Beşikten Sosyal Medyaya Kadar İlim…

Geçen hafta Kültür ve Turizm Bakanlığınca düzenlenen III. Milli Kültür Şûrası’na davetliydim fakat icabet etme imkânı bulamadım. Basından takip edebildiğim kadarıyla Sayın Cumhurbaşkanı’nın açılış konuşmasında değindiği bazı hususlar gerçekten önemliydi. Mesela şu ifadeler kulağa küpe edilesi türdendi: “Çağımızın en büyük sorunlarından biri kültürel sığlaşmadır. Hiçbir derinliği ve kalıcılığı olmayan, günlük üretilip günlük tüketilen işlerle bir kültür ve medeniyet inşa edilemez. Kalıcı ve uzun vadeli işlere yoğunlaşmak zorundayız… İrfandan yoksun bir kültür hamallıktan başka bir şey değildir… Ahlaktan yoksun bir kültür anlayışı bizi ancak yozlaşmaya götürür… Televizyonun, internetin, özellikle de sosyal medyanın kültürümüzü adeta yiyip bitirmesine göz yumamayız...”

***

Bu ifadeler, kanaatimce ilim, kültür ve medeniyet tasavvurumuzda ortaya çıkması muhtemel arızalara işaret etmekten ziyade, hâl-i hazırda yaşadığımız sıkıntılara atıf yapmakta, dolayısıyla ilim ve kültür hayatımızda işlerin pek yolunda gitmediği anlamı taşımaktadır. Malum, dinî kültürümüzde, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” mealinde bir söz vardır. Genellikle hadis diye nakledilen bu özlü söz, bütün bir hayat boyunca ilim peşinde koşulması gerektiğini anlatır. Ancak bu sözün günümüz sosyolojisindeki karşılığı, beşikten kalkar kalkmaz asgari bir sosyal medya hesabı açmak ve motto tarzında birkaç paylaşımın ardından, sözgelimi “face… hocası” olmak gibi bir anlam taşır. Oysa ilim hakkında şöyle bir çarpıcı söz daha vardır: İlim üç karıştır. Birinci karışa ulaşan kimse kibre kapılır, ikinci karışa ulaşan kimse tevazu sahibi olur. Üçüncü karışa kadar mesafe alan kimse ise hiçbir şey bilmediğinin farkına varır…

İlginçtir, beşik ve ilim, Osmanlı geleneğinde de “ilim yolunda çalışıp didinmek”ten ziyade, Kadir gecesinde doğmuş(!) bazı zevatın dünyaya gözlerini açar açmaz “âlim/müderris” payesiyle ödüllendirilmesini ifade eden bir kavram çiftidir. XVII. yüzyıldan itibaren Osmanlı idare ve eğitim sisteminin yozlaşmasına koşut olarak talim, tedris, mülazemet gibi hiçbir şart ve usul gözetilmeksizin padişah hocaları, şeyhülislamlar ve tanınmış âlimlerin çocuklarına “müderris” payesi verilmiş ve “Âlimin oğlu âlim olur” ya da “Ulemadan ulema çıkar” gibi bir zihniyetin eseri gibi görünen bu uygulama beşik ulemalığı sistemi diye tarihe geçmiştir. Bu sistem bir taraftan yozlaşmış ulemanın devleti kemirmesine bir taraftan da ilim ve kültür hayatının alabildiğine sığlaşıp tefessüh etmesine sebebiyet vermiştir.

***

İlim ve kültür hayatındaki sığlaşma ve kokuşma maalesef günümüz toplumunda da fazlasıyla mevcuttur. Sosyal medya bu sığlaşma ve kokuşmayı hızlandıran ve tüm toplumsal katmanlara yayan bir unsurdur. Ancak burada şöyle bir kritik mesele vardır: Sığlaşma ve kokuşma sosyal medyanın tabiatından mı kaynaklanmaktadır yoksa bu mecra bizdeki sığlığın aynası ve dışarıya yansımasıdır? Bence sorunun kaynağı sosyal medyanın tabiatından çok, bizim insânî, irfânî ve ahlâkî kalite endeksimizde aranmalıdır. Çünkü insanın içinde ne varsa dışa vurduğu şey de odur. Bu arada, “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde…” meselesini de unutmamak lazımdır.

Akıl kelimesi Arapça’da “tutmak, alıkoymak, bağlamak” anlamı taşır. Dolayısıyla “âkil” denilince, kendini kapıp koyveren değil, heva hevesini zapteden, neyi nasıl yapması gerektiğini düşünen, iyiyi kötüden temyiz gayreti gösteren kimse anlaşılmalıdır. Ancak sosyal medyayla imtihanımız dikkate alındığında, akıldan ve âkillikten yana pek nasipli olmadığımız anlaşılır. Sadece akıldan yana değil; adab, erkan ve ahlaktan yana da maalesef çok fukarayız. Sosyal medya hâl-i hazırda bütün hayatımıza hükmeden görüntü ve gösteriş medeniyetinin en kullanışlı aparatlarından biri olduğu için, ilim de âlimlik de maalesef nümayiş, temaşa ve tezahürat konusu olmuş durumdadır. Aslında sorun bizatihi sosyal medyada görünür olmakta değil, aksine bu mecranın çirkeflik yapmak, popüler olmak gibi süflî amaçlarla kullanılmasındadır. Nitekim sosyal medya mecralarında sürekli olarak sağa sola sataşmayı kendine meslek edinmiş sayısız insanın çoğunlukla fake/sahte hesaplar üzerinden yaptıkları sözde dinî-fikrî içerikli paylaşımlara kabaca göz attığınızda, başta gıybet, küfür, tekfir olmak üzere her türlü fitne ve fesadın gırla gittiğine şahit olursunuz. Bu manzara karşısında ister istemez, “Siz bu çirkeflik içinde baştan sona dinden diyanetten dem vursanız ne yazar? Bunca rezilet içinde baştan sona ayet, hadis paylaşsanız ne çıkar? Böyle paylaşımların ilme, irfana, insanlığa ne hayrı var?” demekten kendinizi alamazsınız.


KARAR bu hafta bir yaşını doldurdu. Ömrü uzun olsun, nice yıllara…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Mart 2017

Ehl-i Sünnet & Şia Polemikleri | 7 Mart 2017 | İstanbul / Yeryüzü İyilik Hareketi


Kur'an Yorumunda Bağlam | 9 Mart 2017 | İstanbul / Mana Yayınları


Kitap | Din Sermayesinden İktidar Devşirmek: FETÖ

FETÖ sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, psikiyatri, antropoloji, teoloji, dinler ve mezhepler tarihi gibi çok çeşitli alanların yanında din-devlet-cemaat-siyaset ilişkisi boyutuyla da değerlendirilmesi gereken bir meseledir. Bütün bunlara ulusal ve uluslararası derin devlet ve gizli servis ilişkileri ile kriminal boyut da dâhil edilmelidir. Ancak FETÖ’nün bütün bu boyutlarıyla ele alınıp etraflıca analiz edilmesi tek kişinin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Uzmanlık alanımız İlahiyat olduğundan, FETÖ meselesi bu çalışmada ağırlıklı olarak teolojik çerçevede değerlendirilecektir. Bununla birlikte çalışmamızda yer yer din-devlet-siyaset ilişkilerine de değinilecektir. Ayrıca dinî boyutta salt FETÖ ile ilgilenilmeyecek, Gülen ve örgütlü çetesinin ilk referans kaynağı olan Said Nursî ve Risâle-i Nur meselesine de sık sık değinilecektir. FETÖ’nün özellikle dinî alanda çok ciddi bir enfeksiyon ürettiği şüphesizdir. Bize ve bizim gibi düşünen sayısız insana göre tam manasıyla enfekte olup etrafa da enfeksiyon saçan bu yapının en temel kaynaklarından biri Said Nursî ve Risâle-i Nur külliyatındaki içerik ve bu içerikte serimlenen dinî anlayış ve zihniyettir.

Sipariş Seçenekleri:
kitapyurdu
babil.com

İlmî Tartışma Adâbı ve Ahlâkı

Zamanın ruhundan mıdır yoksa başka bir kışkırtıcı unsurdan mıdır, bilinmez; ama her nedense son günlerde ‘tarihselcilik’ adlı temcid pilavına kaşık sallamak isteyenler çoğalmaya başladı. Belli ki bu meseleyle ilgili münakaşalardan bir süre daha yakamızı kurtarma şansımız pek yok. Malumunuz, Sayın Ali Rıza Demircan birkaç gün önce Karar gazetesinde yayımlanan ve içerisinde ismimize açık atıf yapılan “Kur’an’ı anlamada tarihselci metoda itiraz” başlıklı bir yazı yazdı; ancak bu yazı ilmî tartışma adabı açısından tam bir faciaydı. Öncelikle belirtelim ki ilmî münazarada bir muallil (iddia sahibi), bir de sâil (iddia sahibinden delil isteyen) söz konusudur. Sayın Demircan’ın bize atfen eleştirdiği tarihselci perspektife ait görüş ve iddiaların delilleri gelenekteki referanslarıyla birlikte ortadadır. Ancak kendisinin bu görüş ve iddialara karşı ürettiği kıyaslar hem şekil hem muhteva bakımından arızalı olmasından dolayı maalesef ‘mugalata’ (yanıltıcı, hedef saptırıcı elfaz) tarzındadır.

***

İlmî tartışma adabından biri, muarızın niyetini okumak ve söylemek istedikleri hakkında zanna dayalı yargı cümleleri kurmak değil, bizzat söylediği ya da yazılı metne döktüğü ifadelerin medlulleri üzerinde konuşmaktır. Dolayısıyla ilmî münazarada hedef saptırmak adab ve ahlaka mugayir bir davranıştır. Ama gelin görün ki Sayın Demircan tıpkı ‘ördek fıkrası’ndaki gibi, bizim ‘Hava bulutlu’ dememizden, ‘Sen bana ördek dedin’ gibi bir sonuç çıkarmaktadır. Daha açıkçası, Demircan bizim söylediklerimizden ziyade, söylemediklerimiz üzerine değerlendirme yapmakta ve biz sanki, “Faiz helaldir; zina ve eşcinsellik meşrudur” demişiz gibi, “Ne yani, faizi, zinayı, eşcinselliği meşru mu sayalım?!” mealindeki tuhaf cümlelerle bizi ibâhiyecilikle suçlamaktadır. Üstelik bu suçlamaya ‘sakıncalı’ kaydını ekleyerek bizi hedef göstermek gibi bir işe de imza atmış olmaktadır.

Tarihselci yaklaşım çerçevesinde zina ve eşcinsellik gibi konularla ilgili Kur’an ahkâmının toplumsal dinamiklere bağlı değişken hükümler olarak değerlendirildiğine dair bir iddianın somut ve sarih delillerle belgelenmesi gerekir. Aksi halde tarihselcilerin böyle bir iddiada bulunduklarını söyleyen kişi müfteri olarak anılmayı hak edecektir. Zina fiilini ispatta tıbbî ve teknolojik veriler Kur’an’da zikredilen dört çift gözün tanıklığı gibi delil sayılabilir demeyi yahut İslam fıkhındaki cezai hükümlerde şekilden ziyade maksat/makâsıd üzerinde durmak gerektiğini söylemeyi tarihselcilik eleştirisi adı altında zina ve eşcinselliği mubah saymakla eş tutmak ilmî tartışma adabına yakışır bir davranış mıdır? Keza çok eşliliğin dinî ve ahlâkî değil, örfî bir mesele olduğunu, tıpkı bugün Türkiye’nin farklı yörelerinde yaşandığı üzere bir bölgede maruf görüldüğünde uygulanacağını, aksi halde kendiliğinden rafa kalkacağını söylemek şayet tarihselcilikse, bu görüşü çürütmek adına, Almanya, Amerika, Fransa gibi ülkelerde her bir erkek ve kadının ömrü boyunca ortalama on beş cinsel partnerle ilişki yaşamasından dem vurmak ilmî tartışma ahlakı açısından izah edilebilir bir tutum mudur? Ayrıca Kur’an’da ve İslam fıkhında fey’, nefel, humus, seleb, sâfî gibi birçok boyutu ve sayısız fer’î ahkâmı bulunan kıtâl ve ganimet meselesini, “Dünyada ordusu olmayan millet var mı? 20. asır iki dünya harbini yaşamadı mı? Emperyalistlerin Ortadoğu savaşı devam etmiyor mu?” gibi birkaç beylik cümleyle geçiştirmek ilmî açıdan herhangi bir anlam taşımakta mıdır?

***
Bütün bunlar bir kenara, Sayın Demircan tarihselcileri ‘geleneksel yapıyı eleştirmek’le suçlamaktadır. Fakat ne tuhaftır ki kendisi, ‘Kur’ân ve Sünnet Işığında Cariyeler ve Sömürülen Cinsellikleri’ isimli kitabında hem bütün geleneği sıfırlamakta, hem de Hz. Peygamber ve sahabe devri tatbikatını yok saymaktadır. Bununla da kalmayıp Talâk 65/4. ayetle ilgili hadis, tefsir, fıkıh, siyer kaynaklarındaki tüm bilgileri “ayetin ırzına geçmek” gibi çok çirkin bir ifadeyle yargılamakta ve sonuçta, “Ben bildiğimi okumaya yeminliyim” dercesine tam bir modernist tavrı ortaya koymaktadır. Ergen dilini anımsatan bir dil ve üslupla temayüz eden katıksız modernist bir zihniyetle tam da bu türden çağdaş Kur’an üretme girişimlerine son dönemde çok sık rastlandığını ve bu çarpıklığın özellikle din sosyolojisi/psikolojisi alanında müstakil bir bilimsel araştırmayı hak ettiğini bu vesileyle not etmek lazımdır.


Sonuç olarak, Sayın Demircan meseleyi ,“Zinayı mı meşru kılalım, eşcinselliği mi meşrulaştıralım?” gibi hedef saptırıcı argümanlarla ele almak yerine tarihselci diye eleştirdiği ‘aziz kardeşleri’nin söyledikleri ve yazıya döktükleri fikirleri keşke ilmî olarak çürütmeyi deneseydi… Yine Demircan, “Mücadele 12, Mümtehine 60 ve Nur 58 üzerindeki kavrayış yetersizliğine tarihî ricalimizden onay alma girişimlerinin zilletine ne diyeceğimizi bilemiyorum” şeklinde fiyakalı bir retorikle topu taca atmak yerine Hz. Ali, İbn Abbas, İmam el-Mâtüridî gibi tarihî ricalimizin söz konusu ayetlerdeki ahkâmın metruk olduğuna ilişkin görüşleri ne tür bir ‘eziklik’ sebebiyle dile getirdikleri meselesi hakkında da keşke birkaç kelam etseydi… Ama ben yine de bu konuda birkaç kelam edileceği ümidiyle tarihî ricalimizden başka bir örnek daha aktarayım. Belki bu vesileyle Sayın Demircan ya bizim gibi ‘aziz ama sakıncalı’ kardeşlerini de mübarek tarihî ricalimizin takipçisi sayar yahut tarihî ricalimizi de bizimle birlikte ‘sakıncalılar’ listesine yazar. Şeriatın zahirine sadakatle nam yapan Hanbelî ekolünün meşhur âlimlerinden İbn Receb Letâifu’l-Meârif (Beyrut 1999, s. 224-225) adlı eserinde şöyle der: “Sahâbîler Rasûlullah’ın vefatından sonraki dönemlerde kesintisiz olarak fetih ve cihad faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Hiçbir sahâbîden haram aylar sebebiyle savaşmaktan imtina edildiğine dair herhangi bir bilgi nakledilmemiştir. Bu durum sahabe neslinin haram aylarda savaşmanın yasak olduğuna ilişkin Kur’an hükmünün uygulamadan kalktığı (mensuh/metruk) hususunda hemfikir olduğunu gösterir…”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Mart 2017

Tefsir Çalışması Ne Durumda?

Son birkaç aydan bu yana kesintisiz olarak tefsir çalışmasıyla meşgulüm. Çalışmanın ne zaman tamamlanacağı hususunda yoğunlaşan sorular üzerine bu konuda birkaç satır yazma ihtiyacı duydum. Sempozyum, konferans gibi vesilelerle çalışma ortamımdan uzaklaştığım zamanlar hariç, mütemadiyen tefsirle meşgul olduğumu belirtmek istiyorum; ancak çalışmayı tamamlamaya ömrün vefa edip etmeyeceğini bilmediğimden, “Gayret bizden, tevfik Allah’tan” demeyi tercih ediyorum. Bazı dostlar, “Tefsir hacimli olmasın; şöyle birkaç ciltte tamamına ersin de kolayca okuyalım” diyor. Ancak ben bu teklife pek sıcak bakmıyorum. Çünkü “hap” gibi bir tefsirin gerçek anlamda tefsir değeri taşıdığına inanmıyorum. Üstelik canımızın çektiği her şeyin çabucak önümüze gelmesi ve basit bir meta gibi tüketilmesi isteğinden hiç hoşlanmadığım gibi dinî ilimler sahasında popülizmden de nefret ediyorum.

Tefsir konusunda en kritik soru, “Tarih boyunca kesintisiz olarak yorumlanmış Kur’an metninin yeniden yorumlanmasına ihtiyaç var mı?” sorusudur. Kanımca bu soruyu, “Elbette ihtiyaç var” diye cevaplamak lazımdır. Kaynaklarımızda, Kur’an’ın kendi nüzul bağlamında söylediklerinin izahına dair Hz. Peygamber ve sahabeden fazla bir bilgi aktarılmamıştır. Bu durum Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde tefsir edilen (müfesser) bir metin olmaktan ziyade, o dönemde olup bitenleri tefsir eden (müfessir) bir kelam/hitap olmasıyla alakalıdır. Ancak vahyin sona ermesi, ilk muhatapların dünyadan göçüp gitmesi, daha sonraki Müslüman nesillerin ilâhî hitapla iki kapak arasına dercedilmiş bir yazılı metin olarak karşılaşması ve bütün bunların yanı sıra nüzul döneminden uzaklaştıkça Kur’an’daki kelimeler ve kavramların semantik kaymalara maruz kalması, “Kur’an aslında ne diyor?” sorusunun cevabını aramayı ve bilindik anlamda tefsir çalışması yapmayı zorunlu hâle getirmiştir. Tefsir rivayetlerinin tâbiîn neslinden itibaren hızla çoğalması tam da bu durumla alakalıdır.

***

Hicrî 1. asrın sonlarından itibaren tedvin faaliyetinin başlaması, siyasi ihtilaflarla bağlantılı olarak itikâdî fırkaların ortaya çıkması, keza zaman içerisinde fıkhî mezheplerin ve dinî ilimlerin oluşmaya başlaması ve her ilim dalının kendi terminolojisini oluşturması gibi birçok faktörün yanı sıra Kur’an’ın hemen her meselede referans metni olarak kullanılması, hatta Hz. Peygamber’den sonraki hilafet tartışmasıyla ilgili olarak Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekr’in halifeliği hakkında bile Kur’an’ın konuşturulması gibi malum algı operasyonları dikkate alındığında, en azından ideolojik yorum kirliliğini gidermek maksadıyla yeni bir tefsir çalışmasına ihtiyaç bulunduğu kendiliğinden anlaşılır. Ancak tefsirde asırların kirini pasını temizlemek çok zor ve sıkıntılı bir iştir. Bununla bağlantılı olarak okuyucuyu tarihsel süreçte şu veya bu sebeple üretilmiş sayısız yorumun operasyonel yorum olduğuna, birçok ayete yüklenen anlamların bu tür yorumları yansıttığına ikna etmek de deveye hendek atlatmaktan farksız gibidir. İşte bu durum tefsir çalışmasının hacimli olmasını kaçınılmaz hâle getirir.

Bize göre tefsir çalışmasındaki temel amaç ilk olarak Kur’an’ın kendi nüzul ortamında ne söylediğini ortaya koymak, ardından da bugüne dair ne söylemek istediğine dair çıkarımlarda bulunmaktır. Ancak sağlıklı bir çıkarım için Kur’an’daki ilk ve aslî manaların mümkün mertebe açıklığa kavuşturulması, bunun için de uzun tarihî tecrübe içerisinde birikmiş siyasi, mezhebî yorumların imkânlar ölçüsünde ayıklanması, başka bir ifadeyle, ilk ve aslî manalar ile tarihî süreçte ortaya çıkan izafî anlamların birbirinden ayrıştırılması gerekir. Bu çaba Kur’an mesajının yorum marifetiyle günümüze taşınmasında bir röper noktası belirlemeye yöneliktir. Bugünkü sosyolojiye dair bir Kur’an yorumunun sıhhatli ve tutarlı olması için sabit bir işaret ve başlangıç noktasının bulunması ve yorum sürecinde bu noktanın dikkate alınması son derece önemlidir.

***


Bütün bu gerekçelere binaen tefsir çalışmamız ister istemez hacimli olacaktır. Çalışmada geleneksel birikim hem tartışılacak hem de bu birikimden yararlanılacaktır. Gelenek hafızasından ve referansından yoksun bir tefsir çalışması tefsir değil, başka bir şeydir. Bu bağlamda Kur’an’daki bir kelimenin ne manaya geldiğine ilişkin müşterek bilgimizi dahi geleneğin taşıyıcılığına borçlu olduğumuzu unutmamak gerekir. Gelenekle ilişkimizde en kritik meselelerden biri, ilk ve aslî mana arayışında İslam tarihinin farklı uğraklarında zamanın ruhuna ve ihtiyacına göre üretilmiş yorumların sadece birer yorum olduğunu bilmek ve bu yorumları aslî manalar zannetmemektir. Bunun için de en azından Kur’an’ın gökten zembille inmiş bir metin olmadığını akılda tutmak gerekir. Kur’an’ı iki kapak arasında hazır bulmuşluğumuzdan kalkarak her bir ayeti salt lafız-mana ekseninde tablet çözme yöntemine benzer şekilde yorumlamaya girişmek tarihî tecrübedeki Bâtınî, Hurûfî yorum geleneklerinde olduğu gibi sayısız uçuk görüş, fikir ve fantezinin Kur’an’a iliştirilmesi gibi berbat sonuçlar verir. Bu bakımdan tefsir çalışması her şeyden önce tarih (siyer, hadis), dilbilim ve mantık kuralları açısından denetlenebilir ve ilmî açıdan hesabı verilebilir nitelikte olmalıdır.

No News Is Good News

Başlıktaki ifade, “Haber yoksa vaziyet iyi demektir”, “Hiç haber olmaması iyi haberdir” ya da “Kötü haber almaktansa bihaber olmak daha iyidir” şeklinde çevrilebilecek bir deyimdir. Bu deyimle ilgili son çeviri genel ruh hâlim ve hissiyatıma tercüman gibidir. Vallahi, haber-havadis denilen şeyden ikrah etmiş haldeyim. Bu halden kurtuluşun her türlü havadisten uzak kalmak ve imkân elverdiğince hiçbir şeyden haberdar olmamak modunda yaşayarak mümkün olduğunu düşünmekteyim. Her Allah’ın günü FETÖ belasının akla hayale gelmeyen bir melanetinden haberdar olmak, sözgelimi onlarca yıldan beridir neredeyse tüm sınav sorularının çalındığını ve sayısız hırsızın devlet kurumlarında memur olarak çalıştığını duymak feci şekilde can yakıyor. FETÖ soruşturmaları kapsamında ortaya çıkan tuhaflıklar ve bilhassa son kararnamedeki kimi ihraçlar toplumsal vicdanı kanatıyor. Öte yandan referandum meselesinin hemen her platformda kan davası mantığıyla tartışılmasına şahitlik etmek iç daraltıyor. Mehter ve İzmir marşları üzerinden Osmanlı ile Cumhuriyet’in birbiriyle çarpıştırılması, bu arada İstiklal Marşı’ndaki bütünleştirici ruhun arada kaynaması hakikaten yürek sızlatıyor. Siyasî alanda karşıt görüşlerin çatışması yetmiyor, üstüne üstlük aynı semtin çocukları birbirleriyle didişiyor. Bir grup diğerini “İçimizdeki İrlandalılar” diye tarif ediyor. Ne var ki bu didişmede, “Eşek dağda ölür, zararı eve gelir” atasözünde ifadesini bulan gerçekliğin istikbalde karşımıza çıkaracağı ağır maliyet nedense pek hesap edilmiyor.

***

Siyasî alanda didişme, fikrî alanda didişme, dinî alanda didişme… Hainlik ve yandaşlık tahterevallisine oturtulmuş söylemlerle kolektif bilgeliğin alabildiğine hırpalandığı, birlikte yaşama şevkimizin kırıldığı bu toplumsal anomali karşısında, “Meğer ne çok enerjimiz varmış; birbirimizle didişme iştahımız ne kadar da çokmuş…” diyesim geliyor. Pek çok insanımız birbirini hırpalamaktan sanki hazzediyor, gündelik hayatta yüksek tansiyonu vazgeçilmez addediyor. Lakin gerilim ve stres bu bünyeye hiç iyi gelmiyor. En azından alevlenmiş “crohn”umun remisyonu için, mümkün mertebe haber ve havadisten bihaber yaşamak, hemen hiçbir şeyden haberdar olmamak iyi bir hâl çaresi gibi görünüyor. İslam tarihinin ilk dönemlerinde yaşanan iç çatışmaların yarattığı ağır havayı solumaktan bitap düşen birçok Müslümanın da olup bitenlerden haberdar olmamak ve adeta saklanarak yaşamakta karar kıldıkları biliniyor. Zühd diye adlandırılan ve “sosyolojik hengâmeye kayıtsız kalmak, dünyaya karşı perhizli olmak” anlamı taşıyan bu hâl çaresi bir yönüyle günah ve kirlilik psikolojisinden kurtulma arzusunu ifade ediyor. Cemel, Sıffîn, Harre, Kerbelâ gibi trajik vakaların sayısız Müslümanın ruhunda derin yaralar açtığı, “mürtekib-i kebire” (büyük günah işleyen kimse) problemiyle birlikte ortaya çıkan derin siyasi-itikâdî çatlakların hâlen dahi kapanmadığı gayet iyi biliniyor.

***

Bu bağlamda, Süfyân es-Sevrî’den kısaca söz etmek meramımızın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayabilir. Erken dönemdeki zahidlerden biri olarak bilinen ve Emevîlerin son dönemi ile Abbâsîlerin ilk dönemine tanıklık eden Süfyan es-Sevrî Abbâsî halifeleri Mansur ve Mehdi tarafından teklif edilen kadılık görevini kabul etmeyerek Kûfe’den gizlice ayrılmış ve bu tarihten sonra münzevi halde yaşamıştır. Zühd konusunda, “Dünyaya karşı gözü tokluk kanaatkâr olmaktır. Kuru ekmek yemek ve abâ giymek zühd değildir” diyen Sevrî, Abbâd b. Abbâd el-Ersûfî isimli bir dostuna yazdığı mektupta (Bu mektubun tam metni için bkz. Ebû Muhammed İbn Ebî Hâtim, Kitâbü’l-Cerh ve’t-Ta’dîl, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut 1952, I. 86-89) kapalı devre yaşam tarzını şöyle açıklamıştır:


“İçinde bulunduğumuz zaman insanı yoran/yıpratan bir zaman… Bu zor zamanın şerrinden ancak suda boğulmak üzere olan kişinin duasıyla dua eden kimse salim olur. Sen sen ol, Allah’a karşı saygılı ol. Uzlette kendi nefsinle hemhâl ol; Allah’ın kitabıyla ünsiyet kur (Not: Bu ifade benim için, “Otur, tefsirini yaz” diye anlaşılabilir)… Ümeradan uzak dur. Yine sen sen ol, kendilerini Allah’a muhtaç bilen insanlarla (fukara) hemdem ol… Makam-mevkii sevdasından uzak dur… Böyle bir zamanda sana tavsiyem, evvel emirde ihtilattan kaçınmak, görünür olmaktan mümkün mertebe sakınmaktır. Uzlette ferahlık/rahatlık vardır; ihtilatta ise fitne ve fesada bulaşmak kaçınılmazdır. Riyaset sevgisinden sakın; riya ve gösterişten kaçın. Çünkü riya karıncanın kımıldamasından daha gizli/sinsidir. Ölümü aklından hiç çıkarma; dünyevî emelleri azalt, ölümü anmayı çoğalt... Zira ölümü andıkça dünyevî olan her şey sana basit ve hakir gelir…”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Şubat 2017

Bir Temcid Pilavı Olarak Tarihsellik/Tarihselcilik Tartışması

Sayın Faruk Beşer’in 27 Ocak-05 Şubat 2017 tarihleri arasında Yeni Şafak’ta yazdığı dört yazı bir kez daha gösterdi ki Kur’an ve tarihsellik “temcid pilavı” misali tekrar tekrar ısıtılıp önümüze konan bir mevzu… Keşke Sayın Beşer vaktiyle “müctehid” olarak ilan ettiği FETÖ elebaşının fıkhını anlama çabasının binde biri kadar da bizi anlamaya çalışsaydı ve bu arada Gülen’in, “Kur’an, Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin diyor. Dikkat edin, bu mesajda Muhammedün rasûlullah yok...” ifadesiyle fıkhî ahkâm şöyle dursun, itikadı bile yeniden formatlamasını da tartışmış olsaydı. Ama gelin görün ki olan, sadece “Hangimiz Aldanmadık”tan ibaret oldu… Beşer’in bahis konusu yazılarını okudum; fakat bugünlerde tarihsellik/tarihselcilik hakkında bir yazı dizisi kaleme almanın sosyolojik bağlamını pek kavrayamadım. Zira bugünkü dinî sosyolojide tarihsellik fikrinin şeytanlaştırıldığı malum. Yine günümüz sosyolojisinde eski İslamcılığın son model muhafazakârlığa evrildiği ve buna bağlı olarak dinî düşüncede sıkı gelenekçilik ve tarih-üstücülükten çok büyük prestij devşirildiği de malum… Sözün özü, tarihsellik fikrini savunanların cüzamlı muamelesi gördükleri bir vasatta hiç üşenmeden bir dizi yazı yazmanın esbâb-ı mucibesini -vallahi- bilemedim.

***

Her neyse, Sayın Beşer’in “Tarihselcilik ve Panteizm” başlıklı yazısındaki son paragrafın bizim bir makalemizden alıntılanıp ismimize atıf yapılması nedeniyle tarihsellik/tarihselcilik konusunda birkaç satır yazmak durumundayım. Öncelikle bu yazının tarihsellik hakkında ilk ve son yazım olduğunu, yani bu köşede konuyla ilgili başka bir yazı yazmayacağımı belirtmek isterim. Çünkü kamuoyu algısı itibariyle muhataralı ve istismara açık bir meselenin gazete köşesinde tartışılmasına taraftar değilim. Dolayısıyla burada meselenin mahiyeti hakkında izahatta bulunmayı fuzuli görmekteyim. Bu yazıdaki meramım ve maksadım, tarihselliğe karşı çıkanların bize ta’n etmeden önce, İslam fıkıh ve tefsir geleneğiyle hesaplaşmaları gerektiğine dikkat çekmekten ibarettir. Benim nazarımda tarihsellik tartışma götürmez düzeyde olgusal bir hakikattir. Üstelik felsefî filan da değildir. Tarihsellik fikrine karşı çıkanlar, “Kur’an’daki tüm ahkâm her zaman ve zeminde lafzî mucepleriyle tatbik edilsin diye vaz edilmiştir” düşüncesine sarahaten veya zımnen sahip çıktıklarından, hiç değilse kıtâl, ganimet, zimmîlik, kölelik gibi konularla ilgili ayetlerin günümüz sosyolojisinde nasıl uygulanacağı ya da uygulamaya yönelik ne tür adımlar atılacağı meselesini izah etmek zorundadır. Ne var ki sayın tarih-üstücülerimiz izahat hususunda isteksiz davranmaktadır.

İlginçtir, kimi tarih-üstücü zevat bir taraftan bizi düpedüz ilhadla suçlamakta, bir taraftan da Cihatçı Selefî örgütlerin kıtâl ayetlerine doğrudan referansla ürettikleri şiddeti gayet haklı olarak “terör” diye tanımlamaktadır. Başka bir ifadeyle, bizim kıtâl, ganimet, kölelik gibi konularla ilgili ayetlerdeki hükümlerin öncelikle kendi nüzul bağlamları içinde anlaşılması ve açıklanması gerektiğini söylememiz tarih-üstücülerce “Kur’an’ı tarihe gömme” ya da -Hâşâ- “Tanrı’ya psikanaliz uygulama” çabası olarak yargılanmakta, Cihatçı Selefîlerin bilindik uygulamaları da “şiddet ve terör” olarak kodlanmaktadır. Hâliyle, tarih-üstücülerin nerede durdukları, ne söylemeye ve ne yapmaya çalıştıkları pek anlaşılamamaktadır. Gözlemlerimize göre bunların içinde bulundukları fiilî durum şudur: “Biz hem modernistler gibi yaşarız hem de çok sıkı bir gelenekçi retorikle kıtâl, ganimet, zimmîlik, kölelik, cariyelik gibi konularla ilgili ayetlerdeki ahkâmın tarih-üstü olduğunu savunmaktan geri durmayız. Ancak Cihatçı Selefîler savundukları görüşün gereğini yapar, biz yapmayız…”

***

Bu mesele bir kenara, tarihsellik/tarihselcilik fikrine şiddetle karşı çıkanlar bize günah keçisi muamelesi yapma ve “Vur abalıya” diye tempo tutma ucuzluğuna ram olmaktan vazgeçip ilmî ciddiyetle geleneksel fıkıh-tefsir birikimiyle yüzleşmek durumundadır. Daha açıkçası, tarih-üstücüler daha ilk dönemlerden itibaren neredeyse tüm İslam ulemasınca benimsenen nesh (şer’î bir hükmün daha sonra gelen başka bir şer’î delille kaldırılması) nazariyesinin tarihsellik fikrinden farklı bir şey olup olmadığını masaya yatırmak durumundadır. Yine tarih-üstücüler Vico, Hegel gibi isimlere atıfla tarihselci yaklaşıma fikrî nesep tayin etmeye çalışmak yerine sahabe ve tâbiîn de dâhil birçok müfessirin Kur’an’daki bazı hükümlerin mensuh/metruk olduğuna ilişkin sarih beyanlarıyla hesaplaşmak, dolayısıyla tarihsellik meselesinde fikrî irsiyeti de dikkate almak zorundadır. Aşağıdaki ifadelerin tarihsellik konusundaki fikrî irsiyetimiz hakkında yeterli bir kanaat oluşturacağı inancındayız:

***


Hz. Ali: Allah’ın kitabında bir ayet var ki benden önce bu ayetle amel eden biri olmadığı gibi benden sonra da amel eden birisi olmayacaktır. Bu ayet necvâ ayetidir (Mücâdile 58/12)... İbn Abbas: “Bu ayetin (Nûr 24/58) hükmü bitmiş gitmiştir (kad zehebe hükmühâ). Bugün bu ayetteki hükmü uygulayan birine rastlamış değilim… İmam el-Mâtüridî: Bu ayette (Müntehine 60/10) Kur’an’daki bir hükmün insanlar/Müslümanlar o hükmü uygulamayı terk edince mensuh hâle gelmesinin caiz/mümkün olduğuna delil vardır. Kur’an’da ve Sünnet’te hükmün terkedilmesine dair hiçbir beyan bulunmamasına rağmen insanlar bu ayetteki hükmün terki hususunda icma etmiştir… Mahmud Esad Efendi: Mansûs olan nice ahkâm ve hudûd-ı şer’iyyede bile işbu nusûsun âdete müstenit olması ve örf ve âdetin tebeddül etmesi hasebiyle yerlerine ahkâm-ı cedîde ikâme edilmiştir… Daha bundan birkaç sene evvel bir terekede zuhur eden bir köleyi bi’l-müzâyede sattığı anlaşılan bir kaza hâkimini Bâb-ı Meşîhât derhal azl ve emr-i kazadan teb’îd ederek vazife-i şer’iyyesini ifa etmiştir. Çünkü bugün Şeriat-ı İslâmiyyenin tarif ettiği yolda rıkkiyet (kölelik) mevcut olmadığını takdir edemeyecek derecede irfandan mahrum bir zata taklid-i kaza etmek şeriata ihanettir…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Şubat 2017