Cennetten Haber Gelse Hemen Ölmek İster Miyiz?

12 Haziran-18 Haziran 2017 tarihleri arasında MAK Danışmanlık tarafından 30 büyükşehir, 23 il ve 154 ilçede 5400 kişi ile yüz yüze görüşmelerle yapılan, “Türkiye’de Toplumun Dine ve Dinî Değerlere Bakışı” konulu araştırmada çok çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı. Araştırmadaki en çarpıcı sonuçlardan biri uhrevî âlemle ilgilidir. “Cennete gideceğiniz kesin olsa, şu an cennete gitmek için ölmeyi düşünür müsünüz?” sorusuna “Evet” diyenlerin oranı % 15, “Hayır” diyenlerin oranı ise % 65’tir. Türkiye’nin, “yüzde doksan dokuzu müslüman ülke” diye tanımlandığı nazar-ı itibara alındığında, bu oranlar üzerinde adamakıllı düşünmek gerekir. “Cennete gideceğiniz kesin olsa…” sorusuna, katılımcıların %65’inin, “Böyle olsa bile ölmek istemem” diye cevap vermesi, ciddi bir çekincenin göstergesi olarak okunabilir. Daha açıkçası, bir an önce cennete gitmek için ölmeyi istemek, katılımcılar tarafından IŞİD (DEAŞ) gibi terör örgütlerinin cihad, intihar eylemi gibi konulardaki bilindik anlayış ve inanışıyla ilişkilendirilmiş, dolayısıyla soru “tuzak soru” olarak algılanmış olabilir. Ancak bu bir ihtimaldir. Bu ihtimal yok sayıldığında, söz konusu soruya verilen “Hayır” cevabının %65’lik orana baliğ olması hakikaten vahimdir. Vahamet, Kur’an’da çok sık vurgulanan uhrevî âlem gerçeğine ve cennetteki ebedî mutlu hayat garantisine rağmen kendini müslüman olarak gören yüz kişiden altmış beşinin bu dünyaya adeta kazık çakmak istercesine lafı, “Cennetteki yerimiz garanti olsa dahi ölüm bizden uzak olsun” demeye getirmesidir.

***

Bu ilginç tavrın önemli bir sebebi, sekülerleşmenin muhafazakâr çevrelerde dahi büyük ölçüde benimsenmiş bir dünya görüşü hâline gelmesidir. Kanımca, sekülerleşme ya da bir diğer tabirle dünyevileşme hakkında konuşmak artık nafiledir. Çünkü hemen herkes sekülerleşme ve dünyevileşmenin ne olduğunu gayet iyi bilir, ama maalesef sadece bilmekle yetinilir. Oysa dünyevileşme Kur’an’da Kureyş’in önde gelen müşrik taifesinin alamet-i farikası olarak zikredilir. Öte yandan bazı İslâmî kaynaklarda Hz. Peygamber’in, “Ben ümmetimin putperestlik inancına döneceği endişesi taşımıyorum. Benim endişem, ümmetin dünyevileşmesi, dahası mala, mülke, paraya tapar hâle gelmesidir” dediği nakledilir. Ayrıca Hz. Peygamber’den ölümü istememekle ilgili birçok hadis nakledilir. Fakat bu hadisler, bir gün daha fazla yaşamak istemeyi dünyaya kazık çakma hayaliyle değil, amel defterindeki bozuk sicili düzeltme ihtimaliyle ilişkilendirir mahiyettedir.
Kaldı ki İbn Hanbel, İbn Ebî Âsım, İbn Hibbân, Taberânî gibi birçok muhaddisin az çok farklı varyantlarıyla naklettiği bir hadise göre ölüm kimi zaman temenni edilesi bir şeydir. Söz konusu hadise göre Âbis el-Ğıfârî veya Avf b. Mâlik isimli sahabî, “Ey Veba! Al götür beni bu âlemden” deyince, çevresindeki insanlar, “Ne o, yoksa sen ölümü mü temenni ediyorsun?” diye şaşkınlıklarını dile getirmişlerdir. Bunun üzerine adı geçen sahâbî, “Hz. Peygamber’in şöyle söylediğini işittim” demiş ve eklemiştir: “Şu altı durumla karşılaştığınızda ölümü temenni edin: Süfehanın güç ve nüfuz sahibi olması, kolluk kuvvetlerinin çoğalması, hüküm ve yargının alım-satım konusu olması, insan canının ucuzlaması, akrabalık ve dostluk bağlarının kopması, Kur’an’ın musiki konusu olarak algılanması…”

Cennetten haberci gelse bile ölmek istememenin bir diğer önemli sebebi, özellikle geleneksel kıssa ve vaaz edebiyatında çok özensiz bir üslupla ölüm ve kabir üzerinden müthiş bir korku pompalanmasıdır. Bunun kaçınılmaz olarak ürettiği sonuç, uhrevi âlemin dehşet ve şiddet diyarı gibi algılanmasıdır. Bu bağlamda modernite tecrübesinin “ölüm”ü yapı sökümüne uğratmasına da ayrı bir bahis açmak lazımdır. Muhafazakâr müslüman çevrelerde ölüm her ne kadar “Emr-i Hak vaki oldu, Hakk’a yürüdü” gibi ifadelerle evcilleştirilmiş görünse de bu evcilleştirme hep ölüp gidenlerle alakalıdır. Geride kalanlar için ölüm hâlâ çok yabancı ve yabanıldır. Bu yüzden de ölüm hep yadsınır, hatta insanlık için utanç verici bir skandal gibi algılanır. Bauman’ın Ölümlülük Ölümsüzlük adlı kitabındaki ifadesiyle ölüm, modern zamanlarda sanki dışarıdan gelen bir şeymiş gibi yadırganır. Kişi ölmez, sanki hep bir şeyler tarafından öldürülür. Modernite, ölüm ve ölümlüğü yapı sökümüne uğratmış, fakat bu durum ölüm gerçeğini ortadan kaldırmamış, belki sadece onu hiç istenmeyen bir yabancı durumuna sokmuştur. Böylece ölüm, sözüm ona pek yaratıcı, becerikli ve kendinden gayet emin aktörlerin başrol oynadıkları modern dünyadaki yaşam açısından hep “öteki” olmuştur.

***


Nurdan Gürbilek’e göre ölümü yadırgayıp uzak mekânlara sürmeye çalışma ısrarının ardında onu zamanın dışına atma arzusu vardır. Zaman algısının önemsiz olduğu bir dünyada herkes her zaman çocuktur; öyle de kalmalıdır. Bu yüzden, gözümüzün önünde akıp giden bütün ölüm sahnelerini basbayağı bir yabancının ölümünün hayatımızdan hiçbir şeyi çekip alamayacağından emin olmanın verdiği kayıtsızlıkla algılarız. Bu tuhaf durum aslında modernlik tecrübesinin iki yüzüdür. Bir yanda ölüm ve yası sağlık ve mutluluk adına reddetmek, yakınlarımızın değil ölmesine hasta olmasına bile tahammül edememek ve çocuklara ölümden söz etmenin dilini bir türlü bulamamak varsa, öbür yanda da iç dünyamızda hiçbir hüzün ve kederi harekete geçirmeyen, yasın kırıntısına bile izin vermeyen sıra dışı bir ölümü, vahşi bir cinayeti, akıl almaz bir cinnet anını biraz tiksinerek biraz da gözlerimizi kaçırarak ama büyük bir merak ve hazla seyretme arzusu vardır. Hâsıl-ı kelam, biz gerçekten acayip varlıklarız; çünkü biz ölüm denince hem acayip korkarız hem de ölüm diye bir şey yokmuş gibi hayata akarız. Bu yüzdendir ki cennetten haber gelse dahi dünyaya abanarak yaşamaktan geri durmaya pek yanaşmayız.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Temmuz 2017

Dünyanın Tuzu Olmak

Matta’ya göre Hz. İsa kalabalıkları görünce dağa çıkar, ardından bir grup insan gelip etrafına toplanınca, meşhur dağ vaazına başlar. “Dünyanın tuzu sizsiniz” der ve ekler: “Ama tuz tadını yitirirse bir daha ona tuz tadı nasıl verilebilir? Artık dışarı atılıp ayak altında çiğnenmekten başka işe yaramaz.” (Matta, 5/13). Bu vaazdaki tuz metaforu hakikaten çarpıcıdır. Bir yoruma göre ilâhî buyruklar uyarınca sımsıkı bir mümin olmak ve sulandırılmamış bir hayat yaşamak tuz gibi yakıcıdır. Malum, tuz yakıcı olduğu kadar da koruyucudur. Mesela, ete sıvandığında o eti çürüyüp kokmaktan korur. Mümin de tuz misali dünyaya ve hayata sıvandığında her şeyden önce kendini dünyevileşmeden korur. Tuz aynı zamanda tattır. Kendisi acıdır ama yemekler ancak bu acılıkla tatlanır. Tat ile tuz kelimeleri bundan dolayı bir arada kullanılır. “Tuz tadı” tabiri her ne kadar oksimoronik görünse de tuzun damakta bıraktığı tat çok esaslı bir tattır.

***

Dağ vaazının tarihî ve sosyolojik zeminine gelince, Hz. İsa döneminde içi çoktan boşaltılmış ve hikmet, irfan ve vicdandan yoksun bir hal almış olan Yahudilik Ferisî yobazlarca ahlâkî yozlaşma ve kokuşmanın meşruiyet aygıtına dönüştürülmüştür. Bu yüzden Hz. İsa, Ferisîlerce empoze edilen gayr-i ahlâkî, şekilci ve gösterişçi dindarlık söylemini kıyasıya eleştirmiş ve ısrarla derin ahlâkî duyarlılığın şekillendirdiği bir din ve dindarlık anlayışını salık vermiştir. Hz. İsa’nın tebliğ ve davette bulunduğu dönem özellikle din adamları ve yöneticilerle ilgili skandalların, çok çeşitli suiistimallerin sıkça yaşandığı bir zaman dilimi olarak tarih kayıtlarına geçmiştir. Din adamları arasında baş gösteren menfaat ve nüfuz kavgası, dinî emirlerin keyfi yorumlanması ve adamına göre fetva çıkarılması gibi sorunlar da Hz. İsa tarafından sıkça eleştirilmiş; ancak bu eleştiriler dönemin din baronlarını ve müesses dinî yapılarını çok rahatsız etmiştir.

Morris S. Seale’nin bir makalesinde mukayeseli olarak gösterdiği üzere Hz. İsa’nın dağ vaazında altı çizilen birçok ahlâkî ilkenin tasavvuf tarihindeki Melâmetî anlayışla önemli ölçüde benzeşmesi dikkat çekicidir. Melâmetîlik hicrî III. (IX.) yüzyılda Horasan bölgesinde ortaya çıkıp daha sonra bütün İslam dünyasında yaygınlık kazanan bir tasavvufî mektep ve meşreptir. Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmamayı (Mâide 5/54) kendilerine temel ilke edinen Melâmetîlerin belli başlı özellikleri şöyle özetlenebilir: Kendi nefsinde bir varlık görmemek ve nefsin her türlü benlik iddiasını terk edip gönülleri terakki ettirmeye çalışmak; başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakıp kendi kusurlarıyla meşgul olmak; halk ile tahalluk, Hak ile seyr üzere yaşamak, yani halkın içinde sıradan biri gibi olmak ve fakat Allah’ı bir an bile hatırdan çıkarmamak; ibadetleri ifa ettikten sonra hemen unutmak ve böylece nefsin ucb, kibir ve riyaya meyletmesine fırsat tanımamak; nefsin bir şeye çaba göstermeden sahip olmayı istemesi hâlinde o şeyi alın teriyle kazanmaya koyulmak… Kısacası, Melâmetîlik gösteriş, kendini beğenme ve şöhret düşkünlüğü gibi ahlâkî âfetlere karşı nefsi kınamak suretiyle adam gibi adam olmaya çalışmaktır. Bu anlayışın sonucu olarak Melâmetîler amellerini gizleme taraftarı olmuşlar, kalbî ve fiilî amellerinin başkaları tarafından bilinmesini hoş karşılamadıkları gibi kendilerini fark ettirecek özelliklerle ortaya çıkmaktan da sakınmışlardır.

***


Özellikle son zamanlardaki genel toplum manzaramız beni bir Melâmetî gibi davranmaya ve İslam’ı Melâmetî perspektifle yorumlamaya sevk ediyor. Çünkü etrafıma baktığımda hemen herkes dünyanın tuzu değil de “bal küpü” olma sevdasına kapılmış görünüyor. Hatta bugünkü genel hayat tarzımız, “Bal tutan parmağını yalar” modunda seyrediyor. Böyle bir hayat modu tuzun bile kokacağına işaret ediyor. Bu yüzden, hâl-i hazırda ahlâkî duyarlılığı sıfırlanmamış her bir insan tekinin tıpkı tuz gibi yakıcı olması, yaraya kendini basması gerekiyor. Malum, tuz kendinden verir, kendini eritir. Topyekûn çürüyüp kokuşmaktansa birilerimizin tuz misali kendinden verip kendini eriterek en azından çürümeyi geciktirmek için didinmesi lazımdır. Aksi halde, bu kritik yıllar tarih kütüklerine dünyevî nimetlerle sınandığımız yıllar olarak kaydolacak, fakat sadece bununla kalmayacak, sınavı kaybettiğimiz yıllar olarak da anılacaktır. Tarih, “pek çok müslümanın yokluk zamanında dilden düşürmediği ihlas, takva gibi değerlerin varlıkla sınanma tecrübesinden sonra parasızlıktan başka bir şey olmadığı anlaşıldı” diye de yazacaktır. Bu yüzden, yakın gelecekte, en azından istikbaldeki kırk-elli yıllık süreçte biz müslümanların hemen hiçbir insan evladına din, ahlak, hak, hukuk namına söz söylemeye yüzü olmayacak, iki çift laf etmeye kalkıştığımız anda ise, “Sizi de gördük” mealindeki tepkiler hepimizin suratına tokat gibi çarpacaktır. Kısacası, hemen her birimizin tuz değil de bal küpü olma şehvetine kapılıp birer dünya arsızına dönüşmesiyle ortaya çıkan büyük yıkımdan belki de en çok dinî-ahlâkî değerler nasibini alacak ve sonuçta tüm söylemlerimiz, sembollerimiz ve vaktiyle temsilciliğini üstlendiğimiz değerlerle birlikte gelecek nesillerin ibretle bakıp seyredeceği bir enkaz yığını olacağız.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Temmuz 2017