İslam Dünyasının Kudüs'le İmtihanı


Kudüs, milattan önce 1000-900 yılları arasında yaşadıkları kabul edilen Hz. Davud ile oğlu Hz. Süleyman’ın İsrail kralı olarak hüküm sürdükleri döneme kadar Yahudilerin kutsal tarih envanterinde önemli bir yere sahip değildir. Ta ki Hz. Süleyman’ın inşa ettiğine inanılan mabetle (Bet ha-Mikdaş/Beytü’l-Makdis) birlikte şehir çok farklı bir anlam kazanmış ve bilhassa milattan önce VI. yüzyılın sonlarında Babil kralı Nabukadnezzar’ın (Buhtunnasr) şehri yakıp yıkması ve İsrailoğulları’nı Babil’e sürgün etmesinden sonra bir bakıma kızıl elma gibi algılanmaya başlamıştır. MÖ 538’de Pers kralı Büyük Cyrus’un (Zülkarneyn?) Babil esaretini sona erdirmesinden Hz. İsa’nın dünyaya geldiği tarihe kadar sayısız savaş, işgal ve isyana sahne olan Kudüs MS 638’de Müslümanlarca fethedilinceye kadar yine birçok savaş, işgal ve yıkım görmüştür.

***

Kudüs I. Haçlı seferine katılan ordularca 1099 yılında işgal edildiğinde insanlık tarihindeki en korkunç katliamlardan birine de sahne olmuştur. Haçlılar şehri ele geçirdiklerinde burada yaşayan tüm Yahudiler ve Müslümanları hunharca katletmişlerdir. Bu katliamın görgü tanıklarından biri olan tarihçi Raimundus mabetlerin bulunduğu bölgeye giderken cesetlerin ve diz hizasına kadar yükselen kan göletlerinin içinden geçmek zorunda kaldığını söylemiştir. Kudüs’teki farklı dinlere ve etnisitelere mensup halkların rahat yüzü gördükleri zaman dilimlerinin önemli bir kısmı Müslümanların buraya hâkim oldukları dönemler olarak tarih kayıtlarına geçmiştir. Gerek Hz. Ömer dönemindeki fetihten Haçlı istilalarına kadar geçen 461 yıllık zaman diliminde, gerekse Osmanlıların hüküm sürdükleri dört asırlık dönemde Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman halklar birbirlerini kırmak yerine bir arada yaşama tecrübesine tanıklık etmişlerdir.

Hem Yahudilerin Tanah diye anılan kutsal kitap koleksiyonlarında hem İncillerde ve hem de Kur’an’da (İsrâ 17/4-7) belirtildiğine göre Kudüs’ün çok kere savaş, işgal, yıkım ve kan revan şehri olmasının temel sebebi İsrailoğulları’ndaki fesat ve nifak bağımlılığından başka bir şey değildir. Hz. İsa’nın yobazlık ve nifakçılıkla nam salan Yahudi din bilginlerine (Ferîsiler) laf anlatmaya çalışırken söylediği, “Ey Kudüs! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs! Tavuğun civcivlerini kanatları altına toplaması gibi ben de kaç kez senin çocuklarını toplamak istedim; ama siz istemediniz” (Matta 23/37) sözü dahi tek başına fesat bağımlılığı konusunda yeterli bir fikir verir. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği dönemden bugüne değin Kudüs yine kanayan bir yaradır. İslam dünyasındaki genel kabule göre bu yarayı Siyonistler kanatmıştır. Oysa Siyonizm sorunun sadece bir parçasıdır; belki esas sorun Yahudilerin kendilerine yönelik algısıdır. Tarih boyunca dur durak bilmeksizin fesat üretmenin kaçınılmaz sonucu olarak maruz kaldıkları yıkımlar ve acılar Yahudileri nefret ve şiddetten beslenir hâle getirmiş ve bu patolojik hâl Yahudi teolojisine de önemli ölçüde renk vermiştir.

Bütün bunlar dikkate alındığında Filistin ve Kudüs sorununun çözümünde Yahudilerden insaf ve i’zan beklemenin nafile olduğu kendiliğinden anlaşılır. Sorunun çözümü büyük ölçüde İslam âleminin bu konuda güçlü bir irade koyup koyamayacağına bağlıdır. 1969 yılında Kudüs’teki el-Aksâ mescidinin bir Yahudi tarafından kundaklanması girişimi üzerine kurulan İslam Konferansı Teşkilatı’nın (İslam İşbirliği Teşkilatı) o tarihten bugüne kadar Kudüs sorununu çözme yolunda hemen hiçbir önemli adım atmamış olması, elliden fazla üyesi bulunan bu teşkilat nezdinde temsil edilen İslam dünyasının gerçekten mevcut olup olmadığı meselesini gündeme oturtur. Gerçi birkaç gün önce İstanbul’da gerçekleşen olağanüstü zirve toplantısında bu teşkilatın, “Başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’ni tanıdığımızı ilan ediyoruz” şeklinde bir karar alması özellikle psikolojik etki açısından çok önemli ve anlamlıdır. Ancak teşkilatın böyle bir karara imza atmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başat rol oynadığı kuşkusuzdur. Bundan sonraki etapta en önemli ve en kritik mesele, söz konusu kararın Birleşmiş Milletler gündemine taşınması ve tatbik alanına konulması sürecinde teşkilat üyesi ülkelerin sıkı durup duramayacakları, küllî bir irade ortaya koyup koyamayacaklarıdır.

***

Özellikle Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı ülkelerin isteksiz ve ikircikli tutumları kaygı vericidir. Yine bu ülkelerin küçük hesaplar uğruna ABD güdümünde İsrail ile işbirliğine girip İslam âlemini satmaları da muhtemeldir. Ne yazık ki İslam dünyası bağ dokusu çok gevşek bir dünyadır. İslam dünyasındaki, özellikle de Arap âlemindeki gevşeklik maalesef can yakıcı bir sorundur ve bu sorunun üstesinden gelinmesi ise başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok İslam ülkesinde hükümferma olan kabile/aşiret tarzı ilkel yönetim modellerinin bir an önce tarihe mal edilmesi ve bunların yerine siyaset-devlet düzeyinde demokrasi, toplum düzeyinde ise insan hakları, adalet, özgürlük ve çoğulculuk kültürünün yerleştirilmesiyle mümkün olur. Lakin tüm enerjisini birbiriyle didişmekle tüketen ve kendi değerlerini hoyratça harcama konusunda da üstün başarı gösteren bugünkü İslam âleminin yakın gelecekte bu yapısal sorunlarını çözebilmesi maalesef çok zordur. Ama yine de bu kötü manzaraya rağmen çıkmadık candan ümit kesmemek lazımdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Aralık 2017

SMS Yoluyla "Benden Boş Ol!"


Birkaç gün önce ulusal gazetelerde yer alan ve sosyal medyada da hararetli tartışmalara konu olan bir habere göre Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Hanbelî fakih İbn Kudâme’nin el-Muğnî’si ile Hanefî fakih İbn Âbidîn’in Reddü’l-Muhtâr adlı eserlerini referans göstererek, “Telefon, mesaj ve internet yoluyla boşama geçerli midir?” sorusuna cevap olarak şöyle bir fetva yayımlamış: “Bir kimse, yüzüne karşı ‘seni boşadım, benden boş ol’ gibi boşamayı ifade eden sözleri şifahi olarak söylemek suretiyle eşini boşayabileceği gibi, bu sözleri telefon, mektup, mesaj, internet ve faks yoluyla bildirerek de boşayabilir. Söz konusu iletişim vasıtalarıyla boşamak, sözlü olarak yüz yüze boşamak gibi geçerlidir. Ancak bu durumda kocanın, boşamış olduğunu inkâr etmemesi gerekir. Boşamanın yazılı olması halinde ise boşanan kimse yazının veya mesajın eşinden geldiğinden emin olmalıdır. Bu durumda boşama hükümleri, kadının mektubu okuduğu andan itibaren başlar. Fakat koca eşini daha önce gıyaben boşamış da bunu mektupla haber veriyorsa, boşamanın hükümleri kocanın boşadığı andan itibaren başlar.”

***

Sosyal medya hesaplarında, “sms, faks ve mektupla boşanma oluyorsa evlilik de olur; ben faksla evlenmeyi düşünüyorum”, “Diyanet boşanma olayında ‘üç kere boş ol’dan sonra çağ atlamış! Sms, faks ve mektup ile de boşanılabilir fetvası vermiş. Benim tercihim mektup tabii, romantik olur” gibi sarkastik ifadelerle eleştirilen bu fetva, geleneksel fıkıh mantığı ve mentalitesine yönelik zihniyet analizi açısından mevzu bahis edilmeye değer niteliktedir. Klasik fıkıh doktrinine göre boşama ve boşanmada (talâk) temel unsur, siygadır. Bu görüş Hanefî ekolüne aittir. Rüknü daha geniş çerçeveli kabul eden diğer mezheplere göre ise talâkın ana unsurları taraflar (karı-koca), yetki ve siygadır. Siygada aslolan söz, sözlü beyandır; fakat bazı durumlarda yazı ve işaret de söz yerine geçebilir.

Bu bilgilerden anlaşılacağı gibi talâk işlemi karı-koca arasında bir çift sözle başlayıp bitmekte, yani koca “Boş ol…” dediği an itibariyle boşama/boşanma gerçekleşmektedir. Birçok fakihe göre “Boş ol!’” sözü şakayla söylense dahi boşama gerçekleşmekte, yine fakihlerin çoğunluğu nezdinde sarhoş kişinin boşaması da geçerli kabul edilmektedir. Diğer taraftan boşamada temel unsur sözlü beyandan ibaret olduğu için, bu işleme resmiyet kazandırma ya da resmî belgeyle kayıt altına alma gibi hususlar pek önem taşımamakta, sonuçta boşama/boşanma off the record (kayıt dışı) şekilde gerçekleşmiş olmaktadır. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvası da maalesef böyle bir talâkı onamaktadır. İslam fıkhında boşama yetkisinin kocaya ait olduğuna ilişkin temel kural dikkate alındığında, kadının evlilik hayatıyla ilgili mukadderatının kayıt dışı bir çift söze baktığı kendiliğinden anlaşılır. Ancak böyle bir uygulamanın kadın aleyhinde ciddi istismarlar, mahzurlar ve mağduriyetler doğuracağı açıktır.

Bu bakımdan talâk işlemine devletin müdahil kılınması, yani mahkeme yoluyla bu işleme resmiyet kazandırılması ve miras, tazminat, nafaka gibi konularda hukukî sonuçlar doğuracak şekilde kayıt altına alınması zorunludur. Resmî tescil evlilik akdi için de söz konusudur. Daha açıkçası halk arasında “imam nikâhı” diye tabir edilen ve çoğu zaman merdiven altı denebilecek usullerle gerçekleştirilen gayri resmî nikâhın da ancak devlet tesciliyle meşruiyet kazanacağını söylemek lazımdır. Ama gelin görün ki Din İşleri Yüksek Kurulu şifahi kültür kodlarının egemen olduğu bir dönemde, köy veya kasaba ölçeğine göre düzenlenen ve birçok yönüyle İslam öncesi dönemdeki örfî uygulamayla örtüşen şifahi boşama prosedürünün klasik fıkıh literatüründeki formülasyon şekline tarih-üstü değer atfetmektedir. Böyle bir mantık ve mentalite ile ne din ve diyanet ne de kültür ve medeniyet açısından bugünkü dünyaya söyleyecek bir sözümüz olabilir.

***

Talâk işleminin mahkeme sürecine bağlanması ve böylece resmî tescille kayıt altına alınması gerektiği yönündeki teklifimiz eski köye yeni âdet getirmek kabilinden değerlendirilebilir, hatta dinî alanda reform talep ettiğimiz bile ileri sürülebilir. Ne var ki evlilik ve boşanma “din”e taalluk eden meseleler değildir. Evlilik en nihayet bir akittir, boşanma ise bu akdin bozulmasından ibarettir. Din, nikâh ve talâkın arka planındaki niyet ve amaçla ilgilidir. İşin prosedür kısmı dini ilgilendiren bir husus değildir. Talâk konusundaki görüşümüze ille de dinî bir referans bulmak gerekirse, Bakara 2/282, Talâk 65/1 ve Nisâ 4/35. ayetler kıyas, re’y ve/veya te’vil yoluyla istidlale elverişlidir. Kaldı ki 1917 tarihli Osmanlı aile kanununun (Hukuk-ı Aile Kararnamesi) 131. maddesinde de boşama işlemi tescil usulüne bağlanmış, ayrıca birçok İslam ülkesinin aile kanunlarında istihsan ve maslahat gibi delillere atıfla miras, mehir ve iddet gibi haklar ve borçların tespiti için talâkta resmî tescilin şart olduğu hükmü yer almıştır. Bizim Din İşleri Yüksek Kurulu ise asırlar öncesindeki sosyolojik şartlar mucibince üretilen ictihad ve fetvalara atıfla ve dahi o asırlardaki fıkıh mantığıyla telefon, sms, internet komponentli son model bir soruyu cevaplamak gibi büyük bir başarıya imza atmıştır(!) Sonuç, el âlem aya biz yaya, vesselâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Aralık 2017

Dibe Vuruş


Bir müslüman olarak içim acıyor; çünkü bütün bir İslam dünyası son birkaç asırdır alçak sürünme halinde isbat-ı vücut ediyor. Gerçi Allah’ın her günü, “sürünmeye başlayalı kaç asır geçti, tarihsel çevrim gereği bu izmihlalden kurtuluş vakti çok uzak olmasa gerek” düşüncesiyle ümit tazeliyoruz; ama gelin görün ki topyekûn İslam âlemi olarak alçak sürünmemiz her geçen gün daha da vahimleşiyor. Özellikle din, dinî düşünce ve pratikte süreç dibe vurma süreci gibi işliyor. Öyle ki Ortadoğu’nun göbeğinde ansızın IŞİD denilen bir katiller güruhu peyda oluyor ve İslam dini bu güruhun elinde sırf kan dökmeye yarıyor. Aynı din öz yurdumuzda peydahlanıp palazlanan FETÖ ihanet şebekesinin elinde ise adeta haşhaş ve afyona dönüşüyor. İhtimal ki FETÖ din konusunda Marx’ı referans alıyor. Çünkü Marx din konusunda hem “baskı altında ezilen yaratığın iç çekişi ve kalpsiz dünyanın kalbi” diyor hem de “din halkın afyonudur” tespitinde bulunuyor. FETÖ elebaşı ise kalpsiz dünyanın kalbi olmak gibi yumuşak din söylemleriyle çıktığı yolun sonunda afyon komasına girmiş bir haşhâşî sürüsünü sevk ve idare ediyor.
***
Ortadoğu coğrafyasına bakıldığında, kan revan manzarasından başka bir şey görünmüyor. Sözde İslam ülkeleri sürekli olarak birbirleriyle didişiyor. Hamas, el-Fetih, Emel, Hizbullah gibi sayısız radikal örgüt ise birbirini yemeyi cihad telakki edecek kadar müptezelleşiyor. İslam dünyasındaki devletlerin ahvaline bakıldığında, sözgelimi Mısır İsrail’den yediği onca dayaktan ötürü Stockholm sendromuna yakalanmış görünüyor. İran’daki devlet aklı Pers ve Sâsânî ajandasına göre çalışıyor, Şiîlik ise kılıf olarak bu ajandayı saklıyor. Bedevilikten vazgeçmemeye yeminli Suudi Arabistan aşiret iktidarının siyasi ömrünü uzatmaktan başka bir şey düşünmüyor. Suriye’deki iktidar mehdi-mesih bellediği Rusya’ya bütün varlığını vakfediyor. Afganistan ve Pakistan gibi devletler ise Hanefilikten Taliban üretme ayrıcalığıyla temayüz ediyor. Sonuçta bütün bunların hasılası iflah olmaz bir şamar oğlanlığına karşılık geliyor.

İslam dünyası bilgi, bilim, felsefe, teknoloji adına hemen hiçbir şey üretmiyor, sadece tüketiyor. Hiçbir İslam ülkesi, “Biz Allah’ın gönderdiği son peygamberin ümmeti ve son vahyin müminleriyiz; ama nedense hep biz mağlup, ehl-i küfür galip; bu nasıl iş?” diye düşünüp kendine çeki düzen verme ihtiyacı hissetmiyor. İslam âlemi bilgi, bilim ve felsefe namına hemen hiçbir şey üretmediği gibi, genel insanlık ailesine ahlâkî bir örneklik de sunmuyor. Hâl böyleyken ve bunca düşkünlüğe rağmen İslam adına konuşup dinî-ahlâkî retorik üretmekten de geri durulmuyor. Nurettin Topçu 1965 yılında yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Ahlaksızlığın ummanı olan bu Şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu? Onlar Şark’ın en aşağı tabakasını temsil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlak, ne de Allah uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp insanlık devrine girmeleri lazım...”

Dinî-ahlâkî alandaki genel manzara bizim memlekette de pek hoş görünmüyor. Özellikle din konusunda dibe vurma süreci maalesef bu topraklarda da işliyor. Öyle ki kendini Ehl-i Sünnet’in resmî temsilcisi ve bekçisi olarak gören birisi çıkıyor, “Aşere-i mübeşşere listesine ben de dâhil edildim; zira benim cennetten müjdecim geldi” mealinde bir hezeyanda bulunabiliyor ve böyle bir hezeyanın sahibine belki milyonlarca insan dikkat kesiliyor. Üstelik bu tipler bir taraftan imitasyon peygamber terliğinden yanmaz kefen pazarlamacılığına kadar her türlü şarlatanlık ve bezirgânlığa imza atarken bir taraftan da sözüm ona sahih Sünnî itikadın Türkiye temsilciliğini elden bırakmıyor.
***
Bunların nezdinde Ehl-i Sünnet itikadının referans kaynağı ve sahihlik vasfı, kelâmî ve/veya fıkhî meselelerle ilgili herhangi bir bilginin Beyrut veya Haydarabad baskısı bir Arapça eserde yer almasına ve bu klasik eserin müellifinin Sünnîliğe mensup olmasına göre belirleniyor. Yani, “Efendim, İbn Âbidin böyle söylüyor” denildiğinde, söz konusu bilgi veya görüş kesin doğru olarak takdim ediliyor. Kısacası, bugünkü yaygın Ehl-i Sünnet söylemi klasik dönem Sünnî kelam, fıkıh, tefsir âlimlerine ait eserleri tarih-üstü metinler olarak algılama ve bu eserlerdeki her görüşü tartışılmaz doğru sayma cehaletiyle şekilleniyor. İşte bu cehaletin temsilini üstlenen skolastik zihniyet dinî düşünce alanında dibe vurmamızı kaçınılmaz hale getiriyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Aralık 2017

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/dibe-vurus-5587

Kendimize Avukatlık Başkasına Savcılık


İki hafta önce bu köşede yayımlanan “Şeytan Taşlamaktan Tavaf Etmeye Vakit Bulamamak” başlıklı yazıyla ilgili okuyucu yorumlarından bir kısmı, “Hocam, din işini siz İlahiyat hocaları bu hale getirdiniz; din diliniz ne kadar da sert ve zehirli… Şu ahlaksızlık kavramının kullanımı da kurgu ve imaj oluşturmak maksatlı” gibi eleştirilerle, diğer bir kısmı ise ne yazık ki dinî hamiyet adına hakaretlerle dolu. Yazılarımızda, “Bu sorunlar başkalarının değil, bizim sorunlarımız” desek de, eleştirilerimizin kendimize dönük ve aile içi meselelerimizle ilgili olduğunu açıkça söylesek de içimizden birileri, “Hoca, tüm sorunların kaynağı siz ve sizin gibiler” diyerek olanca günahı bir çırpıda bize yükleyip işin içinden çıkmaktadır.

***

Tarih envanterine öküz altında buzağı arama dönemi olarak geçeceğini düşündüğüm şu son zamanlarda yaşadıklarımız hemen hiçbir konuda birbirimize dert anlatabilme, herhangi bir meseleyi aklıselim ve hissi selimle konuşup tartışabilme imkânımızın pek kalmadığını gösteriyor. Hemen her birimiz sosyal hayatta birçok şeyin yolunda gitmediğini kabul ediyoruz; ama arızalar, sapaklıklar ve yanlışlıkların kaynağı hususunda kendimizi muahezeden muaf tutuyoruz. Hal böyle olunca, “Biz hem müslümanız hem de nasıl bu kadar yalan konuşabiliyoruz? Biz hem müslümanız hem de nasıl bu kadar kolay iftira atabiliyoruz? Biz hem müslümanız hem de nasıl bu kadar kolay nemime ve gıybet üretebiliyoruz?” diyerek kendi kendimizi sorgulamaya lüzum hissetmiyoruz.
Öte yandan, “Başta Allah olmak üzere kitaba, rasule, ahirete, hesaba, cezaya, hâsılı dünya kadar şeye inanıyoruz; ama inandığımız bunca şeyden hiçbirine hayat tecrübemizde niçin esaslı bir yer edindiremiyoruz? Dilimizle çok kolay ikrar ettiğimiz inanca niçin ontolojik bir karşılık bulamıyoruz? Yaptığımız işlerde niçin bir deontoloji kuramıyoruz?” diyerek kendi kendimizi hesaba çekmekten imtina ediyor, her şeyden önce kendimize çeki düzen vermemiz gerektiği ikazına muhatap olduğumuzda ise tıpkı bizim yazılara iliştirilen kimi yorumlarda görüldüğü üzere, “Hoca, bütün problemler hep sizin gibi İlahiyat profesörleri yüzünden” gibi yansıtma mekanizmalarını devreye sokmayı yeğliyoruz.

Yansıtma, bastırma, bahane bulma gibi hiçbir savunma mekanizmasına yaslanmadan açıkça itiraf edeyim ki biz bugün sanki dînimsi bir din dizgesi içinde dindar dinsizlik gibi absürt bir hâli tecrübe ediyoruz. Biz bu hâl ve minvalde iken bir gayri müslim çıkagelse ve bize, “Benim müslüman olmamı istiyorsunuz; ama bu konuda bana nasıl bir teklif sunuyorsunuz? Yani ben sizin gibi müslüman olunca şu an bende olmayan hangi değeri kazanacağım, sözgelimi ahlâkî açıdan hangi eksiğimi tamamlayacağım?” dese, bu gayri müslime nasıl bir karşılık vereceğimizi sizlerin yüksek takdirlerine arz ediyorum. Bu arada çok yakıcı bir gerçek olarak belirteyim ki 15 Temmuz darbe teşebbüsünden beri devlet ve milletçe FETÖ’nün maddi ve fiziki gücünü kırma mücadelesi veriyoruz; ama bu melun yapının ahlakıyla (ahlaksızlığıyla) mücadeleyi sanki es geçiyoruz. Es geçmekten öte, FETÖ’nün ahlaksızlık kariyerinden hayli nasiplenmiş görünüyoruz. Geçmişte FETÖ’nün kusursuz şekilde icra edegeldiği tehdit, şantaj, yalan, iftira gibi her çeşit kumpası şimdi biz birbirimize yapıyoruz. “Düşmanın silahıyla silahlanın” diye bilinen ve kaynağı belirsiz olduğu halde kimilerince hadis diye de nakledilen bu ilkesizlik mottosunu kendimize ilke edinmiş gibi davranıyoruz. Sonuçta, FETÖ’nün geçmiş yıllarda çok sıkı bir din ve ahlak retoriğinden basbayağı dinsizlik ve ahlaksızlık üretmesi gibi biz de Allah korkusundan azade olarak dînimsi bir din dizgesi içinde dindar dinsizlik tecrübesini geliştirme yolunda hızla ilerliyoruz.

***
İçinde bulunduğumuz berbat durumun tasviri meyanında Nurettin Topçu’nun şu çarpıcı ifadelerini paylaşmakta fayda görüyorum: “Allah korkusu, dünya hadiselerinin benzeri olan bin türlü hadiselerin korkusuna bağlandı ve böylelikle dindar geçinen bu zümrenin elinde Allah katledildi. Dünya denilen bu hile ve riya pazarında, ahiret metaının muhtekirleri süratle çoğaldı. Bütün kirlerinin üstüne dindarlık libasını giyinenler, din hayatının sarrafları veya karaborsacıları kesildiler. Mallarının sürümünü sağlayanlara peşkeş çektiler. Kendileri ile alışveriş yapmayanları ise cehenneme gönderdiler ve sanki kendileri Allah’ın umumi vekâletine sahiplermiş gibi, iman ile isyanın sınırlarını sımsıkı ayırdılar… Din çok defa sapıklıkla birleşti ve din hayatı her türlü aydınlığın, kültürün, medeniyetin, insaniyetin düşmanı oldu.” (Nurettin Topçu, Ahlâk Nizamı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2016, s. 87-88).

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Kasım 2017

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kendimize-avukatlik-baskasina-savcilik-5531

Din, Hakikat, Yorum | İlim ve Hikmet Vakfı | 17 Kasım 2017


Prof. Dr. Mustafa Öztürk 17 Kasım 2017'de Sakarya'da İlim ve Hikmet Vakfı'nın daveti ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Kıssaların Dili | Zeytinburnu Kültür Sanat Merkezi | 22 Kasım 2017


Prof. Dr. Mustafa Öztürk 22 Kasım 2017'de Zeytinburnu Kültür Sanat Merkezi'nde "Kıssaların Dili" başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi.

Aklın Sınırları | Gündem Özel / CNN Türk | 11 Kasım 2017



Dine Bakış ve Muhafazakarlaşma | Habertürk / Nedir Ne Değildir? | 3 Kasım 2017


Türkiye muhafazakarlaşıyor mu, muhafazakarlıktan uzaklaşıyor mu? Türkiye'de laikler ya da muhafazakarlar baskı altında hissediyor mu? Son yıllarda ülkede yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmeler gençlerin dine yaklaşımını nasıl etkiliyor? Afşin Yurdakul moderatörlüğünde konuklar Faruk Acar, Prof. Dr. Mustafa Aydın, Prof. Dr. Binnaz Toprak ve Prof. Dr. Mustafa Öztürk değerlendirdi.

Suûdîlik ve Yumuşak Vehhâbîlik


Yumuşak (Soft) Vehhâbîlik, tıpkı “muhafazakâr devrimci”, “özel halk otobüsü” gibi tamlamalar gibi oksimoron bir tamlama ve tanımlamadır. Oksimoron, birbiriyle çelişen ya da birbirinin tam zıddını ifade eden iki kelime veya kavramın bir arada kullanılmasıdır. Çoğu zaman edebî metinlerde rastlanan bu tür ifadeler kimi zaman da bu yazıda olduğu gibi hiciv mantığı içerisinde bir durum tespiti yapmak için kullanılır. Vehhâbîliğin softlaşması mümkün müdür? Durum tespitiyle ile konumuz budur. Öncelikle şunu not edelim ki Vehhâbîlik başından beri mutlak monarşiyle yönetilen Suûdî kabile devletinin resmî mezhebi, daha genel çerçevede ise Taliban’dan el-Kâide ve Daeş’e kadar sözde İslam referanslı birçok terör örgütüne fikrî tedarikte bulunan siyasi ve ideolojik bir harekettir. 

***

XVIII. yüzyılın başlarında Arabistan’ın Necid bölgesinde bir Hanbelî kadısının oğlu olarak dünyaya gelen Muhammed b. Abdilvehhâb’a nispetle anılan Vehhâbîlik, dönemin Dir’iyye emiri Muhammed b. Suûd’un destek ve himayesiyle dinî görüşlerini yayma ve kendine taraftar toplama şansı yakalamıştır. Bu vesileyle İbn Suûd da siyasi hâkimiyet alanını genişletebilmek için sırtını güçlü bir dinî figüre yaslamıştır. XIX. yüzyılın başlarından itibaren Hicaz’ın yanısıra Irak ve Suriye topraklarında da yayılmaya çalışan Suûdî-Vehhâbî ittifakı Osmanlıların askerî müdahaleleri neticesinde geriye çekilmişse de özellikle I. Dünya Savaşı’nı müteakip yıllarda giderek güç kazanmış ve nihayet 1932 yılında Suûdî Arabistan Krallığı’nın ilan edilmesiyle birlikte Vehhâbîlik bağımsız devlet desteğine kavuşmuştur. 

Vehhâbîlik doktrinel olarak İslam’ın ne olduğundan ziyade, ne olmadığını anlatmaya programlı bir yapıdır. Şiîlik ve tasavvuf, Vehhâbîlik için tam manasıyla takıntıdır. İslam diniyle ilgili anahtar kavram ise bidattır. Dinî alanla ilgili olarak Kur’an ve Sünnet’te açıkça yer almayan ve tarihsel süreçte ortaya çıkan her şey bidat, İslam’ın özünden sapmadır. Sözgelimi, cami ve mescitlere yüksek minareler yapmak bidattır. Kur’an ve hadislerde bulunmayan dua ve zikirleri okumak bidattır. Kur’an’ı makam ve nağme ile okumak bidattır. Kabir ziyareti ve kabrin başında dua etmek şirk riski taşıyan bir bidattır. Mevlid okutmak ve tesbih kullanmak bidattır. Tütün ve kahve müskirat cinsinden olup haramdır. Kadın toplumsal cinsiyet rolleri açısından bir bakıma mütekavvim maldır.

Vehhâbîlik her ne kadar kendini Selefîlik ekolüne refere etse de işin gerçeği bu hareket İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi Selefî âlimlerin eserlerindeki ilmî yetkinlik ve derinlikle hemen hiçbir alakası olmayan, son derece katı, sığ ve dar kalıplı bir İslam yorumuna sahiptir. Bu yüzden son dönem Osmanlı uleması Vehhâbîliği Hâricîlik kapsamında değerlendirmiştir. Hâl böyleyken, son günlerde MbS kodlu Suûdî prensin radikal hamleleriyle Suûdî-Vehhâbî krallığındaki sosyal hayatta liberalleşme rüzgârları esmektedir. Ne hikmetse Suûdî-Vehhâbî rejim birdenbire yumuşama moduna girmiş görünmektedir. Öyle bir yumuşama ki daha düne kadar patriyarkal Suûdî rejim nazarında tam manasıyla insan vasfı taşıdıkları dahi meşkûk olan kadınlara ehliyet alma ve trafikte araç kullanma izni lütfedildi. Diğer taraftan, yıllar boyunca Hicaz topraklarında çalışan mültecilere değil vatandaşlık neredeyse hiçbir hak vermeyen Suûdî-Vehhâbî rejimi şimdilerde ilk insansı robot Sophia’ye vatandaşlık verdi. Fakat tuhaf olan şu ki veliaht prens MbS sosyal hayat alanında liberalleşme hamleleri yaparken, siyasi alanda muhtemel rakiplerini bir bir saf dışı bırakarak katı merkeziyetçi ve otoriter yapıyı alabildiğine tahkim etmeye çalışmaktadır. 

Prens MbS’ın “ılımlı İslam’a dönmek” söylemine gelince, Vehhâbîliğin yapısal olarak ılımlı bir hâl alıp yumuşaması pek mümkün değildir. Hz. Peygamber döneminde Kureyş’in, İslâmî dönemde saf Arap Ehl-i Hadis ve Selefiyye’nin, son dönemlerde ise bedevi Arap kökenli Suûdî-Vehhâbî hareketin yenilik ve değişimden hiç hazzetmediği iyi bilinmektedir. Bu bakımdan biraz abartılı biçimde söylersek, mermer doğal yapısı itibariyle ne zaman pamuk haline gelirse, Vehhâbîlik de ancak o zaman yumuşak hale gelir. Kaldı ki Suûdî rejimi Vehhâbiliği yumuşattığı nispette kendisini de bitirir. Çünkü Suûdî rejimi başından beri kaskatı Vehhâbîlikle kaimdir. Ancak görünen o ki zamanın ruhu ve dayatmaları gerek muhtemel bir sosyal patlamanın engellenmesi gerekse rejimin hayatiyetini muhafaza edebilmesi için ister istemez su katılmış Vehhâbilik sürümüne ihtiyaç hissettiriyor. Yani üç yüzyıldır katı halde devam eden Vehhâbîlik bugünlerde sıvı hale geçiyor; gaz ve buharlaşma evresine geçiş tarihi ise şimdilik bilinmiyor. 

***

Bütün bu değerlendirmelerimiz şimdilik “recmen bi’l-gayb” (spekülasyon) kategorisinde değerlendirilebilir. Ancak Suûd’da gerçekten neler olup bittiğine dair sağlam veriler ve sağlıklı bilgilerin yakın zamanda ucuzlayacağı kesindir. Bugüne kadar hemen her meselesini para saçarak halleden Suûdî rejiminin özellikle ABD’ye ödediği haraçlar sayesinde epey bir zaman dokunulmazlığın tadını çıkardığı bilinmektedir. Ama şimdi görünen o ki bugün para saçmak ve küresel güç odaklarına rüşvet dağıtmak dahi ikbal ve istikbal garantisi vermemektedir. Kaldı ki çok uzak olmayan bir gelecekte petrol kuyularının suyunu çekeceği veya en azından petrolün bugünkü tahtını başka enerji kaynaklarının işgal edeceği kesin görünmektedir. Bu yüzden, Suûdî-Vehhâbî dünyasının daha başka sürpriz gelişmelere gebe olduğunu söylemek kehanet olmasa gerektir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Kasım 2017

Şeytan Taşlamaktan Tavaf Etmeye Vakit Bulamamak

Günümüz Türkiye’sinde kendilerini dinî alanda konuşmaya salahiyetli gören birçok kişi ve grup belli ki şeytan taşlamaktan tavaf etmeye vakit bulamıyorlar. Öyle ki bu zevat dinî-ahlâkî kemâlâtın kendilerince şeytan addedilen kişiler ve kurumları taşlamakla kaim olduğunu zannediyorlar. Bu yüzden de kendi işlerini avukata havale edip sürekli olarak başkalarının ne yapıp ettikleriyle ilgileniyorlar. Sözgelimi, profesör unvanlı birisi çıkıyor, İlahiyat ve Diyanet hakkında, “Bunlar akrep” diyor. Vaktiyle Fethullah Gülen’i, “veli, veliyullah” (Allah dostu) diye nitelendiren ve o gün itibariyle Gülen alçağına yağ çeken bu şahıs bugün de benzer bir yağcılıkla, “Cumhurbaşkanımızı ve hükümetimizi sokacak dört akrep” diyor ve bu dört akrepten birini İlahiyat ve Diyanet’le özdeşleştiriyor. Profesör unvanlı bir başka şahıs çıkıyor, dinî anlayış ve kavrayış tarzı kendi zihnindeki sahih din anlayışından farklı olan İlahiyatçılara “Misyoner İlahiyatçılar” gibi son derece çirkin bir yafta yapıştırdıktan sonra, olanca gıybet ve nemimeyi boca ediyor. Yine profesör unvanlı bir diğer şahıs çıkıyor, hem Diyanet’e aklı sıra nizam veriyor hem de Kur’an merkezli ilmî faaliyetleriyle tanınmış bir kurumu “Kur’an’ı yıkmak”la itham edip hedef gösteriyor.
 
***

Bu tablo çok ağır bir ahlaksızlık problemiyle karşı karşıya olduğumuzun vesikalık fotoğrafıdır. Problemin en yakıcı tarafı, ahlaksızlığın dinî hamiyete refere edilerek yapılıyor olmasıdır. İşin can yakıcı başka bir tarafı da İlahiyat ve Diyanet hakkında konuşup din alanında kimin sahih kimin sapkın bir anlayışa sahip olduğu hakkında ahkâm kesen eşhasın pek çoğunun İlahiyat ve Diyanet dışından olması, dolayısıyla hariçten gazel okunmasıdır. Kur’an’da ve sayısız hadiste gıybet, nemime, iftira gibi rezîletler çok kesin bir dille yasaklanmasına karşın, sözüm ona dinî hamiyetle İslam’ı savunmayı kendine vazife bilecek kadar “duyarlı müslümanlar”daki(!) gıybet ve nemime şehvetinin bu denli yüksek düzeyde olması hakikaten trajik bir durumdur.

Yıllar boyunca kürsüler ve minberlerlerden gıybet, yalan, nemime, iftira, sû-i zan gibi ahlâkî arızaların onarımıyla ilgili sayısız vaaz ve hutbe dinleyen bir millet olmamıza rağmen ahlâkî planda bu kadar ahlaksız tipolojisi üretmemiz en azından benim izah edebildiğim bir şey değildir. Bunca çirkin fiilin çirkinliği her birimiz tarafından gayet iyi bilinmesine, üstelik Hucurût suresinde müslüman toplumun bu tür çirkinliklerden uzak durması emredilmesine rağmen içimizdeki birileri sevap işler gibi gıybet, dedikodu üretebiliyor ve üstelik bunu din adına yapabiliyorsa, o zaman burada “örtük tekfircilik” var demektir. Çünkü Kur’an ve Sünnet’teki onca açık ikaza rağmen bir müslümanın başka bir müslüman hakkında gıybet, yalan, iftira, nemime üretmesi söz konusu değildir. Ama ortalık gıybet, yalan ve iftiradan geçilmiyorsa, o zaman birileri din konusunda kendileri gibi düşünmeyen müslümanları “müslüman” olarak görmüyor demektir. Ne var ki gıybet etmemek, yalan konuşmamak, iftira atmamak sadece müslümanların kendi iç hukuklarında geçerli olan ahlak kuralları değildir. Bilakis bunlar farklı din, inanç ve inanışlardan bağımsız olarak insanlık ve adamlık vasfı kazanmanın olmanın olmazsa olmaz kurallarıdır. Sonuç olarak, en temel sorunumuz müslümanlıktan ziyade, insan ve adam olamama, yani “derin ahlaksızlık” sorunudur. 

Bu sorunla başa çıkmanın en etkili formüllerinden biri ve belki de ilki, şeytan taşlamaktan tavaf etmeye vakit bulamama modundan çıkıp herkesin kendi şeytanını (hırs ve ihtiraslarını) taşlama moduna girmesidir. Kişinin kendi şeytanını taşlamasının tavaf yerine geçeceği kesindir. Bunun manevi katma değeri ise erdem ve erdemliliktir. 

***

İlahiyat, Diyanet ve İlahiyatçılar hakkında biteviye gıybet, iftira, nemime üreten zevata tavsiyem, son yılların Türkiye sosyolojisinde hayli rağbet gören “durumdan vazife çıkarma mesleği”ni kendilerine kariyer kapısı kılmaktan derhal vazgeçip kendi şeytanlarını taşlamakla meşgul olmalarıdır. Yok eğer bu zevat kendilerini ismet sıfatıyla muttasıf gibi görüp sürekli olarak başka müslümanların müslümanlıkları ve İslam anlayışları hakkında pervasızca konuşup dedikodu üretmeyi sürdürürlerse, o zaman günün birinde kendilerini de siygaya çekecek bir Molla Kasım çıkagelir. Tarihin bir döneminde beşerî ihtiyaçlar ve çabalar neticesinde ortaya çıkıp kendine az çok taraftar bulmuş belli bir din yorumunu tek hakikat gibi sunmak ve başka yorumları benimsemiş kesimler üzerinde faşizan baskı kurmaya çalışmak gibi operasyonların bu topraklarda geniş taban bulmayacağını da bu vesileyle not etmek gerekir. Yani bu topraklarda Hanefî kılıklı Talibanvârî bir İslam yorumu ergenler ve cahil kesimlerden az çok alıcı bulabilirse de maşeri vicdanda kesinlikle mahkûm edilir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Kasım 2017

Yoğun Bakım Ünitesine Dalmamak


Geçen hafta sonu İnönü Üniversitesi ve Bilsam’ın (Bilgi Yolu Eğitim Kültür ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) davetlisi olarak Kuramer’i temsilen Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı ve TMSF eski başkanı Ahmet Ertürk’le birlikte Malatya’daydık. Üniversite rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Kızılay ve İlahiyat Fakültesi dekanımız Prof. Dr. Fikret Karaman hocalarımızın ev sahipliğinde gerçekten çok güzel ağırlandık. Ayrıca Bilsam’daki kadirşinas dostların sıcak ve samimi teveccühlerinden çok büyük bir memnuniyet ve mutluluk duyduk. İki gün boyunca ders, panel, sohbet gibi çeşitli faaliyetlerle icra edilen program trafiği hakikaten çok yoğundu. Bütün bu faaliyetlere iştirak eden kitle ise eskiden sıkça duyduğumuz ve az çok aşina olduğumuz “Malatya ekolü”nün semeresi olarak ilmî merak ve entelektüel seviye bakımından Türkiye ortalamasının hayli üstündeydi. Bununla birlikte panellerin sonunda biz konuşmacılara yöneltilen bazı sorular dinî alandaki klasik eserlerle ilgili yöntemsiz ve sistemsiz okumaların faydadan ziyade zarar doğurduğunu, yani söz konusu okuma tarzının zihnî-fikrî örselenme gibi ciddi bir probleme müncer olduğunu gösterdi. 

***

Bu vesileyle ilkin şunu not etmek gerekir ki her müellif içine doğduğu kültürel dünyanın çocuğu, her eser de telif edildiği dönemin mahsulüdür. Ayrıca klasik bir eser mevzu ve muhteva itibariyle kutsal metinle ilgili olabilir; fakat kutsal metnin anlaşılması, yorumlanması ve bu metinden birtakım çıkarımlarda bulunulması müellifin tarihsel koşullanmışlığından bağımsız değildir. Haliyle, klasik İslâmî literatürdeki eserler okunup incelenirken, bu eserlerin hangi çağda, hangi saikler ve ihtiyaçlar üzerine telif edildiğini bilmek, yani hem müellifin hem de eserin tarihsel ve kültürel kodlarına vukuf kesbetmek gerekir. Yok eğer sözgelimi bugünkü tarihten bin yıl önce tedvin ve telif edilmiş dinî bir eserdeki bilgi, görüş ve rivayet malzemesi “muhkem nass” gibi telakki edilip bu minvalde okunduğu takdirde, örf ve âdetin bizatihi din, tarihsel ve olgusal durumun da tarih-üstü değer zannedilmesi gibi dramatik hatalara düşülebilir. 

Tefsir, hadis, fıkıh gibi alanlarla ilgili klasik ve ansiklopedik eserlerin gelişigüzel biçimde Türkçeye çevrilip halkın önüne konulması, yoldan geçen herkesin elini kolunu sallayarak hastanedeki yoğun bakım ünitesine girmesi gibi sonuçlar verir. Gerçi söz konusu eserlerin ilmî heyetler nezaretinde çevrilmesi İslam ilim ve kültür medeniyetine ait zengin birikimin bugüne taşınması ve böylece ilmî geleneğe az çok dinamizm kazandırılması gibi nisbî faydalar içerir. Fakat yine de bu bağlamda yapılacak bir kâr-zarar analizi, zarar maliyetinin daha fazla olduğuna hükmetmemizi gerektirir. Nitekim Malatya’da kendisinin mühendis olduğunu belirten bir kardeşimizin panel sonrasında bize yönelttiği bir soru zarar maliyeti sorununa netlik kazandıracak niteliktedir. 

Söz konusu soru İmam Mâlik’in el-Muvatta’ı, Müslim’in es-Sahîh’i, İbn Sa’d’ın et-Tabakât’ı gibi eserlerde -ki bu eserlerin üçü de Türkçeye çevrilmiştir- yer alan bir hadis rivayetine dayanmaktadır. Bu rivayete göre İslam’ın ilk yıllarında müslüman olan Sâlim b. Ma’kıl efendileri tarafından özgürlüğüne kavuşturulup evlat edinilmiştir. Ancak Medine döneminde evlatlıkların öz babalarına nispet edilmesini emreden Ahzâb 33/5. nazil olunca Sâlim “Ebû Huzeyfe’nin mevlâsı” diye isimlendirilmiştir. Daha sonra Ebû Huzeyfe’nin hanımı Sehle bint Süheyl Hz. Peygamber’e gelerek Sâlim’in ergenlik çağına ulaştığını, yeni nazil olan ayete göre tek odadan ibaret evlerine girip çıkmasının sıkıntıya yol açtığını söylemiştir. Hz. Peygamber de kendisine Sâlim’i beş defa emzirmesini tavsiye etmiş ve böylece onun sütannesi olacağı için mahremi hâline geleceğini belirtmiştir. Sehle de Hz. Peygamber’in tavsiyesini yerine getirmiştir. Bazı kaynaklarda, Sâlim’in o sırada yaşı büyük olduğu için Sehle’nin sütünü her gün bir kaba sağdığı, Sâlim’in de bunu içtiği kaydedilmiştir. Öte yandan Hz. Âişe Hz. Peygamber’in bu tavsiyesine istinaden büyük yaştakilerin emmesiyle de süt evlatlığının sabit olacağına dair fetva vermiş; fakat başta Ümmü Seleme olmak üzere Hz. Peygamber’in diğer hanımları bunun sadece Sâlim ile Sehle’ye mahsus bir ruhsat olduğunu ileri sürmüşlerdir. 

***

Bahsi geçen kardeşimizin “Hocam, bu nasıl iş?!” mealindeki istifham ve itirazına konu olan bu ve benzeri rivayetler, Kur’an vahyinin nazil olduğu dönemdeki Arap kültür evrenine, o dönemdeki Arap toplumunun örf, âdet ve geleneklerine vâkıf olunmaksızın okunup değerlendirildiği takdirde ciddi anlama sorunlarına ve yanlış anlamalara yol açar. Bu sebeple bir kez daha altını çizmek gerekir ki tefsir, hadis, fıkıh ile ilgili temel eserlerin yalın halde okunması hastaneye yolu düşen herhangi bir vatandaşın yoğun bakım ünitesine paldır küldür dalmasından farksızdır. Klasik eserlere ilişkin okumalar öncelikle bu eserlere mevzu teşkil eden meselelerin sosyolojik ve antropolojik arka planları hakkında yeterli bilgi ve donanım sahibi olunmasını, dolayısıyla söz konusu eserlerin vücuda geldikleri dönemlere ilişkin sağlam bilgi alt yapısı oluşturulmasını gerektirir. Şayet böyle bir birikim ve alt yapı bilgisinden yoksunluk söz konusuysa, o zaman yoğun bakım ünitesine dalmamak gerekir. Aksi halde yoğun bakımlık hasta misali ağır patolojik durumlar yaşanabilir.   

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Kasım 2017

Devlet Katında Kariyer Network'ü Olarak Cemaat(ler) Fenomeni

FETÖ, Türkiye’de dinî grup ve cemaatlerin özellikle devletle ilişki açısından masaya yatırılıp tartışmaya açılmasına sebep oldu. Bu tartışma zemininde kimisi Boko Haram ile Paralel Yapı (FETÖ) arasında mahiyet farkı bulunmadığından ve gelinen noktada tüm cemaatlerin köküne kibrit suyu dökülmesi gerektiğinden dem vururken, kimisi de FETÖ imzalı 15 Temmuz alçak darbe teşebbüsünün genelde İslam’ı özelde cemaatleri yok etmeye yönelik küresel bir saldırı olduğundan ve bu arada “Ehl-i Sünnet omurga”nın da çökertilmeye çalışıldığından söz etti. Fakat ne tuhaf ve ne acıdır ki bu “kimileri” 17-25 Aralık hadiseleri patlak vermeden önce, FETÖ elebaşı Gülen’le ilgili olarak, bugün savunduklarıyaklaşımı seslendirenleri en ağır ifadelerle suçlayıp eleştirmekteydiler.

***
17/25 Aralık ve 15 Temmuz hadiseleri yaşanıncaya değin FETÖ’nün gerçekte ne olduğuna dair görüşlerini birtakım güzellemelerle ortaya koyan delici basiret ve feraset sahibi(!) kimi zevat bugün de cemaatlere yönelik eleştirel değerlendirmeleri İslam dinine saldırı olarak kodlamakla yine müthiş bir basiret ve feraset örneği sergiliyor. Aslında bu zevatın söylediklerine hiçbir şekilde itibar etmemek gerekiyor; fakat gelin görün ki bunlar Gülen ve örgütü ile ilgili olarak geçmişte söyledikleri ile bugün söyledikleri arasındaki mahiyet ve muhteva farkı üzerine adamakıllı bir muhasebe yapıp kendilerinden hicap duymaları gerekirken, hicap duymak şöyle dursun halen dahi ahkâm kesmeyi sürdürüyorlar. Konuştukları zaman da adeta tekfur torunu edasıyla kostaklanıyorlar.

Memleketin genel sosyolojik manzarasına bakınca, maalesef bu tür ilkesizlikler ve kıblesizliklerin pek yadırganmaması gerektiğini söylemek gerekiyor. Çünkü son yıllarda birçok farklı alanla ilgili olarak kamuoyuna yansıyan söylemler Süleyman Demirel’den siyasi hafızamıza armağan kalan o meşhur “Dün dündür, bugün bugündür” sözünün artık genel geçer bir kural haline geldiğini gösteriyor. Öte yandan, ülkeyi ve devleti yakından ilgilendiren herhangi bir mesele hakkında görüş beyan etmenin ya vatanperverlik ya da hainlik kategorisi içinde değerlendirilmesi toplumsal düzlemde genel ruh sağlığımızın hakikaten bozulduğuna işaret ediyor. Kendimden pay biçerek söylemeliyim ki bu hal her geçen gün hayat memnuiyetimizin daha da azalmasına, mevsim geçişine bağlı geçici huzursuzluk ve mutsuzluk teşhisiyle açıklanması mümkün olmayan ciddi bir depresif tablonun ortaya çıkmasına, kısacası neredeyse bütün bir toplumsal beden olarak çok yorgun, yılgın ve bıkkın halde yaşamaya çalışmamıza sebep oluyor.       

***
Cemaatler meselesine gelirsek, sonuçta kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, günümüz Türkiye’sinde cemaatlerle ilgili olarak umûm-i belvâ hâline gelen bir gerçeklik var ki o da birçok cemaatin hâl-i hazırda birer kariyer networküne ve/veya insan kaynakları şirketine dönüştüğü gerçeğidir. Öyle ki bugün devletin herhangi bir kurumunda belli bir pozisyon almak veya kariyer merdiveninde bir
basamak yukarı çıkmak, çoğu zaman şu veya bu cemaatin networkü içerisinde yer almayı ve ilgili cemaat nezdinde akredite olmayı gerektiriyor. Fakat tuhaf olan şu ki müesses bir dinî grup ya da cemaate mensubiyet ölçütleri ve uygunluk teyit belgelerinin nasıl değerlendirildiği çok iyi bilinmediği gibi hangi şartlar taşındığı takdirde şu veya bu cemaatten olunduğu da aslında pek test edilmiyor.

Hâl böyle olunca böyle bir sosyolojik iklimde ilkesizliğin pek de gayr-i ahlâkî bir tutum olmayacağı hükmüne varan veya zamanın ruhundan dolayı ahlâkî duyarlılıklarını askıya alan kurnazlar taifesi birdenbire kendilerinin şu veya bu cemaate mensup olduklarını fark ediyor. Hatta bazı kurnazlarımız kimi zaman kendilerini cemaatin kurucu figürlerinden biri gibi takdim edebiliyor ve dolayısıyla bu safhadan sonra devletin ilgili kurumunda hangi personelin istihdam edileceği, hangi kadroya kimin başvurması gerektiği gibi işler bir bakıma kendisinden sorulur hale geliyor. Bu düzlemde işleyen kariyer networkü öyle güçlü ki hiç kimse çıkıp da, “Kimin malını kime veriyorsun?” demeye cesaret edemiyor. Ama gelin görün ki her gün daha hızlı döndüğüne tanıklık ettiğimiz bu çark ve dem ü devran bir taraftan dinî değer ve sembollerimizin heder olup gitmesine yol açarken, bir taraftan da maddi güç ve nüfuzla imtihanımızın, “Görgüsüze kılıç vermişler, önce babasını asmış/kesmiş”, “Görmemişin çocuğu olmuş…” gibi atasözlerinde ifade edilen minvalde seyrettiğini gösteriyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Ekim 2017

Sokma Akıl Yedi Adım Gider

Bizim Doğu Karadeniz taraflarında “Sokma akıl yedi adım gider” diye bir atasözü vardır. Bu sözün “El atına binen tez iner, sokma akıl yedi adım gider” şeklinde bir varyantı da vardır. Sokma akılla ilgili bu veciz söz kendi aklının ne işe yaradığını bilmeyen, hatta bilmek dahi istemeyen, hep başkalarının aklıyla hareket eden kimseleri niteler ki böyle bir niteleme özellikle müesses dinî yapılardaki genel müslüman modelini akla getirmektedir. Zira dinî düşünce dünyamızdaki en temel problemlerden biri sokma akıl ve buna bağlı olarak, “Ben bilmem, şeyhim bilir” demeyi kendine hayat felsefi edinmiş dindar modelidir. Sokma akıllı dindar modelinde akıl, öncelikle kişinin kendisi olmak üzere hiç kimseye faydası olmayan bir şeyden ibarettir. Hatta şey bile değildir.

***

Genel olarak dindar insan modelimizin sokma akıl sahibi olmayı yeğlemesi, bir yönüyle derin düşünce ve düşünmenin kaçınılmaz kıldığı huzursuzluktan hiç hazzetmemesi, dolayısıyla zihin konforunu bozmak istememesidir. Her ne kadar bizim muhafazakâr ve İslamcı taife, “Batı, Aydınlanma, Kartezyen felsefe, modernizm” filan diyerek itibarsızlaştırmaya çalışsa da akıl insana bahşedilmiş ilahi lütufların belki de en başında gelir. Hal böyleyken, insanı insan yapan akıl, irade ve düşünce gibi kabiliyetleri rafa kaldırıp kişinin kendini neredeyse büsbütün atıl hale getirme eğiliminin daha ziyade din alanında kendini göstermesi ve bu alanda çoğunlukla konformistliğin, yani çoğunluğun belirlediği satır çizgileri arasında kalmanın tercih edilmesi hayli ilginçtir. Bu durum bir açıdan din alanında “beleş hizmet alımı” arzusuna işaret ederken, diğer bir açıdan da teolojik sorunların ağır zihnî-fikrî yükünü taşıma işinin başkalarına ihale edilmesi kurnazlığına (şark kurnazlığı) işaret etmektedir. Bir dindarın sokma akıl sahibi olmayı yeğlemesi gerçekte kendini aşağılamasıdır; fakat gelin görün ki kurumsal dinî yapılardaki hâkim düzen içerisinde kişi akıl ve iradesinden vazgeçmek suretiyle kendini aşağıladığı halde bu durumu bir olgunluk ve kemal vasfı olarak telakki etmekte ve böyle bir telakki sonuçta “insansız İslam” denebilecek bir problem üretmektedir.       

İslam’ın en temel varlık sebeplerinden biri, aklın restore edilmesidir. Mücahit Bilici’nin İslamda Savaş Bitmiştir adlı yeni kitabının “Ruhban ve Hayvan” başlıklı ilk yazısındaki tespit ve değerlendirmelere göre İslam dinde aydınlanmadır. Avrupa’daki aydınlanma dinen İslamlaşmadır ki buna ateizm de dâhildir. Zira aklı kullanan samimi bir ateizm, aklı kullanmayan samimi bir müslümanlıktan daha insani ve İslamidir. İnanmamak ve inanmayabilmek, inanma ve inanabilmenin şartıdır. Başa kakılmış bir doğru, rıza ve iradeyle ulaşılmış bir yanlış kadar saygın değildir. Şu halde, Avrupa’daki tarihsel aydınlanma Hıristiyan toplumun ruhban ve saltanat esaretinden çıkarak insaniyete girmesi, aklın ferde düşmesidir. Bir toplumda aydınlanma ihtiyacının alameti ise o toplumda bir ruhban sınıfının oluşmasıdır. Ruhbanın oluşması, insanın taklide düşmesi ve hayvaniyete gerilemesi, vicdan üzerinde vesayetin başlangıcı demektir.

Atalar dininin, fıkıh mühendislerinin, ruhban sınıflarının, efendileştirilmiş hocaların vesayet ve velayetine karşı İslam’ın özü olan Kur’an esas itibariyle bireyi akla ve düşünmeye davet eder. Hal böyleyken, ruhban katmanının oluşması ile akla olan ihtiyaç bir fonksiyon olarak veli-vasi olan bu sınıfa delege edildiği için ruhbana tabi hale gelen insanların insaniyetleri atıl hale gelmiştir. Gassal elinde meyyit olanlar, şeyhinin ve/veya efendisinin emrini sorgusuz sualsiz yerine getirenler, Allah dışında ve yatayda iradelerini bir şeye teslim etmiş olanlardır. Ruhban sınıfı ancak kendisine eşlik eden bir hayvan sınıfının oluşmasıyla mümkündür. Yani bu (politik) vücudun baş ve bedeni birbirini doğurur ve birbirine muhtaçtır. Ruhban sınıfı bir baş olarak oluştuğu zaman o toplumda akıl ruhbanda kalır (insaniyet o tarafa çekilir) ve toplumun onlara tabi kalan kısmı ise sadece beden haline gelir (hayvaniyet o tarafa çekilir). Dolayısıyla akıl ve irade sahibine seslenen bir dinin ruhbanı reddetmesi ne kadar doğalsa ruhban sınıfı oluşmuş bir toplumda o dinin perdelenmesi de aynı nispette doğaldır. Çünkü ruhbana tabi olanlar, o süzgeçten, vesayetten, velayetten geçmiş bir dini taklit ile tüketici konumunda kalırlar ve dinin muhatabı olmaktan çıkarlar. 

***

Bugün İslam dünyası denilen coğrafyalarda ve İslami gelenekte değişik varyantlarıyla ruhban sınıfı mevcuttur. Üstelik bu sınıf yüzyıllarca etkin bir şekilde kendini yeniden üretmeyi başarmıştır. Bireyin akıl ve iradesi üzerinde vesayet veya velayet üreten tüm kurumsallaşmalar ruhbanlıktır. Kendini dinin yerine koyan Sünnilikte de Şiilikte de bu tür bir ruhbanlaşma mevcuttur. Aynı şekilde kalbi açmak için aklı askıya alan sûfî formasyonlar da benzer bir ruhban sınıfı oluşturmuştur. Fıkhın vesayetçileri ile tasavvufun velayetçileri bu noktada birey ile vahiy, insan özgürlüğü ile Allah arasında bir tür aracı otorite haline geldikleri için, İslam dünyası bugün Abicilik yapan Nurcusundan, şeyhini uçuran tarikatçısına, beşeri bir ürün olan İslam hukukunu mutlaklaştırıp eski bedevi uygulamalara binaen bugün kafa kesen kimi selefi radikalliklere kadar muhtelif akılsızlıklar veya sokma akıllılıklar ile maluldür. Müslümanların bugün yaşadığı krizin sebebi budur. İslam’da insan kaybolmuştur. İnsaniyet sönmemişse de susturulmuştur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Ekim 2017

Kur'an Vahyi Sempozyumunun Ardından

Geçen hafta Cumartesi günü (07 Ekim 2017) İstanbul Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde Kur’an Çalışmaları Vakfı tarafından “Vahiy Zincirinin Son Halkası Kur’an Vahyi” sempozyumu düzenlendi. Sempozyum her yönüyle mükemmeldi. Bu yüzden, başta Kur’an Çalışmaları Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Fahrettin Yıldız ve proje koordinatörü Prof. Dr. Murat Sülün olmak üzere sempozyumun gerçekleştirilmesinde maddi ve manevi katkıda bulunan herkes kendilerini şükran ve minnetle anmamızı gerçekten hak etti. Sempozyumda sunulan bildiri metinlerinin program öncesinde kitap olarak yayımlanması ise ayrı bir güzellikti. Gerçi bazı hocalarımız bildiri metinlerinin gözden geçirilip revize edilme imkânını ortadan kaldırdığı gerekçesiyle program öncesi yayım faaliyetini eleştirdi. Fakat şahsi kanaatime göre sempozyum kitabının önceden neşredilmesi özellikle motivasyon açısından isabetli bir tercihti.

***

“Kur’an Vahyinin Anlaşılması, Yorumlanması ve Modern Çağa Taşınması” başlıklı bir bildiriyle katılma imkânı bulduğum sempozyumun en dikkat çekici tarafı çok kalabalık, aynı zamanda çok olgun ve seviyeli bir katılımcı kitlesinin sabah saat dokuzdan akşam saatlerine kadar neredeyse hiç fire vermeksizin pür dikkat programı takip etmesiydi. Kimi zaman vahiy kavramıyla ilgili çok yoğun fikirlerin serdedildiği, kimi zaman geleneksel anlayışlarla bağdaşmaz görüşlerin serimlendiği sunumlarda son derece özgür ve özgürlükçü bir vasatın hâkim olması ve daha da önemlisi tüm program boyunca hiçbir provokatif ve sabote edici bir tavra tanık olunmaması son zamanlarda giderek çoraklaşan din, diyanet ve İlahiyat alanına ilişkin ümitlerimizin tazelenmesine vesile oldu.

Sempozyumda muhteva itibariyle çok nitelikli bildiriler sunuldu. Prof. Dr. Mahmut Aydın’ın “Hıristiyanlıkta Vahiy”, Prof. Dr. Murat Sülün’ün “Kur’ân-ı Kerim’de Vahyin Kavramsal Çerçevesi” ve Prof. Dr. Ömer Özsoy’un “Vahiy Geleneği Bağlamında İkiz Doğum Olarak Kur’ân Vahyi: Kur’ân Metni ve Kurucu Ümmet” başlıklı bildirileri özellikle zikre değer evsaftaydı. Özsoy’un bildirisindeki ana fikre göre Kur’an metni tarihte eşine az rastlanır bir insani başarıya hem rehberlik, hem de refakat etmiş olan Kur’an vahyinin dokümanıdır. Bu yüzden ne Kur’an metnini ikiz kardeşi olan kurucu ümmetten ve onların yaşam pratiğinden kopararak okumanın, ne de Hz. Peygamber’in ve kurucu ümmetin Sünneti’ni onu varlık sahnesine çıkaran ve meşruiyetinin belgesi olan Kur’an metninden kopararak okumanın bir haklılığı olabilir…

Elbette, Hz. Peygamber’in ve kurucu ümmetin kendi kültürlerinin çocukları olarak sahip oldukları bütün telakkilerin ve kendi bilgi kaynaklarına dayanarak ortaya koydukları bütün uygulamaların kategorik olarak tüm zamanlar için geçerli olmasını bekleyemeyiz. Onların bazı uygulamaları, şartların değişmesine bağlı olarak zamanla geçerliliğini yitirebileceği gibi, evren ve varlık hakkında daha doğru bilgilere sahip olduğumuz bugün için onların bazı telakkilerini de isabetsiz bulabiliriz. Örneğin, tıbb-ı nebevi başlığı altında adeta kutsanan Hz. Peygamber’in sağlıkla ilgili telakki ve tavsiyeleri bugünün tıp bilgisi açısından geçersiz içeriklere sahip olabilir. Ancak bu durum, söz konusu içeriklere sahip hadislerin mevsukiyetinden şüphe etmemizi gerektirecek bir karine teşkil etmez…

Mevcut din söylemimizde hâkim olan Kur’an ve Sünnet ilişkisine dair tasavvurlarımız son derece problemlidir. Çünkü Sünnet ya beşer katkısı bulunduğu gerekçesiyle Kur’an karşısında değersizleştirilmekte veya değerli olması için beşerî katkı olduğu inkâr edilip tamamen vahye istinat ettirilmektedir. Oysa Cenâb-ı Hak vahiyle birlikte yeryüzü sakinlerine sadece bir metin armağan etmemiş, aynı zamanda bu metnin nüzulüne refakat eden Hz. Muhammed’in etrafında oluşan örnek bir cemaat/toplum bahşetmiştir. Daha ileri giderek, Kur’an vahyinin asıl hedefinin insanların eline her dönemde okuyup hükümler çıkarabilecekleri bir metin vermek değil, her dönemde örnek alabilecekleri bir yaşam pratiği ortaya çıkarmak olduğunu söyleyebiliriz…

***

İslam’ın doğuşuyla, yani Kur’an vahyinin rehberliğiyle ortaya çıkan ilk müslüman cemaatin öncülük ettiği dinsel, epistemik, ahlaki ve siyasi inkılabı insanlık tarihinde gerçekleşen bir erken aydınlanma olarak müşahede ve başkalarına karşı herhangi bir faşizme düşmeden onların takipçisi olmakla iftihar edebiliriz. Kurucu ümmetin yeryüzündeki davasının başlıca unsurlarını hatırlamak, hali hazırdaki İslam algı ve pratiklerimizin ne denli bu davanın takipçisi niteliğinde, ne denli bunlar yerine ikame edilen karşı devrimler niteliğinde olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Dinsel alanda ulusal Tanrı yerine evrensel Tanrı, hakikat tekelciliği yerine dinî çoğulculuk, dinsellik yerine dünyevilik; bilgisel alanda belirsizlik yerine kozmolojik ve sosyolojik düzen, olağanüstünün (mucize) aciz bırakıcılığı yerine olağanın çarpıcılığı, temelsiz kabul yerine temellendirilebilir bilgi; siyasi ve iktisadi alanda ise güç yerine hak, rekabet ve çatışma yerine yarışma ve dayanışma, üstünlük ve sömürü yerine eşitlik ve paylaşım…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Ekim 2017

II. Meşrutiyetten Bugüne Bir Arpa Boyu Yol...

Başlıkta belirtilen zaman aralığı dinî düşünce alanıyla ilgilidir. Gerçi sosyolojik düzlemde bilim, felsefe, siyaset, ekonomi gibi farklı alanlardaki gelişmelerin birbirinden bağımsız olmadığı bilinir. Ancak biz yine de II. Meşruiyet döneminden bugüne kadar geçen yüz küsur yıllık zaman diliminde dinî düşünce alanındaki serencamımızı parantez arasında ve tek başına irdelemeyi deneyeceğiz. II. Meşrutiyet, Osmanlı devletinin tam manasıyla beka sorunu yaşadığı ve bu yüzden siyasal bütünlüğün korunması yolunda adeta siyasi ve fikrî seferberlik yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde hem devletin inkırazdan kurtulması hem de parlak bir gelecek inşası hedefiyle de doğrudan ilişkili olarak Osmanlı aydınları bilahare Garpçılık, Türkçülük, İslamcılık diye nitelendirilecek yönelimlerle imal-i fikirde bulundular. Bu yönelimler dönemin ruhundan dolayı transizyonelliğe elverişli olduğundan bazı aydınlar Türkçü-İslamcı, İslamcı-Garpçı denebilecek farklı kimliklerle ön plana çıktılar. Bununla birlikte dinî ahkâmın icâbât-ı asra muvafık şekilde tatbik edilebilmesi için ictihad müessesesine yeniden işlerlik kazandırılması hususunda hemfikir oldular.

***

Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd gibi dergilerde İslamcı kimlikleriyle tanınan birçok fikir ve ilim adamının özellikle Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın ıslah-tecdit projesi ekseninde sayısız telif ve tercüme makale yayınladıkları ve bu zengin neşriyatta geleneksel dinî düşüncedeki sorunlara parmak bastıkları iyi bilinmektedir. Osmanlının son döneminde Garpçı kanattan Abdullah Cevdet, Türkçü kanattan Ziya Gökalp gibi aydınlar da dinî konularda yazıp çizmiş ve bu isimlere ait bazı fikirler hayli ses getirmiştir. Mesela, Ziya Gökalp içtimai usul-i fıkıh nazariyesinden söz etmiş ve “Fıkıh hem vahye hem içtimaiyata dayanır” demiştir. Bu nazariyeye göre İslam şeriatı hem ilahi hem içtimaidir. Fıkhın nakle dayalı prensipleri sabittir. İçtimai esasları ise toplumsal yapıların değişim ve dönüşümüne bağlı olarak değişkendir. Gökalp, İmam Ebû Yûsuf’a izafe ettiği, “Örf ile nassın çatışması halinde nass örften mütevellit ise örfe itibar edilir” şeklindeki görüşten hareketle, “Acaba dünyevi işlere ve içtimai hayatla ilgili nassların hemen hepsi örften mütevellittir denilemez mi?” meselesini gündeme getirmiştir. Halim Sabit gibi bazı aydınlar bu konuda Gökalp’i desteklerken, İzmirli İsmail Hakkı gibi âlimler içtimai usul-i fıkıh nazariyesinin temelsiz olduğuna dair bir dizi makale yazıp neşretmiştir.

Osmanlının son döneminde Mansûrizade Said de genel olarak şeriat ve fıkıh alanında, özel olarak çok eşlilik ve riba gibi konularda çok cesur görüşler dile getirmiştir. “Ezmânın tebeddülüyle ahkâm tebeddül eder” (Zaman değişince hükümler de değişir) kaidesi icâbât-ı zamana göre ahkâm-ı şer’iyyeyi tebdil etmek İslamiyetin zaruratındandır, anlamına gelir” diye düşünen Mansûrizade Mecelle’nin külli kaideleri ile doğal hukukun temel prensipleri arasında ilişki kurmuş ve söz konusu külli kaideleri hem şer’î nassların hem içtihâdî hükümlere dayanak oluşturan temel esaslar olarak tanımlamıştır. Bu yaklaşıma göre günümüzde bir hüküm vaz ederken akla, tabiata ve çağın gereklerine uygunluk şartı esas olmalıdır. Bu hükmün nassların literal anlamlarıyla bağdaşma zorunluluğu yoktur. Çünkü gerçek anlamda şeriat meselelerin şekil ya da biçimleri değildir. Şeriat Kur’an ayetlerinin bile istinat ettiği temel ilkeleri gözetmektir.

Seyyid Bey de bu bağlamda anılmaya değer bir isimdir. Hilafetin kaldırılması sırasında mecliste yaptığı meşhur konuşmasıyla tanınan Seyyid Bey, klasik fıkıh usulündeki maslahat kavramına odaklanarak nassların gâî (teleolojik) yorumu üzerinde durmuştur. Bu konuda Necmeddin et-Tûfî’nin maslahatla ilgili görüşlerini ön plana çıkaran Seyyid Bey nassların belli bir maksat ve maslahat için vaz edildiğini, dolayısıyla nassın mevzuu bulunan maksat ve maslahat neyi icap ediyorsa onunla amel edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Şayet nass ile maslahat arasında tearuz/çatışma olursa, böyle bir tearuz halinde o nassın dayandığı maksud-i şariye bakılır. Eğer o maksad bilahare ahvalin tebeddülü hasebiyle hükm-i mansusun lağvini icap ediyorsa ilga, tebeddülünü iktiza ediyorsa tebeddül olunur.

Bu son ifadeyi sadeleştirirsek, Seyyid Bey’e göre sözgelimi Kur’an’daki bir hükmün literal anlamı maslahatla çatışırsa, bu takdirde söz konusu nassın ve hükmün dayandığı maksada bakılır. Eğer bu temel maksat değişen zaman ve şartlar çerçevesinde o hükmün tatbik sahasından kaldırılmasını icap ediyorsa kaldırılır, değişmesini gerektiriyorsa değiştirilir. Seyyid Bey’in Tûfî’yi referans göstererek formüle ettiği bu görüşlerin çok iddialı olduğunu teslim etmek gerekir. Dolayısıyla her görüş gibi bu da tartışılabilir. Fakat burada anlatmaya çalıştığımız mesele hangi görüşün isabetli hangisinin isabetsiz olduğu meselesi değildir. Mesele, Osmanlının son döneminde birçok müslüman fikir ve ilim adamınca tartışılan konuların mahiyetini ve seviyesini fark edebilmektir.
 
***

Söz konusu tartışmaları içeren dergi, risale ve kitap türündeki eserlere göz atıldığında, bu literatürün hem dil hem muhteva olarak çok büyük bir ciddiyet ve ilmî yetkinlikle oluştuğu fark edilir. Oysa bugün böyle bir ilmî ciddiyet ve yetkinlikten söz etmek pek mümkün değildir. Kaldı ki günümüzde geleneksel dinî düşünce ve kabullerle bağdaşmayan yeni bir görüş beyanında bulunmak tahkir, tezyif ve hatta tekfir lincini peşinen göze almayı gerektirir. Uzun lafın kısası, yirminci yüzyılın başlarından bugüne kadar dinî ilim ve düşünce sahasında bir arpa boyu dahi yol alamadığımız kesindir. Tefsir özelinde konuşmak gerekirse, bugün İlahiyat akademyasında yıllarımızı harcayarak ortaya koyduğumuz çalışmaların pek çoğu, “Kur’an’da Şu Kavramı”, “Kur’an’a Göre Şu Mesele” ya da “Elmalının Tefsirinde Şu”, “Râzî’nin Tefsirinde Bu” gibi tez isimlerinden de anlaşılacağı gibi, lisans tamamlama seminerleri düzeyindedir. Yüksek lisans ve doktora tez çalışmalarında hemen hiçbir ciddi soruna parmak basılmamasının temel sebeplerinden biri engizisyon ve dolayısıyla akademik kariyer basamaklarında yol kazasına uğrama endişesidir. Dolayısıyla en temel mesele özgürlük meselesidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Ekim 2017

İffet ve Namusu Kadın Üzerinden Tanımlama Geleneği

Son günlerde hararetli bir tartışma konusu olan din-ahlak referanslı bazı söylemler ve görüşler ırz, namus, iffet gibi değerleri sırf kadın cinsi üzerinden anlatma ve tanımlama geleneğimizin yeniden canlandığını, dolayısıyla patriarkal damarımızın bir kez daha şişip kabardığını gösterdi. Ancak bu damarın durduk yere şişmediği, bilakis son zamanlarda hayli popülerleşen ecdat ve hamaset soslu retoriklerin sosyolojik süreci doğrudan etkilediği çok açık bir gerçek… Klasik İslâmî literatürdeki rivayet malzemesinin ataerkil söylemleri beslediği de tartışma götürmez başka bir gerçek… Öte yandan, kadın cinsinin ontolojik ve sosyolojik konumuyla ilgili olarak hadis mecmualarında kendine yer bulan pek çok rivayetteki genel muhteva malum; burada zikretmeye gerek yok… Tefsir edebiyatına göz atıldığında ise Kur’an’ın kadınlarla ilgili beyanlarının asırlar boyu nasıl yorumlandığını anlamak mümkün… Bir örnek vermek gerekirse, meşhur müfessir Kurtubî Âl-i İmrân 3/14. ayetle ilgili olarak şunları kaydeder: Allah bu ayete kadınlardan söz ederek başlamıştır... Çünkü kadınlar hem şeytanın kementleridir hem de erkekler için fitne sebebidir. Kadın cinsi en belalı fitnedir. Rivayete göre Hz. Peygamber, “Kadınlarınızı (cadde ve sokak tarafına bakan) yüksek mekânlarda oturtmayın, onlara yazı yazmayı öğretmeyin” demiştir(!) Çünkü onların yüksek mekânlarda iskân edilmesi erkekleri görmelerine sebep olur ve bu durum fitneye yol açar… Diğer taraftan kadın cinsi erkekten yaratılmıştır; bu yüzden kadınların bütün derdi erkektir…

***

Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinin “Rub’u’l-Âdât” başlıklı kısmına göz atıldığında Kurtubî’nin izahatından çok daha ilginç ifadelerle de karşılaşılabilir. Kadın konusunda ataerkil anlayışın bu denli geniş taban bulmasında Kur’an’ın özellikle karı-koca ilişkileri ve kadının toplumsal cinsiyet rolleriyle ilgili birçok beyanının nüzul ortamındaki sosyolojik bağlamdan soyutlanarak ontolojik çerçeve içerisinde yorumlanması, mesela bazı ayetlerde erkek ya da koca lehine zikredilen “tafdil” ve “derece”nin yaratılış bağlamında izaha çalışılması kayda değer bir faktör olarak tespit edilebilir. Geleneksel izah tarzına göre kadın cinsi ontolojik açıdan problemlidir. Yani kadın yaratılış itibariyle eğridir, eksiktir. Üstelik Âdem’in cennetten çıkarılması sürecinde şeytanın işbirlikçisidir. Kadınların regl, sancılı doğum gibi halleri ilk kadının (Havva) işlediği bu büyük suça karşılık ödenmesi gereken bir bedeldir(!)

Bütün bunların İsrâiliyyât’tan kotarılmış asılsız hikâyeler olduğu söylenebilir; fakat burada önemli olan mesele söz konusu hikâyelerin tefsir, hadis ve mev’iza literatüründe sanki vahye dayalı bilgiler gibi kendilerine yer bulabilmesi ve halk katında dinî hakikatler gibi telakki edilebilmesidir. İlginç olan şu ki sayısız İslâmî kaynakta kadın salt kadın olarak şeytanın kemendi ya da fitnenin ta kendisi olarak nitelendirilirken, annelik söz konusu olduğu an itibariyle tüm ontolojik arızalarından arınmış meleksi bir varlık gibi tarif edilmektedir. Annelikle ilgili bu sahih tarifte Kur’an’ın belirleyici olduğu şüphesizdir. Şeytanın işbirlikçisi rolü ise kuşkusuz geleneğe aittir. Fakat sonuçta kadının bir taraftan fitne ile özdeş kılınırken, bir taraftan da anne statüsünde yere göğe sığdırılamaması hakikaten ilginçtir. Bu konudaki izahat borcu ise gelenekçilerimize ait olsa gerektir.

***

Irz, namus gibi değerler sadece geçmişte değil, günümüz İslam dünyasında ve dolayısıyla en başta işaret ettiğimiz gibi bizim memleket sathında da hemen her zaman kadın üzerinden tanımlanır. Çünkü geleneksel din anlayışımızda ataerkil kalıp yargılar son derece baskındır. Hâliyle, dinî-ahlâkî söylemlerde ırz, namus ve iffet kadının hanesine kodlanır. Bu kodlama uyarınca söz konusu değerlerin muhafazası kadına, kadının bekçiliği ise erkeğe aittir. Ahlâkî bekçiliği haysiyet ve şeref kodlarıyla da pekiştirilen erkek için, kadın cinsinin çok ciddi bir tehlike ve tehdit unsuru olması gayet tabii hale gelir. İşte bundan dolayı tıpkı bizim gibi ataerkil kalıp yargıların hüküm sürdüğü toplumlarda, sözgelimi başörtüsüz kadınlar/kızlar hakkında, “Açıl kızım; gelen öpsün, giden yalasın” gibi son derece çirkin ifadeler dinî nasihat babında kullanılabilmektedir. Başörtülü bir kadının sigara içmesi ise farklı kesimlere, “Benden ümidinizi kesmeyin, zira sizinle paylaşacak çok şeyim daha var” mealinde bir mesaj olarak yorumlanabilmekte, fakat sakallı ve cübbeli bir erkeğin sigara içmesinin böyle bir mesaj içerme ihtimalinden dahi söz edilmemektedir. Kanımca bu sakat anlayış, “Kadının günahı, erkeğin elinin kiri” gibi klişelerde ifadesini bulan zihniyetle de az çok ilişkilidir. Oysa biz biliyoruz ki başörtüsüyle ilgili Nûr 24/31. ayette kadınların bakılması haram olan şeylerden gözlerini sakındırmaları ve iffetlerini korumaları emredilir; fakat aynı emir bir önceki ayette erkeklere tevcih edilir. Demek ki iffet kadınlar kadar erkekleri de ilgilendiren bir emirdir. Demek ki kadın için günah olan bir fiil erkek için el kiri değildir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Eylül 2017

İslâmî Entegrizm

Entegrizm modern hayatın kendi dinamikleri içerisinde meydana gelen her türlü değişim ve gelişime karşı müthiş bir direnç geliştirme ve bir nevi kemikleşme hâlidir. Bu hâl siyasette de, devlette de, din ve diyanette de cari olabilir. Bizim burada bahis konusu edeceğimiz entegrizm dinî-İslâmî entegrizmdir. Roger Garaudy dinî entegrizmi “modern hayatın şartlarına uyum sağlamayı reddeden bazı Katoliklerin kafa yapısı”, “dinî bir faaliyet içerisinde her türlü gelişmeye veya her türlü değişime karşı sertleşme ve kemikleşme hali” diye tanımlar. Ona göre ister Yahudi ve Hıristiyan kökenli olsun, ister İslam kökenli olsun, günümüzde tüm entegrizmler gelecek için en büyük tehlikedir. Entegrizmlerin muzaffer olması demek bütün beşerî toplulukların kendi içlerine kapanmış halde çatışmaya hazır fanatik gruplara dönüşmesi demektir.

***
Entegrizm siyasi veya dinî bir anlayışı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeş kılmaktır. İster siyasi ister dinî olsun, adeta ilâhî bir seçimle, mutlak kemale ermiş kesin bir hakikati temellük etmek ve başkalarının fikirlerine hiç değer vermeyip sırf kendi görüşünü dikte etmek iddiasındaki tüm söylemler ve hareketler entegrizm kategorisinde yer alır. Dolayısıyla entegrist de bir bakıma totaliter anlamı taşır. Hareketsizlik, uyumsuzluk, geçmişe dönüş özlemi, sıkı gelenekçilik, taassup, içe kapanma, dogmacılık gibi vasıflarla tebarüz eden entegrist tutumun geçmişte ve günümüzde birçok versiyonundan, sözgelimi Selefî, Vehhâbî, Suûdî entegrizmlerinden söz edilebilir. Garaudy’e göre dinî anlayış ve kavrayışta İslâmî entegrizmlerin ortak paydası “fıkıh” ile “şeriat”ın birbirine karıştırılarak şeriat kelimesine yanlış bir anlam yüklenmesi ve tıpkı bir hukuk kodu gibi algılanan Kuran metninden hazır çözümler üretilmesi isteğidir. Entegrist İslamcıların takip ettikleri bu yol, Bossuet’in Kutsal Kitaptan Alınmış Politika adlı eserde takip ettiği yoldan pek farklı değildir. Burada takip edilen yol şudur: Kur’an’daki bazı ayetlerin ilkesel-öğretisel bütünlükten ve vahyedildikleri olgusal zeminden soyutlanarak ele alınması ve bunlardan tüm zamanlarda uygulanabilecek hukuki sonuçlar çıkarılacağına inanılmasıdır ki tam bu noktada Garaudy’in şu çarpıcı ifadelerini aktarmakta fayda vardır: “Köleliğin hüküm sürdüğü bir toplumsal yapı içinde efendinin hak ve görevlerini açıklayan nasların lafzî mucibince tatbiki için ne yapmamız gerekir? Bunu mümkün kılmak için kölelik kurumunu geri mi getirmeliyiz? Ayrıca efendi statüsündeki kişinin kendi kölesini ve savaş esirlerini cariye olmaya zorlamasını kabul mü etmeliyiz? Allah’a hoş görünmenin yolu bu mudur?”

Kur’an’ın literalist/lafızcı yaklaşımla okunması entegrizmin tipik bir tezahürüdür. Garaudy bu okuma tarzını Kur’an’ı doğru anlayıp yorumlamanın önündeki en büyük engellerden biri olarak görür. Ona göre Kur’an’ı lafızcı yaklaşımla okumanın bilindik örneklerinden biri, “Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin” (Mâide 5/38) mealindeki ayetin geleneksel yorumudur. Ne var ki hırsızın elini kesmek suretiyle şeriatı uygulama iddiasında bulunmak işe en sondan başlamaktır. Ayrıca söz konusu ayetteki hüküm sonsuz rahmet sahibi Allah fikrinin el kesme gibi geri dönüşü olmayan bir ceza ile pek uyuşmadığı bir bağlamda yer almaktadır. Çünkü bir sonraki ayette, “Her kim işlediği suçtan (zulüm) sonra tövbe edip kendisine çeki düzen verirse, şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok affedici, çok merhametlidir” buyrulur. İlâhî kanuna sadakatle uymaya çalışan bir toplumun ilk görevi, hırsızlığa yol açan şartları, yani her türlü sosyal adaletsizlik ve sefaleti ortadan kaldırmak olmalıdır. Kısacası, hiçbir şey sosyal adaleti hâkim kılmazdan önce cezai müeyyide uygulamak kadar Kur’an’ın ruhuna aykırı olamaz. Ayrıca küçük hırsızın elini kesmek, dünyanın onca zenginliğini biriktirip tekelleştiren sayısız büyük hırsızla ikiyüzlü bir suç ortaklığına girmek anlamı taşır.

***

Diğer taraftan, bugünkü Suudî entegrizmi şeriatı istismarın yanı sıra görkemli camileri ve cübbeli din adamlarıyla tüm dünyaya İslam adına sadece dinî yasak ve baskı neşretmektedir. Bu çerçevede servetin en haramını muhafaza etmek uğruna belki de hırsızlığa mecbur kalacak halde yaşayan fakir insanların elleri kesilmekte ve üstelik bunun ilâhî rızaya uygun bir uygulama olduğu ilan edilmektedir. Suudî entegrizmine özgü sahtekârlığın başka bir dramatik örneği Mekke’ye giden yol üzerinde yer alan ve üzerinde hiçbir gayr-i müslimin şehre giremeyeceği ikazı bulunan levhadır. Necranlı bir grup Hıristiyanı kendi mescidinde ağırlayıp ibadete davet eden Hz. Peygamber’in sünnetine mugayir bu ikaza göre samimi bir Hıristiyan Suudîlerin Mekke’sinde ibadet edemez. Hâl böyleyken, 1979 yılında bazı isyancılar Suud rejimine karşı Harem-i Şerif’te ayaklandıklarında Kral onları camide avlamak için Yüzbaşı Barril komutasındaki Fransız antiterör timini Mekke’ye davet etmekte beis görmemiştir. Yine 1978’de Suudî güvenlik birimleri İranlı hacıların gösterisini önlemekte aciz kalınca Alman General Ulrich Wegener milli muhafız askerlerine eğitmen olarak atanabilmiştir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Eylül 2017

Birey Olamama Sorunumuz

FETÖ ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü Türkiye’deki dinî gruplar ve cemaatlerin birçok yönden tartışmaya açılmasına sebep oldu. Ancak bu tartışmalarda çoğunlukla cemaatlerin kurumsal yapıları, faaliyet alanları, teolojik sorunları, özellikle de siyaset ve devletle ilişki tarzları gibi meseleler üzerinde yoğunlaşıldı. Oysa cemaatler söz konusu olduğunda belki her şeyden önce ve daha ziyade insan meselesi üzerinde durmak gerekiyordu. Çünkü cemaat denilen yapı, tıpkı devlet gibi bir hükmî şahsiyet, yani tüzel kişiliktir. Devlet aygıtı nasıl ki insan marifetiyle işlerlik kazanırsa cemaat denen kurumsal yapı da güçlü bir aidiyet duygusu temelinde bu yapıyı oluşturan insanlar vasıtasıyla somut gerçeklik ve işlevsellik kazanır. Bu noktada kişi cemaatin öznesi gibi görünebilir, fakat gerçekte onun nesnesidir. İlginç olan şu ki kişinin bir grup veya cemaate intisabın eşiğinde iradi ve ihtiyari olarak kendi beninden ve öz bilincinden feragat edip bireysel kimliğini grup ve cemaat kimliği içerisinde eritmesi, böylece cemaatin tüzel kişiliğini özne, kendi bireysel kimliğini nesne haline getirmesidir.

***

Din referanslı müesses grup ve cemaat yapılarında kişinin kendi benliği ve bireysel kimliğinden vazgeçmesi temelde “itaat” ve “biat” kavramlarıyla gerekçelendirilir. Burada söz konusu olan itaat hayli eksajere edilmiş bir lahuti anlam takdirinin de etkisiyle gönüllülük esasına göre şekillenir. Daha açıkçası, insanın dikey ilişki düzleminde Allah’a karşı mutlak itaat mükellefiyeti ustalıklı yorumlar ve teolojik süsü verilmiş argümanlar yordamıyla yatay ilişki düzlemine uyarlanarak mürid-mürşid, ümera-teba, karı-koca gibi beşerî kategoriler arasındaki münasebetler de bir şekilde mutlak itaat ilkesine atıfla tanzim edilir. Bu bağlamda “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”, “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir”, “Fâsık da olsa zalim de olsa ulü’l-emre itaatten ayrılmamak gerekir” gibi sözde dinî doktrinler de üretilir. En nihayet kişi cemaate ilk adımı atar atmaz mutlak itaate ikna edilir ki bu safhadan sonra birey, benlik ve öz bilinç gibi unsurlar artık bertaraf olma sürecine girmiş demektir.

İşte bu anlayışın da hatırı sayılır etkisiyle geleneksel İslâmî kültürde, kişinin kendi varlığını gerçek manada birey olarak algılaması ve birey olmanın ayırdına varması pek makbul addedilmez. Ayrıca bizim kültürde birey ve bireysel kimlik cemaatin tüzel kişiliğiyle kıyaslandığında hemen hiçbir önem arz etmez. Önem meselesi bir tarafa, “birey” kavramından veya “birey olmak”tan söz açılır açılmaz, sağdan soldan bir dizi önyargı sökün eder. Ardından Batı, Aydınlanma, kartezyen felsefe, modernizm, modernite gibi kavramlara amatörce atıflar yapılarak birey konusuna gayr-i meşru bir nesep de tayin edilir. Bu safhadan sonra ise şu türden fiyakalı analizlere girişilir: Modernizm ve modernitenin temel özelliklerinden biri ve belki de en önemlisi bireycilik düşüncesine dayanmasıdır. Modernitenin tanımlamasında birey her türlü metafizik, dinî ve ahlâkî ilkenin dışında, kendi ayakları üzerinde duran, aklına sonsuz güveni olan, ilerlemeci, din-dışı, profan bir kişiliktir. Bireyin bu şekilde kutsaldan arındırılarak tanımlanması, onu bir taraftan kutsaldan kopararak Allah’a, diğer taraftan da içinde yaşadığı varlık alemine yabancı hale getirir… vesair.

İslam kültüründe cemaat kuşkusuz önemlidir. Evet, Allah’ın eli (rahmeti, desteği) cemaatin üzerindedir. Evet, Allah’ın ve Rasûlullah’ın sarih buyruklarına göre tefrikadan uzak durmak, birlik ve beraberlik içinde olmak gerekir. Fakat gerek Kur’an’da gerek hadislerde bahsi geçen cemaat, mankurt namzetlerinden müteşekkil insan yığını demek değil, aksine her biri özgür bir fert olduğunu bilen, bireysel kimliğini ve öz bilincini her hâlükârda muhafaza eden insanlardan müteşekkil bir topluluk demektir ki bu sosyolojik yapı gerçekte cemaati değil, sağlıklı bir toplumu işaretler. Somut bir örnek vermek gerekirse, temel İslâmî kaynaklarda zikri geçen cemaat, Hz. Ömer’in, “Şayet devlet idaresinde yanlış bir tasarrufta bulunursam, bana nasıl bir mukabelede bulunursunuz?” mealindeki sözüne, “Böyle bir durumda senin yanlışını kılıçlarımızla düzeltiriz” diye karşılık veren ve bu sözleriyle özgürlük, adalet ve dürüstlük gibi değerlerden ödün vermeyeceklerine de işaret eden özgüven sahibi insanların oluşturduğu bir toplumsal yapıya karşılık gelir.

***

Bugün sağlıklı bir toplum modelinden mahrum oluşumuz, geleneksel cemaat yapılarını toplum zannetmemiz ve/veya mevcut toplum yapısını cemaat haline dönüştürme gayretimizle çok yakından irtibatlı bir sorundur. Sağlıklı toplum modeli cemaatin âlî(!) ve küllî menfaatleri uğruna kendi kişiliklerinden ve bireysel kimliklerinden vazgeçmeyi ve beşerî bir otoriteye körü körüne itaati fazilet zanneden sadık bendelerden değil, özgür bireylerden oluşur. Birey olmak kişinin kendi kararlarını kendisi olarak verebilmesi ve bu kararların sorumluluğunu üstlenebilmesidir. Birey olmak gerçek özne olabilmek, gerektiğinde tek başına ayakta kalabilmek demektir. Birey olmak insanın kendi varlığını bir topluluğun cesametli bünyesinde buharlaştırması değil, o bünye içerisinde kendisi olarak kalması demektir. Birey ve benlik sahibi olmak bencillik, ben-merkezcilik demek değildir. Bu noktada “birey” ile “bireycilik” arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. Bir cümlede özetlersek, birey olmak kişinin kendi varlığının bilincinde olma, yani öz bilinç sahibi olma halidir. Bugün cemaatler ekseninde tartıştığımız insan merkezli problemlerin çözüm anahtarı özgür, özgüven ve öz-bilinç sahibi fert ve şahsiyet sahibi olma ihtiyacımızı acilen fark etmemizdir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Eylül 2017

Tekke ve Zaviyeler Meselesini Yeniden Düşünmek

Son günlerde tarikatlar ve dinî cemaatlerle ilgili kadük ve kakofonik tartışmalara şahit oluyoruz. İbrahim Kiras’ın “Tarikatlar Zaten Kapalı” (Karar, 07.09.2017) başlıklı yazısından iktibasla söylersek, “her zaman olduğu gibi tezlerin ve antitezlerin ifratla tefrit arasında gidip geldiği tenis maçı benzeri bir tartışmanın seyircisiyiz. Bir yanda ‘tarikatlar ve cemaatler kapatılsın’ etiketleriyle kampanya yapanlar, öbür yanda ise ne olursa olsun kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla dini cemaatlerin hiçbir hatasını görmeye yanaşmayanlar…” 1925 tarih ve 677 sayılı bir kanunla, yani tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklarla birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanunla birlikte tekke ve zaviyelerin kapısına kilit vurulduğu, böylece tarikatlar ve diğer müesses dinî yapıların resmî tescilden yoksun kaldığı malumdur. Ne var ki söz konusu kanun Cumhuriyet Türkiye’sinde tarikatlar ve cemaatlerin varlığını ortadan kaldırmamış, bilakis hem mevcut cemaatlerin güçlenmesine hem de birçok yeni dinî grup ve cemaatin teşekkülüne vesile olmuştur. Çünkü kanuna mebni yasak bir taraftan ilgi ve merak duygusunu kışkırtmış, diğer taraftan da dinî duyarlılıkları yoğun çevrelerde güçlü bir mağdur dili ve retoriği oluşturmuştur.

***
Bugün dinî cemaatler ve tarikatlar ekseninde sürdürülen hükümsüz tartışmaların ana kaynağı, bu yapıların devlet nezdinde resmen tanınmamasına rağmen devletin birçok kritik kurumunda son derece etkin olmaları, yani resmî tescilden yoksun oldukları halde ticaret, siyaset, bürokrasi gibi hemen her alanda fiilen bulunmalarıdır. Bu tuhaf durum söz konusu yapıları kayıt dışı kılmakta, kayıt dışılık statüsü ise her türlü denetimden muafiyet imkânı sağlamaktadır. Hâl böyle olunca, dinî grup ve cemaatler ticari, siyasi, bürokratik nimetlerin paylaşımında hazır bulunmakta ve fakat külfet söz konusu olduğunda yahut hesap vermeyi mucip bir hal ortaya çıktığında hiçbir cemaat resmî tescilden yoksunluğun kendilerine sağladığı avantajla hiçbir sorumluluk almamaktadır. Bunun neticesinde de zarar ve ziyan faturası her zaman devlet ve topluma çıkarılmaktadır. Nitekim FETÖ vakasında karşımıza çıkan bilanço da tam olarak budur.

1925 tarihli mezkûr kanunun yürürlüğe girmesinden bugüne kadar geçen doksan küsur yıllık zaman zarfında görüldü ki hiçbir tarikat ve cemaat devlet baskısı ve kanunî yaptırım yoluyla ilga edilemiyor. Bu olgusal gerçeklik tekke ve zaviyeler meselesini yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Daha açık söylersek, tekke ve zaviyelerin ilgasına yönelik kanuna rağmen dinî cemaatler ademe mahkûm olmak şöyle dursun, pıtrak gibi çoğaldıklarına göre bugün bu konuda yapılması gereken en makul işlerden biri, sed (kapatmak) ve men (yasaklamak) hükmünün yürürlükten kaldırılmasını ve dinî cemaatlerin devlet nezdinde resmen tescillenip tanınmasını sağlamak olsa gerektir. Çünkü bu sayede cemaatler kaçınılmaz olarak gerçek hüviyetlerini ibraz etmek suretiyle büyük ölçüde şeffaf hale gelecek, kayıt dışılık statüsünün ortadan kalkmasıyla birlikte de her türlü faaliyetleri denetlenebilecektir. Ayrıca kanuni yasağın ortadan kalkması cemaatlere yönelik merakın azalması gibi bir sonuç da verecektir. Çünkü yasağın kalkmasıyla birlikte merak sahiplerinin pek çoğu hem cemaatlerden yana meram ve muradını alacak hem de cemaat aidiyetinin artık sıradanlaştığı duygusunu yaşayacaktır. Oysa bugün herhangi bir dinî cemaate mensubiyet laik düzene karşı cihad olarak algılanmakta ve bu algı söz konusu yapılara ulvi bir anlam kazandırmaktadır.

***

Tarikatlar ve cemaatlerin resmen tanınması bu yapıların devlet katında kurumsal bir muhatabının bulunmasını gerektirir. Bu süreçte devlet ile cemaatler arasındaki ilişkiyi Diyanet İşleri Başkanlığı yürütebilir. Osmanlı’nın son döneminde, tekkeleri denetlemek ve idarî işlerini yürütmek maksadıyla kurulan Meclis-i Meşâyıh müessesesi bu konuda az çok fikir verebilir. Şöyle ki 1866 yılında Şeyhülislamlık makamına bağlı olarak ulema ve tarikat şeyhlerinden oluşan Meclis-i Meşâyıh kurumuyla birlikte tekkelerin yönetimi devlet tarafından önemli ölçüde kontrol ve denetim altına alınmıştır. Tekke vakıflarına ait vakfiyeleri kaydedip koruma ve bunların denetimini sağlama gibi işler bu meclis marifetiyle yürütülmüştür. Öte yandan 1918 yılında İstanbul’daki tekkeler Meclis-i Meşâyıh, taşradakiler ise müftülerin riyasetinde oluşturulan Encümen-i Meşâyıh’ın kontrolüne bırakılmıştır. Ayrıca evlâdiyet ve hilâfet usulüne bağlı olan şeyhlik vazifesi, Meclis-i Meşâyıh’ın kurulmasından sonra doğrudan meclis tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Eylül 2017