İman Sempozyumu / İman-Amel İlişkisi | 13 Ekim 2018



Din Algısında Yanlış Tabular Ne? | Nedir Ne Değildir? / Habertürk | 11 Ekim 2018

Cumhurbaşkanı Erdoğan din görevlileriyle buluşmasında “Yanlış tabuların yıkılması lazım” dedi.

Toplumun İslam algısında yıkılması gereken tabular, doğru bilinen yanlışlar neler? İlahiyatçılar arasındaki fikir ve yorum farklarının dindeki kaynakları ne? Hangi hadis gerçek hangisi sahte nasıl ayırt edilir? Hadislerin dinde yorum farklarına etkisi ne? FETÖ gibi dini istismar eden örgütlerle mücadelede Diyanet'in rolü ne olmalı?

Mehmet Akif Ersoy sordu; Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Prof Dr. Hilmi Demir, Prof. Dr. Servet Bayındır, Prof. Dr. Caner Taslaman, gazeteci Yusuf Kaplan, Prof. Dr. Mustafa Öztürk yanıtladı.

Türkiye'yi ve Dünyayı Bekleyen Gelecek Ne? | Gerçek Fikri Ne? / Habertürk | 21 Eylül 2018


DÜNYA NEREYE GİDİYOR?
DÜNYAYI VE TÜRKİYE'Yİ BEKLEYEN GELECEK NE?
İNSANLIK, DEVLETLER VE ÜLKELER BUGÜN NEREDE YARIN NEREDE OLACAKLAR? GELECEĞİMİZ AYDINLIK MI, KARANLIK MI?

EREN EĞİLMEZ SORDU, AKADEMİSYENLER PROF. DR. UĞUR BATI, PROF. DR. MUSTAFA ÖZTÜRK, DR. RAMAZAN KURTOĞLU, DR. UFUK URAS, GÜVENLİK POLİTİKALARI UZMANI METE YARAR VE SENARİST, YÖNETMEN MÜFİT CAN SAÇINTI ‘GERÇEK FİKRİ NE?’DE YANITLADI.

Kerbela’nın İslam Tarihindeki Önemi | Nedir Ne Değildir? / Habertürk | 18 Eylül 2018


Kerbela’da ne yaşandı, Kerbela’nın İslam tarihindeki önemi ne?
İslam tarihi boyunca mezhepler arasındaki ayrışma ve çatışmaların günümüze etkileri neler?
Ortadoğu’dan Asya Pasifik’e kadar uzanan coğrafyada Selefilik ve Şiilik nasıl yayılıyor?
Mezhepsel kırılmaların uluslararası ilişkilere etkilere neler?

Mehmet Akif Ersoy sordu, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Doç. Dr. Ahmet Kasım Han, Dr. Lütfü Özşahin, Ahmet Turgut, Hasan Kanaatlı cevapladı.

Vicdan Fıtrî Bir Sermayedir Ama Gün Gelir Tükenir


Vicdan insanın belki de en değerli fıtrî sermayesidir. Vicdan selim fıtratın şuur hâlindeki tezahürüdür de denilebilir. Derunî bir ahlâkî şuur olarak vicdan her zaman hak, adalet ve hakkaniyetten yanadır. Bu bakımdan vicdan insanın belki de en güvenilir ahlak hocasıdır. Çünkü o gerek bireysel gerek toplumsal tutum ve davranışları ahlâkî açıdan hiçbir kayırmada bulunmaksızın ve hiçbir çifte standarda yaslanmaksızın değerlendirir. İnsan ahlâkî değerleri çiğnediği zaman, kendi nefsine hâkim olabilecek güçlü bir “iç ben”in baskısına maruz kalır. İşte bu baskı mercii vicdan diye anılır. Vicdan herhangi bir şey hakkında “evet” veya “hayır” dediğinde aklın aksi yönde bir şey söylemesi pek mümkün olmayabilir. Gerçi akıl bazen şeytanî his ve dürtülerle ayartılabilir ve böyle bir durumda anarşist bir hüviyete bürünebilir. Ama vicdan aklın fren sistemi olarak bu şekilde ayartılmaya pek müsait değildir.

***

Kanaatimce vicdan akıldan daha nezih, temiz ve dürüsttür. Vicdan, akıl ve duyu arasında bir derecelendirme söz konusu olduğunda üstünlük kesinlikle vicdana aittir. İkinci sırada akıl, son sırada ise duyular yer alır. Üstünlüğün her daim vicdanda kalması onun selim fıtrata dayanıyor olmasındandır. İşte bu üstünlüğünden dolayıdır ki vicdan akılla çatıştığında, aklın talimatıyla hareket etmek caiz değildir. Çünkü bu minvalde hareket etmek selim fıtratın derinden gelen sağduyulu sesine kulak tıkamak anlamına gelir. İnsanın işlediği bir ahlâkî suç karşısında vicdanın tazibi başladığında, aklın bu azabı dindirmeye yönelik mazeretlerinin pek kâr etmemesi manidar olsa gerektir. Vicdan, haksızlık karşısında herkesi adamakıllı sorgulayan, bu sorgulamasında “ama”lı, “fakat”lı hiçbir mazeret kaydı koymayan bir güçtür. Dahası, vicdan kütlesi bulunmayan ama etkisi her türlü dışsal otoritenin yaptırımından çok daha baskın olan bir güçtür. Vicdan sahibi olmayı en iyi anlatan şey, sızı ve azap sözcükleri olsa gerektir. Sızı ve azap, gayri ahlâkî bir cürüm işlendiği anda başlar ve “keşke”lerle devam eder. Böyle bir durumda vicdan insana suçlu olduğunu tam anlamıyla ikrar ettirir ve bu aşamadan itibaren insan ne kendi vicdanının hâkimliğinden ne de kendi aleyhine verdiği hükmün yürek ezici etkisinden kurtulabilir. 

***

Vicdan ve vicdanlılığın sevgi ve merhametle ilişkisi de önemli bir meseledir. Sevgi kimi zaman zarar ve ziyanı faydasından çok daha büyük bir saçmalık ve savrulma hâline dönüşebilir. Çünkü sevginin nesnesi çok iyi olabileceği gibi çok kötü, hatta iğrenç de olabilir. Hâlbuki vicdan hep iyinin yanında yer alır; kötünün karşısında sızlanır. Vicdan, sevgi ve merhamet temelli bir duygu olarak kabul edildiği zaman özellikle ahlak, adalet ve hakkaniyet konusunda şaşmaz terazi olma özelliğini kaybeder. Çünkü insan kötü de olsa sevdiği şeyleri kayırır. Bu türden kayırmalara çoğu zaman merhamet duygusu da çanak tutar halde olur. Ne var ki salt sevgi ve merhametten çok kere maraz doğar. Bu yüzden, vicdanın nirengi noktası sevgi ve merhamet değil, adalet ve hakkaniyet duygusu olmalıdır.

Peki, vicdan bitmez tükenmez bir şey midir; yoksa bitip tükenebilen ve dahi ölebilen bir şey midir? Kanaatimce vicdan bitimsiz ve ölümsüz değildir. Vicdanın da bir limiti vardır; bu yüzden gün gelir bitip tükenebilir ve pekâlâ ölebilir. İnsandaki vicdanı vicdansızlığa maruz kalmak bitip tüketir. İnsani ilişkilerde hoyratlık, nobranlık, nankörlük ve hainlik alıp başını gittiği zaman, vicdan ve merhamet sahibi insanın sabrı tükenir ve bu yüzden de bilerek isteyerek kendi vicdanını bizzat kendisi öldürüverir. Hatta yeri ve zamanı geldiğinde vicdanın behemehal katledilmesi gerekir. Vicdan sahibi insan kendi vicdanını katlettikten sonra merhametsiz ve acımasız hâle gelir. Çünkü vicdan ve merhametin hoyratça istismar edildiğini görmek, kullanılmışlık duygusunu harekete geçirir ve bu duygu intikamcı bir ruhu da beraberinde getirir. Sonuçta vicdanlı insan alabildiğine vicdansız ve acımasız birine dönüşebilir. Böylece kendi benliğini suçlama, sorgulama, kendi aleyhine tanıklık etme ve yine gerektiğinde kendi nefsine savaş açıp ona ceza verme istidadını kaybetmiş hâle gelir.

Vicdanın bitip tükenmesi ve ölmesi genellikle yakın çevrenizdeki insanların size reva gördükleri vicdansız ve acımasız muamelelerin neticesidir. İnsani ilişkideki derin hukukun şu veya bu sebeplerle kavga, niza ve karşılıklı hesaplaşmayla sona ermesinin ardından ister istemez “Artık hınç ve intikam zamanı” evresine geçilir. Böyle bir evreye geçildiğinde vicdan artık tüm özgül ağırlığını kaybetmiş, dolayısıyla bitip tükenmiş ve ruhunu teslim etmiş demektir. Bu safhadan sonra vicdanın dirilmesi pek mümkün değildir. Genellikle vicdansızlıktan müşteki olan veya “Vicdan öldü mü?” diye dert yanan kimseler çoğunlukla kendi hoyratlıklarının ağır bedellerini ödemenin can yakıcılığı karşısında vicdan diye bir şeyin varlığını hatırlama ihtiyacı duyarlar. Diğer bir ifadeyle, başka insanlara her türlü hoyratlığı reva görenler vicdansız ve acımasız muamelelere maruz kaldıklarında “Vicdan yok mu?” diye sızlanıp adeta ağıt yakmaya başlarlar. Münâvî’nin Feyzü’l-Kadîr adlı eserinde, “Kibirliye karşı kibir sadakadır” (el-kibrü ale’l-mütekebbiri sadakatün) şeklinde ilginç bir rivayet yer alır. Bu rivayetten hareketle, “Vicdansıza karşı vicdansızlık sadakadır” demek de herhalde mümkün ve mubah olmalıdır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Ekim 2018

Felsefî Düşünce Alanında Cari Açık Sorunumuz


Epey zamandır bu köşede dinî konularla ilgili yazılar pek yazmıyorum. Çünkü artık din konusunun haraç-mezat alınıp satılan bir metaya dönüştüğüne, bu konuda sürekli konuşmanın bir nevi lafazanlık anlamına geldiğine, özellikle sükseli vaaz retoriklerinin yorgunluk ve usanç ürettiğine inanıyorum. Bu yüzden, son zamanlarda doğrudan doğruya dinî konularla ilgili yazılar yazmaktan mümkün mertebe imtina ediyorum. Daha önceki birkaç yazıda ölüm, hüzün gibi konular üzerinde durmam bizi seven birçok insanın, “Hoca ilmî alanla ilgili çalışmaları askıya almış olmalı…” mealinde bir endişe ve kaygıya sevk etmiş görünüyor. Bu vesileyle belirtmek isterim ki ilmî çalışmalarımda duraksama veya askıya alma gibi bir durum söz konusu değil… Bilakis tefsir çalışmasıyla ilgili meşguliyet kesintisiz olarak devam ediyor; hatta kimi zaman sabahlara kadar tefsir çalışması sürüyor. Üstelik tefsirin ilk cildi -inşallah- bu ayın sonlarına doğru okuyucuyla buluşuyor. Ama takdir edersiniz ki sürekli olarak aynı konu üzerinde çalışmak hem zihnen hem bedenen yorucu ve yıpratıcı oluyor. Hele bir de atak hâlindeki hastalıklarınız sizi her dem hırpalıyorsa, işte o zaman tükenmişlik sendromu baş gösteriyor. Hem bu sendromun üstesinden gelmek hem de ilmî çalışmaların zihnî yorgunluğunu kısmî olarak hafifletmek için hayata ve insanlık hâllerine dair yazılar yazmak az çok rahatlatıcı oluyor.

***

Hayata dair yazılarımdaki genel muhtevanın sözgelimi Dale Carnegie’in “Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak” kitabına uygun şekilde değil de insan ruhunun sancılarına ve sıkıntılarına parmak basıyor olması temelde fıtrî yapım ve hayata pesimist bakışımla alakalıdır. Aslında insanoğlunun hayata gözlerini açmaya ve yaşamaya mecbur/mahkûm kılınmış bir varlık olması, varoluş hikâyemizi en başından sorgulamaya açık hâle getiriyor ve tam bu noktada derin anlam arayışı baş gösteriyor. Şayet varlık ve hayat konusunda anlam boşluğu oluşmuş ve bu boşluk doldurulamamışsa, nihilist savrulmalar kaçınılmaz hâle geliyor. Sanırım sayısız insan varlık ve hayat konusunda bu tür savrulmalarla ömür tüketiyor. Ne yazık ki din dilimiz ve dinî söylemlerimiz varoluşsal savrulmaları bertaraf edebilecek bir mahiyet ve muhteva arz etmiyor. Bu konuda kendisinden istimdatta bulunacağımız kelam ilminde ise hâlen zat-sıfat gibi konularla meşgul olunuyor. Bütün bunların yanı sıra dinî söylem ile gerçek hayattaki eylem arasındaki uyuşmazlık (mübayenet) çok can yakıcı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Din üzerine konuşmak ne yazık ki ahlâkî değer üretmiyor.

Öte yandan, insanın hayat macerası adeta birbiri ardınca sökün eden ağır imtihanlarla geçiyorsa, ister istemez teodise ve kötülük sorunuyla ilgili yakıcı sorular zihne üşüşüveriyor. İşte o zaman İmam Gazâlî’nin “leyse fi’l-imkân ebdau mimmâ kân” (İmkân dâhilindeki âlemler içerisinde bu âlemden daha iyisi yoktur) şeklindeki aşırı optimist (iyimser) görüşüne acı acı gülümsemek gerekiyor. Gazâlî’nin, “Âlemdeki her şey son derece güzeldir; bundan daha güzeli olamazdı” demekle aynı kapıya çıkan bu sözü, insan hayatındaki yakıcı ve yalın acıları aşağılamak gibi bir anlam içeriyor. Kısacası, teodise ve kötülük sorunu gibi çetrefil meseleler hâlen ikna edici cevaplar bekliyor. Benzer şekilde ilâhî adaleti merhametle, iyiliği mutlak kudretle bağdaştırmaya çalışmak da ciddi güçlükler içeriyor. Mu’tezile’nin “vücûb alellah” fikrini eleştirmek maksadıyla kurgulanan ihve-i selâse (üç kardeş) hikâyesinden örnek vermek gerekirse, bu hikâyeye göre üç kardeşten ilki mümin, ikincisi kâfir, üçüncüsü de çocuk olarak ölüyor. Mümin kardeş epeyce yaşıyor ve cennetle ödüllendiriliyor. Kâfir de yetişkinlik çağında ölüyor ama küfrü yüzünden cehennemlik oluyor. Çocuk ise azaptan kurtuluyor, fakat cennete giremiyor. Bu yüzden, “Ey Rabbim! Bana ömür verseydin de sana itaat ederek yaşayıp cennete girseydim” diyor. Allah ona, “Seni yaşatsaydım günah işleyip cehennemlik olacaktın. Bunu bildiğim için sana merhamet edip çocuk yaşta canını aldım” diye cevap veriyor. Bu cevap üzerine üçüncü kardeş cehennemden, “Rabbim! Peki, niçin benim canımı masum bir çocukken almadın da onca sene yaşattın?” diye serzenişte bulunuyor.

***

İşte bunun gibi teolojik ve felsefî problemler varlık ve varoluş üzerine düşünüp dertlenen insanın beynini/zihnini zonklatıyor. Yaz tatilinde şezlonga kurulup güneşin tadını çıkarır gibi yaşamak ve hayattan azami nispette zevk almak emeline sahip insanlar nezdinde ise bu tür sorunlara kafa yormak muhtemelen abesle iştigal gibi bir mana ifade ediyor. Öte yandan, varoluşsal sorunlar felsefî boyutlu olunca teolojik argümanlar tek başına kâfi gelmiyor. Ne yazık ki bu toprakların çocukları bilhassa felsefe alanında fikir, görüş ve kavram üretemiyor. Dilimizin kelime ve kavram dağarcığı derin felsefî konuları tartışmaya pek elverişli görünmüyor. Dolayısıyla felsefî içerikli hemen her görüş ve kavram özensiz tercümelerle Batı’dan ithal ediliyor. Bu yüzden de felsefî düşünce alanında ciddi bir cari açık sorunu ortaya çıkıyor. Bütün bunlar bir yana, günümüzde hem deizm, ateizm, nihilizm gibi akımların giderek yaygınlaşması hem de genç kuşağın geleneksel din anlayışına esaslı tepkiler koyması teolojik düzlemde üretilen görüş ve fikirlerin sadra şifa olmamasının yanında İlahiyat alanında özellikle felsefe ayağının yetersiz kalması gibi sorunlarla da yakından ilintili görünüyor. Bu yüzden, ne yapıp edip felsefî düşünce alanındaki cari açıklarımızı kapatmamız, bu alanda imal-i fikirde bulunmamız icap ediyor. Kısacası, felsefeyi sevmek gerekiyor.

Geçmiş Zaman Olur Ki...


Yaş kemale erdikçe insan ister istemez hayatı başa sarmak, özellikle de çocukluk çağlarındaki doyumsuz neşe ve mutluluğu yeniden yaşamak ister. Hemen her yetişkin insanda mevcut olduğunu düşündüğüm bu istek ve arzunun önemli bir sebebi, yaş ilerledikçe hayattaki zevkler ve lezzetlerin gitgide azalıp bayatsıdığını fark etmek, hemen her tatta kekremsilik hisseder hâle gelmektir. Bir diğer önemli sebep ise olgunluk çağlarından itibaren hem zamanın eskisinden daha hızlı akıp gittiğini düşünmek hem de her yeni günü bir öncekinin tekrarı gibi vehmetmektir. Aslında bu bir vehim olmaktan çok, olgunluk ve yaşlılık çağlarına özgü bir gerçekliktir. Çünkü olgunluk, hele de yaşlılık çağlarında insanın algı ve idrak kadrajına yeni denebilecek türden şeyler pek girmez. Tabiatıyla her yeni gün bir öncekinin sanki aynısıymış gibi yaşanır ve bu durum zaman akıp gittikçe hayata karşı bıkkınlık duygusunu canlandırır.

***

Ne var ki ölüm modernitenin de etkisiyle çok daha soğuk yüzlü göründüğünden, nice insan hayattan nasibini yeterince almış, hatta yaşamaktan yorulup usanmış olsa dahi, “Artık bu kadarı kâfi; göçüp gitme vakti geldi” demek yerine olanca bezginlik ve bitkinliğine rağmen yine de kenarından köşesinden hayata tutunmaya çalışır. Kimi yaşlı insanların bir ayak çukurda olduğu halde mal mülk, bağ bahçe gibi dünyevi metalar ile tûl-i emellere ram olması herhalde ölümü biraz daha öteleme arzusundandır. Ölümü öteleme arzusu ise uhrevî âlemin bilinmezlerle dolu bir âlem gibi tasavvur edilmesiyle alakalı olmalıdır. Bu noktada, ahiret gününe iman dilde kalan değil de gönülden kopan bir iman olsa, “ölümden köşe bucak kaçılmaz, dünyaya bu kadar ram olunmazdı” demenin yanlış bir tespit sayılmayacağı umulur.

Her neyse, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözünü kimi zaman yürek burkucu bir serzenişe dönüştüren şey nedir, diye sorulsa, benim bu soruya vereceğim cevap, “çocukluk çağına özlem” şeklinde olur. Çünkü çocukluk, tıpkı benim çocukluğum gibi travmatik geçse dahi yine de hayâli cihan değer bir çağdır. Dahası çocukluk, annemizin elinden bir dilim yağlı ekmeği kapar kapmaz sabahtan akşama kadar eve barka adım atmadığımız, hayattan memattan yana hemen hiçbir endişe ve kaygı taşımadığımız, ayrıca hem zamanın nasıl akıp gittiğini anlayamadığımız hem de “Zaman niçin böyle sakız gibi uzuyor da hemencecik büyüyemiyoruz?” diye düşünmekten kendimizi alamadığımız ve fakat her şeye rağmen küçücük mutluluklarla mest olduğumuz çağlardır.

Çocukluk çağlarındaki hayat algısı, “Allah dünyayı sanki çocuklar katıksız mutluluk içinde gülüp oynasın diye yaratmış” gibi çok naif bir düşünceyi akla getirecek kadar saf ve berraktır. Aslında saflık ve berraklık çocukluktaki hayat algısından ziyade, bizatihi çocukluğa özgü masumluktandır. Masumiyet ne kadar fazlaysa mutluluk da o kadar saf ve katıksızdır. Çocukluk çağı sona erdikten sonra masumiyet biteviye azalır ve zaman ilerledikçe insan hayat kavgasında binbir çeşit kire bulaşır. Kimi insan az kimi insan çok bulaşır ama sonuçta herkes bulaşır. Hayat kire bulaştığı, insan insana kir bulaştırdığı nispette hem mutluluk azalır hem de dert ve keder çoğalır. Bu yüzden, benim yetişkinlik ve olgunluk çağlarımla ilgili olarak, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” denebilecek bir anı/hatıra galerim maalesef yoktur. Hayatımın gençlik sonrasına ait hatıraların hemen hepsi insan kirine bulaşmanın gam yüküyle doludur. Bende epey bir kir/pas bırakan bazı kimseler var ki bunlar can bedenden çıkıncaya değin nefretle anılıp kendilerine taalluk eden hak-hukukun asla helal edilmemesi lazım gelen insanlar sınıfına mensuptur. Hâl böyleyken, “ve-lemen sabera ve ğafera” (Şûrâ 42/43) fehvasınca sabretmek ve affetmek esas olmalıdır. Fakat bunu başarabilmek, yani sinede biriken nefreti sabırla bastırıp diri bir vicdanla affedici olabilmek hakikaten çok zordur.

***

Kuşkusuz ben de bazı insanlara kir bulaştırmışımdır. Bu yüzden, Hz. Yûsuf’un dediği gibi, kendi nefsimi temize çıkarmıyorum. Fakat şundan kesinlikle eminim ki geçmişte az çok hukukum bulunan insanlarda benim bıraktığım kir, onların bende bıraktığı kirden çok daha azdır. Çünkü ben fıtrat olarak fazlaca duygusal ve saf bir insanımdır; muhasebecilikten pek anlamadığım için koltuk değneği veya yürüyen merdiven işlevi görecek şekilde kullanılmaya müsait bir tarafım da vardır. Hâsıl-ı kelam, elli küsur yıllık hayat maceramda birçok vefasız ve hayırsıza ait olanca kirin üstüme başıma bulaştığına defalarca şahit olmuş ve bunun acısını derinden yaşamışımdır. “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözü sırf çocukluk çağı için geçerlidir, deyişim işte bundandır. Çünkü yetişkin insan oldukça kirli bir varlıktır. Bu sebeple, mümkün mertebe kire bulaşmamış bir insan olmak ve temiz kalmaya çalışmak azmine sahip herkes çocukluk çağındaki saflığını aramaktan ve ne kadar çok gadre, nankörlüğe uğramış olursa olsun bu saflığın peşinde koşmaktan asla vazgeçmemek zorundadır. En azından “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözünün başka insanlarla yaşadıklarımızda değil de sırf kendi iç dünyamızda az çok karşılık bulması için çocukluk çağındaki saflığa özlem duymak ve onu yeniden yakalamaya çalışmak lazımdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Eylül 2018

Hazreti Hüzün


Son zamanlarda yeniden üstüme çullanan uykusuzluk illetinden dolayı bu satırları yazdığım sabaha karşı kulağımın dibinde H. Zahra’nın “Broken Ones” (Kalbi kırıklar) şarkısı ile Farid Farjad’ın “Golha” (Güller) adlı yürek sızlatan keman eseri bana refakat ederken hayatın adeta zımpara gibi insanı törpülemesi üzerine düşünüyorum. Hayat zımparasından çokça nasiplenmiş biri olarak içimdeki şeytanın “Neden ben?” şeklindeki vesvesesini de bu arada zihnimden def etmeye çalışıyorum. Allah’a güvenip tevekkül eden bir mü’min için böyle bir istifhamın çok tehlikeli olduğuna, çünkü bu istifhamın ardından şikâyet, sitem ve serzeniş seanslarının başlayacağını iyi biliyorum. Madem ki hayatta yaşanan acı tatlı bütün her şey insan içindir; öyleyse kendi hayat hikâyemizi ve hayat maceramızdaki acı çekme kariyerimizi pek de merkezileştirmemek, dolayısıyla kendimizi fazlaca önemsememek gerekiyor. Kaldı ki bizim dışımızda akıp giden hayatta nice dramlar ve trajediler yaşanıyor…

***

Hayatın zımparası kimi zaman insanı süründürüp canından bezdiren bir hastalık, kimi zaman eşten dosttan görülen hayırsızlık, kimi zaman yar/yârenden hiç beklenmedik ihanet ve sadakatsizlik şeklinde kendini gösterir ve bütün bunlar size gerçekten büyük hüzün verir. Kur’an’da da hatırı sayılır bir kelime olarak kendine yer edinen ve kırk küsur ayette geçen hüzün (hazen) aslında yitip giden ve kaybedilen hatırlı şeylerin ruha çöktürdüğü derin gam olarak tasavvur edilebilir. Hüzün kimi zaman içerleme, kimi zaman gücenme hâli yaratan ve aynı zamanda insanın hamlığını da alan tarifi çok zor bir histir. Hüzün, St. Augustine’in, “Zaman nedir?” sorusuyla ilgili olarak, “Birisi sormadığı takdirde zamanın ne olduğunu bilirim; yok eğer bu konuda soran birine açıklamaya çalışırsam, işte o zaman bilmem/bilemem” demesine benzer şekilde, kendi kendinize az çok tarif edebildiğiniz, ama “Hüzün nedir?” diye sorulduğunda pek tarif edemeyeceğiniz çok tuhaf ve aromatik bir histir.

Bütün bunlara rağmen hüzün kimi insanlara çok yakışan bir duygu hâlidir. Bu yüzden, sanırım sonradan kazanılan değil, kimi insanlarda fıtrattan verili olan bir histir. Bu bakımdan, sözgelimi terazi burcu gibi “gülelim oynayalım kâm alalım dünyadan” diye özetlenebilecek bir burca sahip insanların kendilerine hüzün atfetmesi zannımca hüzün değil, olsa olsa lüks ve keyif azlığına, hatta kariyer kaygısına dayalı çiğ acı ve ham kederden ibarettir. Çünkü hüznü hakkıyla yaşamak dille söylendiği kadar basit ve kolay bir şey değildir. Hüzün kimi zaman insanın kendi içine dönüp varlık ve varoluşa, hayatın amacına dair büyük soruların cevabını arayıp sorgularken bütün benliğini içinde bulduğu ruh hâlidir. Üstelik hüzün gelip geçici değil, daimîdir. Hüznün mekân tutup yuva yaptığı yer ise gözler ve yüzdeki derin çizgilerdir. Acı kanayan yaradır, hüzün ise kanamayan yara olup belki de yıllar boyunca yaşanan onca acının, gadre ve ihanete uğramışlığın, aldatılmışlığın, sayısız hayal kırıklığının gözlerinizin içinde yuvalanması ve hayattaki son nefesi verinceye değin o yuvadan bir daha çıkmamasıdır. Hüzün sizi bir taraftan durgunlaştırır, bir taraftan da bakışlarınızın derinliğine yerleştikçe yarı cana sokup bırakır. Bütün bunlara rağmen yine de asil bir duygudur hüzün; vakurdur, olgundur ama aynı zamanda buruk ve suskundur. Hüzün sükunetli bir histir. İnsanı yoğurur, pişirir. Bu yüzden, çiğ acı ve ham kederden çok farklı bir şeydir. Hüznün refiki yalnızlık hissidir. Kalabalıklar içinde kendini yapayalnız hisseden insana yoldaş, belki de en yakın arkadaştır. Hüzün öyle bir duygudur ki gözlerinizin içi gülerken bile o gülen bakışta dahi “Ben hâlâ buradayım” demeyi başarır. 

***

Hüzün acıyı bal eyler gibi yaşamak zorunda kalmanın damlamaz ve ıslatmaz gözyaşlarıdır. Geçmişte kalan ve bir daha aynıyla yaşanmayacak olan birçok şeyi derinden özletip hatırlatan, yine geçmişteki pek çok yaşanmışlığın asla yeniden yaşanmayacağını bilmenize rağmen nafile yere geri çağırmanıza sebep olan bir garip duygudur hüzün. Beklenmedik bir an ve zamanda kapınızı çalmasında sakınca olmayan, hatta size derinlik katan ama içinizde yuva yaptığı takdirde kanamamakla birlikte kabuk bağlamaz bir yara hâlini alan ve nihayet misafir gibi geldiği gözleriniz ve yüzlerinizdeki derin çizgilerin tapusuna da el koyan bir duygudur hüzün. Onca yıllık hayatta yaşanan sayısız acıların ve hatırı sayılır kayıpların yekvücut olup gözünüze ve yüzünüzdeki derin çizgilere gelip yerleşmesi ve bir daha da geri gitmemesidir hüzün...

Kur’an’da “Ben üzüntümü ve hüznümü sırf Allah’a arz ediyorum” (Yûsuf 12/86) diyen Hz. Ya’kûb’tur hüzün. “Senetü’l-Hüzün”de hem biricik Hatice’sinin kaybına yanan hem de amcası Ebû Tâlib’e şehadet getirmeden göçüp gitti diye hayıflanan Rasûlullah’tır hüzün. Bu yüzden hüzün aynı zamanda “Hazret-i Hüzün”dür. Gençlik çağlarımızda Ahmet Özhan’dan dinlediğimiz bir şarkıda, “hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, gönlümün kıyısına vurur” diye anlatılan duygudur hüzün… Evet, hüzün gönlün kıyısına vurur ama yaş kemale erdikçe daha bir şiddetli vurur. Çünkü olgunluk çağlarında hayat ileriye değil de geriye bakarak yaşandığından hüzün artık daimî yoldaş olur. Bu çağlarda hüzün gelir baş köşeye kurulur ve yürek de yoruldukça yorulur…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Eylül 2018

Ölülere Dua ve İstiğfar Niyetiyle Kur'an Okunur Mu?


Uhrevî âleme irtihal etmiş müminlere dua, istifğar ve af/mağfiret istirhamında bulunmak gibi niyetlerle Kur’an okunmasının meşru olup olmadığı, İslam geleneğinde öteden beri tartışılan bir konudur. Bu meselenin günümüz Türkiye’sinde de zaman zaman tartışmaya açıldığı malumdur. Bilhassa ölünün ardından dua maksadıyla Kur’an okuma meselesinin yanında namazda teşehhüd/tahiyyât duası okumanın meşruiyetini tartışmaya açmak, Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılmanın ve namazda okunacak sureler ya da ayetlerin Türkçe anlamlarını bilerek okumanın bu ibadetin ruhuna daha uygun olduğunu savunmak gibi fikirler özellikle sosyal medya mecralarında sık sık dolaşıma sokulmaktadır. Dinî alandaki pek konuda geleneksel kabullere olumsuz bakan çağdaş yaklaşımın dua ve sevap niyetiyle Kur’an okunması konusunda sıklıkla öne sürdüğü itiraz gerekçelerinden biri, “Kur’an dua niyetiyle okunup ölülerin ruhlarına sevap bağışlanması gibi maksatlarla nazil olmuş bir kelam değildir” şeklinde formüle edilir. Kur’an’ın ölülere değil, dirilere okunması gerektiğine ilişkin görüş çerçevesinde kimi zaman vecize gibi dillendirilen gerekçelerden biri de Yâsîn 36/70. ayetteki “Diri olan kimseleri uyarman için…” ifadesidir. Ancak Kur’an’daki pek çok ayette müminler “diri”, kafirler ve müşrikler “ölü” diye nitelendirilir. Neml 27/80, Rûm 30/52 ve Fâtır 35/22 gibi ayetler dikkate alındığında “ölü” ve “ölülük” tabirlerinin hak ve hakikati idrak yetisi körelmişlik hâlini ifade ettiği anlaşılır. Dolayısıyla Yâsîn 36/70. ayette geçen “hayy”(diri) kelimesi de istiare yoluyla kemal-i akıl, aklıselim ve sağduyu sahibi kimse anlamına gelir ve dolayısıyla “men kâne hayyen” (Diri olan kimseler) ifadesi bir teşbih-i beliğ olarak, “idraki açık ve canlı kimse” gibi bir anlam içerir.

***

Son dönem İslam dünyasında dua ve sevap niyetiyle Kur’an okumaya dair olumsuz görüş genellikle Selefî ve Vehhâbî çevrelerce dile getirilir. Bilhassa son dönemde rağbet gören bu görüşün aksine Türk-İslam kültüründe hemen her vesileyle özellikle Fâtiha okunması çok yaygın bir gelenektir. Mezar taşlarındaki “Ruhuna el-Fâtiha” ifadesi bu geleneğin belki de en meşhur görsel simgesidir. Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki birçok dinî müesseseye ait güncel fetva metinlerinden edindiğimiz kanaate göre gerek Allah’tan af ve mağfiret istirhamıyla gerek vird ve tesbihat maksadıyla Fâtiha okuma geleneği daha ziyade Türk-İslam kültürüne mahsus bir uygulama gibidir. Çağdaş Vehhâbî ve Selefî çevrelere ait dinî literatürde ise duanın akabinde veya ölülerin ruhlarına bağışlamak üzere Fâtiha okumanın bidat olduğu açıkça belirtilir, hatta bidat bu çerçevede büyük bir masiyet (günah) olarak değerlendirilir. 

Bu görüş kimi zaman İbn Teymiyye’nin çeşitli eserlerinden yapılan alıntılarla desteklenir. Ancak İbn Teymiyye Kur’an okuyup sevabını anne babasına ve uhrevi âleme göçmüş müslümanlara bağışlamanın meşru olduğu kanaatindedir. Bizzat kendi ifadesiyle, “sahih haberlerde bildirildiğine göre Rasûlullah ölünün namına sadaka verilmesini ve yine onun için oruç tutulmasını tavsiye etmiştir. Âlimler bu ve benzeri haberlerden hareketle hem mali hem namaz, oruç ve Kur’an tilaveti gibi bedeni ibadetlerden hâsıl olan sevapların müslüman ölülere bağışlanabileceğine hükmetmişlerdir ki bu görüş Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hanîfe tarafından da benimsenmiştir. İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’nin kanaatleri aksi yönde olmakla birlikte bu iki imamın taraftarlarından bir kısmı da aynı görüşe iştirak etmiştir. Buna mukabil diğer bazı âlimler “İnsan ancak kendi çabasının karşılığını görür” mealindeki Necm 53/39. ayeti delil göstererek ölülere Kur’an okuyup sevabını bağışlamanın hiçbir anlam ifade etmediğini söylemişlerdir. Ne var ki Allah bu ayette “İnsana ancak kendi amelleri fayda verir” dememiş, aksine “İnsan ancak kendi yapıp ettikleri şeylere maliktir; bunun dışındaki amellerde hak sahibi değildir” demiştir. Bu sebeple, bir başkası kendi amelini bir insana bağışladığında bu bağış o insana fayda verir.”

***

Sonuç olarak, başta Haşr 59/10 ve İbrahim 14/41. ayetler olmak üzere Kur’an’daki birçok ayette müslümanların hem kendileri hem anne-babaları hem müminler ve hem de kendilerinden önce gelip geçen din kardeşleri için Allah’a dua ettikleri ve hatta bu minvalde dua etmeleri gerektiği bildirilir. Özellikle İbrahim 14/41. ayetteki, “Rabbimiz, beni, ana-babamı kıyamet günü mağfiret eyle” ifadesi çok dikkat çekicidir. Bize göre bu ayet Allah’tan af ve mağfiret talebiyle Kur’an okunmasının meşruiyetine dair en güçlü delillerden biridir. Kur’an okumak suretiyle Allah’tan talep edilen af ve mağfiretin karşılık bulup bulmayacağı biz kulların bilebileceği bir şey değildir. Konunun bu tarafı hukûkullahla ilgilidir. Kur’an tilavetinin sevap olarak ölüye ulaşacağı yönündeki görüş sonuçta engin ilâhî rahmete ilişkin bir ümit ve beklentinin yansımasıdır. Bu konuda başvurulan delil ise kıyastır. En’âm 6/12. ayette “Rahmeti kendine ilke edindi” ve A’râf 7/156. ayette “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” buyuran Cenâb-ı Hak mümin kullarına hitaben dualara icabet edeceğini de bildirdiğine göre O’na yönelik en güzel dua ve niyazların yine O’nun kelamıyla yapılması kuşkusuz daha uygundur. Bize kendi kelamında nasıl dua edeceğimizi öğreten Cenab-ı Hakk’ın dua ayetlerini okuduğumuz zaman O’nun nezdinde karşılık bulacağı umulur.

Tefsirden Küçük Bir Kesit


Bakara 2/2. ayette geçen “müttakîn” nitelemesi hem dinî terminolojide hem gündelik dilde “dinî emirler ve yasaklara riayet hususunda titizlik gösteren, samimi ve duyarlı dindar” anlamında kullanılan bir sıfat/isimdir. Fakat “müttakîn” lafzının medlulü bu ayette öncelikle mü’minler ve muvahhidlere karşılık gelir. Çünkü ayet ilk planda Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu vurgulamakla inkârcılar zümresine cevap verir mahiyettedir. Buna mukabil İslami gelenekte, özellikle tasavvuf kültüründe takvâ ve müttakî kelimeleri “derin dindarlık” denebilecek özel bir anlam kazanmıştır. Özellikle Medenî surelerdeki bazı ayetlerde, mesela Bakara 2/177 ve 189. ayetlerde takvâ ve müttakî kelimelerinin “gerçek dindarlık” ve “samimi dindar” manasına geldiği söylenebilir. Bu noktada “takvâ”nın inanç düzeyinde şirk ve küfürden sakınmayı, dinî-ahlâkî yaşantıda ise titiz ve samimi olmayı ifade ettiği tespitinde bulunmak mümkün olabilir. Dolayısıyla “takvâ” ve “müttakî” kelimelerine İslâmî gelenekte yüklenen hususi anlamın temelsiz olmadığı söylenebilir. Fakat özellikle Mekkî surelerde “mü’min” ile “müttakî”nin medlul yönünden birbirine muadil şekilde kullanıldığını da belirtmek gerekir. Medenî surelerde ise durum biraz değişmektedir. Bu yüzden, “müttakî” ile “mü’min” lafızlarının birbirinden farklı dindarlık tecrübelerini ifade edip etmediği meselesine açıklık kazandırmak gerekir.

***

Bize göre “müttakî” ile “mü’min” sıfatlarının özellikle Mekkî surelerdeki anlam ve kullanımları nezâir kabilinden, yani “cennet”in dâru’s-selâm, dâru’l-mukâme gibi farklı isimlerle anılması kabilindendir. Kaldı ki bazı ayetlerde, sözgelimi Sâffât 37/81, 111, 122, 132. ayetlerde Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Harun ve Hz. İlyas’tan tek tek söz edilir ve bu peygamberlerden her biri, “O bizim mü’min kullarımızdan idi” şeklindeki ifadeyle “mü’min” diye nitelendirilir. Peygamberlerden her biri “mü’min kul” diye anıldığına göre “mü’min” aynı zamanda “müttakî” demektir. Kaldı ki Bakara 2/180. ayette, ölüm vakti yaklaştığı zaman örfe (maruf) uygun şekilde anne-baba ve yakın akrabaya vasiyette bulunmanın müttakîler için bir vecibe olduğu bildirilir. Ayetteki “müttakîler için bir vecibedir” ifadesinin “vasiyet ortalama mü’minler için vecibe değildir” şeklinde bir anlam taşımadığı izahtan varestedir.

Müttakî lafzının Mekkî sureler ve ayetlerde çoğu zaman cennet vaadiyle birlikte zikredilmesi dikkat çekicidir. İlgili ayetler, Mekke döneminde şirkten sakınmak ve muvahhid olmak uğruna ödenen ağır bedellerin ancak cennet mükâfatıyla telafi edileceğini belirtir ve aynı zamanda tevhid davasına sadakat ve sebatkârlığa dair teşciî/teşvik mesajı içerir. Buna mukabil müttakî lafzının Medenî sureler ve ayetlerdeki kullanımları cennet vaadinden ziyade pratik hayatta dinî, ahlâkî ve insani duyarlılıklara davet mesajları içerir. Mesela, örfe/marufa uygun şekilde anne-babaya ve yakın akrabaya vasiyette bulunmak (Bakara 2/180), karşılıklı olmak şartıyla haram aylar ve savaş hukukuna riayet etmek (Bakara 2/194), boşanmış kadınlara örfe/marufa uygun şekilde bir tür nafaka olarak maddi destekte bulunmak (Bakara 2/241), ahde vefa göstermek (Âl-i İmran 3/76), hayırlı ameller işlemek (Âl-i İmrân 3/115), antlaşmaya sadakat göstermek (Tevbe 9/4), dürüst davranmak (Tevbe 9/7) gibi hususlarla ilgili emirler ve tavsiyelere uyan kimseler “müttakîn” diye nitelendirilir.

Öte yandan, “mü’minler” nitelemesi Medenî surelerde, “Ey iman edenler” mealindeki müvâcehe hitaplarının doğrudan muhatabı olan ilk müslüman toplumun geneline yönelik bir isim/isimlendirme olarak vaat ve mükâfattan ziyade, mükellefiyetler bağlamında zikredilir. Bu durum, Medine döneminde nazil olan surelerde “müttakî” nitelemesinin dinî ve ahlâkî duyarlılığa işaret meyanında kullanıldığı, dolayısıyla genel “mü’min” kategorisinden az çok farklı bir dindarlık kategorisine işarette bulunduğu yönünde bir tespit yapmamıza imkân tanıyabilir. Müttakî nitelemesinin Medine dönemine ait surelerdeki birçok ayette ahlak temelli dindarlığa atıfta bulunur şekilde kullanılması, bu dönemde müslüman toplumun ganimet gibi dünyevi nimetlere kavuşup rahatlaması, buna bağlı olarak Mekke dönemindeki sıkı dayanışma, fedakârlık ve diğerkâmlık ruhunun azalmaya başlaması ve aynı zamanda toplumsal yapıda birtakım ahlâkî sorunların ortaya çıkması gibi sosyolojik olgularla irtibatlandırılabilir. Enfâl suresinin ilk ayetlerine konu olan ganimet tartışması, Cuma suresinin son ayetine konu olan dünyevileşme sorunu, Hucûrat suresindeki birçok ayete konu olan fasıklık, iki mü’min grup arasında kavga ve çatışma, alaya alma, lakap takma, sû-i zan, gıybet, tecessüs (ayıp ve kusur arama) gibi sorunlar “müttakî/müttakîn” nitelemesinin Medenî sureler ve ayetlerde niçin ahlâkî ve insani duyarlılığa davet bağlamında kullanıldığı hakkında az çok fikir verir.

***

Diğer taraftan, Hucurât suresinin 13. ayetinde “Allah katında en değerliniz, daha takvalı olanınızdır” ifadesiyle Allah katındaki değer/kıymet ölçütünün dinî-ahlâkî duyarlılık olarak belirlenmesi ve surenin “ancak ve ancak” anlamındaki hasr edatıyla başlayan 15. ayetinde gerçek manada mü’minlerin, “Allah’a ve elçisine yürekten inanıp güvenen, inançlarında şüpheye mahal vermeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat eden kimseler var ya işte gerçek müminler onlardır. İşte onlardır iman hususunda özü-sözü bir olanlar!” diye tanımlanması, müslümanlık pratiğindeki gevşeklik sorununun daha nüzul döneminde baş gösterdiği, bu yüzden “takvâ” ve “müttakî” gibi lafızların “ihlaslı mü’min” manasına bu dönemde evrildiği yönündeki tespitimizi destekleyici karineler içerir. Sonuç olarak, İslâmî gelenekte “müttakî” kelimesine yüklenen “samimi dindar” manasının Medenî surelerde karşılık bulduğu söylenebilir. Kanaatimiz o ki bilhassa tasavvufî gelenekte “müttâkî” kelimesine çok özel anlamlar yüklenmesinde, tarihî süreçte ortaya çıkan sorunlu ve sakat müslüman tipolojisi önemli rol oynamıştır. Ehl-i Sünnet kelamında kabul gören “amel imandan cüz değildir” anlayışının da etkisiyle ahlakî/amelî açıdan gevşek müslümanlıkların yaygınlık kazanmasına bağlı olarak, sıkı ve samimi dindarlık ile mevsimlik ve alaca dindarlık arasında kategorik ayrıma gidilmesi, ayrıca geniş kitlelerce çok önemsenen fıkıh ve ilmihal dindarlığında formalizmin ağır basmasından dolayı “derin dindarlık” açığının kapatılmak istenmesi gibi saiklerle “takvâ” ve “müttakî” kelimeleri çok özel kavramsal içerikler kazanmıştır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Eylül 2018

Tefsir ve Popülizm


Tefsir hem Kur’an’ın anlam arkeolojisiyle ilgili bir ilim ve hem de bu alanda yürütülen ilmî faaliyetin adı olarak “popülizm” kavramıyla yan yana gelmesi mümkün olmayan bir şeydir. Keza tefsir alanında ortaya konulacak eser de popüler beklentilere hizmet edecek bir şey değildir. Fakat 20. yüzyılın başlarından itibaren gerek dinî düşüncede ıslah-tecdit söyleminin başını çeken çevreler, gerek Kur’an metninden modern bilim devşirme veya ayetlerden bilimsel keşif üretme faaliyetine girişen bazı kimseler ne yazık ki tefsir ilminin popüler bir ilgi alanına dönüşmesine büyük katkı vermişlerdir. Modern dönemdeki tefsir tarihi kitaplarında “ictimai tefsir” diye kategorize edilen yönelime göre tefsir, “tefsir” için değil “halk” içindir.

***

Bu görüş ve anlayışın iyi niyete dayandığında hiçbir şüphemiz yoksa da ortaya çıkardığı sonuçlar hem Kur’an’a ilgi duyan hemen herkesin tefsir alanında kendini salahiyet sahibi olarak görmesine hem de tefsirle ilgili eserlerde halk memnuniyetinin çok önemli bir amaç olarak gözetilmesine sebebiyet vermiştir. Buna benzer bir durum özellikle siyer ilminin de başına gelmiştir. Bereket versin ki kelam ve fıkıh gibi ilimler gerek konu gerek kavramsal içerik itibariyle özel ihtisas ve teknik bilgi birikimi gerektirdiğinden, bu iki ilim dalının popülizm furyasından etkilenme oranı tefsir ve siyer gibi ilimlere nispetle daha düşük düzeyde kalabilmiştir.

İşin gerçeği, tefsir metinleri günümüz okuyucusunun ortalama memnuniyet standartları dikkate alındığında, sıkıcı denebilecek türden metinlerdir. Çünkü tefsir her şeyden önce suyun kaynağındaki berraklığa ulaşmanın peşindedir. Bu yüzden de müfessir çoğu zaman bugünle değil, on beş asır ötesine uzanan bir geçmişle iç içe olmak mecburiyetindedir. Fakat dil, tarih ve rivayete dayalı bilgiler üzerinden herhangi bir ayetin nüzul ortamındaki ilk ve aslî manasını ortaya koymakla yetinme durumunda iki muhtemel sorun kendini gösterir. İlk sorun, günümüz okuyucusunun Kur’an’daki hemen her ayetin anlamıyla ilgili bilgisinin meallere dayanması ve bu meallerdeki anlam tercihlerinde de çoğunlukla geç dönemlere ait Sünnî tefsir edebiyatında genel kabul gören yorumların esas alınması sebebiyle nüzul ortamındaki ilk ve aslî mananın kuvvetle muhtemel olarak yadırganması, hatta bunun “icat çıkarmak” gibi algılanması sorunudur.

İkinci sorun, ayetlerdeki ilk ve aslî manaları aktarmakla yetinmenin Kur’an’ı kendi nüzul ortamına gömmek gibi değerlendirilecek olmasıdır. Bu yüzden, tefsir çalışmasında ilk olarak ayetlerin ilk ve özgün anlamlarının ortaya konulması amaçlanmalı, ardından geleneğin ürettiği yorumlar tartışılmalı, daha sonra da ilk anlam ekseni dikkate alınarak Kur’an’ın bugüne dair ne söylemek istediği meselesine odaklanılmalıdır. Bu üç aşamalı izah tarzı her bir ayetin tefsir ve te’vilinde uygulanabilir olmamakla birlikte çalışmanın geneli bu minvalde planlanmalıdır.

Popülizm meselesine dönersek, şahsi kanaatim odur ki tefsir çalışmasının her şeyden önce ilmî olmasına özen gösterilmeli, okuyucu memnuniyeti ön planda tutularak kısa ve kolay okunabilir bir metin üretilmesi yönünde çaba sarf edilmemelidir. Bu açıdan bakıldığında, tefsir çalışmamızın bir-iki ay içerisinde yayımlanacak ilk cildi okuyucuyla buluştuğunda birçok okuyucunun memnuniyetsizlik izhar edecek olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü hemen her ayetin tefsirinde okuyucunun karşısına çıkacak lügat, irab ve belâgat, kıraat gibi konularla ilgili teknik bilgiler ve tahliller hem sıkıcı hem de okuma açısından yorucu olarak değerlendirilebilir. Ancak tefsir diye anılan ve roman tadında okunan metinlerin tefsir hüviyetinde olmadıklarını da bu vesileyle not etmek gerekir.

***

Tefsir çalışmamız çok hacimli olduğu/olacağı gerekçesiyle de eleştirilecektir. Fakat bu yöndeki eleştiriler bizim fikrimizi değiştirmeyecektir. Fikrimiz şudur: Tefsir ne kadar geniş hacimli olmayı gerektiriyorsa o kadar hacimli olacak, eserin tümü belki 15-20 cildi bulacaktır. Dolayısıyla hacim konusunda da okuyucu memnuniyetine dayalı popüler hesaplar yapılmayacak, bu minvaldeki beklentiler dikkate alınmayacaktır. Hacmin genişlemesi tefsir çalışmasında gözetilen amaçlarla çok yakından irtibatlıdır. Mukaddimesinde de belirtileceği üzere bizim çalışmamızın üç temel amacı vardır. Birincisi, Kur’an’ın kendi nüzul ortamındaki ilk ve özgün anlamını ortaya çıkarmak; ikincisi, tefsir geleneğinde ayetlerin ne şekilde yorumlandığı ve hangi konularla irtibatlandırıldığı gibi meseleleri ele alıp eğer varsa ilk ve özgün anlamdan sapmalara işarette bulunmak ve bu arada söz konusu sapmaların sebep ve sonuçları üzerinde durmak; üçüncüsü ise Kur’an’ın tarih-üstü mesajını yakalamak ve bu mesajın günümüz dünyasıyla irtibatını kurmaktır. İşte bu üç farklı amaç kaçınılmaz olarak metin hacminin genişlemesine yol açmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Eylül 2018

Ey Pâdişah-ı Lem Yezel, Cana Cefa Kıl Ya Vefa…


Mutasavvıf şair İbrahim Tennûrî (ö. 887/1482) meşhur manzumelerinden birine, “Cana cefa kıl ya vefa, kahrın da hoş lütfun da hoş; ya dert gönder ya deva; kahrın da hoş lütfun da hoş…” mısralarıyla başlar. Bu manzume günümüzde ilahi olarak okunur. Ne yalan söyleyeyim, ben ilahi okumayı sevmediğim gibi dinlemekten de hoşlanmam. Ama benim ilahi sevip sevmemem bir kenara, Tennûrî’nin bu manzumesinin salt ilahi olarak icra edilmesi, gerçekten talihsizliktir. Çünkü bu manzume, her şeyden önce, hayat sahnesinde yaşadığımız iyi-kötü tecellileri nasıl anlamamız, kaderin cilveleri karşısında nasıl davranmamız gerektiği hususunda çok derin bir öğretinin veciz ifadesidir. Dolayısıyla bir ilahiye kurban edilmeyecek kadar önemli ve değerlidir.

Tennûrî, “Gelse celalinden cefa yahut cemalinden vefa, ikisi de cana safa; kahrın da hoş lütfun da hoş…” derken, bir taraftan Âmentü’deki “ve-bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî minellâhi teâlâ”ya gönderme yapmakta, bir taraftan da Allah’tan gelen lütfa gösterdiğimiz memnuniyet kadar yine O’ndan gelen kahrı da misafirperverlikle karşılamamız gerektiğini anlatmaktadır. Burada sergilenen tavır tam bir tevekkül, teslimiyet ve rıza tavrıdır. Bu tavır aynı zamanda Tennûrî’nin “Ey Pâdişah-ı Lem Yezel” diye hitap ettiği Cenâb-ı Hak ile hukukumuzun sadece “iyi gün dostluğu” üzerine kurulmaması gerektiğini de hatırlatır. Kaldı ki Allah bize bu âlemde dikensiz gül bahçesi vaadinde bulunmamış, bilakis hâl-i hayatımızda kimimizin payına az, kimimizin payına çok düşen birçok sıkıntıyla karşılaşacağımızı ve bu şekilde sınanmamızın kaçınılmaz olacağını beyan buyurmuştur.

Bu ilâhî beyanı içeren Bakara 2/155. ayetin başındaki “ve-leneblüvenneküm” lafzı “blv” (belâ) kökünden müştaktır. Bu kökteki temel anlam yıpratmak, hırpalamaktır. Belli ki hayatta yıpranmak ve hırpalanmak kaçınılmazdır. Hele de siz senaryosuz, oyunsuz, özellikle insani ilişkilerde maskesiz, hesapsız, ajandasız ya da kısacası saf ve düz yaşamaya çalışan bir insansanız, hayattaki yıpranma ve hırpalanma katsayınızın çok daha yüksek olması mutlak kaçınılmazdır. Hayat sahnesinde senaryosuz ve ajandasız dolaşan, senaryo yazıp kendi senaryosunu oynamayı pek başaramayan insanlar için bu hayat söz konusu ayetin sonundaki “ve-beşşiri’s-sâbirîn” ifadesinde de işaret edildiği üzere sabırla katlanılması gereken bir tecrübe olmak zorundadır. Tennûrî “Kahrın da hoş” derken, zannımca, hayatın katlanılası tarafına gönderme yapmaktadır.

Kanaatimce Âmentü’deki “ve-bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî” ifadesini “ve-bi’l-kaderi lütfihî ve kahrihî” diye anlayıp yorumlamakta beis olmasa gerektir. Şimdi Âmentü ve kader dedim diye birileri çıkıp, “Hocam, biz sizi Mu’tezilî meşrep bilirdik; meğer siz kadere inanıyormuşsunuz…” diyebilir. Evet, ben kadere inanan, hem de sıkı inanan biriyim. Her şeyden önce, bu âlemdeki iyilik (hayır) kadar kötülüğün de (şer) ontolojik temelinde ilahi iradeyi göremeyecek kadar kör biri değilim. Burada kaderin neliğine dair bir benzetme yapmak gerekirse, kader denen şey sizin menzile varmak için kullanmak zorunda olduğunuz tek yol güzergahıdır. İşte bu yol güzergahı, başta dünyaya gelip gelmeme meselesi olmak üzere ana babamız, milliyetimiz ve genetiğimiz hakkında hiçbir tercihte bulunmaksızın kendimizi bu dünyada bulmuş olmamızdır.

Bu noktada kader tarafından çepeçevre kuşatılmışızdır. Yani biz ister beğenelim ister beğenmeyelim, bu hayatta kat etmek zorunda olduğumuz yolun güzergahı bizden önce, bize sorulmadan belirlenmiş durumdadır. Bu belirlenmişlik içinde bize tanınan özgürlük imkânı yol güzergahındaki işaret levhalarını ve trafik kurallarını dikkate alarak araç kullanmaktır. Lakin yola çıktığınız an itibariyle kaza bela riski yine de hep vardır. Siz yolda ne kadar dikkatli olursanız olun, kurallara ne kadar uyarsanız uyun, kimi zaman başka birinin dikkatsizliği veya kurallara riayetsizliği ne yazık ki “geliyorum” demeden gelen bir kazaya sizi maruz bırakır. Çünkü kader yazılımında bu da vardır. Sonuçta yaşadığınız şey sizin kaderiniz ve/veya kazanızdır. Gerçi kader kelimesinin semantiğinde matematiksel hesap manası da vardır; ama bilindik anlamıyla kaderde matematik hesaplamaya yer yoktur. Zira hayat sahnesinde yaşadığımız kaderde iki kere ikinin herkes için dört ettiğine dair bir gerçeklik yoktur. Hâsılı, kimi arkadaşlar her ne kadar bizim Âmentü’deki “kader”i Mu’tezile kabristanlığına gömmeye çalışsalar da kader ve kazamız hep hayattadır ve anbean bizimle birlikte dolaşmaktadır. Vallâhu a’lem.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Ağustos 2018

İnsan Tabiatının Kötü Tarafına Dair


Kur’an’ın açık beyanına göre insan tabiatında iyilik kadar kötülük de verilidir, yani her ikisi de yaratılıştan gelir. Şems 91/7-8. ayetlerdeki “ve-nefsin ve-mâ sevvâhâ fe-elhemehâ fücûrahâ ve-takvâhâ” şeklindeki ifadeler belki de bunun en açık delilidir. Burada zikri geçen “nefs” kelimesi tasavvuf geleneğinde “şeytanın işbirlikçisi” olarak telakki edilen, hatta bazen “pisboğaz domuz”a, bazen “cadı”ya, bazen de “kişiyi/erkeği baştan çıkaran kadın”a benzetilen ve sonuçta süflî arzuların kaynağı olarak gösterilen lanetli bir varlık değil, bir bütün olarak insanın ta kendisidir. Bununla birlikte “insan” denen varlığın tabiat/fıtrat açısından kötülük (şer) ve günahkârlığa daha yatkın olduğunu söylemem gerekir. Kuşkusuz bu benim şahsî kanaatimdir. Çünkü ben insan söz konusu olduğunda “eşref-i mahlukat”çı değilimdir. Daha açıkçası Kur’an’ın beyanlarını az çok anlamaya başladığım zamandan beri işbu “eşref-i mahlukat” tabirinin aslında bir terane olduğu fikrine kailimdir.
 
H H H

Kur’an’ın gerçekte ne dediğini takvim yaprağının arka sayfasından okuyup öğrenenlere bu meyanda söyleyecek bir sözüm yok; fakat Kur’an bilgisine ve tefsir ilmine az çok hürmeti olanlara derim ki gerek altmış küsur ayette geçen “el-insan” kelimesi, gerek Tîn suresi 4. ayetteki “ehsan-i takvîm” tabiri, gerekse İsrâ suresi 70. ayetteki “ve-lekad kerremnâ benî âdem” ifadesi, daha yaratılış aşamasında peşinen bahşedilmiş bir “eşref-i mahlûkat, izzet, onur” payesine mi yoksa ehl-i küfür, nankör, şükürsüz insan tipolojisine mi işaret ediyor, buyrun biraz araştırın ve neticeyi kendiniz görün. Mesela, açın Kurtubî ve İbnü’l-Cevzî gibi müfessirlerin tefsirlerini ve bu ayetlerin ilk müslüman nesillerce nasıl anlaşıldığını bizzat kendiniz öğrenin.

Ben insanoğlunun tabiatı konusunda kötümser biriyim. Bu yüzden, “Kime iyilik ettiysen ondan sakın kendini” sözünü epeydir kulağıma küpe etmiş biriyim. Batılı bir filozof “İnsan Doğası Üzerine” adlı eserinde mealen şöyle der: Bizim sözde medeni dünyamız şövalyelerle, askerlerle, eğitimli insanlarla, avukatlarla, rahiplerle, filozoflarla, akademisyenlerle [not: bu benim eklememdir] ve daha bilmediğim daha başkalarıyla karşılaştığınız büyük bir maskeli balo gibidir. Bu insanların birçoğunun göründükleri gibi olmadıkları bir vakıadır. Aslında pek çoğunun suratında bir veya birkaç maske, onun arkasında da servet veya tazminat avcısı vardır… Kadınlar nispeten daha önemsiz görünen seçimler yaparlar ve genellikle derin sevgi, sadakat, uysallık, evcimenlik, hizmet ve mahcubiyet gibi maskeler takarlar. 

Malum, nice kadın ve erkek ömür boyu bir yastıkta kocamak üzere kendilerine mahrem bir dünya kurarlar ve hele de bu dünya dillere destan bir aşk üzerine kurulmuşsa, ilk zamanlar birbirlerine çok büyük sözler veren çiftler kendi özel dünyalarında tüm mahremiyetleri yaşar, sırlarını paylaşırlar. Ama yine bir gün gelir, eşler ve/veya birbirlerini sevenler arasında birtakım sorunlar baş gösterir; derken onca yıllık yaşanmışlığa ortak olan bu insanlar birbirlerine karşı içten pazarlıklı hesaplar yapmaya, en az birkaç hamle sonrasını öngören hesap görme satrancını kurmaya başlarlar. Bu durum kimi zaman sözüm ona derin muhabbet ve sadakatin “artık bitti, tükendi” gibi ifadelerle noktalanması şeklinde son bulur ve bu safhanın akabinde geçmişteki sözde büyük sevginin yerine çok kere nefret ve hınç ikame olunur. Kimi zaman da sorunlar zaman içerisinde bir şekilde bertaraf olur, ardından sanki hiçbir kötü şey yaşanmamışçasına, “Nerde kalmıştık?” der gibi tekrardan yola revan olunur. Fakat ne tuhaftır ki bütün bu kir ve kirliliğe rağmen yine sevgiden, sadakatten ve eski zamanların güzelliklerini tekrar yaşamaktan dem vurulur. Hâlbuki bazen küçük bir sorunda dahi birbirlerini kırıp dökmek veya alabildiğine hırpalayıp bîtap düşürmek üzere konuşlanan eşler ve sevgililerin onca kirli hesap kitaptan ve birbirlerini alabildiğine yıpratmışlıktan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devamdan söz etmeleri insan tabiatındaki baskın çiğlik ve çirkinliğin tipik göstergelerinden biridir. 

***

Buna benzer çiğlikler yıllar boyu büyük emek verdiğiniz, tüm birikiminizi kendisinden esirgemediğiniz insanların birtakım ümit ve beklentileri vaktiyle hesaplanan zaman ve zeminde karşılanmadığında da kendini gösterir. Yine bu tür çiğlikler ve çirkinlikler kimi zaman da saygısızlık, hoyratlık ve nobranlık şeklinde gerçekleşir. Hâsılı, insan denen varlık ham ve pişmemiş hâliyle sanki vahşi bir hayvan gibidir. Bencillik ise insan tabiatındaki kötülüğün kubbesini ayakta tutan fil ayağı sütun/kolon gibidir. İnsan tabiatı muazzam bir hodbinlikle bezelidir. Nitekim Meâric 70/19. ayetteki “innel insâne hulika helûâ” ifadesindeki geniş semantik de insan tabiatıyla ilgili olarak açgözlülük, sabırsızlık ve hodkâmlık gibi birçok kötü vasfı içerir. Fıtrat ve tabiatımıza kodlanmış bencilliğin yanı sıra pek çok insanın iç dünyası tıpkı bir yılanın dişinde depolanmış zehir gibi nefret, öfke, kin ve haset de içerir. Bütün bunlar zehirlerini akıtmak ve sonra da tıpkı zincirinden boşanmış şeytan gibi dört bir yandan saldırmak için sadece bir fırsat bekler haldedir.

İşte bu yüzden riyakârlık, yalancılık, düzenbazlık, hilekarlık, sahtekârlığın üzerine örtülen örtüyü kaldırıp atmak, dünyada hakiki sevgi, sadakat, vefa ve dürüstlükten ne kadar az kaldığını ve zahirde sevgi, sadakat gibi görünen birçok davranışın ardında birçok ahlaksızlık ve günahkârlığın sinsice pusuda bekler vaziyette olduğunu ortaya koymak, adiliğin bini bir para denebilecek bu devr-i âlemde neredeyse imkânsız bir iştir. Belki sadece bundan dolayıdır ki iç dünyalarında iyiliği kötülüğe baskın kılmaya çalışan pek çok insan kendilerine dört ayaklı dostlar edinmişlerdir. Bitmek tükenmek bilmez riyakârlıklar, yalakalıklar, sahtekârlıklar ve düzenbazlıkların adeta kol gezdiği bu dünyada halis muhabbet, sadakat ve vefadan artık büyük ölçüde ümit kesmiş insanlar için hayata iyimser bir nazarla bakmak hakikaten çok zor olsa gerektir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Ağustos 2018 

Darda Kaldım Diye Umutsuz Olma, Yok İken Dünyayı Var Eden Vardır...


Çok değerli hekim arkadaşım Doç. Dr. Fatih Yavuz geçen gün beni ziyarete geldiğinde “Hocam, şu kitabı oku, iyi gelir” diye bir kitap hediye etti. Kitap Russ Harris’in Gerçeğin Tokadı adlı eseri. Ne yalan söyleyeyim, eserin bazı bölümleri oldukça yavan görünmekte, diğer bazı bölümleri ise bana, “İşte budur benim de öteden beri zihnimde dolanıp durduğu halde bir türlü dile döküp anlatamadığım, ama anlatıp birileriyle paylaştığımda az çok ferahlık bulacağımı sandığım şey” dedirtecek türden psikolojik tahliller içermekte… Kitapla ilgili kısa değerlendirme notlarının birindeki şu pasajın özelikle “acıya değer katma” ifadesi çok manidardır: “Gerçek er ya da geç size bir tokat indirecektir. Birinin ölümü, hastalık, ihanet ya da başka talihsizlikler hiç beklenmedik bir anda gelip sizi temelden sarsacaktır… Kendinize şefkatli ve farkındalıkla muamele etmek için vakit ayırmak belki acınızı yok etmeyecek; ancak bu acıya değer katacaktır.”

Todd B. Kashdan, “Biz ne yapmaya çalışırsak çalışalım acı ve ıstırap kaçınılmaz bir şekilde hayatımızın içine sızmayı başarır ve bu acıyla başa çıkma kapasitesi, tatmin (itmi’nan) elde etmek için elzem bir unsurdur” der. Biz bütün gayretimizle acı ve ıstırabın hayatımıza sızmaması için didinsek de o mutlaka bir yolunu bulup hayatımızın belki de “yumuşak karnı” denebilecek bir yerinden sızmayı başarır. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in ifadesiyle “acıyı bal eyledik” demek hayli abartılıdır; fakat “acıya değer katmak” ya da acının pişirme vasfı sayesinde hamlıklarımız ve nobranlıklarımızı az çok yontup daha bir insana benzer insan olmak da her zaman mümkündür. Kanaatimce, acı ve ıstıraptan sürekli müşteki olup sızlanmak yerine, çektiğimiz acıyı olgunlaşma imkânına dönüştürmek ve bu tecrübeden hem insani hem ahlâkî bir değer üretmek lazımdır.

***

Acı ve ıstırap çoğu zaman gerçeğin tokadını yediğimizde hissedilen bir hâldir. Hepimiz hayatın farklı dönemlerinde bu tokatlardan çokça yemişizdir. Gerçeğin tokadı pek çok farklı şekilde kendini gösterir. Bazen öylesine şiddetlidir ki çok sağlam bir yumruğa benzer. Sevdiğimiz bir insanın ölümü, ağır bir hastalık, anormal bir kaza, özürlü bir çocuk, ihanet, yangın, sel veya başka bir afet, yumrukla eşdeğer tokatlar kabilindendir. Gerçeğin tokadı bazen daha hafif olabilir. Çok sevdiğimiz bir insandan gitgide koptuğumuz zamanlardaki keskin yalnızlık hâli, gerçekten hak etmediğimizi düşündüğümüz çok kötü bir muameleye maruz kaldığımızda hissettiğimiz gücenme ve içerlenme hissi, aynadaki yansımamızı görüp de gördüğümüzden hiç hoşlanmadığımız zaman yaşadığımız o kısa ve keskin şok tecrübesi yahut da hayal kırıklığı, dışlanma, aforoza maruz kalma gibi durumlarda hissedilen ve bıçak darbesi gibi acı veren duygular görece hafif tokatlar cinsindendir.

Tokat kimi zaman da geçmişin bir parçası olarak kendini gösterir. Bu tokat gelip geçici, kısa ve çok keyifsiz bir uyanma hâli gibidir. Sonuçta yalın gerçeğin tokadı nereden, ne şekilde ve hangi şiddette gelirse gelsin, acılı ve yürek yakıcı bir şeydir. Tokat suratımızda patlar patlamaz, bizi uykumuzdan uyandırır ve işte o zaman “beklenti açığı” denen bir başka acı veren durumla karşı karşıya kalınır. Çünkü artık bir tarafta yaşadığımız gerçeklik vardır, diğer tarafta onca zamandır arzu duyup beklentiler oluşturduğumuz gerçeklik vardır. Bu iki gerçeklik arasındaki açık ne kadar fazla olursa, ortaya çıkan hissiyat da o kadar acılı olur. Tokadın verdiği acı genellikle kısa sürede aşılır; ama beklenti açığının az çok kapanması aylar, yıllar, hatta belki on yıllar alır.

Peki, beklenti açığımız hiç kapanmazsa ne yaparız? Mesela, annemiz, babamız veya çok sevdiğimiz bir insan öldüğünde biz bununla nasıl başa çıkarız? Yahut beklenti açığımızı kapatma imkânına sahip olsak dahi bu çok uzun bir süre alacaksa biz bu süreyi en az hasarla nasıl aşarız? Bu konuda az çok işe yarar bir fikir beyan etmeden önce, bu dünyadan gelip geçen hiçbir insanın her istediğine sahip olmadığını hatırlatmakta fayda vardır. Şu gezegende bize takdir edilen hayat süresince hepimiz hayal kırıklığından hüsrana, başarısızlıktan reddedilme ve dışlanmaya, binbir çeşit hastalıktan ciddi şekilde sakatlanmaya ve nihayet günün birinde ölümü tatmaya mahkûmuz. Çünkü her birimiz fani oğlu fani bir kuluz. Üstelik Kur’an’da (En’âm 6/94) -her ne kadar konu bağlamı ve vurgusu farklı olsa da- bildirildiği üzere bu dünyaya gelirken de yalnızdık, buradan göçüp giderken de yapayalnız olacağız. Dolayısıyla biz aynı zamanda yalnız oğlu yalnızız.

***

Sonuç olarak, beklenti açıklarıyla başa çıkmanın belki de en tekin yolu, iç dünyamızda rızaya dayalı şekilde oluşturacağımız itmi’nan, yani içsel tatmin duygusudur. İtmi’nan duygusu, gerçeğin tokadının bizde yarattığı büyük şoklar yüzünden beklenti açıklarımız bir türlü kapanmayıp sözde büyük hayallerimiz gerçekleşmediğinde ve hayat bize zalimce muamele ettiğinde dahi iç huzuruna erişebilmektir. Bu huzura erişmek için de “Allah bes, baki heves” deyip sırf Allah’a güvenip dayanmak, O’ndan başka hiçbir varlığa bel bağlamamak gerekir. Çünkü Mevlâ velî, Mevlâ vekîl, Mevlâ kerîmdir. Rahmetli Neşet Ertaş Usta’nın “Sabreyle Gönül” adlı mistik türküsünde o muhteşem edayla söylediği gibi, “Sabreyle gönül, sabırsız olma; cümleyi gönüle hey dost yâr eden vardır; darda kaldım diye diye umutsuz olma; yoğ/yok iken dünyayı var eden vardır…”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk -  13 Ağustos 2018

Mola İzni Çıkmadı, Yazmaya Devam...


Beş-altı gün önce Yavuz Selim kardeşime WhatsApp’tan bir mesaj gönderip sağlık sorunlarım nedeniyle Karar’daki yazılarıma bir süre mola/ara vereceğimi bildirmiş ve şahsım adına açıldığı halde bugüne kadar hiç kullanmadığım Twitter ve Facebook hesaplarından bunu paylaşmasını istemiştim. Sağ olsun, Yavuz kardeşim her zamanki gibi o mesajı paylaşıverdi. Söz konusu mesajı yazma gerekçem, sağlık sıkıntılarımdan dolayı kendimi hâlsiz ve mecalsiz hissetmemdi. Fakat özellikle Karar’daki tüm dostlar ve arkadaşlar benim bu kararımın isabetli olmadığını, bilakis yazmaya devam ettiğim takdirde moral ve motivasyonumun canlanacağı hususunda beni hem teşcii hem ikna ettiler. Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi de ettiler. Çünkü bu aralar beynimin çevrimiçi evreninde dolaşıp dururken imâl-i fikirde bulunmak, okumak, yazmak gibi zihnî faaliyetlerin beni yorduğunu hissetmekteydim. Bununla birlikte kendi zihin kabuğuma çekilip dış dünyadan giderek uzaklaşmanın sağlıklı bir gidişat olmadığının da bilincindeydim. Fakat şu an itibariyle okuma ve yazmanın hem ferahlık ve rahatlık hem de moral ve motivasyon kaynağı olduğuna kanaat getirdiğimi itiraf etmeliyim. Böyle bir kanaate varmamda bana destek olan tüm arkadaşlara ve özellikle Karar gazetemizdeki can dostlara yürekten teşekkürü borç biliyorum.

***

Bütün bunlara rağmen dünyaya ve hayata karşı pesimist (kötümser, karamsar) tavrım ve algımdan çok fazla ödün vermediğimi de belirtmeliyim. Çünkü bugüne değin hayatta kayda değer denebilecek her ne yaşadıysam hemen hepsini adeta ziplenmiş sevinç, mutluluk, hüzün, keder, gücenme duygularıyla yaşayan bir mizaca sahip olmam ve hayatımın çok büyük bir kısmında sevinç ve mutluluktan çok daha fazla hüzünle hemdem olmam, melankolik ve pesimistik bir dünya-hayat algısına râm olmama sebebiyet verdi. Melankoli sebebiyle hem yalnızlıktan duyulan mutluluk hem de insanların içine karışamamanın verdiği huzursuzluk… Hep uzak geçmişteki birkaç güzel anının etrafında dolanıp durmak ve hatta o anıları tıpkı derin bir nefes gibi içime çekip hiç geri solumadan yaşamayı arzulamak… Yani hep çocukluk çağlarında kalmayı arzulamak ve şimdiki zamanın ruhundan hiç hoşlanmamak…

Malum, bazı insanların hayatları büyük ölçüde sağlık, refah ve rahat içinde geçer. Bazı insanların ömür sermayeleri ise Ziya Paşa’nın, “Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez; bârân yerine dürr ü güher yağsa semadan” mısralarında anlatılmak istenen bahtsızlıktan farksız şekilde yaşanır ve biter. Bârân-ı belâ kimi zaman topyekûn halde hücum edip karabasan (uyku felci) gibi üstünüze çöker ve sizi adeta kötürüm eder… Yakın geçmişte birçok insandan, özellikle de birtakım dinî gruplar ve şahıslardan gördüğüm itham, iftira, tezyif, tekfir gibi olmadık işler ve zulümler ruhumu büsbütün ezdi. Belki de ben gerçekten kötü bir insan olduğum için bütün bunları hak etmişimdir yahut kimbilir belki de hayat imtihanımın biraz ağır geçmesi takdir edilmiştir. Ben bu gaybî işlerin künhüne akıl erdiremem; gerçekte kimin neyi hak ettiğini ancak Allah bilir.

***

Kehf suresinde geçen meşhur kıssaya göre Hızır’ın gemiyi delmesi, günümüz Türkiye’sindeki birtakım dinî gruplar ve şahısların bize yönelik hayınlıklarını hatırlatır tarzda muamele gördükleri bir beldedeki yıkılmak üzere olan bir duvarı onarması gibi, ilk nazarda kötü görünen bugünkü yılgınlık hâlim -valllâhu a’lem- yarın bir gün ilahi feyiz, bereket ve hayırlara vesile olabilir ama belki hiçbir hayra da vesile olmayabilir. Bugünkü kötü durum ileriki zamanlarda hayırlar ve inşirahlara vesile olmadığı takdirde, mümin ve müslüman kişiye yaraşır tutum, bu durumu dünyadaki hayatın cilvesi sayıp sabra sarılmak, yani isyana savrulmadan mütevekkil olmak lazım geldiğine hamletmektir. Çünkü müslüman insanın iman ve teslimiyet sınavı/kıvamı bu gibi kritik eşiklerde kendini gösterir. İnsanoğlunun dünyadaki ahlâkîlik ve erdemlilik sınavında zor eşikler turnusol kâğıdı gibidir. Bu noktada, “Hızır-Musa” kıssasını bizim camianın, “Hızır idi, İlyas idi” tarzındaki çocuksu anlama ve yorumlama tarzının aksine, “Hayatta olup biten her şeyin künhüne vukûf söz konusu olduğunda, insan aklı ve idraki buna kifayet etmez. Neyin iyi neyin kötü, neyin hayır neyin şer olduğunu ancak Allah bilir ve pek çok neticeyi de idrak edebildiğimiz kadarıyla mürûr-i zaman gösterir” gibi derin bir mesajla anlayıp yorumlamak daha isabetli olsa gerektir. Nitekim bu kıssayı iç dünyamda hep bu minvalde anlayıp yorumlamış, dolayısıyla kıssanın gerçekten yaşanmış bir tarihî hadise olup olmadığı meselesiyle pek alakadar olmamışımdır.

***

Hâsıl-ı kelam, şu veya bu kimse veya sözde herhangi dinî grup beni hayli hırpaladı diye hem rabbime hem sevenlerime söz verdiğim tefsir çalışmamdan asla vazgeçmeyeceğime, aklımın erdiği ve bilgimin yettiği nispette, elimden gelen en güzel şekliyle bu çalışmamı -şayet Allah izin verir, ömür vefa ederse- tamamına erdireceğime dair söz veriyorum. Aynı şekilde KURAMER bünyesinde değerli hocalarımızla yürüttüğümüz uzun soluklu ilmî projelere de tüm gücümle katkıda bulunacağımı taahhüt ediyorum. Çünkü bu ilmî çalışmaları hayatla bağımı muhafaza eden en sağlam bağ olarak görüyorum. Ayrıca içinden geçtiğim şu zor zamanlarda sağlık sıkıntılarımı kendime bahane kılıp bu çok kıymetli hayat bağım ve tutamağımdan vazgeçmek gibi bir hakkımın bulunmadığını, böyle bir sorumsuz davranışın hem Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık, hem ilme sadakatsizlik, hem de tefsir çalışmamızı bekleyen ve bizi hasbî olarak seven onca yârenimize büyük bir vefasızlık olduğuna inanıyorum. Bu sebeple, ilim yolundan ayrılmama konusunda namus ve şeref sözü veriyorum. Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Ağustos 2018

Rabbi innî limâ enzelte ileyye min hayrin fakîr(un)


Yazının başlığındaki ayeti (Kasas 28/24) her ne zaman okusam hayatımın zor zamanlarında yaşadığım hüzünler ve çaresizlik halleri gelir aklıma. Bu ayetin arka planını oluşturan kıssaya göre Hz. Musa, Mısır’da kendisini öldürmek üzere birtakım planlar yapıldığı haberini alır ve bunun üzerine oradan kaçıp uzun bir yolculuktan sonra Medyen’e varır. Medyen suyunda Hz. Şuayb’ın veya Yetrûn (Hz. Şuayb’ın kardeşinin oğlu?) adlı kişinin iki kızına ait hayvanları suvardıktan sonra gölgelik bir yere çekilir. Ardından nâçâr (çaresiz) bir halde, “Rabbim! Bana lütfedeceğin hayra (iyilik, nimet, ihsan) öyle muhtacım ki…” (Kasas 28/24) diye yakarır. Hz. Musa’nın bu yakarışından sonraki ayetler okunduğunda Allah’ın onu nâçâr halden nasıl kurtardığına şahit olunur.

Kur’an’daki birçok ayette, çaresiz hâle düştüklerinde tüm içtenlikleriyle yana yakıla Allah’a yalvaran, fakat selamete erdiklerinde nankörlük mesleklerine kaldıkları yerden devam etmeyi marifet sanan nankör/kâfir tipolojisinden de birçok örnek sunulur. Bu tür kaypaklıklar (döneklikler) ne yazık ki birçoğumuzun hayatında da az çok mevcuttur. Çaresizlik içinde kıvrandığımız zamanlarda “medet” diye Allah’a yalvarıp yakarırız; fakat “Düzlüğe çıktık” diye düşünmeye başladığımız an itibariyle Allah’a yönelik dua ve niyaz hukukumuzu yeni bir çaresizliğe duçar olana dek rafa kaldırırız. Bu sebeple, en azından bir kısmımızın Allah’la basbayağı çıkarcılık ve kaypaklık üzerine ilişki kurduğu gerçeğini itiraf etmek durumundayız. Kaldı ki pek çoğumuzun ibadet anlayışı ve tarzı ırgatbaşı ile ırgat ilişkisinden hallicedir. Kader meselesindeki algımız ve tavrımız ise basbayağı ahlaksızlık üzerine inşa edilmiş gibidir. Zira işler yolunda gittiği sürece hemen hiç birimizin aklına kader, kaza, alın yazısı gibi şeyler gelmez; fakat ne zaman ki körün taşı gibi bir bela ve musibetle karşılaşırız, işte o zaman kader ve kaza ile didişmeye başlar, hatta “kahpe felek” diye başlayan kinayeli ifadelerle kadere sövüp sayarız.

Hâlbuki gerçek iman sahibi mümin ve müslümana yaraşır tutum, her hâlükârda Allah’la ilişkisini tam bir güven, teslimiyet ve rıza üstüne kurmak ve her ne olursa olsun Allah’a karşı minnettarlık borcunu asla unutmamak olmalıdır. Keza başladığı her işin başında da sonunda da Allah’ı mutlaka hatırda tutması, yani hangi işe başlayacak veya hangi işe nokta koyacaksa o işin mutlaka “Allah”lı olması gerektiğine yürekten inanmasıdır. Ben bir mümin olarak Allah’la ilişkimi birçok kelam ekolünün imanla özdeş saydığı kalple tasdik veya salt dille ikrar veyahut marifet (bilgi) gibi teknik kavramlar üzerinden değil, tam bir itimat ve güven duygusu içinde kurmaya azmetmiş biriyim. Bu yüzden, hayatımda neyi bitirmem gerektiğine kanaat getirmişsem, öncelikle Allah’a yönelir, bu konuda benim için hayırlı olan neyse onu müyesser kılması için niyaz ederim. Allah’a karşı özüm doğru, dua ve niyazım samimi olduğu takdirde O’nun bana en doğru istikameti göstereceğinden eminim. Bu arada “İç sesini dinle” gibi sözlerden de oldum olası hiç hazzetmem, üstelik bu sese pek güvenmem. Çünkü çiğ süt emmiş bir varlık olan insanoğlunun kendi şeytanını kendi içinde taşıdığından, “iç ses” denilen şeye şeytanın hemen her fırsatta “vesvese” paraziti karıştırdığından endişe ederim.

***

İnsanın inişli çıkışlı hayatında artık bu işin burada bitmesi gerek diye düşünüp karar verdiği zamanlar olur. Söz konusu iş, aile, dost, yâr, yaren ilişkileriyle ilgili olabileceği gibi birtakım alışkanlıklar, bağlılıklar, bağımlılıklarla da ilgili olabilir. Kritik konularda bir işin veya ilişkinin bitmesi söz konusu olduğunda karar vermek hakikaten çok zordur. Bu gibi durumlarda sık sık gel-gitler yaşanır; bu yüzden de aklımız ve duygumuz adeta şapşallaşır. Yine bu gibi hallerde beyin, zihin, iç ses denen şeyler insana olmadık oyunlar oynar. İşte o zaman insan kendi beynine ve zihnine mutlak surette ihtiraz kaydı koymalı ve behemehâl Allah’a münacatta bulunup O’na sığınmalıdır. Bu arada duygusal motivasyonların ayartıcı ve kışkırtıcı ilcaatı karşısında da çok sağlam ve sıkı durmalıdır.

Hülasa, insan hayatındaki her karar mutlaka “Allah”lı ve münacatla olmalıdır. Ancak münacatın (dua ve niyaz) Allah katında az çok bir anlam ve değer kazanması için belli bir mezhebi itikattan (amentü) ziyade dipdiri ve dinamik bir iman lazımdır. Meşhur sahâbî Muâz b. Cebel’in bir mümin kardeşine, “iclis binâ nü’minü sâaten” (Hele otur da bir süre imanlaşalım” şeklindeki sözü bu noktada çok manidardır. Bu hadisteki “İmanlaşalım” sözü ister “Allah’ı zikredelim”, ister “İmanımızı tazeleyelim, “İster imanımızı artıralım” anlamına gelsin, sonuçta her işin başının ve sonunun imana, yani Allah’a güven duygusuna dayanması gerektiğini gösterir. Nitekim vakti zamanında Hz. Eyyûb de tıpkı Hz. Musa’nın nâçâr halde dua etmesi gibi, “Rabbim! Bu dert/hastalık beni perişan etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin; [bana şifa ver]” (Enbiya 21/83) diye yakarmış, Mevlâ da onun bu duasına icabet edip dertlerine deva, hastalığına şifa ihsan etmiştir. Hz. İbrahim ise “O’dur beni yaratan, O’dur bana doğru yolu gösteren. O’dur beni yedirip-içiren. Derde düştüğüm zaman O’dur bana şifa veren. Canımı alacak ve günü gelince beni tekrar hayata kavuşturacak olan da O’dur. Hesap günü hata ve kusurlarımı bağışlamasını umduğum da yine O’dur” (Şuarâ 26/78-82) demiş ve bu sözüyle hem kendi varlığının hem de tüm hayatının baştan sona “Allah”lı ve “Allah”la birlikte olduğunu beyan etmiştir. Allah bes, bâkî heves…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ağustos 2018

Ölümün Yüzü Her Zaman Soğuk Mudur?


Ölümün yüzü soğuktur denir; evet, hepimizin bildiği iyi kötü, acı tatlı hayat macerasında ölüm insanoğlu için genellikle soğuk yüzlü görünür. Fakat bu mutlak değil, izafi bir görüntüdür. Zira “hayatta yarım kalan çok işimiz, nice emelimiz ve hedefimiz var” diyen hemen her insanın “Ölüm soğuk yüzlü de olsa bizim varoluş gerçeğimizdir” demek şöyle dursun, onu nefretle anıp varlığından neredeyse tiksindiklerini hisseder gibiyim. Ama nice insanlar da var ki hayattan kendi payına düşen şeylerin neredeyse tamamı gam, keder, çile, hastalık, ihanet ve hıyanetten ibarettir. İşte bunlar için ölüm sanki “bir an önce bu gam yükünden kurtulsak da huzura ersek” gibi çok samimi bir dileğin tahakkuk ve tecelli hâlidir. İşte böyle bir durumda ölümün yüzü güzel olmasa dahi en azından çirkin görünmeyeceği de kesindir. Hayat bazen öyle bir hâl alır ki insanın yaşamaktan ziyade güle oynaya ölüme koşası gelir. Şayet hayattan payınıza düşen her neyse alacağınızı aldığınıza kani olduğunuz, kendinizi artık çok yorulmuş, yıpranmış, hırpalanmış ve usanmış hissetmeye başladığınız, bu arada sizi az çok hayata bağlayan aileniz, dostlarınız ve sevenlerinizin öz çıkar ve ümit hesaplarındaki cari açıkları size fatura edip belinizi çatırdatan yük gibi sırtınıza binmeleri söz konusu olduğunda, hayatı büsbütün kahır olarak algılarsanız. İşte o zaman bedeninizi dokuz tahta altına yatırtıp onca yıllık yorgunluğunuzu toprağa emdirme umuduna bağlanırsınız.

***

XIX. yüzyıl Batı felsefesinde hayat, ölüm, intihar ve kötümserliğe dair en dokunaklı metinleri yazan Schopenhauer Fransız filozof Voltaire’den şu cümleleri aktarır: “Yaşamdan hoşlanırız, ama gelgelelim hiçliğin de iyi yönleri vardır… Sonsuz yaşamın ne olduğunu bilmiyorum, ama bu mevcut yaşam kötü bir şakadır… Hayata ve yaşamaya bu sınırsız bağlılık bilgiden ve düşünümden ortaya çıkmış olamaz. Aksine bu bağlılık bilgiye ve düşünüme aptalca görünür, çünkü yaşamın nesnel değeri pek belirsizdir ve en azından varoluşun var olmamaya tercih edilmesi gerektiği kuşkuludur. Aslında eğer deneyim ve düşünüme söz hakkı verilseydi var olmama kesinlikle kazanırdı. Mezar taşlarının üstünü tıklatsak ve ölülere yeniden doğmayı isteyip istemediklerini sorsak, muhtemelen başlarını iki yana sallarlardı.

“Her zaman kolay ölmeyi umdum” diyen Schopenhauer özel günlüğünde ölümle ilgili olarak, “tüm hayatlarını yalnızlık içinde yaşamışlar, bu münzevilik hakkında diğerlerinden daha iyi hüküm verecektir. İki ayaklı insanları zaafa uğratılmış kapasitelerine göre hesap edilmiş saçmalığın ve budalalığın ortasında sönüp gitmektense, doğuştan bana ziyadesiyle bahşedilenlerin gerektirdiği görevimi yerine getirmenin bilincinde olmanın verdiği kıvançla, başladığım yere döneceğim” demiş ve evine dönmüştür. Yaşamın sürdürülmesi için mutlaka arzularımızın tatmin edilmesi gereklidir ve tatmin gerçekleştiğinde bundan duyulan mutluluk kısa süreli olmalıdır ve belli bir süre sonra tümüyle anlamını ve etkisini yitirmelidir ki yeniden yaşamımızı sürdürmemize imkân sağlayacak yeni bir arzu kendini gösterebilsin. Bunu düzenli olarak acıkmamıza benzetebiliriz. Yediğimiz yemek ne kadar lezzetli de olsa, karnımızı ne kadar doyursa da, belli bir süre sonra yeniden acıkırız ve önceki yemeğin güzelliği ya da verdiği tatmin ve tokluk tümüyle kaybolmaya mahkûmdur. Bu bağlamda sürekli bir gayret, çaba ve didinme hâli olarak tanımlayabileceğimiz hayat gerçekten kötü bir şaka olarak görünür; ama tüm şakaların sonu gelir ve bu “kötü şaka”nın da er ya da geç sonu gelecektir ve kötü bir şakanın bitmesi belki de onun en iyi yanıdır.

Schopenhauer, “şayet insanların bütün arzuları, dilekleri daha doğar doğmaz yerine getirilmiş olsaydı, insanlar neyle doldururlardı hayatlarını ve neyle geçirirlerdi zamanlarını” diye sorar ve bu soruyu şöyle cevaplar: Ya can sıkıntısından ölürler ya kendilerini asarlar ya da olmadı birbirlerine düşer, kavga dövüş birbirlerini boğup öldürürler ve böylece kendilerini hâl-i hazırdaki ıstıraplarından daha büyük bir acı ve ıstıraba uğratırlardı… Demek ki insan varlığının özünde sıkıntı ve ıstırapla birlikte yaşaması bir nevi zorunluluktur. Tüm isteklerini gerçekleştirmiş, arzularını tatmin etmiş, aradığı her tür mutluluğa erişmiş bir insan düşünsek bile hayat bunun bedelini o insana can sıkıntısıyla ödetir. Mutsuzlukla başı dertte olmayan insan, çabalayacak herhangi bir hedefi kalmayacağı için, bu sefer can sıkıntısıyla karşılaşır ve bu da onun yeni baş belası olur.
***
Esasında Monteigne’in dediği gibi bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ahmaklık olsa gerekir. Nasıl ki doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyleyse yüz yıl daha yaşamayacağız diye sızlanmak, yüz yıl önce yaşamadığımıza hayıflanmak kadar ahmakça bir şeydir. Biz bu hayata gelirken ağladık, hayat içerisinde sayısız acı ve kederler yaşadık; o halde başımıza bir kez gelecek ölüm hiç de büyük bir dert değildir. Bir anda olup bitecek bir şey için bütün bir ömür boyu korku belasıyla yaşamak akıl kârı olmasa gerektir. Hayat artık mademki işinize pek yaramıyor, sizi mutlu kılmaktan ziyade yıpratıp hırpalıyor, o halde böyle bir hayatı kaybetmekten ne diye ürküp korkalım ki? Bu minvalde beş on yıl daha fazla yaşayınca ne olacak ki? Niçin hayat sofrasından karnı doymuş bir misafir gibi kalkıp gitmeyelim ki? Niçin onca yaşanmış zamana bir kez daha dert, tasa, hastalık içinde yaşanacak, yine beyhude uğraşlarla geçip gidecek başka günler, aylar, yıllar eklemek isteyelim ki? 

Kanımca, hayattan alacağımızı az çok aldığımıza kani isek, hemen her gün bedenin bir yerinden patlak veren yeni bir hastalıktan dolayı bezgin/bitkin hale gelmişsek, artık “Ya Rab! Hüsn-i hâtimeyle bendeki/bizdeki emanetini al” diye dua ve niyaz vakti gelmiş demektir ki bu safhada en güzel şey Allah’ın izniyle bu âlemden güle oynaya çekip gitmektir. Ama ardımızda bedduadan ziyade duayla anılacak bir sicil bırakmak da son derece önemlidir. Aksi halde, ölüm sonrası korkunç bir gerçeklikle yüzleşmek mukadder olabilir. Cenâb-ı Hak hepimize af ve mağfiretiyle muamele etsin, rahmetini bizden esirgemesin. Yüce Mevla kerimdir. Biz müminlere düşen, ilahi rahmet ve mağfiretten asla ümit kesmemektir.