Deizme Eğilim Artıyor | Elif Ilgaz'la Aklıma Takılan / RS FM


"6 yaşında bir çocukla evlenilebilir."
"Asansörde bir kadınla bir erkeğin yalnız kalması halvet ortamı oluşturur."
"Yatak, yorgan cinsel dürtüleri gıdıklayan, rahatsız eden yapıda olmamalı."
"Kocasından dayak yiyen kadınların sabaha kadar şükretmesi gerekir."
"Kızlarını pantolonla üniversiteye yollayan babalar kızlarını cehennem ateşine atıyorlar."

Pek çoğumuzu hayretlere düşüren, kızdıran bu açıklamalar nasıl yapılabiliyor, bunun kaynağı nedir? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ifadesiyle İslam'ın güncellenmeye mi ihtiyacı var? Güncellenmeden kasıt nedir? İslam etrafında dönen bu tartışmalarda aklımıza takılan soruları Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Profesörü Mustafa Öztürk, Elif Ilgaz'la 'Aklıma Takılan' programında yanıtladı.

Bu açıklamalar nereden çıkıyor? Kadınları bu kadar dışlayan, aşağılayan ve içinde şiddet de barındıran bu açıklamalar neden ve nasıl yapılıyor?

Bu açıklamaları maalesef Orta Çağ'ın klasik fıkıh müktesebatının içerisinde bütün detaylarıyla mevcut olan açıklamalar yani bu açıklamaların sahibi olan insanların kendi başlarına, kendi zihinlerinde kurguladıkları izahlar değil bunlar. Öncelikle onun altını çizelim. Yani gelenekte, dini literatürde, referansları ve karşılıkları var. 

Sorun dini literatürün veya bundan asırlar önce yazılmış İslam hukuku kitaplarının, fetva kitaplarının içerisindeki yorumların, kanaatlerin, görüşlerin, fetvaların tarih üstü metinler gibi algılanması. Daha da kritik olanı; bunların din olduğu zannedilip, bunlara dini değer yükleyerek bugüne taşınması. Dolayısıyla bu metinlerin okunma tarzında sıkıntı var. İslami düşünce de dinin kurucu metinlerinin genellikle tarih üstü olduğu kabul edilir yani Kuran'ın hükümlerinin, Hazreti Peygamber'in sözlerinin… Ama geldiğimiz evre onu gösteriyor ki sadece bu metinlerin değil, sözgelimi binli yıllarda, beş yüzlü yıllarda yazılmış İslam hukukuna, İslam fıkıhına dair kitapların içerisindeki içtihatların, o çağın ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmiş fetvaların da tarih üstü normlar gibi algılandığı ve bugün olduğu gibi uygulandığı, dini bilgi gibi sunulduğu bir durumla karşı karşıyayız. Vahim olan budur.

Dolayısıyla burada evvel emirde bu İslami ilimler literatürüne dair okuma biçimimizin, anlama biçimimizin, açıklama biçimimizin yeniden baştan tepeden tırnağa gözden geçilmesi gerekiyor. Kimse bu adamların yaptığını sapkınlık falan diye suçlamasın. Bu biraz ucuz bir eleştiri olur. Bu insanlar bu fetvaları kendi ceplerinden çıkarmıyorlar. Bu fetvalar sizin bütün dini geleneğinizin içerisinde duruyor. 

Bunların tek suçu orada duranı ifşa etmeleri. Şimdi feveranlar infial konusu oluyor. Oysa ki bu kitaplarla bir hesaplaşmak gerekir dediğimizde İslâmi geleneğe saldırı, dini geleneğe saygısızlık gibi telakki ediliyordu. Ama şimdi bu pislik düzeyinde ortaya çıktığında, artık bununla baş edilemeyince bu sefer ucuz bir yolla bu açıklamaları yapanları sapkın olmakla itham ediyorlar. Ama o metinler orada asırlardır duruyordu. Şimdi bunlar sadece dile getirmiş oldular. O zaman hem bunu dile getirenlerin dine bakış açısını, zihniyetini hem de okuma biçimimizi masaya yatırmamız gerekiyor.

Son zamanlarda giderek artan ama yıllardır devam eden bu açıklamalarla ilgili olarak sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan da tepkisini ifade etti ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününde de bu açıklamaları yapanları eleştirerek "Anlamak mümkün değil. Yani bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar çok farklı bir dünyada, zamanda yaşıyorlar. Çünkü İslam'ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. İslam'ın hükümlerinin güncellenmesi vardır. Siz İslam'ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle kalkıp bütün de uygulayamazsınız" dedi. Cumhurbaşkanının bu ifadesini ilk duyduğunuz da şaşırdınız mı, ne düşündünüz?

Ben ilk duyduğumda şaşırdım, hakikaten şaşırdım. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanının dini düşünce biçimine dair önceden bir kanaatim vardı. Fakat bu söylem biçimi benim için gerçekten sürpriz oldu. Yani siz İslam'ın 14 asır, 15 asır hükümlerini bugün ayni ile uygulayamazsınız ifadesi çok çarpıcı bir ifade. 14 asır, 15 asır öncesi hüküm demek Kuran'daki bazı hükümler demek. Çünkü tarihsel olarak oraya denk düşüyor. Sünnetteki hükümler de. 

Bu şu demek bugün günümüzde tarihselcilik falan diye tartışılan son derece netameli, tehlikeli sayılan dini düşünce söylemine yakın bir düşünceyi dile getirmiş görünüyor. Ama muhtemelen benim gibi sayısız insan için, dindar camiada sürpriz oldu ki, cumhurbaşkanının sözünü birçokları tevil etmeye çalıştılar. Dediler ki "Yok o temel kurucu dini metinlerdeki hükümler değil, İslam âlimlerinin ürettikleri görüşler, içtihatlar onlar güncellenmelidir", yani "Dini metinlere ilişkin yorumlar, metinler, bakış açıları güncellenmelidir" dediler. Ama nihayetinde sonuç aynı yere çıkıyor. 

Hadise şu, Kuran-ı Kerim'de dönemin reel, olgusal bir sorunu olarak diyelim ki, bir savaş hukuku var, o dönemin bütün İslam devletlerinde olduğu gibi Roma devletinde de mevcut olan savaş hukukunun bir parçası sayılan ganimet hukuku var, esir alma hukuku var, cariyelik hukuku var, kölelik hukuku var. Bunlar Kuran-ı Kerim'in ayetlerinde de var. Şimdi bu ayetleri 2018'in dünyasında savaş hukuku bağlamında, aynıyla uygulamaya kalktığınızda ortaya çıkacak sonuçlardan birisi DAİŞ'in veya cihatçı selefi örgütlerin kuran-ı okuma, anlama ve uygulama biçimine doğru gider. 

Sayın Cumhurbaşkanı böyle bir algılamanın, böyle bir algılayışın, böyle bir Kuran-ın yorumunun bugün olamayacağını, dolayısıyla bu gibi konularla ilgili ayetlerin yeniden yorumlanması ve çağın gerçeklerine uygun, uygulanabilir, olması gereken şekilde bir yoruma kavuşturulmasını söylüyor. Sen de ki, "Efendim bu reform değil, şu değil, bu değil" ben orada bir kelime oyunu seziyorum reform desen ne olur, demesen ne olur. Reform demek…

Reform kelimesi ürkütüyor mu?

Evet ürkütüyor yani bizim İslamcı entelektüel kesimin kelime takıntılarını ve kelimelere bir takım kişilikler, kimlikler, künyeler, tarihsel aidiyetler yükleyerek böyle alerjiler oluşturmasını da bugüne kadar pek anlayamadım. Peki reform demiyelim de tecdid diyelim. Ne değişti. Tecdid daha tehlikeli bir kelime, yenileme. Reform deme, renovasyon de, restorasyon de. Ne dersen de bence en iyisi, reformdur; yeniden bir şekil, biçim kazandırmak. Tecdid daha iddialı bir kelime yenileme. Ama tecdid bizden çıktığı için tercih ediliyor. Reform dediğinizde de batıdaki aydınlanma, kiliseyle hesaplaşma, orayla bir aidiyet kurduğu için oradan tarihsel bir alerji gelişmiş, kelimeyi böyle şeytanlaştırmışlar.

İlk açıklamanın ertesi günü Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Biz dinde reform aramıyoruz. Böyle bir derdimiz de yok. Haddimize mi? Asla" dedi ve herkesin dinle ilgili konuşmaması gerektiğini bunun İslama zarar verdiğini söyledi. Bu açıklamasını geri adım olarak değerlendirenler oldu. Siz nasıl değerlendirdiniz? Bu bir geri adım mı?

Dinde reform aramıyoruz cümlesi şu, Sayın Cumhurbaşkanı, islam dediğimiz din bu haliyle kabul edilemez, bunun üzerine bir çarpı atalım, yeni bir din üretelim gibi bir maksadımız, öyle bir amacımız, öyle bir söylemimiz, öyle bir muradımız yoktu demeye getirdi. Dolayısıyla burada öyle bir saptırmanın, bir yanlış yorumlamanın önüne geçmeye çalıştı. Yani demek istiyor ki, eğer benim söylediğim sözün maksadını aştığı algısı varsa, öyle algılamayın. Buradaki reform kelimesindeki amacı şu, "İslam'ı lağvedelim, yeniden bir alternatif İslam üretelim gibi bir iddianın peşinde değiliz" demeye getirdi. Ve oradan içtihatların güncellenmesi, yorumların güncellenmesine geldi. Bu her halükarda tecdid demektir, islah demektir. 19. yüzyıl, 20. yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyasında böyle bir hareket de güçlü bir damar olarak hep varlığını sürdürmüştür.

Ben geri adım olarak değil de belki ilk gün söylediği cümlenin biraz daha üzerinde tasarlanmış, düşünülmüş, toplumsal algıdaki marjları yeniden gözden geçirilerek, yeniden organize edilmiş versiyon olarak düşünüyorum. Yani ilk günkü sözü toplumsal algıda biraz sarsıntı yarattı. Onu biraz daha konsantre ve biraz daha organize edilmiş hale getirdi.

Peki bu fıkıh kitapları fetvalar neden hep kadın, cinsellik ve cinsel hayatın düzenlenmesi içerikli?

Bakın biraz Freudçu gibi görebilirsiniz ama birkaç şey söyleyeceğim sami gelenekteki dini yapılar ve kalıplar ataerkildir. Bu Yahudilik'te de böyledir, Hristiyanlık'ta da. Orta Çağ'da batıda kadınların insan olup olmadığı, ruhunun olup olmadığının uzun yıllar kiliselerde tartışıldığını biliyoruz. Bizim gelenekte de bu böyledir.

İkincisi erkek dediğimiz varlığın kendi iktidarını, daimi nüfuzunu koruma refleksidir, iktidarını paylaşmak istememe halidir. Eşi de olsa, hayat arkadaşı da olsa ona karşı siyaset yapıyor, din cihazını kullanarak, onu sürekli olarak hegomanyası altında tutmanın başlıca yollarından biridir bu. Dini söylem üzerinden kadını ötekileştirmek, kategori dışında bırakmak…

Üçüncüsü peki niçin ahlak, ahlaksızlık toplumdaki dini erozyon, sürekli ticarette rüşvetten, şuradan buradan değil de alış verişten, komşuluk ilişkisinden, toplumsal adab-ı muaşeretten değil de, hep kadın bedeni üzerinden yapılıyor. Dini kitaplarda, fıkıh kitaplarında biraz tasavvufun da etkisi var herhalde. Tasavvuf biliyorsunuz dünyaya karşı perhizi öneren bir dini düşünce tarzıdır. Perhiz nedir? Dünyanın lezzetli şeylerine, zevk veren, insanı eğlendiren, mutlu eden, nimetlerine karşı perhiz geliştirmek ve kendini daha uhrevi hale getirmek ve insanın kendi hamlıklarını yontması, insanın kendini ehlileştirmesi. 

Bunun da başında evlenmeme kadına karşı mesafeli olma işte cinsel ihtiyaçlarını erteleme fakat insanın fıtri, doğal bir yapısı var. Bu normalde bir ihtiyaç yemek gibi, içmek gibi. Siz bunu haram, haram, haram, yasak, yasak, yasak üzerinden, sürekli bastır, bastır, bastır ama bastırırken de çok ilginç paradoksal da bir durum var hem bastırıyorsunuz hem de sürekli hatırlatıyorsunuz. Yani o yasaktır diyorsunuz ama yasağı da bütün kışkırtıcılığıyla nasıl yasak olduğunu anlatırken ballandırarak anlatıyorsunuz. Aklında olmayanın aklına düşüyorsunuz, ondan sonra kendini zapt et diyorsunuz. Burada patolojik bir durum ortaya çıkıyor. Bir hanımefendinin belediye otobüsünde oturduğu koltuğa siz oturur da, onun koltukta bıraktığı sıcaklığı hissederseniz zina etmiş olursunuz diye bir fetva ürettiğinizde, belki yorgunluktan ayaklarına kara sular inmiş bir adam, bir hanımefendinin kalktığı yere otururken "Oh şükürler olsun, bir yer buldum" diyecekken, "Acaba ben zina ettim mi?" moduna geçiyor ve kendini hakikaten psikolojik, patolojik bir halin içine düşüyor. Yani demek istediğim şu; bastırılmış cinsel duyguların negatif dürtülenme yoluyla insanların aklına düşürülmesi, o açlıklarının dillerini de vurması da var bunda.

İlahiyatçıların bu tür açıklamalarının insanları dinden soğuttuğunu düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum, son zamanlarda deizmin yaygın bir trend haline geldiği yönündeki tespit ve gözlemlerin bununla ilgisi olduğu görüşündeyim. İnsanlar belli ki bu tür çirkinlikler karşısında eğer kurumsal din buysa, ben öyle bir yapının içerisinde yokum diyerek, tepkisini sessizden ve derinden dip dalga gibi koyuyor. 

Kendini böyle kurumsal olmayan daha insani, daha vicdani bir dini tasavvufi düşüncenin içine atarak selamette olmayı bir hal çaresi gibi düşünüyor. Yani o gittiği yerin Deizim olduğunu tasarlayarak, planlayarak, okuyarak, "Deizmi teizmle karşılaştırdım, bunun daha makul, daha tutarlı olduğuna karar verdim" diyerek gitmiyor. Bu yaşananlara, bu çirkinliklere tepki koymasının sessiz, derinden işleyişinin sonucu vardığı yer oluyor. Ateizme de sıçrayamıyor çünkü ona da cesaret edemiyor. Kültürel aidiyetleri, mahalle ortamları, baskıları vesaire o kadar radikal bir sıçrama yapmaya izin vermiyor. Bir ara durak olarak deizme savruluyor gibi görünüyor. Ben bu yaşananların etkili olduğu kanaati taşıyorum.

Siz de şahit oluyor musunuz bu deizme kayışlara?

Ben şahit oluyorum bu kayışa, çok da mail de alıyorum bu konuda. "Hocam beni ifşa etmeyin, ismimi kimseye vermeyin ama böyle bir hal içindeyim" diye paylaşanlar var. 

Bu gidişat şöyle; kurumsal müesses yapısı itibari ile din göçüyor gibi görünüyor şu anda. Ve işin daha kötüsü dinin bizatihi kendisinin vaat ettiği iyiliklerin, güzelliklerin de artık bu yıkımla, bu çöküşle birlikte o değerlerinin de maalesef gömüleceği korkusu taşıyorum. Yani giderken siz kendi ürettiğiniz çirkinliğinizle gitmeyeceksiniz, dine refere etmenizden dolayı söyledikleriniz, dini de beraberinizde götüreceksiniz. 

Oysa din bu toprakların kimyasıdır, mayasıdır, çimento unsurlarından, asli unsurlarından birisidir. Din dediğiniz şey, iyiliğin çoğaltılması, huzur ve dinginliğin arttırılmasına yönelik temel fayda sağlamaya çalışır. Oysa şimdi bir kavganın, dövüşün, çekişmenin, kuru gürültünün, birbirini dışlamanın, yaftalamanın, kamplaşmanın ve aynı zamanda dünyevi nüfuz arayışlarının veyahut kariyer basamaklarını tırmanmanın akreditasyon belgesi gibi kullanılıyor. 

Cemaat kimlikleri var, grup kimlikleri var. Biliyorsunuz FETÖ vakasında yaşadık. Din bir dizi kötülüğün manipülasyon aracı haline dönüşmüş durumda. Dolayısıyla dinle ilişkileri gayet masum, sıradan, informal bir çok insanın bu olan bitenden rahatsızlık duyduğunu ve bu rahatsızlıktan dolayı da bu kurumsal dini yapılara ve dini gruplara, cemaatlere karşı ciddi bir tepki duyduğunu biliyoruz. Hatta tiksinti düzeyinde tepki koyuyorlar. Şu anda sessizden yürüse de toplumdaki ciddi bir kesimin dinden soğuduğunu, dinle arasına mesafe koymaya başladığını çıplak gözle bile gözlem yapsanız fark edebilirsiniz diye düşünüyorum. Bunun maliyeti, bunun günahı, bedeli az çok hepimize yazar. Bunun içinde ben de dahilim. Bunun sorumluluğu hepimizin üstündedir.


Kaynak: Elif Ilgaz'la Aklıma Takılan © Sputnik - 23 Mart 2018

Mâtüridîlik Meselesi


Mâtüridîlik bir mesele midir? Evet, meseledir. Hem bugüne değin yeterince tanınmamış ve anlaşılmamış bir mezhep/ekol olması hasebiyle meseledir, hem de genellikle ulus devlet ideolojisi ve milliyetçi retoriklerin kabarıp yüksek prim yaptığı siyasi konjonktürler ve sosyolojik gündemlerin konusu olması itibariyle meseledir. Mâtüridîlik denilince Hanefîlik akla gelir. Nitekim Beyâzîzâde gibi bazı âlimlerce Mâtüridîlik ile Hanefîlik müradif/müteradif gibi zikredilir. Hanefîlikten, özellikle “Meşâihu’l-Irâk” diye de anılan Bağdat Hanefî ekolünden söz açıldığında ise Mu’tezile akla gelir ve bu ekole mensup İbnü’s-Selcî, Kerhî ve Cessâs gibi Hanefî âlimler Mu’tezilî olarak da nitelendirilir. Ayrıca pek çok meşhur Mu’tezile kelamcısının Hanefî mezhebine mensup oldukları bilinmektedir.
Hanefiyye, Mâtüridiyyye ve Mu’tezile ekolleri “Ehl-i Re’y” çatısı altında birleşir. Ehl-i Re’y tabiri dar anlamda hicrî II. yüzyılda ortaya çıkan Kûfe-Irak merkezli fıkıh ekolünü, geniş anlamda ise dinî metinleri ve hükümleri anlama/yorumlamada akıl, ictihad ve te’vile önem atfeden yaklaşımı ifade eder. Ehl-i Re’yin muhalif ve muarızı konumundaki Ehl-i Hadis ise “Din haber (nass), eser (rivayet) ve selefi taklitten ibarettir. İslam dini kemale ermiş, dinî alanda söylenecek her şey söylenmiştir. Dinde akıl, re’y, ictihad ve te’vile alan açıp yetki tanımak caiz değildir” şeklinde özetlenebilecek bir muhafazakâr anlayışı temsil eder.

***

Bu iki farklı ekol asırlardır birbiriyle nizalı ve kavgalıdır. Bugün de farklı isimler ve farklı söylemlerle devam eden bu kadim kavganın hemen her raundunu Ehl-i Hadis kazanmıştır. Zira Ehl-i Hadis’in hem nassların zahirine sadakat ve “selef-i salihin”e ittiba söylemini savunması hem de nassları adeta susturucu silah gibi kullanması kendisine çok büyük bir avantaj sağlamıştır. Nitekim günümüzde de tepeden tırnağa modernitenin ilcaat ve icaplarına “lebbeyk” diyen bir hayat felsefesine ram oldukları halde fiyakalı retoriklerle dinî geleneğe sadakatten dem vuran çevreler özellikle kamuoyu nezdinde daha fazla ilgiye mazhar olmakta ve bu sayede muarızlarına galebe çalmaktadır. Evet, Ehl-i Hadis anlayışı İslam’ın ilk asırlarından bugüne kadar onca kuru gürültü ve fikrî gargarasına rağmen hep muzaffer ordu gibi davranmaktadır; çünkü elindeki silah nass (ayet-hadis) silahıdır. Ehl-i Re’y’in bu güçlü silaha akıl, ictihad ve te’ville karşı koyması çok zor, hatta imkânsızdır. Bu yüzdendir ki Ehl-i Re’y tarihî süreçte re’yciliğinden ödün verip geri çekilmiş, hatta kimi zaman kendisinin de nassa ve nassın zahirine pek sadakatli olduğunu ispatlama ihtiyacı hissetmiştir. Sözgelimi, fıkıh alanında İmam Ebû Hanîfe’nin namazda Kur’an kıraati ya da güncel tabirle anadilde ibadet konusuyla ilgili meşhur fetvası Hanefî fıkhının Zâhirü’r-Rivâye diye anılan en temel kaynaklarında zikredilmesine rağmen geç dönem Hanefî fakihi Merğinânî İmam Ebû Hanîfe’nin bu görüşü terk ettiğinden söz etmiş, İbnü’l-Hümâm ise bir adım daha ileri giderek namazda kıraat konusunda Hanefî mezhebinin dışına çıkmakta beis görmemiştir. 

Öte yandan, klasik dönemlerde Cüveynî, Gazâlî, Fahreddin er-Râzî, Âmidî, Teftâzânî gibi pek çok meşhur ulemanın fıkıhta Şâfiî, kelamda Eş’ârî kimliğiyle İslam ilim ve düşünce dünyasında çok güçlü bir nüfuz oluşturması, ayrıca Sünnî devletin denetim ve gözetiminde faaliyet yürüten Nizamiye medreselerinde Şiî-Fâtımî-Bâtınî tehdidine karşı “çivi çiviyi söker” mantığıyla Ehl-i Hadis formasyonunun esas alınması ve hatta medresede hizmetli, müstahdem (ferraş) olarak görev yapacak kişilerde Şafiî mezhebine mensubiyet şartı aranması gibi ilginç tarihî vakalar yaşanması Mâtüridî kelamının kabuğuna çekilip menkubiyete mahkûm olmasına yol açmıştır. Kaldı ki Eş’arî-Şâfiî müfessir Beyzavî’nin Envâru’t-Tenzîl’i ile Hanefî fakih ve müfessir Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin Medârikü’t-Tenzîl adlı tefsiri çok büyük ölçüde aynı kaynaktan kopyalanmıştır. Üstelik Osmanlı geleneğinde huzur dersleri gibi ilim meclislerinde ve yüksek düzeyli medreselerde asırlar boyu Nesefî’nin değil, Beyzâvî’nin tefsiri okunmuş ve okutulmuştur.

Sonuç olarak, günümüz Türkiye’sinde ortaya çıkan din referanslı sorunlarda Hanefîlik, Matüridîlik gibi klasik mezhep formasyonlarının hazır çözüm paketleri/formülleri gibi sunulması kanaatimce hesabı verilmemiş söylemlerden ibarettir. Hanefîlik ve Mâtüridîliğin son günlerde yeniden parlaması ile ulus devlet, milliyetçilik ve hatta ulusalcılık kodlarının revaçta olması siyasi-sosyolojik konjonktür açısından anlaşılabilir bir durum olmakla birlikte, “Bildiğimiz Hanefîlik ve Mâtüridîlik her derde devadır” şeklindeki bir söylemle dinî alandaki sorunların üstesinden gelinemeyeceği kesindir. Bu gerçeği anlamak için asansörde halvet, küçük kızlarla evlilik gibi konularda Serahsî, İbn Âbidîn gibi Hanefî âlimlerin fıkıh klasiklerine göz atmak kâfidir.

***

İslam’ın uzun tarihî tecrübede Hicaz sınırlarını aşıp evrensel ve entelektüel boyut kazanmasında Hanefîlik, Mâtüridîlik, Mu’tezile gibi re’yci ekollerin çok büyük rol oynadıkları şüphesizdir. Ancak bugün çözmek zorunda olduğumuz sorunlar hem dil hem paradigma hem de metodoloji açısından bu ekollerin ilmî ve entelektüel kapasitelerinin fevkindedir. Hâsılı, ille de geleneksel bir referansa atıfla konuşmak gerekirse, bugün kendi Mâtüridiliğimizi kendimiz inşa etmek, dolayısıyla isim-müsemma, zat-sıfat gibi modern dünyada menatını kaybetmiş konuları bir tarafa bırakıp içinde bulunduğumuz çağın diline ve sorun sistematiğine uygun bir kelam dili, paradigması ve dünya görüşü geliştirmekle mükellefiz. Bunun için de hem İslam medeniyetinin felsefe ve tasavvuf gibi hemen her biriminden, hem de genel insanlık ailesinin ilmî, felsefî ve entelektüel birikiminden istifade etmeyi vazife bilmeliyiz. Fakat bütün bunlardan önce özgürlük, çoğulculuk ve demokratik kültürü özümsemekle mükellefiz.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 31 Mart 2018

Ucuz ve Konforlu Eleştiri


İlahiyat alanında hayli ucuz, ucuz olduğu kadar da konforlu eleştiri konularının başında Kur’an ve tarihsellik meselesi gelir. Çünkü tarihsellik ve tarihselciliğe yönelik her eleştiri, dindar kitleler nezdinde “sımsıkı müslüman” olmanın garanti belgesi olarak telakki edilir. Keza İlahiyat akademyasında kariyer basamaklarını kazasız belasız tırmanmak söz konusu olduğunda bir vesileyle tarihselci yaklaşıma çatmak özellikle doçentlik aşamasında kasko yerine de geçebilir. Bu bağlamda, sözgelimi, tarihselcilik “Kur’an metnini güncel bağlayıcılıktan soyutlama çabası” olarak değerlendirilir ve Karl Popper gibi Batılı isimlerden gelişigüzel alıntılarla bir dizi gevşek eleştiri üretilir. Tarihselci yaklaşıma ilişkin beylik eleştirilerden biri şöyle formüle edilir: Tarihselcilikte, Kur’an’ın açık beyanlarıyla ortaya konulan, fakat günümüz sosyolojisinde kabul edilebilir bulunmayan kölelik gibi hususlar tarihsel olarak değerlendirilir. Dolayısıyla Kur’an’daki bazı hükümlerin her zaman ve zeminde geçerli olmaktan öte, yedinci asır Arap toplumuna münhasır uygulama örnekleri olduğu iddia edilir. Böylelikle modern insana, “Kur’an senin dünyana, senin için kabul edilemez olan bir şey önermiyor” gibi bir mesaj verilmek istenir.

***

Ne var ki bu tarz bir tarihselcilik eleştirisi “Bekâra karı boşamak kolaydır” sözünü hatırlatır. Çünkü böyle bir eleştirinin sahibi, kölelik, cariyelik, kıtâl, ganimet, cizye ve daha birçok konuyla ilgili Kur’an ahkâmının kendisinin de içinde bulunduğu şimdiki zamanda ve bugünkü dünyada neye karşılık geldiğini yahut kendi güncel hayatındaki anlam ve değerini tek cümleyle de olsa izah etme ihtiyacı duymaz. Dolayısıyla gayr-i ahlâkî davranmaktan hicap da duymaz. Dahası, “Tarihselciler bahsi geçen konularla ilgili ayetlerdeki hükümlerin tarihsel olduğunu söyler” diyerek aslında ilmî eleştiri süsü verilmiş kesin yargı cümleleri ve niyet okuma ifadeleriyle düpedüz şeytanlaştırma ve aynı zamanda kendi sırtını geleneğe yaslayarak başkasını hedef tahtasına oturtma operasyonu yapmaktan geri durmaz.

Bahsi geçen konularla ilgili Kur’an ahkâmının günümüz dünya gerçekliğindeki yeri, işlevi ve bağlayıcılık değeri hakkında tek kelime etmeksizin, “Tarihselcilik Kur’an metnini güncel bağlayıcılıktan soyutlama çabasıdır” demek, ilmî haysiyetten yoksunluk bir yana, son derece ucuz bir eleştiridir. Keza tarihselci yaklaşımı bu şekilde eleştiren çevrelerin söz konusu hükümleri kendi hayat tecrübelerinde ne şekilde bağlayıcı hâle getirdikleri, dolayısıyla “tarihselci” diye nitelendirip eleştirdikleri müslümanların hayat pratiklerine kıyasla Kur’an’ın hangi hükmünü fazladan tatbik ettikleri, ayrıca tartışılması gereken bir meseledir.

Bekârın karı boşaması gibi tarihselcilik eleştirisi yapanlar, tarihselcilerce “güncel bağlayıcılık”tan soyutlandığını iddia ettikleri Kur’an ahkâmının günümüz dünyasındaki bağlayıcılık keyfiyetlerini izahla mükelleftir. Çünkü “tarihselcilik Kur’an metnini güncel bağlayıcılıktan soyutlama çabasıdır” demek, “Tarihselcilerin tarihsel olarak değerlendirdikleri Kur’an hükümleri bugünkü dünyada da bağlayıcı hükümlerdir” demekle eşdeğer olduğuna göre işte bu bağlayıcılığın reel düzlemdeki bağlayıcılık vasfını gözler önüne sermek her şeyden önce ilmî haysiyetin gereğidir.

Kur’an ve tarihsellik tartışmalarındaki en temel sorunlardan biri, dürüst olmama, ahlaklı davranmama sorunudur. Zira Kur’an ahkâmına sadakat adına tarihselcilik eleştirisinde bulunan zevat, bizim gibi tarihselci perspektife sahip insanların dile getirdikleri örneklerle ilgili olarak, sözgelimi, aile hukukuyla ilgili olarak îlâ, zıhar, dört eşin yanı sıra sayısız cariye edinme gibi hükümlerin yahut savaş hukukuyla ilgili olarak ganimet, fey’, cizye, savaş esirleri ve esirlerin köleleştirilmesi gibi hükümlerin günümüz dünyasındaki tatbik zeminleri ve şekilleri hakkında susma haklarını kullanırken, tarihselcilik eleştirisinde şehvet-i kelama râm olmaları hakikaten çok manidardır.

***

“Gerek ictihad ve yorum tekeli, gerek milyonlarca insanın dinî hayatını düzenleme salahiyeti gerekse İslam topraklarında entelektüel bir çöl yaratma imkânı işbu fosilleşmiş ulema oligarşisinin elinden alınmadıkça İslam’ın hasta yatağından kalkması asla mümkün olmayacaktır” mealinde sözler söyleyen Roger Garaduy’in şu çarpıcı ifadeleri meramımızın anlaşılmasına yardımcı olabilir: Sözde ulema veya fukahanın zamansız ve soyut kazuistiğinde öğretilenin aksine her müslüman şu veya bu ayeti tarihî muhtevası ve Kur’an bütünlüğü dışında lafzî/literal olarak okumanın insanı birtakım saçmalıklara sürükleyebileceğini anlayabilir. Mesela, Kur’an’da Ramazan orucu hakkında, “Şafak vaktinde, beyaz ipi siyah ipten ayırt edinceye kadar yiyiniz, içiniz” (2/187) buyrulur. Güneşin doğuşu ile batışı arasındaki zamanın altı ay sürdüğü Eskimoların yaşam coğrafyasında bu hükmü lafza uygun olarak nasıl uygularsınız? Yahut köleliğin hüküm sürdüğü bir toplumsal vasatta efendinin hak ve görevlerini açıklayan nassların günümüz dünyasında lafzî/literal uygulaması için ne yapmak lazımdır? Bugün bunu mümkün kılmak için kölelik kurumunu geri mi getirmeliyiz? Allah’a hoş görünmenin yolu bu mudur?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Mart 2018

Ey Gâfiller Güruhu!


Bu yazıyı geçen hafta yazmayı planlamıştım; fakat Sayın Cumhurbaşkanı’nın “İslam’ın güncellenmesi”ne dair beyanları üzerine bir hafta ertelemek durumunda kaldım. İmdi, burada“güncelleme” meselesinden bağımsız olarak, Süleyman Hayri Bolay Hoca’nın “Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar” (27 Şubat 2018, Yeni Şafak) başlıklı yazısındaki yersiz/gereksiz eleştirilerine birazcık satirik bir eleştiriyle mukabelede bulunmak istiyorum. Hoca mezkûr yazısında, “Tarihsici profların bir kısmı Kur’an ayetlerinin %90’ının çağımızda geçersiz olduğunu, dolayısıyla metinden çıkarılması gerektiğini ileri sürüyor” gibi çok büyük bir ithamda bulunuyor. Özellikle “%90”lık oran belirlemesinin hangi veriye dayandığını bilmesek de Hoca’nın tarihsellik ve tarihselcilik gibi kavramları “paşa gönül kriterleri”ne göre içeriklendirdiği kuşku götürmüyor.

***

Sayın Bolay kıdemli felsefe hocasından öte, sıradan bir “Haşvî”nin analoji kurma becerisine mütenasip ifadelerle “tarihsici profları” şöyle eleştiriyor: “Bazıları da Kur’an’da mü’minler için bildirilen eşsiz köşkler meyanında kullanılan ‘çadır’ kelimesine takılıyor. Efendim Araplar, çölde hep çadırlarda yaşadığı için Arapların Müslüman olmasında kullanmak üzere böyle çadırlardan bahsedilmiş... Ey gâfiller güruhu! Çadır sadece çöldeki Araplarda mı kullanılır? Orta Asya’da, Sibirya’da, Güney ve Kuzey Amerika’da, dünyanın her tarafında çadır kullanılmıyor mu? Onlar neden Müslüman olmamış? Sonra çölde kullanılan çadır ile Sultan Süleyman Han’ın Otağ’ı bir mi?”

Bolay Hoca -bildiğimiz kadarıyla- İmam el-Mâtüridî’yi çok sever. Bu yüzden, kendisine İmam el-Mâtüridî’nin Te’vîlât’ından bir pasaj nakletmek istiyoruz. Mâtüridî, cennet ehlinin altın bilezikler ve incilerle süslenip ipek elbiseler giyeceklerini bildiren Fâtır 35/33. ayetle ilgili olarak şöyle diyor: “Ayette, altın ve inciyle süslenip ipek elbise giymekten söz edilmiştir. Oysa erkekler -muhtemelen Türk erkeklerini kastediyor [bu ara cümle bize aittir]- bu dünyada söz konusu nesnelerle süslenmekten hazzetmedikleri gibi ipek elbise giymeyi de sevmezler. Ama gelin görün ki Araplar bunları pek severler. Bu yüzden, cennetle ilgili vaat ve teşvik onların sevdiği takılar ve ipek elbise gibi şeylerle formüle edilmiştir. Cennetteki çadırlar, kubbe şeklindeki yapılar ve odalar gibi şeyler için de bu tespit geçerlidir. Çadır gibi eşyalar ancak zaruri durumda, yolculuk sırasında veya iskâna uygun ev bulunmadığı yahut yer darlığı söz konusu olduğu zamanlarda kullanılır. Aksi halde kullanılmaz. Fakat Arap toplumu çadırda yaşamayı sevdiği ve buna değer atfettiği için, cennette çadırlardan söz edilmiştir...”

Tarihsellik konusundaki görüşlerimizi hamakat ehlinin dahi kolayca anlayabileceği şekilde dillendirmemize rağmen özellikle kendi camiamıza meram anlatmayı bir türlü başaramadık. Daha açıkçası, “Bizim görüşlerimize fikrî nesep tayin etmek için ikide bir Hegel Megel, Popper Mopper demeye artık bir son verin, sözde tarihselcilik eleştirisi adına Batılı düşünürlerden amatörce alıntılar yapmaktan vazgeçin” dememize rağmen bu bizim camiada “Îcî, Teftazânî” der demez, “Hegel, Kant, Heidegger” deme ihtiyacı da hisseden pek entelektüel anti-tarihselcilerimizi bu kötü huydan vazgeçiremedik. Gerçekte tarihselcilik, “Kur’an ahkâmına karşı alternatif hükümler kurma, Kur’an’ın anlam ve değer dünyasına isyan bayrağı açıp karşı devrim oluşturma teşebbüsü değil, sadece ve sadece Kur’an’ın bazı beyanlarıyla içinde bulunduğumuz dünyanın gerçekliği arasındaki mesafe hakkında yalın bir tespitte bulunmak ya da her birimizin bilfiil yaşadığı sosyolojik gerçekliğe ad koymaktan ibarettir” dedik ama maalesef bizimkilere laf anlatmayı bir türlü beceremedik.

***

Öte yandan, “tarihsellik/tarihselcilik konusunda samimi eleştiri yapmak gibi bir niyetiniz varsa, o zaman gidin, öncelikle, bütün bir İslam tarihi boyunca tefsir ve fıkıh ulemasının hemen hepsi tarafından benimsenen klasik nesh nazariyesiyle hesaplaşın… Şayet “Neshi Allah caiz kıldı” diyen bir akıldâne çıkarsa, o akıldâneye, ‘Peki, o zaman, hangi ayetin hangi ayetle nesh edildiği hususunda niçin her kafadan ayrı bir ses çıkmış?’ diye karşılık verin” tarzında çok basit ve sarih şeyler de söyledik ama nafile... Sonuç olarak, ta 1990’lı yıllardan beri, “Tarihselciliğin sorunu, nihayetinde Kur’an’ı Allah’ın bir buyruğu gibi alıp ona tabi olmak yerine, onu bir metin olarak pasifize ederek geçerli tarih ve zaman algısı içinden insanın heva ve heveslerine tabi tutmaktır” gibi teranelerin biteviye tekrarlanmasından -vallahi- ikrah ettik.

Devamı haftaya…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Mart 2018

Ben Bu Tartışmada Yokum!


Mart’ta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Dünya Kadınlar Günü Programı’nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan dinî alanla ilgili olarak çok dikkat çekici sözler söyledi. Mesela, “İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi var… Siz İslam’ı 14 asır, 15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız, böyle bir şey yok…” dedi. Bu ifadelerin “muhafazakâr gelenekçi” çevrelerde hüsnü kabulle karşılanmayacağını söylemek kehanet olmasa gerek… Nitekim söz konusu konuşmanın hemen ardından “bir kısım medya”, Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından, “Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız” ifadesini hazfetmeyi, ertesi gün de gazetelerinin ilk sayfalarında bu konuşmayı görmezden gelmeyi tercih etti. Buna mukabil başka “bir kısım” medya, “İslam’ın hükümleri güncellenir” tarzında manşetler atmayı yeğledi.

***

Belli ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşması muhafazakâr dünyada hararetli tartışmalar ve ihtilaflara yol açacak. Mesela, bir kesim “Cumhurbaşkanımız ne söylediyse el-Hak doğrudur” deyip konuyu kapatacak, bir kesim, “Yok, efendim, İslam’ın güncellenmesinden maksat tecdittir; bundan öte yorumlar tehlikelidir” gibi teviller üreterek kendilerince itidalli bir çizgide savunma hattı kuracak, başka bir kesim, “Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız gibi söylemler zinhar kabul edilemez” diyerek kökten karşı çıkacaktır. Şahsımı da dâhil ettiğim bir başka kesim ise bu tartışma karambolünde hiçbir pozisyon almayacaktır. Kendi adıma konuşursam, böyle bir tartışmaya dâhil olmamak gerektiğine ilişkin en temel gerekçem, Diyanet ve İlahiyat camialarındaki hâkim zihniyetin dinî alanla ilgili hemen hiçbir meseleyi farklı görüşlerin özgürce dillendirilmesine elverişli platformlarda usul ve adabınca tartışma kültürüne sahip olmaması, hatta böyle bir kültürü teolojik tehdit olarak algılayıp sakıncalı bulması, fakat devlet katından şer’î-fıkhî ahkâmın nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği hususunda sarih bir beyan sadır olduğunda, özellikle Diyanet’in behemehâl harekete geçme ihtiyacı duyması ve muhtemelen bugün yarın görüleceği üzere yenilikçi bir söylemle konuşmaya başlayacak olmasıdır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Hocalarımız ne iş yapıyor?” şeklindeki yakıcı sorusuna verilecek en gerçekçi cevap da maalesef bu garip manzarada saklıdır.

Gerek Diyanet gibi resmî kurumlar, gerek diğer müesses yapılar, gerekse sivil oluşumlar ve şahıslar dinî alanla ilgili hemen hiçbir meseleyi kavgasız gürültüsüz, dedikodusuz, tezviratsız şekilde konuşup tartışmayı beceremiyor. Ayrıca hemen her farklı eğilim, yakın geçmişteki “felsefesiz İlahiyat” projesinde görüldüğü üzere kendi din anlayışının devlet katında onaylanıp resmiyet kazanmasını ve devlet gücüyle topluma dayatılmasını istiyor. Bu yüzden de İlahiyat gibi önemli kurumlar bizim dünyada gemlenemez fetihçi arzuların “kızıl elma”sını temsil ediyor. Sivillik, çoğulculuk, çok seslilik gibi kavramlar ve olgulardan pek hazzedilmiyor. Dinî alanla organik ilişkisi bulunan hemen hiçbir müesses yapı bu alanda şerik kabul etmiyor. Nitekim FETÖ ve diğer birçok patolojik yapı bize gösterdi ki din bu topraklarda taraftar, güç, nüfuz devşirme gibi dünyevî emellerin en kullanışlı istismar aracına tekabül ediyor. Hâl böyle olunca dinin sosyolojik düzlemdeki özgül değer katsayısı sürekli düşerken istismar, infial, sansasyon ve tezvirat katsayısı sürekli yükseliyor.

***

Gönül isterdi ki din konusunda farklı görüşler, kaviller, yorumlar hem sivil, çoğulcu, demokratik bir atmosferde konuşulsun hem de ilmî ciddiyete uygun biçimde tartışılsın, böylece müsâdeme-i efkârdan bârika-ı hakikat doğsun… Lakin bugünkü sosyolojide maalesef böyle bir imkân pek yok… Dinî alanla ilgili meselelerin kendi mecrasında, bilhassa Diyanet ve İlahiyat camiasında ilmî adaba uygun tarzda ve serinkanlılıkla tartışılamadığı bir vasatta devlet katından sadır olan bir görüş peşinen iştirak ettiğim görüş dahi olsa bu görüşün tetikleyeceği hiçbir tartışmaya dâhil olmayacağımı özellikle belirtmek isterim. Keza herhangi bir görüş bana göre saçma sapan dahi olsa bunun adlî makamlarca soruşturma konusu yapılmasından memnuniyet duymadığımı da belirtmek isterim. Zira mekanizma bu şekilde işlemeye başladığı takdirde, yarın bir gün bizim savunduğumuz bir görüş de pekâlâ soruşturma konusu olabilir. Kaldı ki ardı arkası kesilmeyen Cimer, Bimer şikâyetlerine yazılı meram anlatmaktan, bazı konuşmalarımızdan kesilip kırpılarak servis edilen 30-40 saniyelik operasyonel videolar hakkında izahatta bulunmaktan gına geldiği bir ortamda kendimizi adlî makamların huzurunda bulmak işten bile değildir. Yani “bugün sana, yarın bana” olabilir; lakin böyle bir gidişat hayra alamet olmasa gerektir.

Bütün bu sorunları bir kenara bırakıp kısaca toparlamam gerekirse, hem Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Hocalarımız ne iş yapıyor?” sözünde ifadesini bulduğu, hem de 17/25 Aralık sürecinde yaşandığı üzere, devlet erkânı konuştuktan sonra konuşmaya başlayan ve o andan itibaren de gevezelik sınırlarını zorlayan kimselerle aynı karede yer almak istemiyorum. Kaldı ki söz konusu meselelerin bu saatten sonra tartışılmasının ilmî-fikrî açıdan fazla bir anlam ifade edeceğini de düşünmüyorum. Bu yüzden, konu ne kadar kışkırtıcı olursa olsun, kendi gündemimi takip etmeyi ve bilhassa ilmî çalışmalarıma hız vermeyi çok daha hayırlı bir karar olarak görüyorum. Karar demişken, yayın hayatına başladığı günden beri hakikaten zor şartlarla baş etmeye çalışan ve birkaç gün önce ikinci yaşını dolduran gazetemiz “KARAR”a da bu vesileyle uzun ömür diliyorum.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Mart 2018

Kara Mizahlık Ahvalimiz

Önceki gün Zeytin Dalı Harekâtı’nda şehit düşen Mehmetçiklerimize Cenâb-ı Hak’tan rahmet, yakınlarına sabır, tüm milletimize baş sağlığı diliyorum. Gerçekten zor günlerden geçiyor, çok zor sınavlar veriyoruz. Dün FETÖ, bugün PYD/YPG/PKK… Uluslararası mahfillerde/mahfillerce planlanıp başımıza dolanmaya çalışılan püsküllü belaların ardı arkası kesilmiyor. Ama bir taraftan da ülke içerisinde akıllara ziyan, saçma sapan işler zuhur ediyor. Mesela, kamuoyunda “din adamı”, “kanaat önderi” gibi kimliklerle ön plana çıkan bazı figürlere ait fetva videoları sosyal medya mecralarında mizah, hem de kara mizah konusu olarak dolaşıyor. Ne yazık ki din, dindarlık, İlahiyat camiası bu videolar yüzünden yine aşağılanıyor. Bazı köşe yazılarında “Seks İlahiyatçıları” gibi nitelemelere dahi rastlanabiliyor. Bu tür nitelemeleri hak eden figürler var mı, var; ama İlahiyat ve İlahiyatçı camiası böyle bir genel yargıyı hiç hak etmiyor. 

Bir taraftan, sokak ağzıyla birbirlerine hakaret eden tarikat şeyhleri, bir taraftan “asansörde veya yoğun bakım ünitesinde halvet” fetvacıları, bir taraftan sinn-i kemalini ikiye katlamış yaştaki bir “felsefe profesörü”nden bazı İlahiyatçılara yönelik tekfir salvoları… Ne yazık ki din ve İlahiyat alanı da bârân-ı beladan bolca nasipleniyor… Cumhuriyet kurulduğu günden bu yana din alanında kavga gürültü bir türlü sona ermiyor. Laik rejime yönelik en büyük tehdit olduğu algısı ve iddiasıyla dinin ülke gündeminden yıllar boyunca düşmediği biliniyor. Din bugün de ülke gündemindeki yerini muhafaza ediyor; ama bu sefer rejim sorunu olarak değil, ya sözüm ona dinî grupların birbirleriyle didişme vesilesi ya da gereksiz, ölçüsüz dinî söylemler sebebiyle kara mizah konusu olarak gündeme geliyor.     

Halvet, şehvet konulu fetva videolarının birbiri ardınca sosyal medya mecralarına düşmesi “Acaba yeni bir operasyon mu başladı?!” düşüncesini akla getiriyor. Yani bu videolar ister istemez Aczmendilerin, “Tavuktan kurban olur mu?” gibi saçmalıklar üzerine konuşan bazı İlahiyatçı figürlerin ülke gündemini işgal ettiği ve bu vesileyle din, İlahiyat gibi alanlarla düpedüz dalga geçildiği yılları hatırlatıyor. Meselenin operasyon ya da komplo teorisi boyutu bir yana, bahis konusu videolardaki içerik dinî alandaki dil ve söylem biçiminin ne kadar seviyesizleştiğini gösteriyor. Dolayısıyla dinî gruplar ve dinî kimlikleriyle ön plana çıkan bazı şahıslara yönelik bir operasyon ihtimali, ihtimalden öte gerçek bile olsa bu saatten sonra pek önem arz etmiyor. 

Dinî-ahlâkî alanda katı olan ne varsa hemen hepsini buharlaştırma işinin bizzat müslümanlık adına konuşanlar marifetiyle gerçekleştiriliyor olması gerçekten çok acıdır. “Cinsel ilişki müslüman kalitesinde olmalı” gibi tuhaf ifadelerin geçtiği videoyla ilgili yorumlar okunduğunda, din ve dindarlarla nasıl dalga geçildiğine şahit olunur. Hicap duyduğumuz bu manzara karşısında insanın şöyle diyesi geliyor: Cinsel ilişkide kalite ve kalitesizlik gibi bir konuyu da dine bağlamak ve din üzerinden açıklamak mecburiyetinde misiniz? Ahlaksızlık, günahkârlık söz konusu olduğunda asansörde halvetten, yorgan ve yastıkta şehvetten, genç kaynananın elinden başka bir örnek bilmez misiniz? Cinsellik ve şehvet gibi konulara niçin bu kadar ilgilisiniz?

Birkaç gün önce Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’ın bir ulusal gazetede yayımlanan “Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar” başlıklı yazısı da din ve İlahiyat alanındaki başka bir hazin durumun göstergesidir. Akademik ömrünü felsefeyle meşguliyete hasretmiş bir şahsiyetin bu denli seviyesiz ve sakil bir yazı kaleme alması hem İlahiyat, hem akademi ve hem de felsefe adına çok büyük bir talihsizliktir. Hele de İslam düşünce tarihinde tekfir belasından çok çekmiş felsefe geleneğinin varisi görünen bir akademisyenin, “ey gafiller, akl-ı evveller” gibi ifadelerle dolu bir yazı yazması, bu denli sakil bir üslupla tahkir/tezyif etmeye çalıştığı kimselere değil, ancak ve ancak kendi itibarına ve ilmî-akademik haysiyetine halel getirir. Sayın Bolay, ilahi ilmin mahiyetiyle ilgili çetrefil meselelerin asırlar boyu tartışıldığı ve bu yüzden bazı İslam filozoflarının küfre girmekle suçlandığı İslam düşünce tarihinin felsefe ayağını temsil ediyor görünse de “Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar” başlıklı yazısında tekfirciliği yeğlemiştir. Hâsılı, bugün geldiğimiz nokta, felsefenin dahi Kadızadeli zihniyetince temsil edilmesi gibi büyük bir garabetten ibarettir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Mart 2018

Ankara'da Liman


Başlık, Kayseri’ye liman fıkrasına benzer bir konu hakkında yazacağımı ihsas etse de konumuz fıkra değil, Ankara’nın Çukurambar semtinde açılan Liman Kitap-Kahve… 1990’lı yılların başlarında, Ankara’da Devlet Lisan Okulu’na devam ettiğim zamanlarda hemen her akşam Kızılay’daki Birleşik Kitabevi’ne gider, o dönemde birçok İslamcı yazar-çizer ve entelektüel simanın uğrak mekânı olan kitabevindeki sohbetlere kulak misafiri olarak iştirak ederdim. Kimi zaman da bir kenara, yanlış hatırlamıyorsam çekme kata zulalanmış vaziyette duran Arapça İslâmî eserleri kurcalar, mali imkânlar elverdiği nispette kitap satın alırdım. O yıllarda akademik dünyanın içinde değildim; fakat özellikle İslâmî ilimlerle ilgili kaynak eserlerle haşir neşir olmayı çok severdim. Bugün kütüphanemde bulunan birçok kaynak eseri, sözgelimi, Ebû Ca’fer et-Tûsî’nin el-İstibsâr’ından -ki bu eser Şiî-İmâmî hadis geleneğinde “Kütüb-i Erbaa” diye anılan dört temel kitaptan birisidir- Hanefî fakih Burhâneddîn el-Merğinânî’nin el-Hidâye’sine kadar birçok Arapça kaynak eseri Birleşik’ten satın almıştım.

***

İşte o yıllarda, Birleşik’in muhabbetli ortamında Gürbüz Deniz ve Metin Özer gibi isimlerle tanışmıştım. Şimdi bu iki eski dost Ankara’nın Çukurambar semtinde Liman Kitap-Kahve isimli çok güzel bir mekân açtılar. Liman Kitap özellikle konsept açısından şahane, Türkiye standartlarının fevkinde bir mekân olarak göze çarpıyor. Her şeyden önce, çok zengin bir kitap çeşitliliğine sahip; yani Liman Kitap’ta Karl Marx da var, Ali Şeriati de var; Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel de var; Özdemir Asaf, Cemal Süreya ve Ataol Behramoğlu da var… Kısacası, hangi cenahtan hangi yazarı ve şairi ararsanız, hemen hepsi var… Liman’da hem kitabınızı okuyup hem çayınız ve kahvenizi yudumlayabileceğiniz yerler de var. Hatta benim gibi anam babam usulü yerel mutfaktan şaşmamaya kararlı yemek muhafazakârları hariç, yeme içme konusunda modernist olmak gerektiğine inanan herkes için soslu moslu ve pek fiyakalı yemek seçenekleri de var. Bu yüzden, Liman’ın mekân tabelasında “çatal-bıçak”(!) logosu bile var… Bütün bunların haricinde, giriş katının üstünde, kitap okuma ve çalışma odaları var…

Hülasa, Liman Kitap, köylülükten şehirliliğe evrilmenin sancılarını çektiğimiz ve maalesef bir adım ileri bir adım geri gittiğimiz bu süreçte önemli bir adıma tekabül eden çok özel ve özenli bir mekân; bu sebeple Liman Kitap benim nazarımda işlevselliği kadar sembolik ve semiyotik anlamıyla da çok özel ve önemli bir mekân… Samimi dileğim ve beklentim, bu güzel mekânın uzun soluklu olması, daha da büyüyüp güzelleşerek varlığını koruması ve hiçbir zaman tadının kaçmamasıdır. Liman’dan aldığım ilk kitap, çok değerli bir dostun, AK Parti Malatya milletvekili Taha Özhan’ın hediyesi; José Saramago’nun Körlük adlı eseri… Bir diğer hediye kitap, değerli dost Gürbüz Deniz’in Anlam ve Varlık Boyutuyla İnsan adlı eseri… Hediye olmayan ilk kitap ise J.G. Jung’un Kırmızı Kitap adlı eseri…

***

İstanbul’da da Liman gibi bir kitabevi olsun isterdim; ama ne yazık ki İstanbul özellikle kitap kültürü açısından her geçen gün geriye gidiyor. Nitekim Cağaloğlu’ndaki bazı kitapçılar ya kapanıyor ya da alabildiğine küçülerek ayakta durmaya çalışıyor. Yine İstanbul’da, farklı düşünce çizgilerini temsil eden müelliflerin ve/veya farklı yayın politikalarına sahip yayınevlerinin eserleri, semt pazarlarında dolaşır gibi birkaç farklı kitabevini dolaştıktan sonra ancak tedarik edilebiliyor. Kısacası, özelde İstanbul, genelde Türkiye kitap kültürü açısından maalesef ümit vermiyor. Çünkü milletimiz ne yazık ki telefon ve televizyon okuyup kitap seyrediyor. Kitap yazarlığından ziyade, sosyal medya yazarlığından hazzediyor. Bu yüzden, memlekette ilim sahibi olmadan fikir sahibi olan insan kalabalığından geçilmiyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Şubat 2018

İnsan Olma Çabasına Dair


İnsanoğlu, bizim gelenekte “en başından”, “yaratılıştan” pek asil, pek şerefli bir varlık olarak kabul edilir ve bu kabul dinî referanslarla da gerekçelendirilir. Ancak bu gerekçelendirme konuyla ilişkili olduğu düşünülen ayetlerin yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanmasından ibarettir. Kaldı ki izzet, şeref, onur, haysiyet gibi değerler iradi, ihtiyari fiillerle kesbedilir. İnsanoğlunun asil ve şerefli bir varlık olduğuna ilişkin genel kabul şu tür mantıksal çıkarımlarla da desteklenir: Doğal ve metafizik varlıklar arasında insan otonom benlikli bir öze sahiptir. Oruç tutup hacca giden bir hayvan yahut aşkından intihar eden bir bitki olmadığına göre insanın diğer varlıklardan üstünlüğü belki de akıl-irade noktasında tebarüz etmekte, dolayısıyla insan fıtratındaki soyluluk akıl ve iradeyle kendini göstermektedir... Bu tespit ilk bakışta makul görünebilir; fakat unutmamak gerekir ki akıl ve irade çok kere insanın yoldan çıkma imkânına da dönüşebilmektedir. Emanet ayeti (Ahzâb, 33/72) böyle bir riske işaret etmektedir.

***

Peki, doğası gereği hercai, sebatsız, aceleci, gelgeç tabiatlı bir varlık olan insanın harici kurallar ve yaptırımlara gerek kalmadan insânî/ahlâkî ödevlerini hakkıyla yapması ve böylece profesyonel bir şerir (şeytan) olma istidadını köreltip dengeli, ölçülü bir yapıya kavuşması nasıl mümkün olabilir? İnsan, gerçekten insan olmak gibi sahih bir niyet taşıyorsa, her şeyden önce kişilik ve karakter zaaflarını, hamlıklarını, nobranlıklarını, aymazlıklarını görmeli, bütün bu kusurlarını kendi özüne dönüp açık yüreklilikle itiraf etmeli, aynı zamanda kendini kınayıp hâl-i hazırdaki “ben”inden nefret etmelidir. Kısacası, insan kendi içinde, kendi emeğiyle esaslı bir öz yaratıp bu özüyle verili özünü adamakıllı eleştirebilmelidir. 

İnsanın inancı ile yaşam tarzı arasında uyumsuzluklar baş gösterdiğinde bu durum ahlâkî duyarlılıkla mütenasip düzeyde hissedilen bir huzursuzluğa yol açar. Bu huzursuzluk aslında fıtrat kodlarımızdaki “takva” ile “fücur”un birbiriyle çatışmasına, yani bir bakıma iki ayrı “ben”in kavgasına dayanır. Burada yapılması gereken iş, kavgaya seyirci kalmak değil, “fücur”cu benimizi vicdan denilen ahlak öğretmenimize ispiyonlayıp onun disipline gitmesini sağlamak olmalıdır. Böyle bir ispiyonculuk kesinlikle hayırlıdır. Çünkü burada “kendini bilen insan” olma çabası söz konusudur. Kendini bilen insan başkasında gördüğü herhangi bir kusurun kendi şahsında da mevcut olabileceğinin hesabını yapar. Bu hesabı yapabilen insan başkalarında kusur teşhis etmekle meşgul olmaz, olamaz. Nefsini hesaba çekip kusurlarını kendi “ben”ine itiraf edebilen insan, Hz. Peygamber’in, “Kendi hatalarını düzeltmekten başkalarının kusurlarını araştırmaya vakit bulamayan kimseye Allah merhamet etsin” duasına mazhar olur. Ama gelin görün ki insanın kendi kusurlarını görmesi ve bunu kabullenmesi çok kolay bir iş değildir. Çünkü insan kendini tarifsiz bir sevgiyle sever ve benlik iddiasının bir yansıması olan bu narsisizm onu, “Bir şeyi çok sevmen onun kusurlarına karşı seni kör ve sağır eder” hadisinde betimlenen hâle sevk eder.

***

İnsan, kendi nefsini denetleyebilmek ve hesaba çekebilmek için, “İşte geldik gidiyoruz” demeyi bilmelidir. Gerçi “Kaç yılı geride bıraktım?” düşüncesinin hâkim olduğu gençliğin semtine ölüm korkusu pek uğramaz; ama “Acaba kaç yılım kaldı?” endişesinin müzminleştiği çağlarda ölüm en azından Allah’ın huzurunda hesap verme endişesi taşıyan insanlar için kesinlikle hatırı sayılır bir mürebbi olur. Kendisine ayrılan zamanın sınırlı olduğu ve bu dünyadaki hayatın yarın bir gün son bulacağı hususunda duyarlı olmak, insanı yaşanmaya değer bir hayat yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Anlamlı bir hayat tecrübesine sahip olamayan insan kendi içinde suçluluk duygusu taşır. Ancak bu duygu, kendisiyle yüzleşmemek için pekiştirilen bir dizi kaçınma mekanizmasının refakatinde insanın kendi özüne daha da yabancılaşmasına değil, kendine çekidüzen vermesine vesile olmalıdır. Burada anlatmaya çalıştığımız husus, Hz. Peygamber’e izafe edilen şu çarpıcı sözlerde ifadesini bulur: “Ey insanlar! Sanki ölüm bizden başkası için mukadder kılınmış, sanki mükellefiyet bizden başkasına vacip olmuştur… Ebediyete uğurladığımız ölüler sanki seyahate çıkmışlar ve kısa bir süre sonra bize döneceklermiş düşüncesiyle onları kabirlerine koyuyoruz ve sanki biz bu dünyada ebedi kalacakmışız gibi onlardan kalan mirası tüketiyoruz. Ne o, yoksa biz öğüt ve ibret veren her şeyi unuttuk ve bütün musibetlerden emin mi olduk!” (Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, [Beyrut trs.], X. 229; Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, [Beyrut 1985], XVI. 125-126).

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Şubat 2018

Hz. Musa ve Çoban Hikâyesi


Birkaç gün önce, ilâhî isim ve sıfatlarla ilgili ayetler üzerine çalışmaya çalışıyordum. Daha açıkçası, söz konusu ayetlerin kelam ve tefsir tarihinde çok farklı yorumlara konu olduğu, birçok itikâdî mezhep ve ekolün bu tartışmalı konu üzerinden birbirlerini Mücessime, Müşebbihe, Haşviyye yahut Cehmiyye, Muattıla, Zanâdıka gibi zem sıfatlarıyla yaftaladığı, fakat sayısız kaynakta geçen, “Kulum beni nasıl biliyor ve tasavvur ediyorsa, ben öyleyimdir” (ene inde zanni abdî bî)  şeklindeki “kutsî” hadis dikkate alındığında, bu tartışmaların anlamsız, zem yaftalarının da çok insafsız olduğu düşüncesini satıra dökmeye çalışırken telefonum çaldı. Telefondaki zat, “Sizin telefonunuzu üniversiteden aldım” dedi ve doğrudan doğruya konuya girip şöyle dedi: “Bir videonuzda Hz. Peygamber ve sahabe devrinde ilâhî isimler ve sıfatların bugünkü yaygın inanış ve anlayışımızdan çok farklı şekilde tasavvur edildiğini söylüyorsunuz; bu minvalde söylediklerinizin belgesi, delili var mı?” 

***

Ben de bu soruya cevaben İbn Hanbel, Dârimî, İbn Ebî Hâtim, İbn Huzeyme gibi Ehl-i hadis ekolünün önde gelen isimlerinin Cehmiyye ve Mu’tezile’ye reddiye olarak yazdıkları eserlerdeki yüzlerce hadis ve haberin mevcudiyetinden söz ettim, ardından şu mealde şeyler söyledim: Allah’ın isim ve sıfatlarını herhangi bir itikâdî mezhep veya ekolün kabullerine uygun şekilde algılamanız en nihayet te’villi ya da te’vilsiz bir kanaatten ibarettir. Asıl mesele, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ilgili nassları kendi zihnimizde ya da kalbimizde nasıl bir tasavvur kalıbına döktüğümüz meselesinden öte, kendisine iman ve teslimiyet sözü verdiğimiz Allah’ın buyruklarına sadakat gösterip göstermediğimiz, dolayısıyla kendimizi adam edip etmediğimiz meselesidir. 

Telefondaki zata bu minvalde çok şeyler anlattım, ama sanırım meramımı tam olarak anlatmayı başaramadım.  Konuşma esnasında Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki Hz. Musa ve Çoban hikâyesi aklıma geldi; ama muhatabımın zihindeki fikir iğnesi, “Allah cisim mi değil mi?” çiziğine takılı olduğundan, bu hikâyeyi anlatmanın da pek faydalı olmayacağı kanaatine vardım. Dinî alanda çoğu kez meselenin lübbüne/özüne değil de kışrına/kabuğuna kafa yorduğumuzun en tipik örneklerinden biri olan bu esmâ ve sıfat bahsine dair hem geniş bir perspektif sunacağı hem de kıssadan hisse olacağı ümidiyle Musa ve Çoban hikâyesini kısmî ihtisarlar ve minik tasarruflarla burada paylaşmayı arzuladım.        

Bu hikâye Allah tasavvuru konusunda anlatmaya çalıştığımız düşünceyi, yani bir mümin ihlas ve şükran duygusuyla Allah’a bağlandıktan sonra, kendi mahrem dünyasında O’nun isim ve sıfatlarını nasıl algıladığı meselesinin dinî-ahlâkî yaşantının kıvamı açısından pek ehemmiyet arz etmediği düşüncesini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Mevlânâ, Hz. Musa’nın kendi hâlinde ve kendince Allah’la konuşan bir çobana rastlamasıyla başlayan hikâyeyi şöyle kurgular: 

Hz. Mûsâ bir gün bir çobana rastladı. Çoban şöyle seslenip duruyordu: Ey kerem sahibi Tanrı! Nerdesin ki sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Ulu Tanrı, sana süt ikram edeyim. Elceğinizi öpeyim, ayacığını ovayım… Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yâdınladır Tanrım!”

Çoban, işte bu çeşit saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa, “Sen kiminle konuşuyorsun?” diye sordu. Çoban, “Bizi yaratan, işte bu yeri ve göğü halk eden Tanrı’yla…” diye cevap verince, Musa şöyle dedi: “Vah vah, sen sersemleşmişsin. Daha müslüman olmadan kâfir oldun. Bu ne saçma söz, bu ne küfür! Ağzına pamuk tıka… Küfrünün pis kokusu dünyayı sardı. Küfrün din kumaşını yıprattı. Çarık, dolak ancak sana yaraşır. Tanrı’nın her şeye kâdir, her hususta adil olduğunu biliyorsan, nasıl oluyor da bu tür hezeyanlar ve küstahlıklara cüret ediyorsun? Sen bu sözleri kime söylüyorsun? Amcana, dayına mı? İlâhî sıfatlarda cisim sahibi olmak ve ihtiyaç sahibi olmak gibi bir şey var mı?”

***

Çoban bunca kınama ve paylama üzerine, “Ya Musa, ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın” dedi, ardından elbisesini yırtıp yana yana bir ah çekti ve başını alıp çöle doğru çekip gitti. Derken, Tanrı katından Musa’ya şöyle bir vahiy geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın. Sen kavuşturmaya mı geldin yoksa ayırmaya mı? Ben herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim. Ona özgü olan söz, sana yergidir. Yani ona göre bal, sana göre zehirdir… Hintlilere Hintlilerin sözleri medihtir, Sintlilere Sintlilerin. Onların tesbih ve tenzihleriyle ben münezzeh ve mukaddes olmam. Biz dile, söze bakmayız; kalbe ve hâle bakarız. Gönül huşu içindeyse o gönüle bakarız, isterse sözünde zül ve inkiyad olmasın…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Şubat 2018