Mülâkat | Millet Kendi Kaderine Sahip Çıktı

Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Ortaöğretim Genel Müdürlüğü e-bülteninin 10. sayısına verdiği mülakat:

Sayın Öztürk, öncelikle yoğun programınız arasında değerli vaktinizi bize ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Bu imkânı vermeniz hasebiyle ben de sizlere teşekkür ederim.

Sayın Öztürk, 15 Temmuz’ da gerçekleştirilen kanlı darbe girişimiyle ilgili yazılı ve görsel basında çok fazla haber yer aldı. Her geçen gün FETÖ ile ilgili yeni gelişmelere ve haberlere tanık olmaktayız. 15 Temmuz darbe girişimini milat kabul edersek 15 Temmuz öncesi ve sonrası ülkemizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki FETÖ Türkiye sathında kendini bitirmiş hâldedir. Çünkü maşerî vicdanda mahkûm edilmiştir. Bu sebeple, örgütün bu coğrafyada kendini toparlaması ve eski gücüne kavuşması artık mümkün değildir. Bununla birlikte FETÖ militanlarının hâlen dahi kuyruğu dik tutmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir. Bu durum bir yönüyle örgütün geri dönülmez bir yola girmiş olmasıyla, diğer bir yönüyle de Gülen’in endoktrinasyon ve motivasyon kanallarının hâlâ açık bulunmasıyla ilgilidir. Gülen, örgüt militanlarını “beklenen gün” ümidi üzerinden motive etmeyi sürdürmekte, bu sayede moralleri canlı tutmayı hedefl emektedir. 17-25 Aralık ve 15 Temmuz vakalarında görüldüğü üzere örgüt her başarısız tecrübenin ardından yeni bir beklenen gün ümidi üretmektedir.

Gülen ve örgütü Türk halkının nazarındaki itibarını sıfırlamış olmakla birlikte bundan sonraki safahatta örgüt elemanlarını yurt dışında daha da militanlaştırarak Türkiye’nin üzerine salacaktır. Ömer Çaha’nın 15 Temmuz hadisesi üzerine yazdığı makalede dikkat çektiği gibi, Türkiye ilerleyen yıllarda sıradan bir diaspora ile karşı karşıya kalmayacak, tabir caizse, bir yaralı çakal sürüsünün her türlü yalan ve iftira kampanyasıyla mücadele etmek zorunda olacaktır. Gelinen bu noktada FETÖ mensuplarının rehabilite edilmesi gerçekten zor görünüyor. Bunun temel sebeplerinden biri, örgütün düpedüz bir suç ve cinayet şebekesine dönüşmesi, buna bağlı olarak örgüt üyelerinin insani özelliklerden soyutlanıp hemen hiçbir ahlâkî değer tanımayan birer militan ve mankurt hâline gelmesidir.

Yıllar boyunca ruhsal esrimeli mümin-müttaki vaiz kılığına bürünmüş bir nifak odağı olarak, “üç günlük dünya için baş yarmayacak, göz çıkarmayacak, kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak, herkese sevgi çağrısında bulunacağız” diye konuşan ve fakat 15 Temmuz akşamı Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki çomarları vasıtasıyla sayısız masum insanın üzerine bomba ve kurşun yağdırıp yüzlerce insanımızın canına kıyan Fethullah Gülen’in bütün bir millete yaşattığı kötü tecrübe maalesef “bir musibet bin nasihattan evladır” özdeyişinin ne kadar isabetli olduğunu bir kez daha teyit etti.

Kabul etmek gerekir ki bu yapının devlete ve millete ne kadar büyük bir maliyet çıkaracağı daha yıllar öncesinden belliydi. Yani musibet tabir caizse bağıra bağıra geldi. Siyasi ve bürokratik camialardaki birçok insan, çok önceden tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekmesine, son yıllarda hemen her devlet kurumu alarm vermesine rağmen, “gayretullaha dokunma” gibi sözde dinî gerekçelerle meselenin üzerine gitmekten maalesef imtina edildi. Sonunda bela geldi çattı ve hem dine, hem devlete, hem de millete çok ağır bir maliyet çıkardı. Peki, devletçe ve milletçe bu beladan tam manasıyla ders aldık mı? 15 Temmuz sonrasında din-devlet-cemaat-siyaset ilişkileri üzerine yapılan analizlerdeki sathiliğe, bilhassa meseleyi FETÖ’ye indirgeyerek ele alma konusundaki titizliğe bakılırsa, maalesef yine gerekli dersi almadık. Maalesef bu vahim olayı da istisnai bir durum olarak kodlamakta karar kıldık.

Terör ne yazık ki dünyada olduğu gibi ülkemize de yabancı bir kavram değil. Ülkemiz konumu itibariyle önceden de olduğu gibi terör örgütlerinin hedefi konumunda. Diğer terör örgütlerinden farklı bir yapılanmaya sahip olan FETÖ’nün ülkemizdeki ve dünyadaki gelişim süreci hakkında bizleri aydınlatır mısınız?

FETÖ kırk yıllık serencamında birkaç kritik aşamadan geçmiştir. Bu aşamalar bir bakıma evrimleşme süreçleridir. Örgüt lideri Gülen 1960’lı yılların ikinci yarısı ile 1980’li yılların ilk yarısını kapsayan ilk aşamada ağlak bir vaiz kılığında, sürekli olarak Allah ve Hz. Peygamber sevgisi hakkında konuşup Kur’an ahlakıyla bezenmiş nesiller yetiştirme amacından dem vuran birisi görümündedir. 1980’li yılların ilk yarısından 1997 yılında gerçekleşen 28 Şubat post-modern darbe sürecine kadarki ikinci aşamada Gülen yine vaiz kılığında dünyayı ve modern çağı iyi bilen bir genç nesil yetiştirme idealinden söz etmiştir.

Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi’nin iktidar dönemine rastlayan bu ikinci aşamada geçmiş yıllardaki sıkı şeriatçı ve katı gelenekçi dinî söylemlerinden tedricî olarak vazgeçen Gülen daha ziyade demokrasi, insan hakları, liberalizm, barış, hoşgörü gibi yumuşak kavramlarla konuşmayı yeğlemiş, hatta “Demokrasiden asla vazgeçilemez” tarzında aforizmik sözler söylemiştir. Gülen yine bu aşamada bir taraftan Hristiyan Batı dünyasıyla ilişkiler kurmaya yönelmiş, bir taraftan da Türkiye’deki gayr-i müslim cemaatlerin liderleri ile Yahudi iş adamlarını kendi yanına çekme stratejisini hayata geçirmiştir. Mesela, İshak Alaton ve Üzeyir Garih gibi Yahudi kökenli iş adamlarıyla yakınlık tesis etmiştir. Ayrıca Gülen’in 1990’lı yılların sonlarında Papa ile görüşmesi ve Amerika’ya gitmesi kendisinin ve örgütünün millî değerlerle bağlarını koparması gibi bir sonuç vermiştir.

FETÖ’nün en başından itibaren çok iyi bir plan ve program çerçevesinde yapılandırıldığı şüphesizdir. Türkiye’deki tüm kritik devlet kurumlarına sızıp koloni kurması şöyle dursun, 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminden sonra ortaya çıkan bylock programı dahi bu örgütün konsorsiyum tarzındaki büyük bir akıl ve/veya akıllar ağı tarafından tasarımlandığını gösterir. Nitekim FETÖ’nün yurt dışındaki faaliyetlerini CIA, MOSSAD gibi istihbarat ağlarıyla irtibatlı olarak sürdürdüğü bugün itibariyle müdellel hâle gelmiş bir gerçektir. FETÖ’nün merkez üssü Amerika Birleşik Devletleri’dir. Buna karşılık Türkiye’nin de dâhil olduğu sayısız ülke adeta birer şubeden ibarettir. Böyle bir cesametin kendine hayranlık, gaddarlık, kaypaklık, düzenbazlık gibi sıfatlar dışında hemen hiçbir meziyeti olmayan Gülen gibi bir şarlatanın eseri olduğunu düşünmek mümkün değildir.

15 Temmuz gecesi yaşananları bir de sizden dinleyebilir miyiz?

O gece yaşananları bütün bir ülke olarak anbean takip ve tecrübe ettik. Kendi adıma konuşmam gerekirse, her yıl Temmuz ayının başında memleketim Giresun’a giderdim; fakat bu sene üniversitemizdeki rektörlük seçiminden dolayı 12 Temmuz’a kadar Adana’da bekledim. Aynı gün oyumu kullanıp Giresun’a hareket ettim. İki gün sonra da herkes gibi darbe teşebbüsüyle karşılaşıverdim. Yanlış hatırlamıyorsam, 15 Temmuz gecesi saat 22:00 sularında televizyon ekranlarına yansıyan canlı yayın görüntülerinde Boğaziçi Köprüsü’nün tek taraflı olarak trafiğe kapatıldığına şahit olunca işkillendim; kısa süre sonra jetlerin Ankara üzerinde çok alçaktan uçtuklarını öğrenince, kendi kendime, “Bu bir darbe girişimi” dedim.

Daha sonra İstanbul ve Ankara’da halkın üzerine ateş açıldığı yönündeki bilgiler akmaya başlayınca, sokağa çıkmak üzere hazırlandım; fakat daha öncesinde, “Kendi Milletine Silah Sıkan Alçaklar İdamla Yargılanmalı ve Asılmalıdır!” başlıklı kısa bir yazı yazıp, Giresun İmam-Hatip Lisesi’nden öğrencim olan Abdullah Demir'e yolladım ve yazıyı http://www.haberci28.com.tr sitesinde yayınlaması için kendisini aradım. Ancak o gece yaşanan hengâmeden dolayı yazı ancak ertesi sabah yayımlanabildi. Gece 23:30 sularında sokağa çıktım ve Giresun meydanına varıncaya değin ulaşabildiğim herkesi telefonla aradım. Meydana ulaştığımda hayli kalabalık bir kitle çoktan vaziyet almıştı.

O gece Giresun’da askerî birliklerde küçük çaplı hareketlenmeler olduğu yönünde duyumlar almamıza rağmen herhangi bir darbeci çetesiyle karşılaşmadık. Darbe teşebbüsü atlatıldıktan sonraki bir ay boyunca sabah namazına kadar nöbete devam ettik. Giresun valimiz Hasan Karahan, vali yardımcımız Yüksel Çelik, il emniyet müdürümüz Uğur Öztürk, il özel idaresi genel sekreterimiz Hüseyin Taşkın, AK parti il başkanı Ali Tütüncü ve Giresun’da bulunduğu zamanlarda da AK Parti milletvekili Sabri Öztürk gibi isimler nöbet mahallinin müdavimleriydi.

Eğer 15 Temmuz gecesi darbe girişimi başarılı olsaydı ülkemizin karşılaşabileceği durum hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

Darbe girişiminin başarılı olması kanımca iç savaş çıkması ve darbecilerin bu savaşta halka galebe çalmasıyla mümkündü ki bunun mukadder neticesi de işgale uğramış Türkiye’den başka bir şey değildi. Darbe teşebbüsünün vuku bulduğu günün öncesinde ve ertesinde özellikle PKK cenahından hiç ses çıkmaması ve bu örgütün herhangi bir terör eyleminde bulunmaması ise fırtına öncesi sessizliğe işaret ediyordu. Darbe girişimi aslında “iç savaş” ve “işgal” garantiliydi. Dolayısıyla yüzbinlerce, hatta milyonlarca memleket evladının darbe sonrasında kıyıma uğratılması da kuvvetle muhtemeldi. Bereket versin ki millet kendi kaderine sahip çıktı.

1990’lı yıllara kadar “en kötü devlet nizamı bile devletsizlikten iyidir” fi krini dillendiren, Osmanlı’ya dair zengin tahayyüllerle devlet-i ebed-i müddet ülküsünü gururla sahiplenen, hatta cami ile kışla arasında yaşanacak bir sürtüşmede kışladan taraf olacak kadar devletin bekasını önemseyen bir “adam”dan, gözünü kırpmadan kendi devletini yıkmayı ve kendi milletine kurşun sıkmayı “cihad” gibi algılayan bir adam yaratmak çok büyük bir aklın marifeti olsa gerektir. Bu durum böyle bir ihanet projesinin yürütücülüğünü üstlenen FETÖ elebaşının ne denli şahsiyetsiz ve haysiyetsiz olduğunun da ibretlik göstergesidir.

Sizce FETÖ’ nün başı ülkemize iade edilecek mi? Bu durumun Türkiye’nin başta ABD olmak üzere ikili ilişkilerimizi nasıl etkileyeceğine dair görüşleriniz nelerdir?

FETÖ elebaşının Türkiye’ye iadesi kanaatimce ABD nezdinde bu şahsın son kullanım tarihinin dolmasına bağlı bir meseledir. Obama yönetiminin sergilediği tavır FETÖ elebaşının son kullanım tarihinin henüz dolmadığını ve 15 Temmuz darbe girişimi her ne kadar başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da bu yapı üzerinden Türkiye’ye başka türlü operasyonlar çekme imkânlarının mahfuz tutulduğunu düşündürmektedir. Bugün itibariyle, Trump'ın ve müstakbel kabinesinde yer alacağı söylenen bazı figürlerin Gülen ve örgütüne pek sıcak bakmadıkları, bu yüzden de Gülen’i Türkiye’ye iade edebilecekleri gibi bir ihtimal söz konusudur. Ancak Gülen’in Amerika’da üstlendiği görevin bir tek siyasinin iradesiyle belirlenmediği de gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Dolayısıyla iade meselesinin bir tek kişinin ağzından çıkacak sözle sonuca bağlanmaması ihtimali de akılda tutulmalıdır.

Kısacası, ABD'nin başkan ve partisinin siyasetinden daha derin ve güçlü devlet kodlarında Gülen, “son kullanım tarihi doldurdu” diye kodlanmışsa, iade gerçekleşir; aksi halde sürünceme süreci devam edecektir. Ayrıca bu konuda hemen hiç kimsenin dikkat çekmediği “büyük devlet kaprisi, karizması” gibi bir durumdan da söz edilebilir. Bu durum dikkate alındığında ABD’nin Türkiye Cumhuriyeti’nden gelen talep ve tazyike boyun eğerek Gülen’i iade ettiği yönünde bir edilgen konuma düşme ihtimalini bertaraf etmek için, müphem bir zaman ve mekânda, mesela okyanusun bir yerinde Gülen’i buharlaştırması da pekâlâ mümkün ve muhtemeldir.

15 Temmuz süreci dâhil olmak üzere FETÖ terör örgütü hakkında bir kitap hazırladığınızı biliyoruz. Bu kitabın hazırlık aşaması ve araştırma süreci hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

FETÖ ile ilgili kitabı tamamladım; fakat hem bilgi toplama, hem de yazma aşamasında hakikaten çok zorlandım. Çünkü insanın ikrah, istikrah ettiği bir işle meşgul olması işkence çekmek gibi bir şey… Gülen’in yazıp çizdiklerini, daha doğrusu yakın çevresindeki kişilerce yazılıp çizilen ve onun adına neşredilen kitapları okumak eziyet verici bir iş gerçekten… Çünkü sözde kitaplarının hemen her satırı tasannu, abartı, kaypaklık, sahtekârlık kokuyor. Dil ve üslup ise berbatlığından dolayı okuyucuyu ikrah ettiriyor.

Kitap çalışmamızın giriş kısmı 1960’lı yılların ikinci yarısından günümüze kadarki kırk yıllık süreçte Gülen ve örgütünün gelişim ve değişim evrelerine dairdir. Örgütün evriminde birkaç önemli aşamadan söz edilebilir. 1970- 1983 yılları örgütün dinî grup/cemaat tarzında oluşum dönemi, 1983-1997 yılları kurumsallaşma ve Türkiye sathına yayılma dönemi, 28 Şubat 1997 ve müteakip yıllar zoraki liberalleşme ve aynı zamanda devletin kritik kurumlarında kolonileşme dönemi olarak tespit edilebilir. 17/25 Aralık 2013 süreci ve 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi ise Gülen ve örgütünün terörist olarak tescillendiği döneme karşılık gelir.

Birinci bölüm FETÖ’nün genel karakteristiği, ikinci bölüm melez teolojisiyle ilgilidir. Üçüncü bölüm, örgütün İslam ve Hıristiyan dünyasındaki Bâtınîyye Haşîşiyye (Nizârî İsmâilîlik), Kâdiyâniyye, Cizvit tarikatı, Opus Dei ve Moonculuk gibi dinî-siyasi yapılarla müşterek özellikleri ve benzerliklerine dairdir. FETÖ, yapısal özellikleri itibariyle sosyal, siyasal, kültürel ve dinî unsurlardan oluşan bir koalisyon hüviyetinde olduğundan, adı geçen fırka, tarikat ve örgüt yapılarının tümüyle birçok yönden müşterek özelliklere sahiptir.

15 Temmuz Millî İrade Zaferi’nin gelecek nesillere aktarılması ve hayatını kaybeden “Demokrasi Şehitleri”ni anmak için Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan 15 Temmuz Demokrasi Zaferi ve Şehitleri Anma genelgesi doğrultusunda okulların ilk açılış haftasında çeşitli anma etkinlikler düzenlenmiş olup, bu etkinlikler ve faaliyetler yıl boyunca da sürdürülmektedir. Ayrıca, 15 Temmuz çalışmaları kapsamında Genel Müdürlüğümüzce; tüm ilçe millî eğitim müdürlerine ve Ortaöğretim Genel Müdürlüğüne bağlı; Anadolu, fen, sosyal bilimler, güzel sanatlar ile spor liselerinin tüm okul müdürlerine yönelik düzenlenen, sizlerin de konuşmacı olarak olarak katıldığınız eğitim yönetimi seminerlerinde “15 Temmuz Millî İrade” konusu öncelikli olarak işlenmiştir. Bakanlığımızın bu çalışmaları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Bu faaliyetlerin çok önemli ve değerli olduğu kanaatindeyim. Çünkü FETÖ’nün devlet kurumlarında yarattığı büyük hasar maddi açıdan telafi edilebilir; ancak insanların millî ve manevi değerlerine yönelik tahribatı kolayca ve kısa zamanda telafi edilebilecek türden değildir. Ayrıca bu meşum yapının dini ve millî alan üzerindeki tehdit ve tehlike potansiyelinin güvenlik politikaları ve polisiye tedbirlerle savuşturulamayacağı da şüphesizdir.

Örgütün mutlaka içten çözülmesi gerekir. Çözülme hususunda zihinsel rehabilitasyon süreci etkin bir yol olabilir. Bilhassa örgüte sempati duyan insanlar ile suça bulaşmadığı tespit olunan örgüt üyelerinin ilahiyatçılar, sosyologlar, psikologlar gibi farklı alanlardaki uzmanlar tarafından uzun süreli eğitimlere tabi tutulması gerekir. Bakanlığınızın Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’nce yürütülen 15 Temmuz Millî İrade Zaferi konulu seminerleri bu açıdan çok önemli bir işleve sahiptir.

Yanlış anlamalara mahal vermemek için özellikle şunu belirtmeliyim ki burada anlatmaya çalıştığım husus, seminerlere davet ettiğiniz okul müdürlerinin FETÖ sempatizanı olduklarını ve dolayısıyla rehabilitasyona ihtiyaç duyduklarını ima etmek değil, milyonlarca çocuğumuz ve gencimizi kendilerine teslim ettiğimiz öğretmenlerimiz ve müdürlerimizin benzer bir tehlikeye karşı zihnen ve fikren müteyakkız kılınmasına dikkat çekmektir. Söz konusu seminerler en azından dini grup ve cemaat angajmanlarının devlet kurumlarında ne tür tahribatlar yaptığı hususunda fikir edinilmesi ve bu tür angajmanları devlet katına taşımanın bütün bir ülkeye ne kadar ağır bedeller ödettiğinin bilinmesi hususunda son derece önemli ve değerlidir.

15 Temmuz süreci ile ilgili düzenlediğimiz seminerlerimize vermiş olduğunuz değerli katkılarınızdan dolayı size ve nezdinizde katılan gazeteci, yazar ve akademisyenlerimize teşekkür ederiz Bundan sonraki çalışmalarınızda da sizlerle birlikte olacağımız inancıyla tekrar teşekkür ediyoruz.

Bilmukabele, efendim.

Haram Aylar Konusunda Yapılmış "Pek Güzel Bir Analiz"e İbn Receb'den Cevap

"Tarihselliğe Delil Gösterilen Bazı Ayetler" çerçevesinde şöyle bir analiz yapılmış: "O gün haram aylar dörttü, bugün buna kimse itibar etmiyor denmesi de anlamsızdır. Allah gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısının kendi katında on iki olduğunu, bunların dördünün haram aylar olduğunu söylüyor. Bugün neye dayanılarak bu hükmün artık geçerli olmadığını söyleyebiliriz? Mağlup Müslümanların yaşadığı gayri İslami bir toplumda durarak bunun anlamsız olduğunu düşünmek, yaşadığımız halin asıl, mutlak ve tarih üstü olduğunu sanmaktan ibarettir. Asıl anakronizm budur. Bugün savaşa biz mi karar veriyoruz ki, Haram Aylar'da savaşmayız diyelim?"

İlamaşallah, zira pek güzel bir analiz.... Anladık, bugün mağlup haldeyiz; peki galip olduğumuz zamanlarda haram ay hukukunu uygulayan herhangi bir müslüman evladının tarih envanterinde kaydı bulunmuş mudur? Lütfen, cevaba buyrun. Hem de geleneğin göbeğinden: Müfessirler ve fakihlerin büyük çoğunluğu da haram aylarda savaşmanın yasak olduğuna ilişkin Kur’an ahkâmının mensuh olduğu fikrini benimsemiştir. Bu âlimler sahabe neslinin Hz. Peygamber’den sonraki dönemde fetih ve cihad faaliyetlerine kesintisiz olarak devam ettiği ve herhangi bir sahâbînin haram ay gerekçesiyle savaşmaktan vazgeçtiği yönünde hiçbir bilgi nakledilmediği gerekçesini öne sürmüştür. Hanbelî fakih İbn Receb’in (ö. 795/1393) ifadeleriyle aktarırsak, sahâbîler Rasûlullah’ın vefatından sonraki dönemlerde kesintisiz olarak fetih ve cihad faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Hiçbir sahâbîden haram aylar sebebiyle savaşmaktan geri durduğuna dair herhangi bir bilgi nakledilmemiştir. Bu durum sahabenin haram ayalarda savaşmanın yasak olduğuna ilişkin hükmün nesh edildiği konusunda hemfikir olduklarını gösterir (Ebü’l-Ferec Zeynüddîn İbn Receb, Letâifu’l-Meârif, Beyrut 1999, s. 224-225).

En kritik soru: Bu İbn Receb acaba kime hizmet ediyor ya da kimin hesabına çalışıyor?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Şubat 2017

Meâl Müctehidliği

Bu hafta, bir okuyucumuzun, “Sn. Hocam, Yeni Şafak’ta Faruk Beşer’in tarihselcilikle ilgili yazı dizisi hakkında neler söylemek istersiniz. Ya da bu konuya dair Karar’da yazacak mısınız?” şeklindeki maili üzerine Sayın Beşer’in konuyla ilgili makalelerini okuyup, “Bir Temcid Pilavı Olarak Tarihsellik ve Tarihselcilik Tartışması” başlıklı bir yazı yazmıştım; fakat son demde fakülte telefonundan bizi arayan bir arkadaşımızın, “Hocam, dinî konularda kafam karışık, bazı fikirlerimi sizinle paylaşmak istiyorum” gibi ifadelerle başlayan konuşmasından dolayı söz konusu yazıyı gelecek haftaya erteleyerek bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum. Bizi arayan arkadaş, çok önemsediği dinî meselelerden ilkini, “Hocam, İsrâ 17/110. ayette namazdaki kıraatin ne yüksek sesle ne de çok sessiz olması emredildiği halde biz niçin öğle ve ikindi namazlarında hafî/gizli okuma yanlışında ısrar ediyoruz?” diye formüle etti ve anılan ayetin mealinden hareketle bu “yanlış”ı(!) düzeltecek bir ictihada imza atmak gerektiğini, hatta bu ictihadı, “ümmet yetmiş üç fırka değil, tek bir fırka olsun” gibi çok ulvî bir gayeyle yapmak istediğini söyledi.

Ben de bu arkadaşa özet olarak şunları söyledim: Farz edelim ki ümmet ya da en azından ümmetin Hanefî evlatları asırlar boyunca öğle ve ikindi namazlarında kıraati gizli yapmakla hata etmiştir. Peki, böyle bir hata namaz ibadetinin ruhuna ya da Kur’an’da “yüz kızartıcı işlerden ve çirkinliklerden men eder” diye belirtilen ahlâkî işlev ve amacına ne tür bir halel getirir? Yahut söz konusu namazlarda kıraat hafî (gizli) değil de cehrî (açık) olduğu takdirde, huşû ve takva mı artar? Allah’ın namaz ibadetindeki muradı kıraatin hafî ya da cehrî yapılmasına mı bağlıdır? En azından erkânı/iskeleti itibarıyla on beş asır boyunca “yaşayan sünnet” olarak günümüze intikal eden namaz ibadetindeki kıraatin bugüne kadar yanlış uygulanan bir rükün olduğunu iddia ettiğimizde, ümmetin yetmiş üç fırkasını tek fırkaya mı indirmiş oluruz yoksa yetmiş üç fırkaya bir yenisini mi eklemiş oluruz?

***

Diyelim ki Hz. Peygamber, bazı müfessirlerin belirttikleri gibi İsrâ 17/110. ayet nazil olduktan sonra müşriklerin tazyikine maruz kalmamak için öğle ve ikindi namazlarında kıraati sessiz yapmakla emredildi. Ancak bugün böyle bir durum söz konusu olmadığına göre biz de bu namazlarda hafî yerine cehrî kıraati ikame edelim. Peki, böyle bir yeni düzenleme yaptığımızda bundan elde edeceğimiz dinî-ahlâkî fayda nedir? Başka bir ifadeyle, Müslümanları az çok bir arada tutma işlevine sahip birkaç dinî unsurdan biri olan namaz ibadetinin edasında yeni bir ictihadla yeni bir uygulama başlattığımızda bundan ne tür bir fayda hâsıl edilebilir?

Nüzul vasatında bizzat Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen, tıpkı namaz gibi mücmel hükümleri yine Hz. Peygamber tarafından tebyin ve tatbik edilen Kur’an’dan salt meal yordamıyla yepyeni hükümler üretmeye muadil bir “cahillik” ve “densizlik” kategorisi var mıdır? Dinî hassasiyet sahibi olduğunu söyleyen bir Müslümanın, sözgelimi, “Namazlı niyazlı tacir denildiği zaman toplumsal algıda niçin ahlaklılık ve güvenirlik gibi çağrışımlar oluşmuyor?” veya “Günümüz sosyolojisindeki mebzul dindarlık görüntülerine rağmen toplumsal ahlak endeksimizde niçin yükseliş olmuyor?” gibi kritik meselelere kafa yormak yerine, “Mealden çıkardığım hükümle öğle ve ikindi namazlarındaki hafî kıraati cehrî kıraate dönüştürmekle ümmeti büyük bir yanlıştan kurtaracağım” gibi bir işgüzarlığa soyunmak acaba ne tür bir din anlayışının eseridir?

***

Bu can yakıcı sorun, bizim mahalle sakinlerinin seneler boyunca “Kur’an’ı anlamak” adı altında sürdürdükleri Kur’an ve tefsir çalışmalarının pek çoğunun Kur’an’la varoluşsal bağ kurma çabasından ziyade, umumiyetle entelektüel merak giderme, dinî alanda didişme ve fantastik iddialar üretme hevesine hizmet etmesiyle yakından irtibatlıdır. Ancak bu sorun “meal müctehidliğine soyunanlar”ın yanı sıra dinî gelenek üzerinden ahkâm kesmeye bayılanlar için de söz konusudur. Daha açıkçası, namazdaki kıraat rüknüyle ilgili yanlışı(!) düzeltme iddiasında bulunan kişinin bu büyük iddiasıyla, Hz. Peygamber’in idrarının temiz ve içilebilir olduğundan dem vurma, satranç hakkında haram fetvası yayınlama, Hz. Peygamber’in saçının yıkandığı suyu pazarlama gibi işgüzarlıklar arasında pek bir fark yoktur.


Meseleyi bağlarken şunu da not edelim ki namazların eda keyfiyetleri hususunda aslolan, Sünnet(ler)e dayalı tatbikattır. Bu konuda icat çıkarmanın âlemi yoktur. Kaldı ki İslam uleması daha ilk asırlardan itibaren konuyla ilgili ayetler ve hadisler ışığında namazdaki kıraat meselesini bütün detaylarıyla ortaya koymuştur. Başka bir anlatımla, fıkıh literatüründe hafî ve cehrî kıraat meselesinden Fatiha ve zamm-ı sure okumanın hükmüne kadar namazla ilgili tüm konularda herkese yetecek nispette görüş çeşitliliği mevcuttur. Bu çeşitlilik hem kıraatte hafîlik ve cehrîlik meselesinin namaz ibadetindeki aslî gayeyle ilgili olmadığını hem de eski köye yeni âdet getirme çabalarının lüzumsuzluk ve işgüzarlıktan başka bir anlam taşımadığını ortaya koyması bakımından da manidardır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Şubat 2017

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/meal-muctehidligi-3237

Terör Kuşatması, IŞİD ve Din | A Politik / Kanal A | 4 Ocak 2017


Cemaatler ve IŞİD | Ne Oluyor? / CNN Türk | 27 Aralık 2016


Mustafa Öztürk | Basın-Medya Mensupları İçin Yüksek Çözünürlüklü Kareler





















Laf Anlatmak ya da Deveye Hendek Atlatmak...

Geçen haftaki yazımda malum evrim tartışması ve dinî açıdan bu tartışmaya yaklaşım tarzı hakkında farklı bir perspektif ortaya koymaya çalışmıştım. Konuya girişte, evrim teorisine karşı çıkan kimi akademisyenlerin meseleyi siyasi ve ideolojik argümanlarla ele almasındaki sakatlığa dikkat çekmek için, Abdülkâhir el-Bağdâdî’nin hem sübut hem delalet yönüyle problemli olduğu değerlendirilen “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak” rivayetinden hareketle İslam tarihindeki tüm fırkaları bir şekilde yetmiş üçe denk düşürmek ve bunlardan yetmiş ikisini cehenneme gönderip yetmiş üçüncüsünü “fırka-i nâciye” (cennetlik fırka) ilan etmek maksadıyla kaleme aldığı el-Fark beyne’l-Fırak adlı eserinden bir ifade aktarmıştım. “Ehl-i Sünnet yeryüzünün hareketsiz/sakin olduğu hususunda icma etmiştir. Bunun aksini savunanlar materyalisttir” şeklindeki bu ifade, bilimsel bilgi konusu olan bir mesele hakkındaki siyasi, mezhebî ve ideolojik bir önyargının nasıl da sahih bir itikat/inanç umdesi gibi sunulabildiğine ve bunun aksini savunanların nasıl da materyalist diye kodlanabildiğine dair ibretlik bir örnekti.

Evrim konusundaki yazımla ilgili yorumlardan anlaşıldı ki birilerine laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan çok daha zordur. Yine aynı yorumlardan anlaşıldı ki Bağdâdî’nin ifadesiyle örneklendirdiğimiz skolastik zihniyetin bugün de hayli taraftarı vardır. “Yeryüzü sabit midir, hareketli midir?” gibi bir meseleyi dine veya din referanslı bir ideolojiye bağlayarak izah etmenin ne tür bir sonuca müncer olduğu hakkında az çok bir fikir vermesi için aktardığımız mezkûr ifadenin hiçbir işe yaramaması, bizim de içinde doğup büyüdüğümüz muhafazakârlığın artık kendi doğrusundan başka hiçbir görüşe tahammül edememezlik yönünde evrim geçirdiğine ilişkin bir gösterge olması bakımından kaygı uyandırıcıdır. Ayrıca “Evrim meselesini materyalizm, pozitivizm bağlamından soyutlayarak ele almak anakronistlik, basiretsizlik, kifayetsizliktir” şeklindeki yorumlar kimi okuyucuların “okuduklarını anlayamama” gibi bir sıkıntı yaşadıklarına işaret etmesi bakımından oldukça manidardır. Okuduğunu anlamama sıkıntısına ya da sadece kendi bildiğini okuma alışkanlığına rağmen, “Her şeyin hakikati bizden sorulur” iddiasında bulunmak bizim muhafazakâr camiada sık rastlanan bir hastalıktır ve bilindik immün sistem hastalıkları gibi bu hastalığın da asıl sebebi ve radikal tedavisi maalesef henüz bulunamamıştır. Kanımca her iki hastalık türünün de yüksek gerilim ve stres kaynaklarıyla ilgili olması yüksek olasılıktır.

Evrim bahsine dönersek, bir teori velev ki birileri tarafından pozitivizme payanda olarak kullanılmış olsun, söz konusu teoriyi bu operasyonel kullanımdan bağımsız olarak değerlendirme imkânı yok mudur? Kur’an geçmişte Hâricîler, günümüzde DAEŞ gibi teröristler tarafından “şiddetin kutsal referansı” olarak takdim edildi diye, “Kur’an şiddet kitabıdır” demek mi gerekir? Bir teoride ya da materyalist bir bilim adamının bilimsel birikiminde biz Müslümanlar açısından da kıymet ifade eden bir içerik bulunması muhal midir? Her şeyi mutlaka bir ideolojiye raptederek değerlendirmemiz vacip midir? Bir an için kabul edelim ki evrim teorisi bağlamsal olarak materyalizm ve pozitivizmin değirmenine su taşıma işlevine sahiptir; peki o halde İbn Miskeveyh’ten İbn Haldûn’a, Bîrûnî’den Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya kadar onca İslam mütefekkirinin şu veya bu şekildeki evrim lehinde konuşması acaba hangi bağlamda, hangi ideolojiye hizmet etmiş olabilir? Yoksa onlar da evrim lehinde konuşmakla materyalizmin tuzağına düşen birer basiretsiz ilahiyatçı(!) kategorisinde midir? Klasik dönem İslam düşünürlerinin evrim lehinde konuştuklarından söz etmek, onları modern çağdaki evrim teorisinin kurucu figürleriyle aynı kadraja sokmak gibi bir anakronizme (tarih ıskalaması) değil, evrim karşıtlığını din üzerinden temellendirme çabasının çok yeni bir durum (bidat) olduğunu anlatmaya, dolayısıyla bu konuda dini dayanak kılmaya çalışanların özellikle Evanjelist Hıristiyanlarla “kompleksli inanç” noktasında buluştuklarını vurgulamaya yöneliktir. Bu sebeple, “bağlamsızlık” ve “anakronizm”den dem vuran “çokbilmişler”in evvel emirde okudukları yazının metin içi bağlamını anlamak durumunda olduklarını belirtmek gerekir.
Kısacası, evrim teorisinin ideolojik angajmanlardan bağımsız olarak ele alınması pekâlâ mümkündür. Bu teorinin kimler tarafından hangi saiklerle kullanıldığı apayrı bir bahistir. Kendi adıma söylersem, evrim meselesi bağlamında sürdürülen kısır çekişmeler ve ideolojik didişmelerde taraf olmak mecburiyetinde değilim. Yine kendi adıma söylersem, Allah’a meydan okumayı kendine vazife bilen ve “Bilim dinin panzehiridir” diyen çevrelere karşı “Kur’an’dan bilim fışkırıyor” gibi naif bir iddiayla ortaya çıkıp milleti din-bilim ilişkisi konusunda birer merak sapkını hâline getirmeye çalışanların dolmuşuna binmek zorunda da değilim. Din dindir, bilim bilimdir. Kaldı ki geçmiş asırlarda Kur’an’dan bilim çıkarmak ve bunu din ulemasının ortak görüşü olarak sunmak gibi çabaların hem Bağdâdî’nin el-Fark’taki ifadesinde hem de Fahreddîn er-Râzî ve Celâleddîn Mahallî’nin tefsirlerinde görüleceği üzere ne tür sonuçlar verdiği iyi bilinmektedir. Son söz olarak belirtmek isterim ki atadan miras olarak devralıp ideolojik kabullerle yeniden formatladığımız Müslümanlıktan skolastik bir hegemonya devşirmeye çalışmaktan vazgeçip hem daha çok okuyup araştırıp düşünerek hem bütün insanlığın birikiminden istifade ederek ve hem de tüm insanlık âleminde özgürlük, barış ve huzurun çoğalması için didinerek yeni bir medeniyet inşa etmekle mükellefiz. İbn Miskeveyh, İbn Haldûn, Bîrûnî gibi mütefekkirlerimizin bize bıraktığı mirasa yakışan varislik tam da bunu muciptir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Ocak 2017

Giresun Keşap - Kaşaltı'dan Kareler