Diyanet'ten İmam Hatip Eleştirisi | Habertürk Manşet | 20 Aralık 2019


Diyanet İşleri Başkanlığı imam-hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerindeki eğitim kalitesinin arzu edilen düzeyde olmadığı tespitinde bulundu.

Öğrenci sayısı 1 milyon 300 bine ulaşan 5 bin 138 imam-hatip lisesi ve sayısı son 8 yılda 22’den 105’e çıkan ilahiyat fakültelerindeki eğitim kalitesine yönelik eleştiriler ve tespitler Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 2019-2023 stratejik planı raporunda yer aldı. Raporda personelin eğitim seviyesi yükseldiği halde imam-hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerindeki eğitim kalitesinin arzu edilen düzeyde olmadığı belirtildi. Din hizmetlerinde istihdam edilen personelin niteliklerinin arttırılması için yeni politikalar geliştirilmesi gerektiği vurgulandı. Mesleki gelişim faaliyetleriyle personelin niteliklerinin vatandaşların ihtiyaçlarına göre geliştirilmesinin hedeflendiği ifade edildi.

Habertürk Manşet'te Mehmet Akif Ersoy, konuğu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile Diyanet'in "imam-hatip" eleştirisi hakkında konuştu.

Tarihselcilik Konuşmaları 9 - Yahudilik ve Hristiyanlık Kıssaları


Tefsir-Klasik Metin Okumaları 2019/4 | Aralık 2019


Kur'an Mealleri ve Metin-Merkezci Yorum


Türkiye’nin yakın tarihindeki dinî düşünce hareketlerinde önemli bir yere sahip olan “meal” kavramı ilk planda Kur’an mesajının İlahiyat alanında ilmî ve entelektüel birikim sahibi olmayan insanlar tarafından da kolayca anlaşılmasını sağlama ya da Kur’an mesajını yediden yetmişe tüm müslüman kitleyle doğrudan buluşturma amacına yönelik çabalara işaret ediyor görünse de bu kavramın anlam spektrumu son dönem Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çok boyutlu modernleşme projelerinin yanı sıra milliyetçilik, ulus devlet ve İslamcılık gibi ideolojilere ait birçok unsur da içerir. Bu bakımdan, meal, özellikle modern Türkiye’de hiçbir zaman salt İslam’ı ve İslam’ın en temel kaynağı olan Kur’an’ı daha sağlıklı şekilde anlama meselesine indirgenebilecek bir kavramsal içeriğe sahip olmamıştır. Başka bir ifadeyle, Osmanlı’nın son dönemlerinde, yani Tanzimat sürecinde ortaya çıkmaya başlayan ve II. Meşrutiyet döneminde hararetle tartışılan “Türkçe Kur’an” ve “Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi” projesinden, 1920-1930’lu yılların Türkiye’sinde uygulamaya konulan agresif modernleşme projelerinin dinî alandaki yansıması olan “ana dilde ibadet” meselesine, keza 1980’li yılların sonlarında kendinden çok söz ettiren “Mealcilik” tecrübesinden günümüz Türkiyesinde de hâlen ciddi bir ilgi gören Kur’an merkezli İslam anlayışına kadar birçok önemli konu ve olgu “meal” kavramıyla ilgili inceleme-araştırma alanına dâhil edilebilir.

***
Kur’an Araştırmaları Merkezi (KURAMER) tarafından 28 Aralık 2019 Cumartesi günü İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İSAM konferans salonunda düzenlenecek olan “Kur’an Mealleri ve Metin-Merkezci Yorum” sempozyumu özellikle Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’ndeki dinî düşünce üzerinde hatırı sayılır etkiler yaratan, daha açıkçası bir yönüyle geleneksel dinî düşünceyi sorgulama, tartışma ve belli bir kurumsal dinî yapıya intisapsız bir akıl-iradeyle “İşin aslı nedir?” sorusunun cevabını arama konusunda kişiye özgüven ve cesaret aşılayan, ancak diğer bir yönüyle de klasik İslâmî ilimler hiyerarşisini alt üst edip Kur’an ve tefsirle meşguliyetin tabir caizse harcıâlem bir işmiş algılanmasına ve hatta Kur’an’a ilgili duyan herkesin kendini tefsir otoritesi sanmasına yol açan meal olgusu ve meal merkezli din tasavurunu çok farklı boyutlarıyla masaya yatırmayı amaçlamaktadır. İki oturumdan oluşan sempozyumda “Kur’an Mesajının Anlaşılmasında Meallerin Yeri ve İşlevi (Meal Merkezli Din Anlayışının Genel Karakteristiği)”, “Tenzil Dönemi Sonrasındaki İlmî ve Mezhebî Gelişmelerin Mellaerdeki Yansımaları”, “Meal Kavramının Mahiyeti, Tarihçesi ve Mealcilik Tecrübesi”, “Meallerde Anakronizm Sorunu”, “Meallerde Bağlam ve Otantik Anlam Sorunu”, “Meal Yazıcılığını Tetikleyen Psiko-Sosyal Sebepler” başlıklı bildiriler sunulacak ve bütün bu bildirileri genel çerçevede müzakere etmek üzere birçok tefsir akademisyeni hocamız da programa bizzat katılacaktır. 

Kuramer’in bugüne kadar düzenlediği sempozyum ve çalıştay gibi tüm faaliyetlerde azami özenle dikkate alınan temel ölçütlerden biri, inceleme-araştırma ve tartışma konusu olan her meselede ilmî usullere riayettir. Bir diğer temel ölçüt, konuların farklı yönleriyle ele alınması, dolayısıyla çok sesliliğin tehlike ve tehdit değil, daha isabetli olan fikir ve görüşün tebellür etmesine imkân verecek bir ilmî zenginlik sayılmasıdır. Oysa bugün KURAMER ve KUR’AN ÇALIŞMALARI VAKFI gibi birkaç kurum haricinde, dinî konularda çalıştay, sempozyum gibi programlar tertip eden mahfillerin hemen tamamında “kendi çalıp kendi oynamak” sözünde ifadesini bulan bir tek sesliliğin hükümferma olduğu malumdur. Ayrıca, herkesi kendimize benzetmeye çalışmanın veya sadece bizim gibi düşünenlerin fikir ve görüşlerini dikkate almanın veyahut dinî düşünce alanında tek görüşü mutlak hakikat olarak dayatmanın sorma, sorgulama, dinleme, empati kurma, anlama, anlamaya çalışma gibi insani kabiliyetlerini kaybetmiş mankurtların hemen her yerde pıtrak gibi çoğalmasından başka bir sonuç vermeyeceğini uzun uzadıya anlatmaya da hacet yoktur.   

***
Hâsıl-ı kelam, geçmiş tarihlerde Kuramer tarafından düzenlenen “Kur’an ve Pozitif Bilim”, “Zâhirî ve Selefî Din Yorumu”, “Kur’an’ın Bâtınî ve İşârî Yorumu”, “Beklenen Kurtarıcı İnancı”, “İslam Geleneğinde ve Günümüzde Cihad” gibi sempozyumların tümü gerek ele alınan meseleler gerekse bildiri sunan ve müzakerede bulunan figürler açısından, “Bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar” fehvasınca birçok farklı görüş ve anlayışın ilmî usuller dâhilinde kendini özgürce ifade etmesi gerektiği düşüncesine göre planlanmış ve bu planlamaya mutabık şekilde de uygulanmıştır. Bu yüzden, kimi çevrelerin sabah-akşam dillerine doladıkları KURAMER’in dinî alanda salt belli bir görüşün kurumsal temsilciliğine soyunduğu yönündeki iddiaların düpedüz “BÜHTAN” olduğunu söylemek lazımdır. Hele de bazı akademisyenlerin pervasız bir üslupla KURAMER’in ilmî faaliyetlerine yönelttiği ağır ithamlar kelimenin tam manasıyla “namertçe saldırı” olarak kodlanmalıdır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Aralık 2019

Müphemlik Kültürü ve Müphemlik Hoşgörüsü


Başlıktaki iki tabiri birkaç ay önce instagram hesabımda da paylaştığım bir eserden, Thomas Bauer’in “Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı Bir İslâm Tarihi Okuması” (çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul 2019) adlı eserinden ödünç aldım. Bauer, bugün dinî düşünce alanında hemen her birimizin az çok muallel olduğu müzmin bir hastalığa dair çok önemli tespitler içeren bu eserinin önsözünde müphemlik kültürü ve hoşgörüsüne dair şöyle der: “Belli ki birilerinin kendi norm ve değerlerinin münhasıran geçerlilik kazanması için dayatmadığı, birbiriyle bağdaştırılması zor olan normların ve değerlerin yan yana durabildiği toplumlar vardır; dahası, belli ki birbirine aykırı normların ve değerlerin bir ve aynı bireyde barış içinde yan yana barınması mümkündür. Böylesi toplumlarda insanlar hayatın belirsizlikleri ve çok anlamlılıkları karşısında daha rahattırlar; sorgulanamaz hakikatlere erişmek yerine, muhtemelin arayışı içinde olmaya razıdırlar… Bu fenomeni tasvir etmek için, psikolojiden gelen ve kültür bilimlerinde henüz hak ettiği yeri bulamamış olan müphemlik hoşgörüsü kavramına el atıyorum. Oysa kültürler ve çağlar, büyük ölçüde, insanların çokanlamlılığı, müphemliği, çeşitliliği ve çoğulluğu nasıl hissettiklerine ve bununla nasıl baş ettiklerine bağlı olarak farklılaşırlar. Bazı zamanlarda ve yerlerde insanlar bütün müphemlikleri olabildiğince yok etmeye ve bir kesinlikler ve mutlak hakikatler dünyası yaratmaya çalışırlar. Başka yerlerde ve başka zamanlarda ise insanlar müphemliği gemlemekle yetinirler. Dünyayı anlamanın ve yorumlamanın sonsuz olanakları burada da azaltılır. Fakat bu olanakları tasfiye etmeye değil, sadece onları beraber iyi yaşayabilecek şekilde evcilleştirmeye çalışır orada insanlar. Geriye kalan çeşitlilikten de şüphe edilmez, minnetle rıza gösterilir.”

Bu tespitlerin tümüne kalıbımı basarım. Zira bugün özellikle dini ve temel dinî metinleri anlama ve yorumlama konusunda yaşadığımız en büyük sorun, müphemlik kültürüne ve hoşgörüsüne karşı sergilenen müthiş direnç ve tahammülsüzlüktür. Belli ki İslam kültürleri, Bauer’in ifadesiyle, geçmişten bugüne geçirdikleri dönüşüm içinde, modernleşme süreçlerini müphemlik olgusunu tahrip eden bir süreç olarak yaşıyorlar. XIV. yüzyıl İslam âlimleri Kur’an’ın değişik tefsirlerini bir zenginlik ve zenginleşme sayarken, günümüz müslümanları için Kur’an’ı farklı okuma tarzlarının varlığı bile katmerli bir rezalettir. Geleneksel İslam âlimleri Kur’an’ın mütalaa olanaklarının çoğulluğunu methederken, günümüz Kur’an yorumcuları, ister Batı’da olsun, ister Doğu’da, ister fundamentalist olsun ister reformcu, Kur’an metnindeki bir parçanın yegâne hakiki anlamını kesin olarak bildiklerine inanıyorlar. Klasik çağın âlimleri için görüş farklılığı, Hz. Peygamber’in malum hadisi uyarınca, ümmet için bir nimet sayılırken, bugün birçoklarınca kökü kurutulması gereken bir hastalık addediliyor.

Günümüz İslam dünyasında dinî meselelerin çok anlamlılığa ve yorum farklılığına açık şekilde ele alınıp değerlendirilmesinin ciddi bir tehlike ve tehdit gibi algılanması birkaç yüzyıllık maziye sahip olan modernleşme tecrübesinin topyekûn inhitat, inkıraz ve çok boyutlu mağlubiyetlerle şekillenen koskoca bir travmaya karşılık gelmesiyle ilgilidir. Bütün bir İslam dünyasını çepeçevre kuşatan ve müthiş bir özgüven kaybına yol açan travma psikolojisi ya apolojiye sığınma ya nefret diline savrulma ya müphemlik ve melezliği bidat sayma gibi algılar yaratmıştır. Bunun neticesinde ortay çıkan şey, Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” adlı eserinde -ki bu eserin okunması, eğer okunmuşsa bir kez daha okunması tavsiye edilir- çarpıcı biçimde tasvir ettiği “geleneksel toplumlarda kültürel şizofreni” olmuştur… XX. yüzyılın başlarında ıslah-tecdit söylemiyle kendinden çok söz ettiren neo-selefî düşüncedeki öze dönüşçü, özcü ve inhisarcı söylem tarzı da aslında söz konusu travma psikolojisinin bir yansımasıdır. Aslında Selefîlik, ister İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin öncülük ettiği klasik versiyonu, ister son yüzyılda Muhammed Abduh, Reşid Rızâ, Cemâleddîn el-Kâsımî gibi isimlerce temsil edilen yeni versiyonu olsun, çok çalkantılı dönemlerde “Sıla”ya (Sadr-ı İslam) dönüş özlemiyle zuhur eden ve temelde genel kriz yönetimini hedefleyen din referanslı bir ideolojidir. Selefî ideolojinin temel özelliklerinden biri, “öz kültür” diye bir şeyin mümkün ve mevcut olduğuna inanması, kültürel melezlikten hiç hoşlanmaması, dinî alanda müphemliği tehdit gibi algılaması, tek hakikatçilik gibi naif bir iddiayı savunması, anlamsal çokluk ve yorumsal çeşitliliği inhiraf saymasıdır. 

Bugün kendilerini Hanefî-Mâtüridî çizgide “Ehl-i Sünnet”ten sayan birçoklarının gerçekte kusursuz denebilecek bir Selefî kafa yapısına olmaları da İslam dünyasının birkaç yüzyıllık modernleşme sürecini tam bir travma olarak yaşamasıyla alakalı bir durumdur. Pakistan ve Afganistan gibi coğrafyalarda Hanefî kimlikli sayısız müslümanın Taliban’a dönüşmesi de yine aynı travmanın ibret verici bir sonucudur. Gelinen noktada, müphemlik kültürü ve hoşgörüsünün yeniden fark edilmesi ve bu hoşgörünün İslam medeniyetinin canlanmasına vesile olacak büyük bir imkân olarak görülmesi gerekir. Gerçi Bauer’in dediği gibi başkaları bizim hakikatlerimizi benimsemeyebilir; fakat bu kendi hakikatlerimizden başka bir hakikat olmadığına inandığımızda tehlikeli olabilir. Kendi inandığımız hakikatler dışında başka hakikatlerin de olabileceğini ancak öteki hakikatleri kendimizinkinden vazgeçme ve göreceli hâle getirme mecburiyetine yol açmaması durumunda kaldırabiliriz. Bu da yine dünyanın çok anlamlılığını kabullenmeyi gerektirir ki bunun için de yüksek bir müphemlik hoşgörüsü gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Aralık 2019

Logoterapi


İnsanoğlu hata ve nisyan ile malul bir varlıktır. Bu yüzden, her insan hayatta çok kere yanlış hesap yapar, yanlış kararlar alır ve er ya da geç bu yanlışların dramatik ve trajik sonuçlarını gayet ıstıraplı şekilde yaşamak zorunda kalır. Bu sebeple insan geç de olsa yanlışını anlamak, bundan dolayı kendini sorgulamak ve bir daha benzer yanlışlar yapmaması gerektiği konusunda kendisiyle hesaplaşmak zorundadır; fakat kimi insanlar ya kendi hatalarını kendilerine dahi itiraf edemeyecek kadar yüksek bir gurur ve onur katsayısına sahip olduklarından, kimi insanlar da hayatta mağdur olmanın ve kendilerini kurban gibi algılamanın acısını mazoşistçe yaşamaktan haz duyduklarından olsa gerek, “Hayatta yaşadığım tüm kötü tecrübeler benim yazgımmış, bu yüzden mutlaka yaşanacakmış…” diyerek saçma sapan bir kaderciliğe sığınırlar. Kader ya da alın yazısına sığınmak insanın geçmişte attığı yanlış adımlardan dolayı kendisini hesaba çekmek, hatta pişmanlıktan dolayı öz benliğiyle didişip kendi kendini yiyip bitirmek söz konusu olduğunda, iyi bir kaçış yolu ve az çok rahatlatıcı bir formül olarak görülebilir. Fakat bu yol ve formül afyon yutmaktan çok farklı bir şey değildir. Yani alın yazısına sığınmak, insanın kendini hayatta kurban olarak seçildiğine inandırması ve bu suretle kendi kendini kandırması sayesinde yaşadığı kısa süreli bir keyif hâlidir. 

***
İnsan ne kadar hata yaparsa yapsın, hatalarını itiraf etmeyi, onlarla yüzleşmeyi ve bir daha benzer hatalar yapmamaya azmetmeyi bilmek zorundadır. İnsanın bizzat kendi zatına veya hayatında önemli yer tutan başka bir insana karşı geçmişteki hatalarını açıkça itiraf etmekten kaçınıp bunu yüksek gurur/onur meselesi yapması gelecekteki hayata esaslı bir anlam yükleyerek asılmayı çok zorlaştıran anlamsız bir tavırdır. Pek çok insanın zaman zaman hayattan yana kendisini çok yorgun ve yılgın hissettiği, varoluşsal boşluk duygusuyla yaşamaya başladığı anlar olabilir. Bu noktada yapılması gereken iş, behemehâl uğruna yaşanacak yeni bir anlam arayışına koyulmak ve ne yapıp edip o anlamı bulmak olmalıdır. Hayat ancak uğruna yaşanacak anlam ya da anlamlar mevcut olduğunda yaşanmaya değer bir hâl alır. Gerçi hayatı kendisine bağlayarak yaşadığımız kimi anlamlar, düşünüp taşınmadan attığımız yanlış adımlardan dolayı anlamsızlaşabilir. İşte burada alın yazısına sığınıp mağdur ve kurban rolüne talip olmak veya hayata havlu atmayı çıkar yol saymak yerine, belki sil baştan hayata asılmayı sağlayacak yeni anlamlar bulmak gerekir. Hayata yüklenen anlamlar değişebilir; fakat anlam hiçbir zaman tümüyle yok olan bir şey değildir. 

Bu bağlamda Viktor E.Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde tarif ettiği “logoterapi”den (hayata anlam kazandırma yoluyla terapi) kısaca söz etmek faydalı olabilir. II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin toplama kamplarındaki inanılmaz acılara tanıklık etmiş ve fakat buna rağmen “Bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? Çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok! Çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez” diye düşünmekten de vazgeçmemiş olan Frankl adı geçen eserinde şöyle der: “Yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösterir. Bu nedenle önemli olan, genelde yaşamın anlamını değil, daha çok belli bir anda bir insanın yaşamının özel anlamıdır. Sorunu genel terimlerle ortaya koymak, bir satranç şampiyonuna sorulan soruyla kıyaslanabilir: ‘Söyleyin ustam, dünyadaki en iyi hamle nedir?” Bir maçtaki belli bir durumdan ve rakibin özel kişiliğinden bağımsız bir en iyi hamle ya da iyi bir hamle diye bir şey kesinlikle yoktur. Aynı şey insanın varoluşu için de geçerlidir.” (Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 122-123).

***
İnsan biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşullara tabi bir varlıktır. Kalıtımsal özellikler, içgüdüler ve çevre gibi harici faktörler insan hayatını büyük ölçüde etki altına alır. Ancak bunlar insanın değişmez kaderi olarak kodlanmamalıdır. Evet, insan bu üç etki kaynağına sahiptir. Fakat bunlar insanı tümden belirleyen şeyler değildir. Yani insan önceden belirlenmiş veya neticelenmiş bir varlık değildir. Unutmamak gerekir ki aklı başında her insan dinî açıdan da mükellef olmak için özgür, özgür olduğu için mükelleftir. Bu sebeple, insan tahayyül edilebilecek en kötü şartlara bile direnerek yaşamayı başaracak güce sahip bir varlıktır. Ancak insanın hayata asılması için, yaşamı ve ölümü anlamlı kılacak bir nedeni, uğruna yaşayacak bir hedefi olmalıdır. Hayata anlam kazandırmaya çalışmak yerine, hayatın anlamsızlığından dem vurmak söz konusu olduğunda “varoluşsal boşluk/vakum” kaçınılmaz hâle gelir. Varoluşsal vakumda sürgit yaşamak pek mümkün değildir. Hayattaki anlam spektrumu hayli geniştir. Esas mesele bu spektrumu görünür hâle getirmektir. Aslında hayata dair yeni anlam arayışlarında uzun boylu felsefi uğraşlara filan da hacet yoktur. Anlam denilen şey bazen gayet kolay ve basit şekilde bulunabilir ve tahmin edildiğinden çok daha etkili sonuçlar verebilir. Sözgelimi tatsız tuzsuz ve ruhsuz bir inancı canlı kanlı imana dönüştürmek, bir insana bağlanmak ve adanarak sevmek, bir eser meydana getirmek, sanat ve estetik değerleri fark etmek ve hatta gerçek yaşamın içinde keskin mizah duygusunu kullanabilmek gibi dolaysız, dolambaçsız yollarla hayat yeniden canlı kanlı, anlamlı hâle gelebilir ve bu sayede kenarından köşesinden tutunarak değil, basbayağı asılarak yaşanabilir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Aralık 2019

Sen Öğretmen Misin Birader?


Konya Valisi Cüneyit Orhan Toprak, 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle düzenlenen bir programda ayak ayak üstüne atarak oturan bir kişiye gözü ilişince keyfi kaçtı ve o kişiye dönüp “Sen öğretmen misin birader?” dedi. Ardından “Öğretmen gibi otur da bir görelim, ya! Allah Allah…” diye ekledi ve daha sonra azarlama seansı serzeniş modunda devam etti… Ne yazık ki bütün bir toplum olarak buna benzer manzaralar görmeye aşinayız. Çünkü devlet katından, özellikle mülki amirler vasıtasıyla fırça yemeye alışmış, alıştırılmış bir toplumuz. Bu yüzden, ilerleyen zamanlarda, Konya’da yaşanan olayın benzerlerine şahit olmamız muhtemel değil, mukadderdir. Dolayısıyla bunu söylemek kehanet filan değildir. 

***
Konya valisi hadisesini birkaç yönden kritik etmek gerekir. Öncelikle sayın valinin “sen”li hitap tarzının kesinlikle nahoş olduğunu not etmek gerekir. Hele de öğretmen olduğunu düşünerek azarladığı kişiye, “Valinin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturulmaz” mealinde sözler söylerken, kendisini devleti temsil makamında görmesi ve buna rağmen “Sen öğretmen misin birader?” diye hitap etmesi gerçekten sakildir. Çünkü bir kişi makam ve mevkii itibariyle devleti temsil konumunda ise bu konum -tabir caizse- dolmuş duraklarındaki değnekçi üslubuyla konuşmaya müsaade etmez. Valilik makamında devleti temsil ettiğini düşünen bir kişi bu makamın mehabetine rağmen böyle bir hitapta bulunmayı kendine yakıştırabiliyorsa, o zaman burada ciddi bir temsil sorunu var demektir. Yine burada işgal ettiği makamın ağırlığını kaldıramama ya da o makama yaraşır mehabeti taşıyamama sıkıntısı var demektir. 

Valinin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturma meselesine gelince, devlet ricalinin de hazır bulunduğu mekanlar, ortamlar ve toplantılarda oturtmanın elbette bir âdâbı vardır, olmalıdır. Bu tür ortamlar ve toplantılarda koltuğa kaykılmış, yayılmış veya ayak ayak üstüne atılmış vaziyette oturmak, en hafif tabirle şık değildir. Bunu söylemek, devleti kutsamak ya da onu fetiş gibi algılamak filan değildir. Nasıl ki kısa pantolon, terlik, şapka gibi tatil kostümleriyle devlet dairesinde mesaiye gitmek veyahut nasıl ki çizgili pijamayla sokakta gezmek genel âdâba mugayirse, öğretmenler günü vesilesiyle tertip edilen bir toplantıda koltuğa yayılmış, kaykılmış veya ayak ayak üstüne atılmış vaziyette oturmak da o toplantının mehabetine mugayirdir. 

Fakat şu da var ki beşer hata ve nisyan ile malul bir varlıktır. İnsan dalgın olabilir; hatta fiziki olarak hazır bulunduğu ortamı zihnen terk etmiş halde, o an kafasına üşüşmüş birçok sorunla başa çıkmaya çalışıyor da olabilir. Bu yüzden, farkında olmadan, bulunduğu ortamın havasına mugayir bir hal ve tutum sergileyebilir… Hata ve nisyan faktörü ya da “insanlık hali” diye tabir edilen durum dikkate alındığında, nahoş bir hal ve tutum içinde olan insanı cümle âlemin içinde azarlayarak uyarmanın yakışık almadığı kendiliğinden anlaşılır. Bu noktada, “Hayır, tam da böyle uyarmak gerekir” diye düşünenler çıkabilir; ancak böyle düşünenleri empatiye davet edip, “Peki, birisi sizi herkesin içinde bu şekilde azarlasa, ne hissedersiniz?” diye sormak gerekir. 

***
Devlet ile toplum arasındaki münasebetlerde karşımıza çıkan ve kendimi bildim bileli canımı çok sıkan temel sorunlardan biri, başta asker ve polis olmak üzere mülkiye ve yargı gibi resmi kurumlardaki yetkili ve etkili mansıpları temsil eden kimi zevatın devlet tarafından kendilerine verilen yetkileri sık sık halkı terbiye etmek için kullanmalarıdır. Kibir kurum satmak, kasınmak, surat asmak, somurtmak gibi hallere şahit olmayı sorun edinmekten vazgeçtik, çünkü artık bu tür hallere alıştık ve hayli aşinalık kesbettik; fakat hiç değilse resmi güç ve yetki kullanan devlet görevlilerinin tekdir, paylama, azarlamalarına muhatap olmayalım istedik. Şimdi, biz çok şey mi istedik? Kendilerine silah ve silahlı müdahale, yargılama yetkisi veya yönetme salahiyeti verilmemiş kamu görevlilerinin, mesela öğretmenlerin, akademisyenlerin, hekimlerin kamusal alanda zaman zaman şamar oğlanı muamelesi gördüklerini söylemek abartılı bir tespit olmasa gerektir. Belli ki devletimizin genetik kodlarındaki postal izi hala silinmemiştir… Fakat şunu unutmamak gerekir ki resmi güç, nüfuz, yetki ve salahiyetten saygınlık ve itibar devşirmeye çalışmak ya da “Sahip olduğum bu güç karşısında bana saygı duymalısın” demek, haddi zatında kendi ezikliğini ve aşağılık kompleksini bastırmaya çalışmak demektir. Gerçek itibar ve saygınlık, güç ve nüfuz dayatmakla değil, “ehl-i dil” olmakla kesbedilir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Kasım 2019

Tarihselcilik Konuşmaları 8 - Din ve Gelenek


Tarihselcilik Konuşmaları 7 - Kur'an'ın Apaçıklığı (Mübinliği)


Tarihselcilik Konuşmaları 6 - İman İtikad, Helaller Haramlar, İbadet Kulluk


Eşya ve İnsanla İlişkimizde Yamasızlık Sorunu


Son birkaç yazım zihinsel sıkışma ve ruhsal daralmaya, hatta İlahiyat akademyasındaki bazı çevrelerde huysuzlanmaya yol açtı; bu yüzden, fincancı katırlarını ürkütmeyecek türden, sade, basit, hatta Teksas-Tommiks kadar rahat okunacak bir yazı yazayım istedim. Ben 1965’de Giresun’un Keşap ilçesine bağlı Kaşaltı köyünde dünyaya geldim; üç-beş yaşıma kadar dört bir yanda fukaralığın kol gezdiği bu köyde büyüdüm; daha sonraki yıllarda şehrin banliyösü denebilecek bir muhitte kendi ailem de dâhil, her biri diğerinden sıkıntılı denebilecek sayısız hayat hikâyesine şahitlik ettim. 

Çocukluk dönemime denk düşen 1970’lerden hafızamda kaldığı kadarıyla o yılların Giresun’unda yamalı elbise ve pantolon giyen sayısız insan gördüm. Eski zamanlarda yamalı elbise ve pantolon giymek kuşkusuz fukaralık göstergesiydi; fakat bana göre yama denen şey, fukaralığın ötesinde insanın eşyayla ilişki biçimini de gösteren önemli bir semboldü. Daha açıkçası, yama, sahip olduğumuz eşyaya atfettiğimiz kıymetin göstergesiydi. Çünkü o eşya, her şeyden önce kıt kanaat imkânlarla elde edilmişti ve bu yüzden kıymetliydi. Diğer taraftan, o eşya hayatımızın bir döneminde bize refakat etmiş ve böylece anı galerimize girmişti. Dolayısıyla hayat hikâyemizde az çok bir hatırası olduğu için de önemliydi. Bu yüzden, geçmiş yıllarda ne elbise, gömlek, pantolon gibi giyecekleri ne de başka türden eşyaları sırf modası geçtiği ya da modeli eskidiği için bir çırpıda kaldırıp atmaya gönül el vermezdi. 

Peki, şimdi de böyle mi? Ne yazık ki bugünün dünyasında eşya ve insanla ilişkide yamanın yeri yok. Yama derken kastettiğimiz şey, hem hakiki manada yama hem de kısmen mecazi manada tamir, onarma ve kurtarma… Gerçi hısım, akraba, dost, arkadaş, yâr, yârenle ilişkilerde yama sorun olarak görülebilir; elbette gönül ister ki tüm insani ilişkilerimiz yırtıksız, yamasız devam etsin; fakat maalesef böyle olmuyor; çoğu ilişkide küçük büyük yırtıklar meydana geliyor. İşte yamasızlık dediğim sorun tam da burada kendini gösteriyor. Nitekim şimdiki yaşam kültürümüzdeki en temel davranış biçimlerinden biri, derhal kaldır at, yenisine bak… Sahip olduğumuz bir eşyayı kaldırıp atmamız için eskimesine veya bozulup işlev görmemesine gerek yok; çoğu zaman aynı eşyanın daha yenisinin ve yeni modelinin piyasaya çıkması yeter sebep… Peki, bu ne demek, tepeden tırnağa tüketim ve israf demek… Eşyayla ilişkimizdeki tüketim ve israf kültürünün insanla ilişkimize de yansıdığı şüphe götürmez bir gerçek… Daha açıkçası, içinde bulunduğumuz zamanlarda, insani ilişkimizin de çoğu zaman tüketim ve israf kültürüne dayandığı, çoğu ilişkiyi kurtarma adına hemen hiçbir adım atılmadığı, dahası “Gidene ağam, gelene paşam” anlayışının hâkimiyet kazandığı ve insanların adeta haraç mezat satılıp bir çırpıda harcandığı aşikâr bir gerçek… 

Bütün bunlar tek kelimeyle hayırsızlık. Ne yazık ki insan ve eşyayla ilişkimizi belirleyen israf ve harcama kültürüyle ilgili hayırsızlıktan hemen her birimiz az çok nasibini almış durumdadır. Çünkü içinde bulunduğumuz zamanın ruhu çoğu zaman manevi-ahlaki ruhumuza galebe çalmaktadır. Bu habis ruh sürekli olarak şimdiki zamanı kıymete bindirmekte, bu yüzden de sahip olduğumuz şey şimdiki zamanda anlık denebilecek bir kıymet ifade etmektedir. Hatırlama, saklama, koruma, şayet bozulduysa onarma gibi insani çabalar gerçek hayat alanımızda hatırı sayılır bir yer işgal etmemektedir. Bir şeye sahip olur olmaz harca tüket refleksi tüm benliğimizi ve davranış reflekslerimizi domine etmektedir. Hem eşyayla hem insanla ilişkimizi belirleyen bu harcama ve tüketme arzusu kişilik ve karakterimizde huysuzluk, mızmızlık, hırçınlık, tatmin olmazlık gibi ciddi arızalar meydana getirmektedir. 

Şayet erdemli insan olmak gibi bir gayemiz varsa ya da erdem ve erdemlilik bizim için bir anlam taşıyorsa, eşya ve insanla ilişkilerimizde “Al, çok kısa bir süre kullan; sonra da bir çırpıda kaldır at” şeklindeki davranış tarzını en kısa zamanda terk etmek, bunun yerine “yama” metaforundan hareketle kadir kıymet bilme, değer verme, onarma, saklama, koruma gibi ahlâkî fiillerin ahlaklı faili olmaya azami çaba göstermek gerekir. Bununla birlikte kimi insanlarla ilişkimizde yamanın da hiçbir şekilde onaramayacağı sorunlar söz konusu olabilir. Yamanın onaramayacağı sorun yırtık değil, hiçbir dezenfektan ve mikropsavanla bertaraf edilmesi mümkün olmayan necisliktir. İstisna kabilinden de olsa bu tür ilişkileri derhal hayatın çöp sepetine atmak ve eğer mümkünse enfeksiyöz atıklar gibi yakmak gerekir. Bütün bu söylediklerim her şeyden önce kendime yönelik bir öğüt ve nasihat kabilindendir. Zira daha iyi, daha erdemli, daha olgun bir insan olma çabası öncelikle nefsi hesaba çekmeyi muciptir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Kasım 2019

İmanın Tabiatı ve İmancılık


İman dinî-ahlâkî tecrübenin medarıdır. Bu yüzden, imanın tabiatı adamakıllı biçimde irdelenmesi gereken bir konudur. İslam kelam geleneğinde iman “tasdik” kavramına bağlanarak tanımlanır. Fakat tasdik denen şey, imandan ziyade, aklın ve akıl yürütmenin çok işlevsel olduğu ve belirleyici denebilecek bir rol oynadığı önermesel inançla alakalıdır. Kaldı ki iman kelimesinin tasdik manasına geldiği yönündeki hâkim görüş, İbn Teymiyye’nin de uzun uzadıya anlattığı üzere sağlam bir lisani temele dayanmamaktadır. Gerçekte iman, Arap dilindeki kelime kökü itibariyle güven duygusuna dayalıdır. İbrancada da iman “güven” manasındaki “emunah” kelimesiyle karşılanır. Güven (itimat) bilgi, kanıt, ispat konusu olan şeylerden öte, insanın duygu dünyasıyla alakalıdır. İman-gayb ilişkisi de meselenin bilgi, kanıt ve ispatla alakalı olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü gayb, akıl ve duyular vasıtasıyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanını ifade eden bir kavramdır. Bu açıdan bakıldığında, İslam kelamında “isbât-ı vâcib” diye adlandırılan hudûs, nizam, gâiyyet gibi delillerin tartışmasız şekilde Allah’ın varlığını kanıtlamaktan öte, inançsız birini bu konuda az çok müspet kanaat sahibi kılmaktan fazla bir işlev görmedikleri anlaşılır. 

***

Allah’ın varlığı nesnel/objektif/somut bir hakikat meselesi olmadığından, inanmak isteyen kişi, peşinen iman kararı almayı ve Allah ile mutlak teslimiyete dayalı sübjektif bir ilişki kurmayı seçmek durumundadır. İslam kelamcıları imanın salt güven duygusu temelinde bireysel ve öznel bir tecrübe olmasını problemli gördüklerinden, meseleye akıl ve düşünce temelinde az çok nesnel bir boyut katmaya çalışmışlardır. Bu çaba kuşkusuz takdire şayandır; fakat sonuçta her türlü ilmî ve entelektüel çabaya rağmen imanın bireysel ve öznel bir tecrübe olduğu da tartışma götürmez bir hakikattir. Klasik İslami kaynaklarda, “sağlam hale getirmek, tasdik etmek” manasındaki “akd” kökünden türeyen itikâd terimi de “iman” karşılığında kullanılır. Oysa iman başka, itikad çok daha başkadır. Nitekim “Ehl-i Sünnet itikadı” denilmesine karşın, “Ehl-i Sünnet imanı” diye bir tabir kullanılmamaktadır. 

İman, deyim yerindeyse, sivil ve bireysel, itikâd ise resmi ve kurumsal niteliklidir. Ayrıca iman duygu temelli ve dinamik olduğu için artar ve eksilir. İtikâd ise statik olduğundan ne artar ne de eksilir. Bir benzetme yapmak gerekirse, iman aşk denilen duygunun kendisi, itikâd da aşkın tanımı gibidir. Kısacası, iman tepeden tırnağa öznelliktir. Daha açıkçası, iman, Kierkegaard’ın dediği gibi müminin kendi varlığını Tanrı huzurunda bulundurma çabasının içtenlikli ifadesidir. Nitekim Hz. İbrahim’in Allah’tan aldığı işaretle oğlu İshak veya İsmail’i kurban etme hususunda sergilediği kendinden emin ve istekli halin aklî ya da nesnel bir temele dayanmadığı, bunun koşulsuz bağlılık ve güven (iman) duygusundan başka şekilde açıklanmasının pek mümkün olmadığı şüphesizdir. Tam bu noktada, “fideizm” (imancılık) kavramı akla gelmektedir. Fideizm, dinî hakikatlerin ve bilhassa iman gibi öznel tecrübelerin temellendirilmesinde akıl ve aklî yetilere abartılı bir anlam ve işlev yükleyen çevrelerce burun kıvrılan, hatta kimi çevrelerde domates fidesi gibi absürt çağrışımlara konu olacak kadar kendisine bigane kalınan bir görüş olsa da imanın tabiatını anlama ve açıklama hususunda bize göre en ikna edici felsefî ve teolojik yaklaşımı temsil etmektedir. Herkesin ittifakla kabul ettiği bir tanımı bulunmamakla birlikte fideizm hakkında şunlar söylenebilir: Dinî hakikat akıl yürütme veya delile değil, nihai olarak iman tecrübesine dayanır. Dinî görüşleri belirleme ve kabullenmede iman ilk, akıl ikinci sırada yer alır. İman aklın ürettiği gerekçeler olmadan da sübut bulur. İmanın makul ya da kabul edilebilir olup olmadığı rasyonellikle ilişkisiz bir konudur. Dinî inancı veya imanı rasyonel temellendirmeye tabi tutmanın lüzumu yoktur.

***

Bir kişi düşünün ki akıl yürütme ve delil tedarik etme peşinde koşarak imana ulaşmaya çalışmaktadır. Böyle bir kişinin kendini içinde bulacağı hâl, iman edip etmeme yönündeki kararını süresiz olarak ertelemek mecburiyetinde kalacağı bir hâl olacaktır. Şayet kişi bu konudaki kararını ertelemezse, her an gözden geçirilmeye ve gerektiğinde tashih edilmeye açık olan böyle bir karar, muvakkat olarak verilmiş bir karar olmak durumundadır. Bu kararın kesinlik ve nihailik gibi vasıflardan yoksun olacağı kuşkusuzdur. Hâlbuki iman hem kesin ve nihai bir kararı hem de koşulsuz bağlılık ve sadakati gerektirir. İnancını hiçbir zaman sona ermeyecek bir rasyonel araştırma prosedürüne bağlayan kişinin dinî bağlılığını da sürekli olarak erteleyeceğini söylemek kehanet olmasa gerektir. Bir inanca sımsıkı bağlanabilmenin temel şartı bu inancın bilişsel ve rasyonel bir temele sahip olup olmadığı meselesinin sorgulanmaması, dolayısıyla inancı terk etmemekte kesin kararlı olunmasıdır. Sözün özü, imanın olmazsa olmazı denebilecek şey, aslında tutkuya benzer bir duygu ve koşulsuz bağlılıktır. Aklın tasarrufuna havale edildiğinde böyle bir duygunun ve koşulsuz bağlılığın ortaya çıkma imkânı pek yoktur. Çünkü akıl her zaman delil ve gerekçe peşinde koştuğundan, zihin ve fikir hep huzursuz olur. Oysa iman huzursuzluk değil, huzur ve sükûndur. Kendi imanını rasyonel açıdan temellendirme gayretinde olan herkese saygım sonsuzdur; fakat en azından benim iman konusunda böyle bir temellendirme ihtiyacım yoktur. “Âmentü billâh” (Allah’a iman ettim, güvendim) demek benim bilgim değil, güven duygumdur ve ben bu güven duygusunu yaşamaktan son derece mutlu, son derece huzurluyumdur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Kasım 2019

Dostum, Üçgenin İç Açıları Toplamına İnanıyor Musun?


Birkaç gün önce Prof. Dr. Ahmet Arslan Hoca’nın “Modern Dinî Düşüncenin Krizi” konulu konferansına katılma ve başından sonuna kadar dinleme fırsatım oldu. Dil ve üslup olarak biraz agresif ve hırçın bulduğum konuşmasında müesses dinlerin geleceğine ilişkin hayli karamsar bir tablo çizen, daha açıkçası din kurumunun mazideki ağırlıklı yerini bundan sonraki süreçte bir daha elde edemeyeceğini söyleyen Hoca bu bağlamda modern dinî düşüncenin çok derin bir kriz içinde bulunduğunu savundu. Hoca’nın dinî düşünce alanındaki krize ilişkin birçok tespiti, din dairesi içinde bulunan bizler için ne yazık ki can yakıcıydı. Söz konusu tespitlerden biri, dindarların doğrudan doğruya inancın konusu olan hususlarla bilgi ve bilimin konusu olan hususları birbirine karıştırmaları, yani bilim, kanıt, ispat konusu olan birçok meseleyi inanç alanına taşıyarak tartışmalarıydı.

***

Malum, üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir. Bu konu geometri ve matematiksel ispatla ilgilidir. “Allah vardır, ölümden sonra diriliş haktır” önermesi ise bilgi, bilim, deney, gözlem, kanıt ve ispatla değil, temelde güven duygusuna dayalı inançla ilgilidir. Dolayısıyla “Allah’a inanıyor musun?” şeklinde bir soru gayet yerindedir. “Üçgenin iç açıları toplamının 180 derece olduğuna inanıyor musun?” şeklindeki bir soru ise saçmalığın ta kendisidir. Ne var ki dinî düşünce dünyasında bu tür saçma sorularla sıkça karşılaşmak ve din alanıyla doğrudan ilgisi olmayan birçok meseleyi bu tür sorular üzerinden tartışmak yaygın bir âdettir. Örnek vermek gerekirse, yaratılış ve evrim konusu dindar çevrelerde evrimsel biyoloji gibi pozitif bilimlerin konusu olarak değil, basbayağı bir inanç konusu olarak değerlendirilir ve hatta Allah’ın yaratma fiiline karşı alternatif bir yaratma modeli olarak algılanmasından ya da kasd-ı mahsusla bu şekilde algılanması arzulandığından dolayı çoğu zaman “Evrime inanıyor musun?” ya da “Demek sen evrime inanıyorsun?” gibi tariz ve kinaye-yi urziyye kokan bir istifhamla tartışmaya girilir.

İhtimal ki yaratılış konusuyla ilgili tartışmada dindar taraf, “Allah bizi yarattı; ama ne şekilde yarattı, bilinmez; O’nun sınırsız kudret ve hikmetinden sual edilmez” demenin ötesinde, evrim teorisine karşı koyacak bir argümana sahip olmadığından, meseleyi behemehal inanç alanına çekerek muhatabı inançsızlık suçlamasıyla ilzam etmeyi çıkış yolu olarak görmekte ve böylece tartışmada sağlam bir mevzi kazandığını düşünmektedir. Oysa dindar taraf böyle bir yola başvurmakla söz konusu tartışmada mevzi kazanmak şöyle dursun, komik duruma düşmektedir. Yaratılış ve evrim tartışmasında bir müslümanın izlemesi gereken yol, bu yol değildir. Bu yolun güzergâhı bize göre şöyle çizilmelidir: Kâinatın ve insanın Allah tarafından yaratıldığını söylemek bir inanç meselesidir. Müslüman kişi, kendi dinine sadakat kaygısı taşıyorsa bu inançtan asla taviz veremez, vermemelidir. Aksi halde iman dairesinden çıkmış demektir. 

Evrim konusu bir müslüman için ancak bu inançtan sonra mevzu bahis edilebilir; dolayısıyla dinî-itikâdî değil, bilimsel bir teori olarak ele alınıp değerlendirilebilir. Sonuçta bu teori aklı başında ve sağduyulu bir müslüman nazarında Allah’ın insanı yaratmasında işleyen yasa ve/veya biyolojik süreç hakkında makul bir fikir sahibi olmaya katkı sağlamaktan daha fazla anlam taşıyan bir şey değildir. Haliyle, Allahsız bir yaratma modeli hiç değildir. Şu halde, bilimsel bilgi ve ispatın konusu olan evrim meselesini inanç alanına çekip bunu inanma-inanmama bağlamında tartışmak hem saçma hem de lüzumsuz bir iş ve uğraştır. Bu noktada sıkça işlenen hata, yöntem ve amaçları birbirinden çok farklı olmasına rağmen din ile bilim arasında ya tam mutabakat ya da katıksız muhalefet denklemi kurmaktır. 

***

Tam mutabakat özellikle modern dönemde popülerleşen bilimselci Kur’an yorumlarına onay veren ve bu sayede Kur’an’ı pozitif bilimin tezkiyesine muhtaç hale getiren zihniyette karşılık bulur. Katıksız muhalefet ise dinin artık modası geçmiş bir kurum olduğunu savlayan pozitivist, materyalist ve ateist zihniyetlerde karşılık bulur. Pozitivist ve ateist paradigmaya göre dinî metinlerdeki yaratılış öyküleri bilimsel bilgi ve bulgularla kıyaslandığında, “İnsanoğlunu dünya düzlemine leylekler getirdi” türünden çocuksu bir anlatıdır. Kur’an’dan bilim fışkırdığına inanan naif düşünce ise bu saldırı karşısında sözüm ona modern bilimsel yorumlarla durumu kurtarmaya uğraşır. Fakat her iki yaklaşım da kökten sakattır. Çünkü kutsal metinler kozmogoni, kozmoloji, tabiat, yaratılış gibi konularda insanoğlunun bilimsel meraklarını gidermek ve açıklayıcı bilgi vermek bir amaç gözetmezler. Kutsal metinlerdeki temel amaç insanoğlunun yaratıcıya karşı iman, ibadet, şükran borcunu hatırlatmaktan ibarettir. Din dili açıklayıcı değil, anlam ve değer katıcı bir dildir. Bu sebeple, kutsal metindeki ifadeler, söylenenden ziyade söylenmek istenen şey dikkate alınarak, yani parmağın ucuna değil, parmağın işaret ettiği noktaya bakılarak tefsir ve te’vil edilmelidir. Zira bahsi geçen temel amaç çerçevesinde kutsal metin, insanda yaratıcıya karşı derin hayranlık uyandırmak üzere öyküsel ve şiirsel bir dil kullanır. Bu yüzden de yağmur, rüzgâr gibi doğa olaylarını bile aynı dil dizgesi içinde anlam katarak anlatır. Ancak bu bilimsel (açıklayıcı) değil, tinsel (manevi değer yükleyici) bir anlamdır. Bu sebeple, kutsal metin bilimsel veriler ışığında yorumlamaya pek müsait olmadığı gibi, bilim de mantıkçı pozitivist bir paradigmayla kutsal metnin dil ve anlam dizgesini sorgulama ve yargılama hakkına sahip değildir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Kasım 2019

Haşvîlik Sorunumuz


Haşvîlik, İlahiyat alanının dışında pek bilindik bir isimlendirme değil… Bu yüzden, önce Haşvîlik nedir sorusundan başlayalım, daha sonra bunun nasıl bir sorun olduğunu anlatmaya çalışalım. Arap dilinde “yastık, minder gibi şeylerin içine konulan dolgu malzemesi, gereksiz ve anlamsız söz/görüş” gibi manalar taşıyan “haşv” kelimesine nispet ekinin ilavesiyle oluşan “Haşvî/Haşviyye” isimlendirmesi, İbn Teymiyye’nin dediği gibi belli bir gruba veya belli bir görüşe işaret etmemekle birlikte, genel olarak avamilik ve cahilliği imler. Daha özelde ise dinî alanda manasız görüşlere sahip kimseleri niteler. Özünde zem/yergi vurgusu taşıyan Haşviyye isimlendirmesi zamana, zemine ve bu isimlendirmeyi kullanan kişinin niyet ve maksadına göre az çok farklı göndermelere sahip olsa da klasik İslâmî kaynaklarda “dinî konularda nasların zâhirî manalarına bağlı kalıp akıl yürütmeyi terk etmek, itikâdî ve amelî konularda Hz. Peygamber’e atfedilen tüm rivayetleri peşinen kabullenmek Haşviyye’nin temel görüşüdür” şeklinde geçen tanımlama, spesifik olarak Ehl-i Hadis (Selefiyye) ekolünü “Haşviyye” olarak kodlar. 

***

İbn Rüşd’den Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye, İbn Asâkir’den Sübkî ve Nevbahtî’ye kadar çok farklı ekollere mensup âlimlerin de tercih ettikleri bu kodlama bize göre de doğru bir kodlamadır. Yani Haşvîlik spesifik olarak Ehl-i Hadis (Selefiyye) ekolünce temsil edilen dinî anlayış ve söylem tarzına uygun bir sıfattır. Ehl-i Hadis Haşvîliği gerçekten ciddi bir sorundur ve bu sorun günümüz Türkiye’sinde adeta Lale devrini yaşayan sığ “Ehl-i Sünnetçilik” söylemine de damga vurmuştur. 

Ehl-i Hadis patentli Haşvî zihniyetin günümüz Türkiye müslümanlığına armağan ettiği temel sorunlardan biri, dinin özel mülkiyet gibi telakki edilmesi ve inhisarcı bir dille Allah adına konuşmakta beis görülmemesidir. Gerek Hatîb el-Bağdâdî’nin Ehl-i Hadis’i “Allah’ın insanlar arasındaki mutemet temsilcileri (ümenâ), şeriatın temel direkleri (erkân), dinin bekçileri (hazene)” gibi sıfatlarla anması gerekse sistematik Selefîliğin meşhur temsilcilerinden İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Selefî bir yaklaşımla İslam fıkıh düşüncesini ele aldığı eserini “İ’lâmü’l-Muvakkıîn an Rabbi’l-Âlemîn” diye adlandırması manidardır. Eserin isminin “Allah adına bildirimde bulunanlar” anlamında “A’lâmu’l-Muvakkiîn” diye okunması da mümkündür. Fakat her iki ihtimalde de eserin ismi “Allah adına konuşma ve bildirimde bulunma”yı anlatır. Ehl-i Hadis ve Selefî gelenekteki “Allah adına konuşma” cesareti, dinî alanda nasların zâhirî manalarına sadık kalınması ve buna bağlı olarak re’y ve te’vilin reddedilmesiyle ile irtibatlı bir husus olmalıdır. Re’y ve te’vili reddedip salt nas ve habere (rivayet) sadakat fikrini benimsemek, Ehl-i Hadis ve Selefiyye’ye büyük bir cesaret ve özgüven aşılamıştır. Ehl-i Hadis ve Selefî zihniyetteki özcü ve insiharcı söylem de bu özgüvenle alakalıdır. Bu inhisarcı söylem tarzı aynı zamanda Ehl-i Hadis ekolünün Arabiliğin temsilciliği rolünü üstlenmesi ve İslamiyet’i Araplara ait etno-kültürel bir unsur olarak görmesi ile de alakalıdır. Ehl-i Hadis Arabiliğinin karşısında Mevâlî (Gayri Arap müslümanlar) yer alır. Özellikle Emeviler döneminden itibaren Arapların kendilerini seçilmiş millet olarak algıladıkları, buna mukabil Mevâlî’ye “Bizim sayemizde İslam’la müşerref olmuş marabalar” gözüyle bakıp ikinci sınıf tebaa muamelesi yaptıkları birçok kaynakta kayıtlıdır. O dönemlerde seçkin Arap dostlarımız kendilerini devlet idaresi ve fetihçilik gibi büyük işlere layık görürken, Mevâlî’ye ilimle meşguliyet gibi önemsiz(?) işleri havale etmişlerdir. Kısacası, Arabilikle memzuc Ehl-i Hadis Haşvîliği anlamsız bir gurur ve kibirle maruftur, denilebilir. Ehl-i Hadis’ten Ahmed İbn Hanbel, Ebû Saîd ed-Dârimî gibi meşhur figürlerin dinî alanda kendilerinden farklı düşünen çevreleri ya “Zenâdıka” (zındıklar) ya da “vatan haini, din düşmanı” gibi bir manaya gelen “Cehmiyye” diye nitelemeleri söz konusu kibrin tezahürleridir. Bu kibir son dönem İslam dünyasında geniş ufuk sahibi oldukları düşünülen Reşid Rızâ, İzzet Derveze gibi birçok Arap ilim-fikir adamının yazıp çizdiklerinde de teşhis edilebilir. Daha açıkçası, anılan isimler de tıpkı eski Ehl-i Hadis ekolü gibi hem kendilerini Arap narsizmiyle tanımladıkları ve hem de kendi nazarlarında çağdaş “Mevâlî’ye tekabül eden Osmanlı-Türk alerjisinden dolayı atopik bir bünyeye sahip oldukları, bu yüzden de İslam dinine ait tüm unsurları bir tür antihistaminik gibi algıladıkları söylenebilir. Reşid Rızâ’nın Suûdî krallığına derin muhabbet ve Vehhabilik güzellemesi denebilecek şekilde içeriklendirdiği “el-Vehhâviyyûn ve’l-Hicâz” adlı risalesi ile İzzet Derveze’nin Hac 22/78. ayetin tefsirinde “Arap milletinin seçilmişliği”ne dair söyledikleri okunduğunda, burada anlatmaya çalıştığımız husus kesinlikle daha iyi anlaşılacaktır.

***

Çok tuhaf ve ironik olan şu ki günümüz Türkiye’sinde çok sık duymaya alıştığımız bir retorik olarak Ehl-i Sünnetçiliğin de dinî anlayış, kavrayış ve söylem tarzı itibariyle sözde Hanefî-Mâtüridî kökenli olmasına rağmen özde Ehl-i Hadis Haşvîliğini temsil etmesidir. Bu durum bir yönüyle Stockholm sendromu (kendi celladına âşık olmak) denen durumu akla getirmektedir. Çünkü günümüz Türkiye’sindeki Ehl-i sünnetçilik de tıpkı Ehl-i Hadis Haşvîliği gibi hem kibir kurum satmakla ve hem de eski Mevâlî ulemanın İslam’ı farklı kültürel dünyalara taşıma saikiyle çok sık kullandıkları akıl, re’y ve te’vili dışlamakla temayüz etmektedir. Dinî alanda akıl, re’y, te’vil (hermenötik çaba) gibi imkânlar dışlandığında, gelenek fetişizmine dayalı biçimde tebliğ ve temsil edilen din kaçınılmaz olarak müzelik hâle gelmekte ve bu hâl de maalesef orta veya uzun vadede izmihlali müjdelemektedir. Kanımca, genç nesillerin kurumsal dinden giderek uzaklaşmalarının arka planında İslam’ın yerel ve küresel düzeyde çok kötü biçimde temsil/takdim edilmesi kadar hâl-i hazırdaki egemen Sünnî söylemin ruhuna sirayet eden Haşvîliğin de çok önemli rol oynadığı şüphesizdir. Bu anlamda Haşvîlik, dillerde vird-i zeban gibi dolaşan kurumsal dinî söylemin günümüz sosyolojisinde hemen hiçbir anlamlı karşılığının bulunmaması, din namına anlatılan hemen her şeyin ancak sembolik sermaye olarak kullanılabilecek birer tarihi eser gibi durması ve bu yüzden de genç kuşakların gerçek yaşam dünyasına hiçbir şekilde dokunmaması diye ifade edilebilir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Kasım 2019

Din-Bilim Tartışması: Herkes Kendi Yoluna


Din ile bilim arasındaki ilişkinin nemenem bir ilişki olduğu, çok eski zamanlardan beri tartışılır. Bu tartışmanın yarattığı yüksek gerilim Ortaçağ Hıristiyan dünyasında sayısız insanın da canına mal olmuştur. Bizim eski dünyada ise -sözgelimi- dünyanın hareketsiz olduğuna inanmak, Abdülkâhir el-Bağdâdî tarafından, Ehl-i Sünnet’in ittifakla kabul ettiği hakikatler arasında anılmış, aksi görüşü savunmak ise “Lüzûm-ı küfür bile küfürdür” demekle eşdeğer bir yaklaşımla “Allahsızlık, Materyalistlik” sayılmıştır. Hâlbuki din ve bilim birbirinden ayrı/apayrı iki alandır. Din her şeyden önce bir inanç ve kabul işidir. Gerçi dinî fenomenlerin rasyonel, toplumsal, bilimsel sonuçları olabilir; ancak bunların söz konusu sonuçlardan herhangi birine indirgenerek izaha çalışılması doğru değildir. Kaldı ki -Carl Sagan’ın deyişiyle-, din bizden sağlam kanıtların bulunmadığı durumlarda bile çoğu zaman sorgulamadan inanmamızı ister. Bilim ise hiçbir şeyi salt inancımıza dayanarak kabullenmememizi, öykü ya da anlatı niteliğindeki kanıtları reddetmemizi bekler. Bilim açısından derinlemesine kuşkuculuk temel bir erdemdir. Din ise kuşkuculuğu manevi gelişmenin önünde bir engel olarak görür. Bu yüzden, yüzyıllar boyunca bu iki alan birbiriyle çatışmıştır. Bilimsel alandaki buluşlar dinsel dogmalara karşı gelmiş, din de kendi dogmaları açısından tedirgin edici bulguları görmezlikten gelmeye ya da bastırmaya çalışmıştır.

***

Evet, din ve bilim hem kuralları ve normları hem de amaçları itibariyle birbirinden farklı iki ayrı alan, iki ayrı mecradır. Bu iki alanın kendilerine özgü ilkeleri ve yöntemleri vardır. Bu yüzden birinin diğerine karıştırılmaması veya birinin diğeri uğruna gözden çıkarılmaması lazım gelir. Aksi halde zihin dünyamızda çözümü çok güç ikilemler belirir. Bize göre din-bilim ilişkisinde, kompartımancılık ve çifte hakikatçılık en sağlıklı yaklaşım olarak görülebilir. Bu yaklaşıma göre din ile bilim, nitel olarak birbirlerinden ayrı iki hakikat sistemini temsil eder. Din daha ziyade varlıkla ilgili büyük sorulara cevap verme, bilim ise akıl sayesinde özerk tabiat düzeninden fiziksel ve beşeri dünyaya yön verecek ilke ve yasaları çıkarma işlevi görür. İkisi arasında ilgi/ilişki olmadığı için, çatışma da olmaması gerekir. Belki bu noktada din ile bilimin birbirini az çok tamamladığından söz edilebilir. 

Fakat burada söz konusu olan tamamlayıcılık, kutsal metnin içinde değil, bu metnin sık sık göndermede bulunduğu dış dünyada aranmalıdır. Sözgelimi, insanoğlunun yaratılış itibariyle muhteşem bir eser olduğunu anlayıp kavramak için, Kur’an vahyinin ilk muhataplarınca çıplak gözlem yoluyla tanınıp bilinen nutfe, alaka, mudga gibi basit ve yalın anlamlı lafızlardan sözde mucizevi manalar çıkarmaya çalışmak yerine, embriyoloji, fizyoloji ve anatomi gibi bilim dallarındaki uzmanlardan brifing almak herhalde daha isabetli olur. İnancımıza göre Kur’an’ın da kâinat ve tabiat kitabının da sahibi Allah’tır; bu yüzden iki kitap arasında özsel bir ihtilaf olamaz; fakat bu iki kitaptan her biri farklı amaçlar taşıdığı için bunları birbirine karıştırmamak, dolayısıyla kendisini dinî-ahlâkî bir rehber (hüdâ) diye nitelendiren Kur’an metninde bilimsel veriler aramamak gerekir.

Kaldı ki bilim hidayet ve manevi hakikati aramakla uğraşmaz. Bu yüzden onun buluşları ve gerçekleri Kur’an ayetleri ile aynı geçerliliğe sahip olamaz. Bilim bir sorun çözme girişimidir; verili bir model ve dünya görüşü içinde problemleri çözmek için geliştirilmiş bir metot ve bir tekniktir. Kaldı ki bilimsel metodun içerdiği değerden arınmış gözlem, düpedüz bir masaldan ibarettir. Zira bilimsel alanda hemen hiçbir şey dünya görüşümüz ve kültürümüz içinden süzülmeksizin kavranılamaz. Öte yandan, bilimsel verileri dinî beyanlarla doğrulamaya çalışmak, bir anlamda vahyin ontolojik statüsünün sorgulanmasına mahal verir. Bu yüzden, iki ayrı hakikatin alanlarını tedahüllü kılmak sadece Kur’an’ın ontolojik statüsünü değil, epistemolojik statüsünü de sorgulamak, sorgulandığı için de onu örselemek anlamına gelir.

***

Uzun lafın kısası, Kur’an’dan bilim okumak ve/veya Kur’an’ı modern bilim hakkında konuşturmak çok boyutlu açmazlar ve sakıncalar içerir. Karl Popper’in “Bilim tarihi doğru olduğu kabul edilen teorilerin yanlışlanmasının tarihidir” sözünü de hatırlatarak, doğa bilimlerinde kesinliğin olmadığını, hatta en güvenilir bilgiyi sağlasa dahi kanıtlanamaz durumda olmasından dolayı modern bilimlerin ve içerdikleri verilerin mutlaklık değeri taşımadığını, dolayısıyla bu vasıftaki verileri dinî alanda istihdam etmenin son derece problemli olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Bilimsel bilgiler/veriler mutlak doğruluk değeri taşımadığı içindir ki modern dönemde insan aklının ürettiği hiçbir bilgi “emin olmak” anlamındaki kadim “bilgi” (ilim) tanımına karşılık gelmemektedir. Bu yüzden aklî ve naklî bilgi arasındaki ilişki doğru temellendirilmelidir. Aksi takdirde din ile bilim arasındaki gerilim hiçbir zaman sona ermeyecektir. Vahiydeki çok boyutlu semantik bütünlüğü zedeleyici yorumlar belli bir eksikliğin tatmini uğruna belki cazip gelebilir; fakat bunun metodolojik ve epistemolojik riskleri çok iyi değerlendirilmelidir. Özellikle teorik-bilimsel bilgiler ve bulguların her zaman için yerini başka bilgiler ve bulgulara bırakmaya namzet olduğu unutulmaksızın vahyin beyanlarını bu modellere irca etmenin nasıl bir anlam taşıdığı üzerinde çok iyi düşünülmelidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 26 Ekim 2019

Allah'ın Mülküne Hissedar, Rahmet Hazinesine Ortak Mıyız?


Nisâ 4/53. ayette tehekküm (ince alay) üslubuyla Medine Yahudilerine şöyle bir göndermede bulunulur: “Yoksa onlar Allah’ın mülküne hissedar mıdır?! Eğer böyle bir imkân sahibi olsalardı insanlara lütuf ve nimet namına zırnık koklatmazlardı”… İsrâ 17/100. ayette ise Kureyşli müşriklere atfen şöyle buyrulur: “[Ey Peygamber!] De ki onlara: “Rabbimin rahmet (rızık ve nimet) hazineleri elinizde olsaydı, harcamakla tükenir korkusuyla hiç kimseye zırnık koklatmazdınız. Doğrusu [nankör] insan çok hasis, nekestir”… İnsanoğlu çoğu zaman nalıncı keseri gibi hep kendine yontan, yani hemen her zaman kendi çıkarını gözeterek adım atan bir varlık cinsidir. Bu yüzden de çoğu insan hem hasis ve nekestir hem de hunhar, gaddar ve merhametten nasipsizdir. Hatta kimi insanlar Allah’ın lütuf ve rahmetini taksim/tevzi hususunda kendilerini yetki sahibi gibi gördüklerinden olsa gerek bu engin rahmeti başka insanlardan esirgeyecek kadar da ben/biz merkezcidir. Bu vesileyle üzülerek söyleyeyim ki “İlahi Hitabın Tefsiri” adlı eserimin mukaddime kısmının sonunda yer alan “bana, anne-babama, tüm mümin kardeşlerime ve hatta insanlığa hizmet için çalışmış ama bir şekilde hidayetle buluşamamış diğer bütün kullarına da af ve mağfiretinle muamele etmeni niyaz ederim” şeklindeki dua ve niyaz ifadelerime kafayı takacak kadar gaddarlıktan nemalanmış müslüman kardeşlerimizin varlığından haberdar olmak kendi namımıza en yeni müjdedir. 

***

İnhisarcı bir yaklaşımla ilahi rahmeti sırf kendi dindaşlarına tahsis etmeyi hassas dindarlık olarak görenlere naçizane tavsiyem, Kelâbâzî ve Gazâlî gibi mutasavvıflarca da nakledilen, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın” (Allah’ın ahlakını kendinize örnek alın) mealindeki rivayet üzerine düşünüp adamakıllı bir vicdan ve insaf muhasebesi yapmalarıdır. Fakat şundan eminim ki şimdi yine birileri çıkacak, bu rivayette işaret edilen derin mana mesaj üzerine düşünmek yerine katıksız bir Selefî mantıkla ve tam da İbn Teymiyye’nin ifade ettiği tarzda “Allah insan mı ki ahlakı olsun ve O’nun ahlakıyla ahlaklanılsın” gibi demagojik yorumlar yapacaktır. Oysa  “Allah’ın ahlakı” kavramını anlamak gayet kolaydır; yani Allah’ın “Rahmân”, “Rahîm”, “Ğafûr”, “Halîm”, “Vedûd”, “Şekûr” olması neyse, ahlakı da odur. Kaldı ki hadislerde “Allahım! Sen affetmeyi seversin, beni affet”; “Allah güzeldir, güzel olanı sever” buyurulur ki ilâhî ahlak en azından bir yönüyle budur; bir diğer yönüyle de şudur: İnsanların çoğu kendilerini yaratan ve sayısız nimetle donatan Allah’a karşı nankörlükte adeta yarışır. Fakat Allah bunca nankörlüğe rağmen lütuf ve keremini insanoğlundan esirgemez. 

Tûr 52/28. ayette geçen “Ber” ve “Rahîm” isimlerine yaraşan da budur. Allah’ın “Ber” ismi esmâ-i hüsnâ üzerine yazılan eserlerde “kullarına çokça iyilik ve ihsanda bulunan” anlamında “muhsin” diye açıklanmıştır. Hattâbî gibi bazı âlimler ise “Ber” ismini “kullarına karşı hem çok şefkatli olan hem de da tüm mahlûkatı kapsayacak şekilde lütuf ve ihsanda bulunan” diye açıklamıştır. Kısacası, Allah’ın lütuf, kerem, ihsan, inayet ve rahmeti tüm insanlığı kuşatır. Bu konuda özcü ve inhisarcı yaklaşımlar sergilemenin gaddarlıktan başka bir manası yoktur. İnsanlığa hizmet için çalışıp çabalamış ama bir şekilde hidayetle buluşamamış insanlar için Allah’tan rahmet ve mağfiret dilemek, Bakara 2/62 ve Mâide 5/69. ayetleri anakronistik (zamandışı) tarzda ele alıp “Cennet müminlerin tekelinde değildir” gibi bir sloganla inhisarcı yaklaşımın tam tersi istikamete savrulmakla aynı kapıya çıkmaz ve aynı amacı taşımaz. 

***

Biz Allah’ın mülküne hissedar değiliz; dolayısıyla O’nun rahmetini taksim ve tevzi etmek gibi bir hak ve yetkiye de sahip değiliz. Biz ancak O’na dua ve niyazda bulunabiliriz. İman-inkâr konusunda yargılama yetkisi Allah’a aittir; kullarını affedip affetmemek de kuşkusuz Allah’ın bileceği bir iştir. Ayrıca “İlahi rahmet sırf biz müslümanlara tecelli etsin; diğer insanlar bu engin rahmetten hiçbir şekilde nasiplenmesin” demek yerine, “Allah bütün insanları cennete koyarken sadece beni cehenneme soksa, ben buna rıza gösteririm” (Ebû Süleyman ed-Dârânî) diye düşünmeyi engin gönüllü insan kıvamına erme çabasının bir gereği olarak telakki ederiz. Patagonya coğrafyasındaki penguenlerinden guanako sürülerine kadar bütün âlemdeki sayısız canlının rızkını gözetip tüm mahlûkata lütuf ve keremiyle muamele eden Allah hem Rahmân hem Râhîm’dir. O’nun sınırsız merhamet ve mağfiretinin ne şekilde tecelli edeceği hususunda ahkâm kesmek hiçbirimizin haddi değildir. Allah’ın rahmeti konusunda bile nekeslik yapanlara son bir not olarak şunu iletmek isterim ki Batı dünyasında “kapitalizmin peygamberi” diye de anılan, yaklaşık 46 milyar dolarlık servetiyle şu anda dünyanın en zengin adamlarından biri olan Warren Buffett servetinin kahir ekseriyetini Bill ve eşi Melinda Gates tarafından kurulan ve sıtma, açlık gibi küresel sorunları çözmeyi amaçlayan vakfa bağışlayacağını ilan etmiştir. Uzun yıllar boyunca dünyanın en zengin adamı unvanını taşıyan Bill Gates ise 2016 yılında “Kendi çocuklarımıza servet bırakmayacağız; bizim paramız en fakir insanlara yardım etmek için kullanılacak” demiştir. Buffet ve Gates örnekleri, Allah’tan sırf kendileri için rahmet ve merhamet talebinde bulunmayı has müslümanlık zannedenlere umarım bir şeyler söyleyecektir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Ekim 2019

Türkiye'de Kur'an Hermeneutiği Tartışmaları


Bu yazı Prof. Dr. Ömer Özsoy’un “Türkiye’de Kur’an Hermeneutiği Tartışmaları - Bir Soykütüğü Denemesi” başlıklı bildiri metninin 1990’lı yılların ortalarında ivme kazanan “Kur’an’ın anlaşılmasında yöntem tartışmaları” bağlamında tebarüz eden üç farklı eğilime yönelik tespit ve değerlendirmelerle ilgili kısmından ihtisar edilmiştir. Özsoy’un bildirisi yıllar önce kaleme alınmış olsa da irdelediği sorunlar itibariyle halen aktüeldir. Şöyle ki “Kur’an’ın anlaşılmasında yöntem tartışmaları”nın yaşandığı süreçte Kur’an’ın çağın gerisinde kaldığı, dolayısıyla çağdaş sorunlara çözüm üretemeyeceği teşhisinde bulunan “laikçi modernizm” ile Kur’an’daki her bir lafzi talimatın bugün de aynıyla geçerli olması gerektiğini, dolayısıyla tek sorunun Kur’an ahkamını tatbikin önündeki engellerin kaldırılması olduğu fikrini savunan “metin fundamentalizmi” hariç tutulacak olursa, Özso’a göre kayda değer üç temel entelektüel yaklaşımdan söz edilebilir: (1) Batılı modernite eleştirilerini İslami duyarlılıklarla harmanlayarak, İslam ve çağdaşlığı sabit ve birbiriyle uzlaşmaz iki zıt paradigma olarak gören ve “İslam modernizmi” söyleminin İslam’ın özgün dokusunu tahrip etme riski taşıdığını öne süren postmodern gelenekçi İslamcı söylem. (2) Daha ziyade Fazlur Rahman’ın argümanlarına dayanan ve Kur’an’ın insanlıktan talepleri ile çağdaşlığın gerekleri arasında özsel bir çatışma olmadığı tespitinden hareketle, “müslüman kalarak modernleşme”nin imkânını savunan İslam modernizmi söylemi. (3) Eklektik reformist söylem.

***

Bu söylemlerden sonuncusu en yaygın olanıdır. Temelde bütün İslam reformistleri müslüman kalarak çağdaşlaşmanın mümkün olduğuna inanmaktadır; ancak bu inanış Kur’an ve olgu üzerine yoğunlaşan bir hesaplaşmadan kaynaklanmamaktadır. Özü itibarıyla reformizm, baştan tasnif dışı tuttuğumuz metin fundamentalizmi ile laikçi modernizmin bir tür sentezinden ibarettir. Zira eklektik reformist söylem gelenekçilerden Kur’an hitabının tarih-üstülüğü dogmasını, laikçi modernistlerden de verili durumun (modernite) terakki olduğu dogmasını ödünç alarak hem Kur’an’ı hem de çağdaşlığı birer değer kabul etmektedir. Böyle bir yaklaşımla Kur’an’a her şeyi söyletmek mümkündür: Kur’an’dan laik, demokratik, çoğulcu hatta liberal bir devlet-toplum tasarısı da çıkarabilirsiniz, teokratik ve totaliter bir sistem de... Nitekim bu eğilim, işi Kur’an metninin özgün anlamına tasallut etme noktasına kadar vardırmıştır. Reformistlerin söylemlerinde gelenek dışlanmış, böylece tüm hayatı kuşatabilecek bütüncül bir Kur’an yorumuna ulaşabilmek için, geleneğin boşalttığı belirleyici konuma çağdaş durum ve çağdaş “ben”in öznelliği yerleştirilmiştir.

Öte yandan, Kur’an hermeneutiği tartışmalarını bilgi-iktidar ilişkileri bağlamında okuyan İslam modernistleri, siyasi basiretin ve İslam’a sadakat hassasiyetinin refakat etmediği bir modernleşme projesinin, İslam’ın tarih-üstü değer ve ilkelerini yeni formlarda bugüne taşınma ideali ile sekülerleştirici modernizm arasına belirgin bir çizgi çekmek üzere tarihsel perspektifin ayrıştırıcılığına sığındılar. Zira onlara göre tarihsel perspektiften yoksun bir müslüman kitleyi, Kur’an’daki savaş ayetlerinden yardım almak suretiyle terörizme mobilize etmek de mümkündü, cihad ayetlerini “çalışma” ayetleri şeklinde yorumlayarak kategorik olarak şiddetten arındırmak da...

Ne var ki İslam modernizminin Türkiye’de temsil ediliş biçimi ve düzeyi üzerinde kabaca düşündüğümüzde bile bu düşünüş biçiminin bizzat isimleri bu çerçevede gündeme gelen zevat ve kurumlar tarafından dahi bir kimlik olarak benimsenmemiş olduğu dikkatimizden kaçmaz. Bununla birlikte İslam modernizminin güçlü bir söylem olarak özellikle ilahiyatçı akademisyenler arasında ciddi bir sempati tabanına sahip olduğu da gözden kaçmamaktadır. Fakat bu sempati tabanındaki yaygınlaşmaya yol açan etkilenim biçimini tahlil ettiğimizde, bunun gerçek nedeninin söylemin gücü mü yoksa çok daha karmaşık işleyen kurumsal ağlar ve kariyer ilişkileri mi olduğu sorusu cevaplanmayı beklemektedir. 

***

Görünen o ki Türkiye 2010’lu yıllara, dinî düşünce alanında gelenekçi karakter taşıyan bir egemen kültür eşliğinde ve bunun ürünü olarak, dinsel alanın bilindik sorunlarını aile içi mesele olarak tanımlamak suretiyle esasen bütün kamusal iddialarından vazgeçmiş bir entelektüel rehavet içinde giriyor. Bu itibarla, ne İslâmiyât gibi entelektüel tartışma platformlarının piyasadan el ayak çekmesi, ne de ülkede duyulan tek sesin, konjonktürel vasatın imkân sunması dışında herhangi bir tarihsel veya düşünsel bağlama sahip olmayan Ehl-i Sünnet fundamentalizmi olması bir sürprizdir. 28 Şubat sürecinde ortaya koyduğu kötü performans nedeniyle itibar kaybeden ve o dönemde izlenen din eğitimi politikalarının kurgusu gereği Kur’an, tefsir, hadis ekseni zayıflatılan İlahiyat fakültelerinin DİB’na ve MEB’na personel yetiştiren eğitim kurumlarına indirgendiği ve bu rolü kabullenmiş göründüğü bir ortamda, Kur’an okuma ve yorumlamanın Sağcı-Sünnî duyarlılığın meşru gördüğü sınırlar dışında bir özgürlük alanına sahip olduğunu sanmıyorum. Bu durumda, genç İlahiyatçıları bilimsel dürüstlük, akademik titizlik, düşünsel derinlik ve ahlâkî duyarlılık gibi belirleyici ölçütlere referansta bulunulan bir entelektüelizme davet etmek dışında bir yol görmüyorum.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Ekim 2019

Aydınlanma Şart: Sapere Aude...


Immanuel Kant 1784’te kaleme aldığı “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: Aydınlanma, insanın kendi kendini vesayete maruz bırakmaktan, yani kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu vesayet durumu insanın kendi aklını, idrakini bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İnsan işte bu ergin olmayış haline kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanma kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramak lazımdır. “Sapere Aude!” (Bilmeye, kendi aklını kullanmaya cesaret et) sözü aydınlanmanın düsturudur...

Günümüz Türkiye’sinde, özellikle İslamcı entelektüeller nazarında “Aydınlanma”, tek kelimeyle iğrenç bir kavram olarak algılanır. Dahası, bizim entelektüel camiada ne zaman “Aydınlanma”dan söz açılsa, Reformasyon, Descartes, Kartezyen felsefe, Locke, Voltaire, falan filan diye epey bir klişe laf söylendikten sonra konu basbayağı şeytanlaştırma noktasına bağlanır. Bu konuda kim nasıl bir algıya sahip olursa olsun, kim ne tür bir eleştiri yaparsa yapsın, hatta isteyen, bizi taşa tutsun ama şu bir gerçek ki biz müslümanlar için de aydınlanma şarttır. Özellikle de genel dinî düşünce ve tasavvur alanında şarttır. 20. yüzyılın başlarında Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi isimlerin öncülüğünde bir tür aydınlanma çabası denebilecek türden adımlar atılmıştır. Fakat bu isimlerin ortaya koydukları ıslah-tecdit projesi, bilhassa Reşid Rıza’nın elinde basbayağı ortaçağ Selefîliğinin 20. yüzyıl şartlarına göre modifiye ve modernize edilmiş versiyonundan başka bir sonuç doğurmamıştır. Şahsi kanaatime göre modern dönem İslam dünyasında tek ciddi aydınlanma teklifi Fazlur Rahman tarafından ortaya konulmuştur; fakat çok ciddi bir ilmî ve fikrî emek mahsulü olan bu teklife reva görülen muamele, malum tarihsellik/tarihselcilik tartışmaları yüzünden ne yazık ki adeta veled-i zina muamelesi olmuştur.

Fazlur Rahman’ın temsil ettiği düşüncenin başına neler geldiği malumdur; dolayısıyla bu dramatik hikâyeyi uzun uzadıya anlatmaya hacet yoktur. Fakat yine söyleyeyim, kim ne derse desin, ciddi bir aydınlanma tecrübesine ihtiyacımız vardır. Kendi tarihsel şartları içinde böyle bir tecrübeyi yaşayan Batı dünyasında Kant’ın kaleme aldığı “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” başlıklı makalesi bence “Andımız” gibi okunmalıdır. Çünkü onun bu makaledeki tespitleri özellikle aydınlanmaya giden yolun hangi noktadan başlaması gerektiği hususunda gerçekten çok çarpıcıdır. Ancak makaleyi okumadan önce, “Aydınlanmayla birlikte Tanrı yeryüzünden sürgün edildi ve insana bir tür Tanrılık payesi verildi” gibi beylik iddiaları bir kenara koymakta fayda vardır. 

Bu son cümlem okunur okunmaz, hışımla yazılacak birçok tekdir yorumunu şimdiden görür gibiyim. Hışım katsayısını yükseltmemek için -dilerseniz- ben daha fazla yazmayayım, Kant’ın makalesinden şu birkaç pasajı aktararak yazıyı sonlandırayım: Doğa, insanları harici bir talimata bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki insanların çoğu tüm yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar. Yine aynı nedenledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü… Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizimle ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık...

Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan vasiler insanların çoğunun ergin olma yönünde adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları evcil hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Hâlbuki onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar, sonunda yürümeyi öğreneceklerdir. Ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. 

Demek oluyor ki her birey için neredeyse ikinci bir doğa/tabiat/fıtrat yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma bilerek isteyerek katlanmış ve onu sevmiştir bile… Bu yüzden de kendi aklını kullanma hususunda gerçekten yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyimi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir… Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü… Ne var ki her yandan “Düşünmeyin! Aklınızı kullanmayın!” diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, “Düşünme, eğitimini yap!”, maliyeci “Düşünme, vergini öde!”, din adamı “Düşünme, inan!” diyor…

İşte bu yüzden, aydınlanma şarttır. Sapere aude…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 5 Ekim 2019

Tevhid Temelli İslam Geleneğinde Gizli Teslis


Kur’an’daki en büyük dava tevhid davasıdır. Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyette şeriksiz olduğu inancını haleldar eden tüm inanç ve anlayışlara karşı Kur’an sıfır toleranslıdır. Bu yüzden Kur’an’da müşriklerin politeist ve henoteist inançları kıyasıya eleştirildiği gibi Yahudilerin Üzeyr’e, Hıristiyanların İsa’ya rububiyet atfettikleri yönündeki inanç ve anlayışlar da reddedilir. Yine bu iki din mensuplarının “ahbâr” ve “ruhbân” denilen din adamlarını bir nevi tanrı yerine koymaları da kınanıp zemmedilir. Ayrıca Kur’an bir taraftan Hz. Peygamber’le çağdaş Hıristiyanların müslümanlara dostane davrandıklarını bildirirken, bir taraftan da Hıristiyanlıktaki teslis inancını kesin bir dille reddeder. Kur’an’ın teslise yönelik eleştirilerinden biri, çok basit gibi görünen ve fakat gerçekte İsa’ya ulûhiyet isnadını çökerten, “İsa da annesi de yemek yerdi” (Mâide 5/75) mealindeki ifadedir. Bu ifade, “İsa da her insan gibi yemek, sindirim, tuvalet gibi doğal ihtiyaçları bulunan bir insandır; hâl böyleyken İsa’nın tanrı veya tanrı oğlu tanrı olduğu inancı hangi akla hizmet edilerek savunulur?” gibi çarpıcı bir mesaj içerir.

İslam tevhid dini olmakla birlikte İslâmî gelenek adeta kaş yapayım derken göz çıkarırcasına tevhid içinde gizli teslis üretmiştir. Hıristiyanlıktaki teslis “Baba – Oğul - Ruhu’l-Kudüs”ten müteşekkildir. İslâmî gelenekteki gizli teslis ise “Allah - Nûr-i Muhammedi - Kelam-ı Kadim” şeklinde formüle edilebilir. İslam kelam tarihinde en çetrefil ihtilaflar ilahi sıfatlar ekseninde cereyan etmiş olsa da Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyette tek olduğu en azından ilke/inanç düzeyinde tartışma götürür bir mesele değildir. Buna mukabil, Allah’ın kâinatı ve insanlığı yaratmasıyla ilgili ayetlerde ne söylendiği gayet açık seçik olduğu halde İslâmî gelenekte mutasavvıf Sehl-i Tüsterî’den itibaren Allah’ın ilk olarak Hz. Muhammed’i kendi nurundan yarattığına dair bir fikir/inanç geliştirilmiştir. 

Aslında bu fikir ve inanç “Kur’an âlem ve yaratılış hususunda ne söylerse söylesin, biz bildiğimizi okuruz” demenin başka bir şeklidir. Tarihsel süreçte Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ve Abdülkerîm el-Cîlî gibi mutasavvıflar tarafından daha sükseli biçimde sunumu yapılan Nûr-i Muhammedî fikrine/inancına göre Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa Muhammedî hakikat vücuda gelmiş, bütün mahlûkat bu hakikatten ve sırf onun uğruna vücuda getirilmiştir. Âlemin varlık sebebi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufî gelenekte sıkça dillendirilen ve “kutsî hadis” olarak da rivayet edilen, “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” (levlâke...) ifadesiyle bu hususa işaret edilir. Nûr-ı Muhammedî zuhur ettikten sonra her şey ondan ve onun hatırına halkedilmiştir. İlk olarak Hz. Âdem’de tecelli edip daha sonra tüm peygamberlere intikal eden, Hz. Muhammed beden olarak dünyaya gelince ona intikal edip sabitlenen nur ölümünden sonra da devam etmekte, kâinat da bu sayede varlığını sürdürebilmektedir. 

***

Özellikle Hanbelîler ve Ehl-i Hadis (Selefiyye) âlimleri, Hz. Peygamber’i bu şekilde algılamanın onu ilahlaştırmaktan farksız olduğunu söyleyerek Hakîkat-i Muhammediyye (Nûr-i Muhammedî) inancını küfür ve şirk saymışlar, bu arada önceki bazı ümmetlerin kendi peygamberlerine yönelik aşırılıkları sebebiyle yoldan çıktıklarına dikkat çekmişlerdir. Yeni Eflatunculuk’taki “logos” ve/veya İskenderiyeli kilise babası Aziz Clement’in nübüvvet konusundaki görüşleriyle irtibatlı olan Nûr-i Muhammedî fikrinin önce Şiî muhitine, oradan da tasavvuf geleneğine intikal etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Hz. Peygamber’in, “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı abartılı biçimde övdükleri gibi beni de övmeyin (lâ tutrûnî kemâ etrat en-nasârâ îsebne meryem). En nihayet ben bir kulum; deyin ki ‘Muhammed ‘Allah’ın kulu ve elçisidir” dediğini bile bile Nûr-i Muhammedî fikrini sahiplenmek, akıl erdirilebilecek bir tutum olmasa gerektir. 

İslâmî teslisin bir diğer unsuru, gayet haklı biçimde ve tevhid inancını koruma saikiyle Nûr-i Muhammedî fikrini/inancını eleştiren Ehl-i Hadis ve Hanbelî geleneğe aittir. Ancak tevhid namına İslâmî gelenekteki gizli teslisin bir unsurunu reddeden Ehl-i Hadis’in “kelam-ı kadim” tabirinde ifadesini bulan diğer unsuruna sımsıkı sarılması gerçekten tuhaf bir ironidir. Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere Selefiyye âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur’an Allah kelamı olup mahlûk değildir. Hem lafzı hem de manası Allah’ın zatıyla kaim olup kadimdir. Kur’an Allah’ın kelamı, dolayısıyla O’nun sıfatı olduğundan, hangi cümle içinde kullanılırsa kullanılsın, ister yazılsın ister telaffuz olunsun, kesinlikle mahlûk değildir. Kur’an, Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’e indirilen mananın lafza büründürülmüş formu değil, hem lafız hem de mana itibariyle Allah’ın zatı ile kaim olan gerçek kelamıdır. Bu görüş, Zühdi Carullah ve Ahmed Emin gibi isimlerin de dikkat çektikleri gibi Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki inançlarından pek farklı değildir. Nitekim Ehl-i Hadis ulemasının “Zenâdıka” (Zındıklar) diye yaftaladığı Cehmiyye’nin tespiti de bu yöndedir ve bu tespit kesinlikle doğru bir tespittir. Çünkü Hıristiyan gelenekte İsa da ezeli-ilahi kelam (logos) olarak kabul edilir. Sonuç olarak, Hıristiyanlık “Ben Allah’ın kuluyum” diyen Hz. İsa’nın tanrı veya tanrı oğlu tanrı olduğunu ilan ederek vahiy kaynaklı dinî gelenekler içinde en büyük skandala imza atarken, müslümanlar da tevhid inancından asla ödün vermeyen Kur’an’a rağmen tevhid içinde gizli teslis üretme becerisini göstermişlerdir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Eylül 2019

Zihni Teneffüse Çıkaran Bir Eylül Yazısı


Mehmet Rauf, “Eylül!” der, “öyle bir ay ki geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekir. Eylül, esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp üzülür, özlem çeker… Nazım Hikmet de Eylül’ü şöyle tarif eder: Ayrılıkların, aşktan büyük yaşandığı, koca bir ömürdür Eylül. Yağmurdur, hüzündür, kimse bilmesin isterim, Eylül, Piraye’dir… Eylül, Nazım Hikmet’ten Cemal Süreya’ya, İlhan Berk’ten Ataol Behramoğlu’na, Turgut Uyar’dan Hilmi Yavuz’a kadar birçok şair ve edebiyatçıya ilham veren bir ay, bence ayların en güzelidir. Belki birçok insan, “Ay aydır, biri diğerinden daha güzel değildir” diye düşünebilir ve hatta bu düşünce müstehzi biçimde de dillendirilebilir. Böyle bir durumda, “Keyfimin kâhyası mısın?” sözü etkili bir mukabele olabilir. 

Her neyse, istedim ki bu hafta Eylül’e dair yazayım, yani bu defa suya sabuna dokunmayan bir yazı yazayım istedim. Çünkü hem teolojik meselelerin yükünü 7/24 taşımaktan hem de provokatif eleştirilere polemikçi üslupla mukabelede bulunmaktan hayli yoruldum. Polemik denen şeyin az çok fayda sağlamak şöyle dursun, söylediğimiz sözü kıymetten düşürdüğünü bizzat yaşararak görünce bir o kadar daha yoruldum. Bu yüzden, pamuk gibi bir Eylül yazısı yazarak zihnimi teneffüse çıkarmak istedim. Şimdi sadede gelelim: Kendimi bildim bileli Eylül ayını çok severim. Hatta miladi on bir ayın sultanı Eylül’dür, bile derim. Çocukluk ve gençlik çağlarında yaz aylarını daha çok severdim; ama bu sevginin tatil ve oyundan başka bir sebebi yoktu; Okulların açıldığı ay olmasına rağmen ben o yıllarda da yine en çok Eylül’ü severdim.

***

Herhalde hüznü sevdiğim için Eylül’ü de sevdim. Bir de yaz mevsiminin hoppalık ve şımarıklığına sakin ve ağırbaşlı tavırla atılan okkalı bir tokat gibi olduğundan sevdim Eylül’ü… Yaz mevsimini hem nemli sıcaktan hem de zamanın basbayağı çarçur edilmesine vesile olmasından dolayı hiç sevmedim. Bilindik tatil kültürüm çok zayıf olduğu için de sevemedim yaz mevsimini. Bu yüzden hem tabiatın dinginleştiği hem de insanların sakinleştiği Eylül’ün bir an önce gelmesini beklerdim. Eylül’de hemen her tarafa yayılan kırtasiye kokusu güzel bir koku olarak algılanmasa da çoğu insanın adeta yüz metre yarışında koşar gibi koşuşturduğu yaz aylarının ardından biraz durup soluklanma ihtiyacı duymasına sahne olduğu için, bu ay bir an önce gelsin isterdim. 

Öte yandan, hüznüne yakalandığım bir ay olarak yaşadım her Eylül’ü. Ama Eylül’deki hüzün insanı içten içe ezmekten öte, huzur ve sükûn duygusuyla ruhu okşayan bir hüzündü. Eylül’de ağaçların yapraklarında parlak sarı, turuncu, kırmızı ve kahverengi tonlardan oluşan renk cümbüşüyle kendini hissettiren hüzün de yine aynı hüzündü. Hâlbuki Eylül çoğu insan, özellikle şairler tarafından ayrılık, esef, özlem, solgunluk, yılgınlık, yorgunluk gibi hisleri davet eden bir ay olarak algılanırdı. Bu algı Eylül’ün insan hayatında da sonbahar dönemini hatırlatmasıyla alakalı olmalıydı. Murathan Mungan’ın “Eylül’e girdim, Eylül’e girdim; her ömrün bir Eylül’ü vardır... Onca yaşadım... Şimdi bildim” dizeleri de muhtemelen aynı algının yansımasıydı.

***

Mevsimler ve aylar insan ömründeki farklı dönemleri hatırlatır. İlkbahar çocukluk, yaz gençlik, sonbahar olgunluk, kış da ihtiyarlık çağını anıştırır. Eylül sonbahardır; ama adı üstünde bahardır; yani son da olsa bahardır. İnsan hayatındaki sonbahar olgunluk çağıdır. Bu çağda saç sakal ağarır, yüzdeki kırışıklıklar hem çoğalır hem kalınlaşır. Çoğu insan bunları aşınma ve yıpranma olarak algılar; kuşkusuz beden olgunluk çağında hayli aşınmış ve yıpranmıştır; fakat insan aynı zamanda güz meyveleri gibi olgunlaşmıştır. Kaldı ki hayatın sonbaharında ya da ömür takviminin Eylül ayında saçlara düşen aklar tıpkı bu ayda yaprakların sarı, kırmızı, turuncu renk cümbüşüne dönüşmesi kadar güzeldir. Saç sakaldaki aklar, yüzdeki kırışıklıklar pörsüme göstergesi değil, sinn-i kemal alametidir. 

Eylül sanki hüzün ile huzurun birbirine karışıp kaynaştığı bir zaman dilimidir. Bu iki naif duygunun Eylül’de buluşması hoppa, şımarık ve delişmen yaşantıların hüküm sürdüğü yaz aylarının sona ermesi, ardından sürur verici bir sakinlik ve dinginlik hissedilmesiyle ilintili olabilir. Eylül’de hissedilen hüzün aynı zamanda romantiktir. Eylül’ün sakin ikliminde sevmek ve o sevgiyi yüreğinizin en derin yerinde hissetmek, herhalde çok güzel bir şeydir. Aşk genellikle ilkbahar ve yazdan beklenir; ayrılıklar ise çoğu zaman Eylül’le ilişkilendirilir. Tabiattaki yeşil örtünün Eylül’de sararıp solmaya başlaması ve tabiatın yılgınlaşmış gibi bir hâl alması ayrılığı çağrıştırmış olsa gerektir. Fakat Eylül demlenmiş, dinginleşmiş ve dahi Alpay’ın “Eylül’de Gel” diye terennüm ettiği gibi yaz sebebiyle fetret dönemine girmiş aşkların tazelendiği zamanlar olarak da görülebilir. Sözün özü, farz edin ki Eylül’le ilgili bütün bu söylenenler depresif güzellemeler, melankolik vehimlerdir; fakat en azından atopik cildinin aşırı tepkileri sebebiyle yaz mevsimindeki vıcık vıcık nemli sıcaktan hiç hazzetmeyen benim gibi insanlar için Eylül serinlik getirdiği ve daha rahat nefes alma imkânı verdiği için yine güzeldir. Üstelik sadece güzel değil, biraz yaz biraz güz olduğu için de hayli narindir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Eylül 2019

Tarihselcilik Konuşmaları 5 - Mucize - Ağustos 2019


Tarihselcilik Konuşmaları 4 - Din Dilinin Mahiyeti, Kitap ve Hikmet - Temmuz 2019


Tarihselcilik Konuşmaları 3 - Müesses Din Anlayışı, Ataların Dini Metaforu ve Haniflik - 2019


Tarihselcilik Konuşmaları 2 - Makasıt, Bağlam, Akıl - 2019


Tarihselcilik Konuşmaları 1 - 2019


Bayram Sohbeti / Cemaatler ve Devlet | Teke Tek / Habertürk | 13 Ağustos 2019


Aslı Şafak'la İşin Aslı / Bloomberg HT | 9 Mayıs 2019


Gelenek, Atalar Dini ve Haniflik | İlim ve Hikmet Vakfı | Nisan 2019


Türkiye'de Kurumsal ve Geleneksel Din | Liberal Düşünce Topluluğu | 13 Mart 2019


Dünyada ve Türkiye’de İslamiyet ve Müslümanlar’ın Durumu | 22 Mart 2019 - Medyascope


Dünyada ve Türkiye’de İslamiyet ve Müslümanlar’ın durumu: Prof. Mustafa Öztürk ile söyleşi, Ruşen Çakır, Medyascope

Türk / Türkiye Tipi Ateizmin Genel Karakteristiği


Ateizm, felsefî bir terim ve kavram olarak Tanrı inancı karşısında retçiliği benimseyen bir zihniyeti ve dünya görüşünü ifade eder; ancak kendi içinde homojenlik arz etmez. Başka bir ifadeyle, ateizm kendi içinde mutlak ateizm, ideolojik/materyalist ateizm, teorik ateizm, pratik ateizm gibi tipler ve türlere ayrılabilir. Türk tipi ateizm ya da daha güncel olarak günümüz Türkiye’sinde giderek yayınlaştığı söylenen ateizmde de homojenlik söz konusu değildir; fakat en azından bu topraklarda baş gösteren ateizmin hemen her türünün, sözgelimi Jean Paul Sartre’in “Varlık ve Hiçlik/Fenomenolojik Ontoloji Denemesi” adıyla Türkiye çevrilen kitabındaki gibi felsefi temellere dayalı bir ateizme benzemediği, hatta “kutsal demlik” analojisiyle ateizm ve agnostisizme arka çıkmakla birlikte “Tanrı’nın yokluğunun ispatı yok” da diyen Bertrand Russel kadar dürüst bir tavır sergileyemediği rahatlıkla söylenebilir. Dahası, Türkiye tipi ateizmdeki baskın karakter fikrî açıdan gevşeklik, pratik açıdan vülgerlik, ideolojik açıdan militanlık gibi nitelemelerle de ifade edilebilir.

Günümüz Türkiye’sinde ateizm büyük ölçüde kurumsal dine, dindar kitlelerin genel dünya görüşüne ve yaşam şekline yönelik tepkileri yansıtır. Bu yüzden, Türk tipi ateizmin karakteristik özelliklerinden biri, tepkiselliktir. Bununla birlikte tepkisel ateistlerin pek çoğu içine doğup yetiştikleri kültürün de etkisiyle sevgi, merhamet dolu yüce bir gücün varlığını içten içe kabullenme eğilimindedir. Fakat gerek küçük yaşlarda dindar ailede yaşanan din/dindarlık gerekçeli şiddet, gerekse sosyal çevrede tanık olunan dinî kılıklı binbir kötü örnek sebebiyle kurumsal din ve inanca gösterilen öfkeli tepki birçok insanı ateizmin kucağına itiverir. Bu süreçte bilimselcilik, rasyonellik, pozitivizm, ideolojik materyalizm gibi düşünce akımlarıyla da az çok tanışıklık söz konusu olduğunda, adeta yağmurdan kaçarken doluya tutulma gibi bir durum gerçekleşir. Nitekim bu duruma düşen ateistlerin büyük çoğunluğu, tanrı tanımazlık konusundaki fikirleri zihinsel didinmeyle üretmek yerine, hazır buldukları ideolojik iddiaları sahiplenerek basmakalıp ifadelerle tekrar edip durur.
**
Türk tipi ateizmin karakteristik özelliklerinden biri de Nazilerin Yahudi soykırımı (holokost) tecrübesinden sonra kimi Yahudilerin “Auschwitz’ten sonra teoloji öldü: İmha edilecek sakinlerin bileklerinde Tanrı’nın telefon numarası; ama numara cevap vermiyor bir türlü” demesi gibi Tanrı’ya gücenmişlik ve küskünlük duygusu olarak kendini gösterir. Özellikle çocukluk ve gençlik çağlarında yaşanan ağır travmatik deneyimler, sözgelimi bir trafik kazasında tüm aile fertlerini kaybetmek veya uzun zaman boyunca birçok ciddi sıkıntıyla cebelleşerek feleğin çemberinden geçmek gibi tecrübeler ilk planda Tanrı’ya sitem ve serzenişte bulunmak, ardından da O’nunla bağları koparmak gibi neticeler verir. Derken, Tanrı’ya gücenip küsme duygusuna bir de teodise ve kötülük problemi eklenir. Bu felsefi ek/eklenti ateizme savrulan kişinin “Tanrı’ya haksızlık mı yaptım?” ya da “Ucuz insan gibi mi davrandım?” şeklindeki sorularla kendi kendini yargılamasının önüne geçip vicdanını rahatlatmak ve aynı zamanda ateizmi düşünsel ve felsefi açıdan az çok gerekçelendirerek zihinsel konfor sağlamak gibi bir işlev görebilir. 

Bu topraklarda neşv ü nema bulan ateizmin bir diğer özelliği de “Tanrı yokmuş gibi yaşamak” ve/veya “Tanrı’yı günlük yaşama sokmamak” şeklinde kendini gösterir. Kişinin günlük yaşam alanındaki tutum, davranış ve alışkanlıklarında Tanrı’yı unutma isteğini ya da O’nun buyruklarını kendi yaşamından uzak tutma iradesini yansıtan bu hayat tarzı “pratik ateizm” diye isimlendirilebilir. Tanrı’ya inandığını söylemekle birlikte “Tanrı yokmuş gibi yaşamak” aslında birçok müslümanın günlük yaşam tarzında da kendini gösterir; dolayısıyla böyle bir yaşam tarzı biz müslümanların da ciddi ciddi düşünmesi gereken bir problemdir. Bir değerlendirmeye göre “pratik ateistler” kendi içerinde aktif ve pasif olmak üzere iki gruba ayrılır. Pasif olanlar Tanrı’nın varlığını reddetmekle birlikte dinî inançlar ve dindarlarla ciddi bir problemi bulunmayan, içe kapanık halde kendi dünyalarında yaşayan kişilerdir. Aktif olanlar ise gerek zihinlerinde ve gerekse günlük yaşantılarında Tanrı inancını reddeden ve aynı zamanda sosyal çevrelerinde Tanrı’yı hatırlatan her türlü fikir, sembol ve davranışa karşı savaş veren kişilerdir. Kimi zaman “militan, eylemci” gibi sıfatlarla anılan bu tür ateistler dindarlarla da her zaman mücadele etmeyi kendilerine vazife bilirler.

***
Türk tipi ateizmin karakteristik özelliklerinden biri de meselenin felsefi tarafı bir kenara konularak tanrı tanımazlık fikrinin ideolojik ve politik bir ilke olarak sahiplenilmesidir. Bu tür ateizmin ark arka planında Karl Marx ve F. Engels gibi düşünürlerin görüşlerine dayalı materyalist bir dünya görüşünün tercih edilmesi ve bu dünya görüşünde ateizmin mutlak doğru olduğu fikrinin benimsenmesidir. Nitekim 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de baş gösteren ve 1980 seksen darbesiyle birdenbire sona eren(!) Sağ-Sol kavgalarında sağcılığın Sünnilik, solculuğun Alevilikle, daha genel çerçevede ise sağcılığın teistlik, solculuğun materyalist düşünceye dayalı bilimsel ateistikle denkleştirildiği bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Türk tipi ateizmde ideolojik karakterin de önemli bir işgal ettiği, dolayısıyla bu ateizmin güçlü felsefi temeller ve gerekçelerden ziyade, sosyo-kültürel ve sosyo-politik tepkiler ve tercihlerden de beslendiği tespitinde bulunulabilir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Eylül 2019