Diyanet'ten İmam Hatip Eleştirisi | Habertürk Manşet | 20 Aralık 2019


Diyanet İşleri Başkanlığı imam-hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerindeki eğitim kalitesinin arzu edilen düzeyde olmadığı tespitinde bulundu.

Öğrenci sayısı 1 milyon 300 bine ulaşan 5 bin 138 imam-hatip lisesi ve sayısı son 8 yılda 22’den 105’e çıkan ilahiyat fakültelerindeki eğitim kalitesine yönelik eleştiriler ve tespitler Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 2019-2023 stratejik planı raporunda yer aldı. Raporda personelin eğitim seviyesi yükseldiği halde imam-hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerindeki eğitim kalitesinin arzu edilen düzeyde olmadığı belirtildi. Din hizmetlerinde istihdam edilen personelin niteliklerinin arttırılması için yeni politikalar geliştirilmesi gerektiği vurgulandı. Mesleki gelişim faaliyetleriyle personelin niteliklerinin vatandaşların ihtiyaçlarına göre geliştirilmesinin hedeflendiği ifade edildi.

Habertürk Manşet'te Mehmet Akif Ersoy, konuğu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile Diyanet'in "imam-hatip" eleştirisi hakkında konuştu.

Tarihselcilik Konuşmaları 9 - Yahudilik ve Hristiyanlık Kıssaları


Tefsir-Klasik Metin Okumaları 2019/4 | Aralık 2019


Kur'an Mealleri ve Metin-Merkezci Yorum


Türkiye’nin yakın tarihindeki dinî düşünce hareketlerinde önemli bir yere sahip olan “meal” kavramı ilk planda Kur’an mesajının İlahiyat alanında ilmî ve entelektüel birikim sahibi olmayan insanlar tarafından da kolayca anlaşılmasını sağlama ya da Kur’an mesajını yediden yetmişe tüm müslüman kitleyle doğrudan buluşturma amacına yönelik çabalara işaret ediyor görünse de bu kavramın anlam spektrumu son dönem Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çok boyutlu modernleşme projelerinin yanı sıra milliyetçilik, ulus devlet ve İslamcılık gibi ideolojilere ait birçok unsur da içerir. Bu bakımdan, meal, özellikle modern Türkiye’de hiçbir zaman salt İslam’ı ve İslam’ın en temel kaynağı olan Kur’an’ı daha sağlıklı şekilde anlama meselesine indirgenebilecek bir kavramsal içeriğe sahip olmamıştır. Başka bir ifadeyle, Osmanlı’nın son dönemlerinde, yani Tanzimat sürecinde ortaya çıkmaya başlayan ve II. Meşrutiyet döneminde hararetle tartışılan “Türkçe Kur’an” ve “Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi” projesinden, 1920-1930’lu yılların Türkiye’sinde uygulamaya konulan agresif modernleşme projelerinin dinî alandaki yansıması olan “ana dilde ibadet” meselesine, keza 1980’li yılların sonlarında kendinden çok söz ettiren “Mealcilik” tecrübesinden günümüz Türkiyesinde de hâlen ciddi bir ilgi gören Kur’an merkezli İslam anlayışına kadar birçok önemli konu ve olgu “meal” kavramıyla ilgili inceleme-araştırma alanına dâhil edilebilir.

***
Kur’an Araştırmaları Merkezi (KURAMER) tarafından 28 Aralık 2019 Cumartesi günü İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İSAM konferans salonunda düzenlenecek olan “Kur’an Mealleri ve Metin-Merkezci Yorum” sempozyumu özellikle Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’ndeki dinî düşünce üzerinde hatırı sayılır etkiler yaratan, daha açıkçası bir yönüyle geleneksel dinî düşünceyi sorgulama, tartışma ve belli bir kurumsal dinî yapıya intisapsız bir akıl-iradeyle “İşin aslı nedir?” sorusunun cevabını arama konusunda kişiye özgüven ve cesaret aşılayan, ancak diğer bir yönüyle de klasik İslâmî ilimler hiyerarşisini alt üst edip Kur’an ve tefsirle meşguliyetin tabir caizse harcıâlem bir işmiş algılanmasına ve hatta Kur’an’a ilgili duyan herkesin kendini tefsir otoritesi sanmasına yol açan meal olgusu ve meal merkezli din tasavurunu çok farklı boyutlarıyla masaya yatırmayı amaçlamaktadır. İki oturumdan oluşan sempozyumda “Kur’an Mesajının Anlaşılmasında Meallerin Yeri ve İşlevi (Meal Merkezli Din Anlayışının Genel Karakteristiği)”, “Tenzil Dönemi Sonrasındaki İlmî ve Mezhebî Gelişmelerin Mellaerdeki Yansımaları”, “Meal Kavramının Mahiyeti, Tarihçesi ve Mealcilik Tecrübesi”, “Meallerde Anakronizm Sorunu”, “Meallerde Bağlam ve Otantik Anlam Sorunu”, “Meal Yazıcılığını Tetikleyen Psiko-Sosyal Sebepler” başlıklı bildiriler sunulacak ve bütün bu bildirileri genel çerçevede müzakere etmek üzere birçok tefsir akademisyeni hocamız da programa bizzat katılacaktır. 

Kuramer’in bugüne kadar düzenlediği sempozyum ve çalıştay gibi tüm faaliyetlerde azami özenle dikkate alınan temel ölçütlerden biri, inceleme-araştırma ve tartışma konusu olan her meselede ilmî usullere riayettir. Bir diğer temel ölçüt, konuların farklı yönleriyle ele alınması, dolayısıyla çok sesliliğin tehlike ve tehdit değil, daha isabetli olan fikir ve görüşün tebellür etmesine imkân verecek bir ilmî zenginlik sayılmasıdır. Oysa bugün KURAMER ve KUR’AN ÇALIŞMALARI VAKFI gibi birkaç kurum haricinde, dinî konularda çalıştay, sempozyum gibi programlar tertip eden mahfillerin hemen tamamında “kendi çalıp kendi oynamak” sözünde ifadesini bulan bir tek sesliliğin hükümferma olduğu malumdur. Ayrıca, herkesi kendimize benzetmeye çalışmanın veya sadece bizim gibi düşünenlerin fikir ve görüşlerini dikkate almanın veyahut dinî düşünce alanında tek görüşü mutlak hakikat olarak dayatmanın sorma, sorgulama, dinleme, empati kurma, anlama, anlamaya çalışma gibi insani kabiliyetlerini kaybetmiş mankurtların hemen her yerde pıtrak gibi çoğalmasından başka bir sonuç vermeyeceğini uzun uzadıya anlatmaya da hacet yoktur.   

***
Hâsıl-ı kelam, geçmiş tarihlerde Kuramer tarafından düzenlenen “Kur’an ve Pozitif Bilim”, “Zâhirî ve Selefî Din Yorumu”, “Kur’an’ın Bâtınî ve İşârî Yorumu”, “Beklenen Kurtarıcı İnancı”, “İslam Geleneğinde ve Günümüzde Cihad” gibi sempozyumların tümü gerek ele alınan meseleler gerekse bildiri sunan ve müzakerede bulunan figürler açısından, “Bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar” fehvasınca birçok farklı görüş ve anlayışın ilmî usuller dâhilinde kendini özgürce ifade etmesi gerektiği düşüncesine göre planlanmış ve bu planlamaya mutabık şekilde de uygulanmıştır. Bu yüzden, kimi çevrelerin sabah-akşam dillerine doladıkları KURAMER’in dinî alanda salt belli bir görüşün kurumsal temsilciliğine soyunduğu yönündeki iddiaların düpedüz “BÜHTAN” olduğunu söylemek lazımdır. Hele de bazı akademisyenlerin pervasız bir üslupla KURAMER’in ilmî faaliyetlerine yönelttiği ağır ithamlar kelimenin tam manasıyla “namertçe saldırı” olarak kodlanmalıdır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Aralık 2019

Müphemlik Kültürü ve Müphemlik Hoşgörüsü


Başlıktaki iki tabiri birkaç ay önce instagram hesabımda da paylaştığım bir eserden, Thomas Bauer’in “Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı Bir İslâm Tarihi Okuması” (çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul 2019) adlı eserinden ödünç aldım. Bauer, bugün dinî düşünce alanında hemen her birimizin az çok muallel olduğu müzmin bir hastalığa dair çok önemli tespitler içeren bu eserinin önsözünde müphemlik kültürü ve hoşgörüsüne dair şöyle der: “Belli ki birilerinin kendi norm ve değerlerinin münhasıran geçerlilik kazanması için dayatmadığı, birbiriyle bağdaştırılması zor olan normların ve değerlerin yan yana durabildiği toplumlar vardır; dahası, belli ki birbirine aykırı normların ve değerlerin bir ve aynı bireyde barış içinde yan yana barınması mümkündür. Böylesi toplumlarda insanlar hayatın belirsizlikleri ve çok anlamlılıkları karşısında daha rahattırlar; sorgulanamaz hakikatlere erişmek yerine, muhtemelin arayışı içinde olmaya razıdırlar… Bu fenomeni tasvir etmek için, psikolojiden gelen ve kültür bilimlerinde henüz hak ettiği yeri bulamamış olan müphemlik hoşgörüsü kavramına el atıyorum. Oysa kültürler ve çağlar, büyük ölçüde, insanların çokanlamlılığı, müphemliği, çeşitliliği ve çoğulluğu nasıl hissettiklerine ve bununla nasıl baş ettiklerine bağlı olarak farklılaşırlar. Bazı zamanlarda ve yerlerde insanlar bütün müphemlikleri olabildiğince yok etmeye ve bir kesinlikler ve mutlak hakikatler dünyası yaratmaya çalışırlar. Başka yerlerde ve başka zamanlarda ise insanlar müphemliği gemlemekle yetinirler. Dünyayı anlamanın ve yorumlamanın sonsuz olanakları burada da azaltılır. Fakat bu olanakları tasfiye etmeye değil, sadece onları beraber iyi yaşayabilecek şekilde evcilleştirmeye çalışır orada insanlar. Geriye kalan çeşitlilikten de şüphe edilmez, minnetle rıza gösterilir.”

Bu tespitlerin tümüne kalıbımı basarım. Zira bugün özellikle dini ve temel dinî metinleri anlama ve yorumlama konusunda yaşadığımız en büyük sorun, müphemlik kültürüne ve hoşgörüsüne karşı sergilenen müthiş direnç ve tahammülsüzlüktür. Belli ki İslam kültürleri, Bauer’in ifadesiyle, geçmişten bugüne geçirdikleri dönüşüm içinde, modernleşme süreçlerini müphemlik olgusunu tahrip eden bir süreç olarak yaşıyorlar. XIV. yüzyıl İslam âlimleri Kur’an’ın değişik tefsirlerini bir zenginlik ve zenginleşme sayarken, günümüz müslümanları için Kur’an’ı farklı okuma tarzlarının varlığı bile katmerli bir rezalettir. Geleneksel İslam âlimleri Kur’an’ın mütalaa olanaklarının çoğulluğunu methederken, günümüz Kur’an yorumcuları, ister Batı’da olsun, ister Doğu’da, ister fundamentalist olsun ister reformcu, Kur’an metnindeki bir parçanın yegâne hakiki anlamını kesin olarak bildiklerine inanıyorlar. Klasik çağın âlimleri için görüş farklılığı, Hz. Peygamber’in malum hadisi uyarınca, ümmet için bir nimet sayılırken, bugün birçoklarınca kökü kurutulması gereken bir hastalık addediliyor.

Günümüz İslam dünyasında dinî meselelerin çok anlamlılığa ve yorum farklılığına açık şekilde ele alınıp değerlendirilmesinin ciddi bir tehlike ve tehdit gibi algılanması birkaç yüzyıllık maziye sahip olan modernleşme tecrübesinin topyekûn inhitat, inkıraz ve çok boyutlu mağlubiyetlerle şekillenen koskoca bir travmaya karşılık gelmesiyle ilgilidir. Bütün bir İslam dünyasını çepeçevre kuşatan ve müthiş bir özgüven kaybına yol açan travma psikolojisi ya apolojiye sığınma ya nefret diline savrulma ya müphemlik ve melezliği bidat sayma gibi algılar yaratmıştır. Bunun neticesinde ortay çıkan şey, Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” adlı eserinde -ki bu eserin okunması, eğer okunmuşsa bir kez daha okunması tavsiye edilir- çarpıcı biçimde tasvir ettiği “geleneksel toplumlarda kültürel şizofreni” olmuştur… XX. yüzyılın başlarında ıslah-tecdit söylemiyle kendinden çok söz ettiren neo-selefî düşüncedeki öze dönüşçü, özcü ve inhisarcı söylem tarzı da aslında söz konusu travma psikolojisinin bir yansımasıdır. Aslında Selefîlik, ister İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin öncülük ettiği klasik versiyonu, ister son yüzyılda Muhammed Abduh, Reşid Rızâ, Cemâleddîn el-Kâsımî gibi isimlerce temsil edilen yeni versiyonu olsun, çok çalkantılı dönemlerde “Sıla”ya (Sadr-ı İslam) dönüş özlemiyle zuhur eden ve temelde genel kriz yönetimini hedefleyen din referanslı bir ideolojidir. Selefî ideolojinin temel özelliklerinden biri, “öz kültür” diye bir şeyin mümkün ve mevcut olduğuna inanması, kültürel melezlikten hiç hoşlanmaması, dinî alanda müphemliği tehdit gibi algılaması, tek hakikatçilik gibi naif bir iddiayı savunması, anlamsal çokluk ve yorumsal çeşitliliği inhiraf saymasıdır. 

Bugün kendilerini Hanefî-Mâtüridî çizgide “Ehl-i Sünnet”ten sayan birçoklarının gerçekte kusursuz denebilecek bir Selefî kafa yapısına olmaları da İslam dünyasının birkaç yüzyıllık modernleşme sürecini tam bir travma olarak yaşamasıyla alakalı bir durumdur. Pakistan ve Afganistan gibi coğrafyalarda Hanefî kimlikli sayısız müslümanın Taliban’a dönüşmesi de yine aynı travmanın ibret verici bir sonucudur. Gelinen noktada, müphemlik kültürü ve hoşgörüsünün yeniden fark edilmesi ve bu hoşgörünün İslam medeniyetinin canlanmasına vesile olacak büyük bir imkân olarak görülmesi gerekir. Gerçi Bauer’in dediği gibi başkaları bizim hakikatlerimizi benimsemeyebilir; fakat bu kendi hakikatlerimizden başka bir hakikat olmadığına inandığımızda tehlikeli olabilir. Kendi inandığımız hakikatler dışında başka hakikatlerin de olabileceğini ancak öteki hakikatleri kendimizinkinden vazgeçme ve göreceli hâle getirme mecburiyetine yol açmaması durumunda kaldırabiliriz. Bu da yine dünyanın çok anlamlılığını kabullenmeyi gerektirir ki bunun için de yüksek bir müphemlik hoşgörüsü gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Aralık 2019

Logoterapi


İnsanoğlu hata ve nisyan ile malul bir varlıktır. Bu yüzden, her insan hayatta çok kere yanlış hesap yapar, yanlış kararlar alır ve er ya da geç bu yanlışların dramatik ve trajik sonuçlarını gayet ıstıraplı şekilde yaşamak zorunda kalır. Bu sebeple insan geç de olsa yanlışını anlamak, bundan dolayı kendini sorgulamak ve bir daha benzer yanlışlar yapmaması gerektiği konusunda kendisiyle hesaplaşmak zorundadır; fakat kimi insanlar ya kendi hatalarını kendilerine dahi itiraf edemeyecek kadar yüksek bir gurur ve onur katsayısına sahip olduklarından, kimi insanlar da hayatta mağdur olmanın ve kendilerini kurban gibi algılamanın acısını mazoşistçe yaşamaktan haz duyduklarından olsa gerek, “Hayatta yaşadığım tüm kötü tecrübeler benim yazgımmış, bu yüzden mutlaka yaşanacakmış…” diyerek saçma sapan bir kaderciliğe sığınırlar. Kader ya da alın yazısına sığınmak insanın geçmişte attığı yanlış adımlardan dolayı kendisini hesaba çekmek, hatta pişmanlıktan dolayı öz benliğiyle didişip kendi kendini yiyip bitirmek söz konusu olduğunda, iyi bir kaçış yolu ve az çok rahatlatıcı bir formül olarak görülebilir. Fakat bu yol ve formül afyon yutmaktan çok farklı bir şey değildir. Yani alın yazısına sığınmak, insanın kendini hayatta kurban olarak seçildiğine inandırması ve bu suretle kendi kendini kandırması sayesinde yaşadığı kısa süreli bir keyif hâlidir. 

***
İnsan ne kadar hata yaparsa yapsın, hatalarını itiraf etmeyi, onlarla yüzleşmeyi ve bir daha benzer hatalar yapmamaya azmetmeyi bilmek zorundadır. İnsanın bizzat kendi zatına veya hayatında önemli yer tutan başka bir insana karşı geçmişteki hatalarını açıkça itiraf etmekten kaçınıp bunu yüksek gurur/onur meselesi yapması gelecekteki hayata esaslı bir anlam yükleyerek asılmayı çok zorlaştıran anlamsız bir tavırdır. Pek çok insanın zaman zaman hayattan yana kendisini çok yorgun ve yılgın hissettiği, varoluşsal boşluk duygusuyla yaşamaya başladığı anlar olabilir. Bu noktada yapılması gereken iş, behemehâl uğruna yaşanacak yeni bir anlam arayışına koyulmak ve ne yapıp edip o anlamı bulmak olmalıdır. Hayat ancak uğruna yaşanacak anlam ya da anlamlar mevcut olduğunda yaşanmaya değer bir hâl alır. Gerçi hayatı kendisine bağlayarak yaşadığımız kimi anlamlar, düşünüp taşınmadan attığımız yanlış adımlardan dolayı anlamsızlaşabilir. İşte burada alın yazısına sığınıp mağdur ve kurban rolüne talip olmak veya hayata havlu atmayı çıkar yol saymak yerine, belki sil baştan hayata asılmayı sağlayacak yeni anlamlar bulmak gerekir. Hayata yüklenen anlamlar değişebilir; fakat anlam hiçbir zaman tümüyle yok olan bir şey değildir. 

Bu bağlamda Viktor E.Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde tarif ettiği “logoterapi”den (hayata anlam kazandırma yoluyla terapi) kısaca söz etmek faydalı olabilir. II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin toplama kamplarındaki inanılmaz acılara tanıklık etmiş ve fakat buna rağmen “Bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? Çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok! Çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez” diye düşünmekten de vazgeçmemiş olan Frankl adı geçen eserinde şöyle der: “Yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösterir. Bu nedenle önemli olan, genelde yaşamın anlamını değil, daha çok belli bir anda bir insanın yaşamının özel anlamıdır. Sorunu genel terimlerle ortaya koymak, bir satranç şampiyonuna sorulan soruyla kıyaslanabilir: ‘Söyleyin ustam, dünyadaki en iyi hamle nedir?” Bir maçtaki belli bir durumdan ve rakibin özel kişiliğinden bağımsız bir en iyi hamle ya da iyi bir hamle diye bir şey kesinlikle yoktur. Aynı şey insanın varoluşu için de geçerlidir.” (Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 122-123).

***
İnsan biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşullara tabi bir varlıktır. Kalıtımsal özellikler, içgüdüler ve çevre gibi harici faktörler insan hayatını büyük ölçüde etki altına alır. Ancak bunlar insanın değişmez kaderi olarak kodlanmamalıdır. Evet, insan bu üç etki kaynağına sahiptir. Fakat bunlar insanı tümden belirleyen şeyler değildir. Yani insan önceden belirlenmiş veya neticelenmiş bir varlık değildir. Unutmamak gerekir ki aklı başında her insan dinî açıdan da mükellef olmak için özgür, özgür olduğu için mükelleftir. Bu sebeple, insan tahayyül edilebilecek en kötü şartlara bile direnerek yaşamayı başaracak güce sahip bir varlıktır. Ancak insanın hayata asılması için, yaşamı ve ölümü anlamlı kılacak bir nedeni, uğruna yaşayacak bir hedefi olmalıdır. Hayata anlam kazandırmaya çalışmak yerine, hayatın anlamsızlığından dem vurmak söz konusu olduğunda “varoluşsal boşluk/vakum” kaçınılmaz hâle gelir. Varoluşsal vakumda sürgit yaşamak pek mümkün değildir. Hayattaki anlam spektrumu hayli geniştir. Esas mesele bu spektrumu görünür hâle getirmektir. Aslında hayata dair yeni anlam arayışlarında uzun boylu felsefi uğraşlara filan da hacet yoktur. Anlam denilen şey bazen gayet kolay ve basit şekilde bulunabilir ve tahmin edildiğinden çok daha etkili sonuçlar verebilir. Sözgelimi tatsız tuzsuz ve ruhsuz bir inancı canlı kanlı imana dönüştürmek, bir insana bağlanmak ve adanarak sevmek, bir eser meydana getirmek, sanat ve estetik değerleri fark etmek ve hatta gerçek yaşamın içinde keskin mizah duygusunu kullanabilmek gibi dolaysız, dolambaçsız yollarla hayat yeniden canlı kanlı, anlamlı hâle gelebilir ve bu sayede kenarından köşesinden tutunarak değil, basbayağı asılarak yaşanabilir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Aralık 2019

Sen Öğretmen Misin Birader?


Konya Valisi Cüneyit Orhan Toprak, 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle düzenlenen bir programda ayak ayak üstüne atarak oturan bir kişiye gözü ilişince keyfi kaçtı ve o kişiye dönüp “Sen öğretmen misin birader?” dedi. Ardından “Öğretmen gibi otur da bir görelim, ya! Allah Allah…” diye ekledi ve daha sonra azarlama seansı serzeniş modunda devam etti… Ne yazık ki bütün bir toplum olarak buna benzer manzaralar görmeye aşinayız. Çünkü devlet katından, özellikle mülki amirler vasıtasıyla fırça yemeye alışmış, alıştırılmış bir toplumuz. Bu yüzden, ilerleyen zamanlarda, Konya’da yaşanan olayın benzerlerine şahit olmamız muhtemel değil, mukadderdir. Dolayısıyla bunu söylemek kehanet filan değildir. 

***
Konya valisi hadisesini birkaç yönden kritik etmek gerekir. Öncelikle sayın valinin “sen”li hitap tarzının kesinlikle nahoş olduğunu not etmek gerekir. Hele de öğretmen olduğunu düşünerek azarladığı kişiye, “Valinin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturulmaz” mealinde sözler söylerken, kendisini devleti temsil makamında görmesi ve buna rağmen “Sen öğretmen misin birader?” diye hitap etmesi gerçekten sakildir. Çünkü bir kişi makam ve mevkii itibariyle devleti temsil konumunda ise bu konum -tabir caizse- dolmuş duraklarındaki değnekçi üslubuyla konuşmaya müsaade etmez. Valilik makamında devleti temsil ettiğini düşünen bir kişi bu makamın mehabetine rağmen böyle bir hitapta bulunmayı kendine yakıştırabiliyorsa, o zaman burada ciddi bir temsil sorunu var demektir. Yine burada işgal ettiği makamın ağırlığını kaldıramama ya da o makama yaraşır mehabeti taşıyamama sıkıntısı var demektir. 

Valinin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturma meselesine gelince, devlet ricalinin de hazır bulunduğu mekanlar, ortamlar ve toplantılarda oturtmanın elbette bir âdâbı vardır, olmalıdır. Bu tür ortamlar ve toplantılarda koltuğa kaykılmış, yayılmış veya ayak ayak üstüne atılmış vaziyette oturmak, en hafif tabirle şık değildir. Bunu söylemek, devleti kutsamak ya da onu fetiş gibi algılamak filan değildir. Nasıl ki kısa pantolon, terlik, şapka gibi tatil kostümleriyle devlet dairesinde mesaiye gitmek veyahut nasıl ki çizgili pijamayla sokakta gezmek genel âdâba mugayirse, öğretmenler günü vesilesiyle tertip edilen bir toplantıda koltuğa yayılmış, kaykılmış veya ayak ayak üstüne atılmış vaziyette oturmak da o toplantının mehabetine mugayirdir. 

Fakat şu da var ki beşer hata ve nisyan ile malul bir varlıktır. İnsan dalgın olabilir; hatta fiziki olarak hazır bulunduğu ortamı zihnen terk etmiş halde, o an kafasına üşüşmüş birçok sorunla başa çıkmaya çalışıyor da olabilir. Bu yüzden, farkında olmadan, bulunduğu ortamın havasına mugayir bir hal ve tutum sergileyebilir… Hata ve nisyan faktörü ya da “insanlık hali” diye tabir edilen durum dikkate alındığında, nahoş bir hal ve tutum içinde olan insanı cümle âlemin içinde azarlayarak uyarmanın yakışık almadığı kendiliğinden anlaşılır. Bu noktada, “Hayır, tam da böyle uyarmak gerekir” diye düşünenler çıkabilir; ancak böyle düşünenleri empatiye davet edip, “Peki, birisi sizi herkesin içinde bu şekilde azarlasa, ne hissedersiniz?” diye sormak gerekir. 

***
Devlet ile toplum arasındaki münasebetlerde karşımıza çıkan ve kendimi bildim bileli canımı çok sıkan temel sorunlardan biri, başta asker ve polis olmak üzere mülkiye ve yargı gibi resmi kurumlardaki yetkili ve etkili mansıpları temsil eden kimi zevatın devlet tarafından kendilerine verilen yetkileri sık sık halkı terbiye etmek için kullanmalarıdır. Kibir kurum satmak, kasınmak, surat asmak, somurtmak gibi hallere şahit olmayı sorun edinmekten vazgeçtik, çünkü artık bu tür hallere alıştık ve hayli aşinalık kesbettik; fakat hiç değilse resmi güç ve yetki kullanan devlet görevlilerinin tekdir, paylama, azarlamalarına muhatap olmayalım istedik. Şimdi, biz çok şey mi istedik? Kendilerine silah ve silahlı müdahale, yargılama yetkisi veya yönetme salahiyeti verilmemiş kamu görevlilerinin, mesela öğretmenlerin, akademisyenlerin, hekimlerin kamusal alanda zaman zaman şamar oğlanı muamelesi gördüklerini söylemek abartılı bir tespit olmasa gerektir. Belli ki devletimizin genetik kodlarındaki postal izi hala silinmemiştir… Fakat şunu unutmamak gerekir ki resmi güç, nüfuz, yetki ve salahiyetten saygınlık ve itibar devşirmeye çalışmak ya da “Sahip olduğum bu güç karşısında bana saygı duymalısın” demek, haddi zatında kendi ezikliğini ve aşağılık kompleksini bastırmaya çalışmak demektir. Gerçek itibar ve saygınlık, güç ve nüfuz dayatmakla değil, “ehl-i dil” olmakla kesbedilir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Kasım 2019