapılanmasıyla bambaşka bir arızaydı. Çünkü bu örgüt ceviz ağacı gibi kendi gölgesinde hiç kimseye rahat nefes aldırmıyordu. Aslında diğer cemaatler de bencillik ve özseverlik bakımından pek farklı sayılmazdı; ancak bunların mecmuu, palazlanma safahatını henüz tamamlamadığından pek göze batmadı ve tehlike algısına konu olmadı.

Merdiven altı ve kayıt dışı dinî yapılarla ilgili en temel sorunlardan birisi bin küsur yıllık dinî ilim, hüküm ve kaynak hiyerarşisinin alt üst edilmesi ve buna bağlı olarak dinin istismar aygıtına dönüştürülmesidir. En ciddi istismar ve manipülasyon, cemaat yapılarında dinin lahûtî kaynağına alternatif nâsûtî otoriteler ve hiyerarşiler tesis edilmesidir. Tıpkı FETÖ’nün başındaki Fetullah gibi, diğer cemaatlerde de şeyhler, pirler ve üstatların birer “Şârî” kabul edildiği hemen herkesin bildiği bir şeydir. Öyle ki bir cemaat kendi şeyhinin ağzından çıkan sözü sübut ve delaleti kati nas gibi telakki etmekte, bir diğer cemaat ise pirinin şer’î ahkâmla çatışan beyanlarında derin hikmetler aranması gerektiğini düşünmektedir. Fakat sonuçta her bir cemaatin müntesipleri mutlak sadakatle bağlandıkları fanilerin bir kez olsun yanılabileceğini kabullenmemeye sanki ant içmişledir. Cemaat tezgâhından geçen insanların mankurtlaşması işte böyle bir şeydir.

Bu açıdan bakıldığında, kimi zaman sezaropapistlik, kimi zaman da idare-i maslahatçılık açısından tenkit edilen Diyanet’in özellikle açık kimliğinden dolayı hem denetlenebilir hem de sorgulanabilir bir müessese olduğu söylenebilir. Diyanet’e ait din söylemlerinde yavanlık gibi bazı sorunlardan söz edilebilirse de sonuçta tüm sorunlarına rağmen bu kurumun hiçbir cemaatle mukayese edilemeyeceği kesindir. Aynı hüküm imam-hatipler ve ilahiyatlar için de geçerlidir. İmam hatip okulları özellikle 1980’li yıllardaki enerjisinden çok şey kaybetmiş olabilir; keza ilahiyat fakülteleri ilmî performans açısından yetersiz görülebilir, hatta umumi tembellikle de itham edilebilir. Ancak bu iki kurumun fabrika ayarları farklı görüşler ve yönelimleri benimsemiş insanları bir arada tutma işlevine sahiptir. Dolayısıyla bu kurumlar tornadan çıkmış ve mankurtlaşmış tipolojiler üretmemektedir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ağustos 2016 

Türkiye'nin Gündemi | FETÖ, Dini Nasıl Kullandı? | 31 Temmuz 2016


Sâdeddin Köpeklik ve Postalseverlik Geleneği


Selçuklular ve Osmanlılardan bugüne değin Anadolu coğrafyasında entrika, kumpas ve ihanet girişimlerinin ardı arkası kesilmiyor. Hırsızın çok kere evin içinde olması ve bu yüzden kapının kilit tutmaması nedendir, tam olarak bilinmiyor. Bu kötü gelenek kısmen devlet babacılık, törecilik ve örf-i sultânîcilikle, kısmen de İran/Acem devlet geleneği ve Bizans müesseselerinden etkilenmişlikle ilgili olabilir. Son derece önem arz eden bu konunun etraflıca araştırılması gerekir. Türklerin İslam’ı kabul ettikleri günden bu yana dinî değerlerin ferdî düzeyde çok etkili olduğu ve dönüştürücü rol oynadığı tartışma götürmemekle birlikte, kurumsal düzeyde, bilhassa devlet geleneğinde İslam’ın yüzey cilalamaktan ve çok kere de istismar konusu olmaktan fazla bir işlev görmediği söylenebilir.

Bu tuhaf durum, Ertuğrul dizisinden tanıdığımız Sâdeddin Köpek figürüyle örneklendirilebilir. İranlı tarihçi İbn Bîbî, Köpek’in cömert ve hoşsohbet biri olarak halka çok iyi davrandığını, mazlumlara yardım edip zalimleri şiddetle cezalandırdığını, özellikle iktâ sahiplerinin haksız vergi almalarını önlediği için çiftçiler tarafından çok sevildiğini aktarır. Buna mukabil aynı Köpek devlet işlerinde soysuz, müfsit, hain ve habis gibi sıfatlarla muttasıf bir kumpas ve entrika piri olarak karşımıza çıkar. II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in atabegi Şemseddin Altunaba’yı öldürtmek, İzzeddin Kılıcarslan’ın annesini boğdurtmak, Tâceddin Pervâne’nin Ankara’da recmedilerek öldürülmesini sağlamak, Kemâleddin Kâmyâr’ı katlettirmek gibi kumpaslara imza atan Köpek, Selçuklu tahtına oturmak ve bunun için de hanedana mensubiyetini ispatlamak adına kendisinin I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in gayrimeşru çocuğu olduğu iddiasında bulunacak kadar da soysuzlaşır. Ancak sonunda sultanın şaraphanesinde şarabdâr ve adamları tarafından katledilir; cesedi demir bir kafes içine konularak Kubâdâbâd Sarayı’nın kale burcuna asılır ve böylece su testisi su yolunda kırılır.

***

Tanpınar Beş Şehir’de Konya ve Anadolu Selçuklularıyla ilgili olarak şunları aktarır: “Kösedağ Muharebesi’nden sonra genç hatta çocuk yaşta tahta çıkan ve bir türlü rüşt sahibi olamayan gölge hükümdarların, İlhânîler tarafından yarlıkla (fermanla) nasbedilmiş veya nüfuzları teyit edilmiş sözü padişahtan bile üstün vezirlerin, emirlerin, naiplerin, pervanelerin devri başlar. İki merkeze birden bağlı olmanın sebep olduğu entrikalar, iç harpler, aşiret hoşnutsuzluk ve isyanları birbirini kovalar. Muhteris, maceraperest şehzadeler, her an dışarının müdahalesini memleket üzerine çekerdi. Kimi Moğol saraylarından hükümdarlık dilenir, kimi Bizans’tan aldığı yardımla tahta geçer… Bitmez tükenmez entrikaları, isyanları, ihanetleriyle, zehir, hançer ve yay kirişleriyle ölümleri -zamanın örfüne göre sülâleden prensler kendi yaylarının kirişiyle boğulurdu- biri sönünce öbürü kurulan aristokrat ve çoğu büyük âlim, vezir ailelerinin hususî politikalarıyla Anadolu tam bir Ortaçağ sonu yaşar. Hoyrat ve şehevî II. Keykubad bir ziyafet sofrasında lalası tarafından Altınordu yolunda zehirlenir. IV. Kılıç Arslan kendisini tahta çıkaran Muînüddîn Pervane tarafından bir ziyafet sofrasında -şüphesiz Moğolların tasvibiyle- boğulur.

***

Osmanlı’ya gelince, III. Ahmed devrinde Patrona Haliller -ki Patrona isyanı, kızının düğünü münasebetiyle İstanbul’a gelen Sadâret Kethüdâsı Mehmed Paşa’nın kaymakam paşayı ve yeniçeri ağası Hasan Ağa’yı isyan hakkında uyardığı halde âsilere karşı ciddi güvenlik tedbiri alınmaması gibi yönleriyle 15 Temmuz darbe teşebbüsünü anımsatır-, III. Selim devrinde Kabakçı Mustafalar ve II. Süleyman devrinden (1687-1691) Sultan Abdülaziz dönemine kadar Yeğen Osman, Kara Murad, Hüseyin Avni gibi paşaların “postalseverlik” diye de ifade edebileceğimiz sayısız entrika, kumpas, isyan ve ihanete imza attıkları malumdur. Diğer taraftan Osmanlı devlet geleneğinde kardeş katliyle ilgili meşhur uygulamalar, on dokuz şehzadeyi boğdurtmak suretiyle kardeş katli rekorunu elinde bulunduran III. Mehmed gibi padişahlar ve gün yüzü görmeyen şehzadeler de bambaşka trajik mevzulardır. Sözün özü, bu topraklar sadece küffârın değil, içimizdeki hainlerin de döktüğü şehit kanlarıyla sulanmış bir vatandır. Devletle ilgili hainlik geleneğinin kökünü kazıyıp kıyamete kadar sonlandırmak mümkün olmasa dahi bundan böyle hainler konusunda bir an bile tedbirsiz davranmamak ve FETÖ’cüler gibi tescilli hainleri hukuki nizamdan sapmaksızın en ağır şekilde cezalandırmak devletin boynuna borç olmalıdır.

Bin Nasihat Bir Musibetten Evlâ Olsun Artık!


Gönül isterdi ki bin nasihat bir musibetten evla olsun; ama maalesef olmadı. Dahası, FETÖ’cü alçakların darbe teşebbüsü “bir musibet bin nasihatten evladır” sözünü bir kez daha doğruladı. Uzun zaman boyunca kendilerini barışçıl eğitim gönüllüleri olarak lanse eden ve son zamanlara kadar hoşgörü, alçakgönüllülük gibi yumuşak kavramlarla konuşmayı yeğleyen aşağılık Gülen ve mankurtları din ve dinî değerler üzerinden sayısız insanı ayartmakla kalmadı, pervasız talepkarlık ve arsızlığını vatana millete hizmet ambalajıyla siyasete pazarlamayı da başardı.

Aslında din sadece FETÖ’de değil, dinî semboller ve referanslar kullanan birçok cemaat ve harekette de hem meşruiyet kazanma hem de aklanma işlevi gören bir aparat mesabesindedir. Türkiye’deki dinî cemaatler ve hareketlerin pek çoğu kendi işini avukata havale edip başkasının işleriyle meşgul olan kimselerden müteşekkil tüzel kişilikler gibidir. Başka bir ifadeyle, bu cemaatler asıl işlerini ve işlevlerini rafa kaldırıp olmadık işlere burun sokmakla mümeyyizdir. Birçok üst düzey kamu kurum ve kuruluşunda ehliyet ve liyakatten ziyade “bizimkiler” ölçütüne itibar edilmesi ve bürokratik mekanizmanın bir bakıma aşiret sistemi gibi işletilmesi çeşitli cemaatlerin devlet içerisinde derebeylikler kurup istedikleri gibi at oynatmalarına imkân sağlamaktadır. Bugün kamu kurumlarında vaziyeti kurtarmak adına yapılan geniş çaplı tasfiyeler durumun vahametini ortaya koymaktadır.

Cemaatler uzun zamandan beri dinden ziyade dünya işleriyle meşgul olmakta, tabir caizse, din üzerinden devşirdikleri sermayeyi dünyevî alanlara yatırmakta, özellikle de devletin kritik kurumlarında ve çeşitli bakanlıklarda kolonileşmeye çalışmaktadır. Bu arada kendilerini Diyanet’e alternatif olarak takdim etmeyi de elden bırakmamaktadır. Diğer taraftan son zamanda kendisini siyasi iktidar nezdinde akredite olmuşluk vasfıyla tanıtan yeni bir oluşum itikat tashihciliğine soyunarak hem nüfuz alanlarını genişletme gayretiyle ön plana çıkmakta, hem de husumet besledikleri veya kendilerine rakip gördükleri grupları yaftalamak suretiyle darbe fırsatçılığı yapmaktadır. Dahası, 17/25 Aralık hadisesi patlak verdiğinde, bekle-gör politikasıyla, “Bakalım, bu kavgada kim galip gelecek” diye uzun süre bekleyen, hükümetin galebe çaldığı kesinlik kazanınca FETÖ aleyhine kükreyen birçok dinî grup, şimdilerde demokrasi nöbeti adına bülbül gibi şakımaktadır.

15 Temmuz vakası gibi ikinci bir musibet bin nasihatten evla olmasın dileğiyle şunu belirtmeliyim ki tüm cemaatler kendi sivil alanlarına çekilmeli, bundan böyle siyaset, hükümet ve devletle senli-benli ilişki kurmak suretiyle kabak tadı vermelerine müsaade edilmemelidir. Aksi halde FETÖ örneğinde olduğu gibi şımarıp arsızlaşmaları ve palazlandıkça devletin başını ağrıtmaları kaçınılmaz görünmektedir. FETÖ gibi patolojik yapıların devlete sızıp yuvalanmasında siyaset geleneğimizdeki kötü alışkanlıkların başat rol oynadığı kesindir. Bu alışkanlıklardan biri, dinî cemaatlerin birer aşiret gibi görülmesi ve kendileriyle ivazlı-garazlı ilişkilere girilmesidir. Siyaset ile dinî cemaatler arasında bu tür bir ilişki kurulduğu sürece, “Lanet olası FETÖ nasıl bu hale geldi” diye yakınmak nafiledir. Yine siyaset ve devlet ile cemaatler arasında ahbap çavuş ilişkisi bulunduğu sürece, icap-kabul ve alışveriş prosedürünün işlemesi de gayet tabiidir. Haliyle, geçmiş yıllardaki birçok KPSS sınavlarında olduğu gibi sayısız insanın hakkının yenilmesi ve sonuçta binlerce mağdurun/mazlumun ahından dolayı ağır maliyetler ödenmesi mukadderdir.

Bu vesileyle, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün devlet katında serinkanlı ve teennili şekilde değerlendirilmesi gerektiğini de belirtmek gerekir. Tüm FETÖ’cülerin iflahı kesilmeli, ancak darbe fırsatçılarına da prim verilmemelidir. Özellikle insanların şahsi husumet ve hesaplaşma arzusuyla birbirleri aleyhinde muhbirlik yapmak gibi ahlaksızlıklara tevessül edebileceğini dikkate alarak kurunun yanında yaşın yanmamasına azami özen gösterilmeli, dolayısıyla soruşturma prosedürü somut bilgi, belge, tanık gibi maddi unsurlar refakatinde işletilmelidir. Yok eğer devlet “Kavgada yumruk sayılmaz” derse, bu durum sapla samanın birbirine karışmasına yol açmanın yanında aşağılık FETÖ’cülerin ekmeğine de yağ sürebilir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk -  27 Temmuz 2016