Senede bir Aylık “Giresun”uma Gelme Vakti Yaklaşmışken…

Bana sorsalar, “Adana’nın nesi güzel?”; diye, “Adana’dan Giresun’a gitmesi güzel” derim elbette! Bu sadece Adana için değil, her yer için geçerli. Hoş, Adana beni bağrına bastı, hele de Tıp fakültesindeki cerrah arkadaşlar beni -Allah’ın izniyle- ölümün tam kıyısından aldı. Üniversitem, bana son derece güzel, hatta hayran kalınacak bir güzellikte yaşam alanı ve imkânı sağladı. Ama bütün bunlara rağmen yine de Giresun demem, insanoğlunun yaş kemale erdikçe göbek bağının gömüldüğü toprakların onu geri çağırmasıyla ilgili olsa gerektir. Bu yüzden, benim için Giresun dışındaki her yerin en güzel tarafı, “Giresun’a geri dönmesi”dir.

Ne var ki Giresun’un bunca güzelliği, ne esnaf kefaletinde, ne ticaretinde ve ne de siyasetindedir. Bütün güzellik Allah’ın Giresun’a bahşettiği tabii güzellikler ile belki de iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki kadim dostların sohbet ve muhabbetindedir. Bunun yanında tabii ki birkaç arkadaşla birlikte Gülburnu senin Gırık Bahçe benim gezmesinde, Çırak Deresi’nden Meydan’a doğru sahil boyu yürümesinde, Mustafa Öden’in mekânında çay ile sohbetin birlikte demlenmesinde, Çınarlardaki çay ocağında koltuk ekmeği ve tulum peynirinin refakatinde çay içmesinde, Pazar günü fırında pide çıksın diye beklemesinde, fındık vakti köye gidip bahçenin altında türkü söylemesinde, Tor burnunda Adanalı’nın ekmeğinde, Yolağzı’nın ıslak somununda, Kasap Şükrü’nün köftesinde, Deniz Lokantası’nın dönerinde, seksenli yıllara döndüğümüzde ise Çerkez’e gidip Küçük Ada’ya kadar yüzmesinde, şimdi yerinde yeller esen Seka’nın sahasında Giresun merkezden veya Abacıbükü’nden gelen mahalle takımlarıyla maç yapıp hemen her maçın kavga gürültüyle yarıda bitmesinde, Yunuslar istavriti limana sıkıştırdığında kırk yıllık balıkçı ustalığıyla balığı “et etmesi”nde vs.

Giresun’un özellikle siyaset alanında işleyen düzeni ve ilişki biçimi, daha ziyade eski Türkiye’nin berbat otogarlarında nereden çıkıp geldiği belli olmadan, ansızın ve apansızın, “Neresi abiii; boş araba, boş” diye bağırarak size yapışan simsarların samimiyet ve dürüstlüğü derekesindedir. Haliyle, Giresun halkının siyaset ve siyasetçiden yana yüzünün gülmesi en azından yakın gelecekte hiç mümkün görünmemekte, beki de bu yüzden olsa gerek Giresun insanı aynı delikten defalarca sokulduğu halde siyaset zehrine bağışıklık kesbetmektedir. Ancak benim bağışıklık sistemim zayıf olduğundan öyle müteaddit kereler değil, bir kere dahi sokulmaya tahammülsüzümdür. Bu sebeple, Giresun’la ilgili her türlü siyaset hikâyesi benim nazarımda kelimenin tam manasıyla teraneden ibarettir. Giresun’daki samimi dost ve arkadaşlardan istirham ve ricam, özellikle Kale’de Hüseyin Abi’nin mekânında -ki bu mekânın nesindendir bilinmez, masaya oturan hemen herkesin siyasete dair her şeyi orada konuşası gelmektedir- bu bahsi hiç açmamamız, eğer mümkünse Kalecik mezgidinin lezzeti modunda kalmanızdır. Allah izin verirse, bu yaz mevsimi de kavuşuruz.

Giresun günlerine az kaldı; geri sayım başladı, bu yüzden Giresun hastalığım kıpraştı ve bana akşamın darında bu satırları yazdırdı.      

Mustafa Öztürk - 27.06.2015

İslamcılık vadisinde Fazlur Rahman

Sözün başında belirtmek isterim ki İslamcılık vadisinde merhum Fazlur Rahman hakkında konuşmak zor, olumlu konuşmak ise çok daha zordur. Çünkü Fazlur Rahman bugün bu topraklarda ‘zimmî’ muamelesine tabi tutulan bir figürdür; hâliyle onun ismine olumsuz sıfat eklemeden konuşmak çok kere modernistlik, tarihselcilik, hatta zındıklık gibi sıfatlarla yaftalanıp dışlanmak gibi bedeller ödemeye müncer olur. Haddizatında İslamcılık tartışmaları bağlamında Fazlur Rahman’dan konuşmak, doğru ismi yanlış adreste aramak gibi bir duruma işaret eder. Kanımca Türkiye’ye özgü İslamcılık tecrübesinde Fazlur Rahman’ın zikre değer bir yeri yoktur. Zira bugün tartışılan şekliyle İslamcılığın temel içermesi, 1950-1960’lı yılların Türkiye’sinde milliyetçi, mukaddesatçı, devletçi ve aynı zamanda Anadolucu bir fikrî kökenle irtibatı bulunan, fakat zaman içerisinde saf ve rafine bir din/İslam arayışına koyulan, 1960 darbesini müteakip Mevdudi, Seyyid Kutub gibi yazarların Türkçeye çevrilen kitaplarıyla tanışan ve farklı İslam coğrafyalarında neler olup bittiğinden haberdar olma imkânına kavuşan çevrelerin sekteryanlıkla mümeyyiz dinî düşünce tarzına karşılık gelir.

Pe-re-feden Edep Timsali ve İrfani Nezaketin temessül Etmiş Şekli Olan Vaizime

Prof. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

13.03.2015

Edep Timsali ve Tasavvuf İrfanındaki Nezaketin temessül Etmiş Şekli Olan “Vaizimiz”in bilgisine
Bizim vaiz belli ki hiç hız kesmemiş, dergisinin yeni sayısında yine döktürüvermiş; efendim, neymiş, biz ona iftira atmışız, ama bu iftirayı o gün bugündür kanıtlayamamışız; haliyle müfteri olup çıkmışız. Allah aşkına bu nasıl bir pervasızlık; “Mustafa Öztürk, Kur’an’ı yere fırlattı, diye tanıklık et” diye telefonda konuştuğu kişinin adını, o kişi isminin duyulmasından rahatsız olduğunu bildirdiği için bizim bu konuda susmamızı fırsat bilerek, sanki bu iğrenç işi yapmamış gibi konuşması acaba terbiyesizliğin hangi türüne girer. Üstüne üstlük, kendisini bir tasavvuf geleneğine izafe eden bu şahıs acaba kendi başına kaldığında, “Ben bu car car eden üslubumla, tasavvuf irfanının naiflik ve nezaketinden ne çok nasiplenmişim(!)” diye hiç muhasebe eder midir?

Son yazısında, “Efendim, Öztürk Haricilerin sloganıyla ilgili olarak bir ayet yazmış, onu da “ini’l-hükmü illa lillah” yerine “la hükme illa lillah” diye yanlış yazmış, yine İbnü’l-Müneyyir’in Zemahşeri’ye yönelik ifadesindeki “ehhele ubeydehu” lafzını “abihedu” –kaldı ki bu lafız bazı neşirlerde abdehu şeklinde de geçmekte- diye yanlış yazmış, haliyle bu adam Arapçadan bile büsbütün bihabermiş. Gördünüz mü, ne çok iş olmuş…

Vaiz efendi, sen onca meşguliyetimin arasında en fazla çorbama düşen sinek mesabesinde bir yer işgal ettiğinden tıpkı an itibariyle olduğu gibi, seninle ilgili satırları defaten ve irticalen yazmakla sınırlı bir zamanımı çalma hakkına sahipsin. Bu yüzden, böyle hatalar ve yanlışlarla maalesef idare edeceksin. Bu arada Arapça kaynaklarda sıkıntı çektiğimiz, yanlış mana verdiğimiz yerler de olmaz mı olur. Bu da insan olmanın gayet doğal bir sonucudur. Ama sen hep Arapça olsan, bütün hadis metinlerini hıfzında tutsan dahi bu car car eden çirkin üslubunla senden ne köy olur ne kasaba. Olsa olsa efektli, ekolu, tasannulu bir hitabet tarzıyla, “Beni daha fazla fark eden yok muuu; ben şöhret olmak istiyorum; bu yüzden de bütün sermayemi halkın genelinde ciddi bir karşılığı olan Ehl-i sünnet merkezli gelenekçi muhafazakârlığa yatırıyorum?” diye bas bas bağıran birisin. Böyle biri olduğundandır ki Necip Fazıl’dan merhum Erbakan, Anadolu gençlik ve AK partiye, Seyyid Kutub’tan tasavvufa kadar her tarafın parsasını toplamanın peşindesin. Aferin vaizim, âleme ibret olacak düzeydeki şu edepli halinle böyle devam et, çok iyi gidiyorsun. Ama emin ol, her gün olduğu gibi bugün de çalışmaktan yorulmuşken, sana yazdığım bu birkaç satırla keyif alıp kendime geldim; inan artık benim için stres topu mesabesindesin. Bu yüzden, sen hep yazıver böyle, biz de biraz stres atıp kendimize gelelim.

Kaynak:https://serdargunes.wordpress.com/2015/03/13/mustafa-ozturk-pe-re-feden-edep-timsali-ve-irfani-nezaketin-temessul-etmis-sekli-olan-vaizime/

Çağdaş Kadızadeli Vaiz Kumpanyasına Dair

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Yakın Geçmişte Star Açık Görüş’te yayımlanan, “Vaiz ve Cemaat Vesayetine de Hayır!” başlıklı yazımı, “Anadolu topraklarında narenciye ve hububattan daha çok Celali, Babai isyancısının yetişmesi ve bu isyancıların çok kere Şeyh, Hacı, Hoca gibi namlarla temayüz etmesi, akl-ı selim ve sağduyu sahibi herkesin üzerinde durup düşünmesi gereken çok önemli bir meseledir. Vesayet bu ülkenin ve milletin kaderi olmasa gerektir. Tek Parti vesayeti biter, Asker vesayeti başlar; bu vesayet biter bitmez sözüm ona “Vaiz” ve “Cemaat” vesayeti başlar. Bu son olsun; artık yeter!” ifadeleriyle bitirmiştim.

Ne var ki son günlerde, XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunda “Kadızadeliler” diye anılan vaizler çetesinin rolüne soyunmuş görünen ve kendisini dinî muhafız alayının başçavuşu gibi gören yeni yetme bir vaizin Kıssaların Dili adlı çalışmamızdan hareketle bizim bazı görüşlerimizi kendine ve ilk dönem Hariciler fırkasının “Lâ hükme illa lillah” ayetini sloganlaştırmasını anımsatan “Hüküm” adlı pespaye dergisine sermaye yapmasından anlaşılıyor ki bu memleketin külhanbeyi üslubuyla vaiz yetiştirmesi maalesef son bulmuyor, bulmayacak. Anlaşılan, Kadızadeli yobazlığı her daim din-iman adına huzur bozup rahatsızlık yaratacak.

Vaiz ve Cemaat vesayetine de hayır!

Prof. Dr. Mustafa Öztürk/Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fak.
Fethullah Gülen isimli şahsın kırk yıl boyunca din, dinî değerler, kavramlar ve sembolleri tıpkı “afyon” gibi kullanmak suretiyle vücuda getirip hâli hazırda da bilfiil sevk ve idare ettiği organize çete ve şebekenin kendi ülkesine, milletine ve devletine büyük ihanetinin en azından kamuoyunda faş olmasının resmi tarihi olarak tescillendiği 17 Aralık operasyonunun üzerinden bir yıl kadar bir zaman geçti. Bu zaman zarfında mezbur şahıs ve risayetindeki şebekenin hususen halk nazarında krebilitesi tamamen sıfırlanmasa da sıfır noktasına yaklaştı. Nitekim 30 Mart ve 10 Ağustos tarihli seçim sonuçlarından, bu şebekenin kopardığı yaygara ve vaveylaya muadil bir toplumsal karşılığının bulunmadığı anlaşıldı. Öte yandan, 17 ve 25 Aralık ikliminde internete düşen beddua ve tel’in seansları söz konusu şahsın yıllar boyunca kendini “Kıtmir”, “Abd-i aciz”, “Fakir” gibi sıfatlarla anmasının haddi zatında azametli bir kibrin tevazu diye takdim edilmesinden başka bir şey olmadığınıda kanıtladı.

“HÜKÜM” Dergisi çevresinin bizimle yoğun ilgisine dair

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Hüküm”cülere Dair

Dinî düşünce alanında at izi it izine karıştığından maalesef pislik içinde yüzüyoruz. Şu son günlerde “İslam bizden sorulur” edasıyla ortaya çıkan ve muhtemelen sırtlarını güçlü mahfillere yaslamanın rahatlığıyla her tarafa parmak sallayıp en üst perdeden konuşan bir zümre peyda oldu. Bu zümre yakın geçmişte, ilk Haricilerin “Hüküm ancak Allah’ındır” sloganını çağrıştıran bir derginin etrafında öbeklenerek hemen her gün bize ve geleneksel İslam anlayışına mesafeli duran Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan gibi diğer birçok isme galiz ve çirkin bir üslupla saldırmayı kendine vazife edindi. Kılıkları ama daha çok da üslupları en azından şahsımı irrite eden bu zevatın özellikle Fethullah Gülen-Hükümet kavgasını müteakiben yüksek düzeyli ses çıkarıp sağa sola saldırmaya başlaması manidardır.

Belli ki bu zevat, Gülen hareketinin tasfiyesiyle oluşacak nüfuz boşluğunu tek başına temellük etmeye çalışmakta ve bu arada kendilerini İlahiyat fakültelerine re’sen ayar vermeye salahiyetli gören mahfillerce de teşcii edilip desteklenmektedir. Yine bu zevat özellikle birkaç aydan beridir kendi işlerini avukata havale edip tıpkı Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri edasıyla başkalarına nizam vermeyi sözüm ona cihad olarak görmektedir. Bizler bu zevatın ne yaptıkları, neye nasıl inandıkları gibi meselelerle hiç ilgilenmezken, onların bizi bu denli yakın takibe almaları sanki adı konulmuş bir görevi ifaya memur kılındıklarını ima etmektedir.

Dinî Bir Şiar Olarak Kurban

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

(I)
Arap dilinde kurb, karâbet, kurbiyyet, tekârub, tekarrub gibi çeşitli türevleriyle gerek maddî gerek manevî anlamda yakınlık ve yakın olmayı ifade eden kurban kelimesi, dinî ıstılahta genel olarak Allah’a yakınlaşma vesilesi olan şeyi, özelde ise ibadet maksadıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu maksatla kesilen hayvanları ifade etmek için kullanılır. Bununla birlikte, fıkıh ıstılahında kurban farklı türlerine göre farklı kelimeler ve terimlerle anılır. Mesela “udhiyye” kelimesi hac ve umre yapmayanların kurban bayramı dolayısıyla kestikleri kurban için kullanılır. Hac ve umre yapanların kestikleri kurbanlar ise genel olarak, “sevk edilip gönderilen, hediye edilen şey” manasında “hedy” yahut hayvanın büyükbaş ya da küçükbaş oluşuna göre “bedene” ve “dem” diye adlandırılır. Öte yandan genel çerçevede “ibadet” anlamına gelen “nesîke”, “nüsük” ve “mensek” kelimeleri de özelde kurban manası taşır.

Said Nursi’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybisinden birkac Cifirli Tevil

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Bugün risalehaber adlı internet sitesinde bizden “Said Nursi’ye iftira atan İlahiyatçı” diye söz edilmiş ve bunun üzerine bir haber yapılmış. İftira mı, haşa! Buyrun, işte size Said Nursi’nin kendi kitabından birkaç Kur’an yorumu… 

Said Nursi’ye göre Risale-i Nur nedir?

Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o günesin bir Şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.

İnsan, Yaratılış ve Evrim Meselesi

(“Kur’an Perspektifinden Yaratılış” Başlıklı Ham Çalışmadan Küçük Bir Kesit)

Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Kur’an’ın insan ve yaratılışla ilgili bazı ayetleri özellikle modern dönemde evrim teorisiyle ilişkilendirilmiştir. Gerçi klasik dönemlerde Câbir Hayyân, Nazzâm, Câhiz, Bîrûnî, İbn Miskeveyh, İhvan-ı Safâ, İbn Tufeyl, İbn Haldun, Mevlana Celâleddîn Rûmî, Kınalızade Ali Efendi, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi birçok İslam âlimi ve mütefekkirinin evrim veya tekâmül nazariyesine sıcak baktıkları ve yaratılışı bu eksende açıklamaya çalıştıkları malumdur. Ancak bütün bu âlimler konuyu doğrudan doğruya Kur’an ekseninde değil, fikrî ve felsefî zeminde ele almışlardır.

Bir örnek vermek gerekirse, Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetname eserinde şöyle demiştir: “Varın yok olması, yokun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok daima yoktur. Fakat var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur istihale ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından önce madenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiş ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir. Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır; bitkiler ile hayvanlar arasında ara varlık hurmadır; hayvanlarla insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Mevcut aracıların hikmeti şudur ki her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur. Gaye devr-ü zamanın tetimmesi, cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir.”

Benim Tarihselciliğim

Evet, ben Kur’an konusunda tarihselci yaklaşımı benimsemiş biriyim. İlahiyat akademyasında bu yaklaşımı benimseyenlerin yok denecek kadar az olduğunu biliyorum. Ama aynı zamanda hem gizli tarihselcilerin hem de sözde evrenselci özde tarihselcilerin varlığını da çok iyi biliyorum. Bununla birlikte, tarihselcilik denince kim bundan ne anlıyor, pek bilmiyorum. Çoğunlukla herkesin kendi zihninde kurduğu tarihselciği anlattığını ve bunun üzerinden, buna göre değerlendirmeler yaptığını görüyorum.

Bu konuda en azından kendi bakış açımı ve yaklaşımımı etraflıca ortaya koyacak bir metin yazmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum; lakin ders, tefsir, tez, tebliğ, konferans, paralelle savaş vs derken, şöyle birkaç ay kadar bir kenara çekilip adamakıllı bir metin oluşturma imkânı bulamıyorum; ama eğer Allah izin verirse bu işi yapacağıma söz veriyorum.

İmdi, ben bunları niye söylüyorum; hemen arz edeyim, şundan söylüyorum: Bir asistan arkadaşımıza gönderilen özel facebook mesajında, çok sevdiğim dostum Prof. Dr. Adil Çiftçi’nin -eğer aklımda yanlış kalmadıysa Duha ve İnşirah sureleri üzerine facebookta yazdığı bir yazıda tarihselciliği benim anladığım tarzda anlamadığını, Fazlur Rahman’ın iki hareketli anlama ve yorumlama yönteminin çok sağlam ve sağlıklı bir yöntem olduğunu ve fakat buna tarihsel değil, varoluşsal anlama yöntemi denmesi gerektiğini belirtmesi ve söz konusu arkadaşın da bu mesajdan bizi haberdar etmesidir.

İslamcılığın Geleceği

Anadolu Gençlik Dergisi (175 / 2014), “İslamcılık” sayısı

“Türkiye yakın tarihine baktığımızda ‘İslamcılık’ siyasal ve toplumsal olarak ne durumda? Ve bu durum gelecekte ne gibi bir şekil alacak?”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
 
İslamcılık nokta-i nazarından Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında, gözümüz son dönem Osmanlı’daki İslamcılık cereyanına da ilişir. Fakat bu dönemdeki İslamcılık birçok önemli temsilcisinin zihninde Osmanlıcılık, Türkçülük gibi unsurlarla Müslümanlığın birbirinden çok da ayrışmadığı bir düşünceye tekabül eder mahiyettedir. Bu sebeple hâl-i hazırda tartışılan İslamcılığı 1960 yılların sonlarında, bilhassa İslam dünyasının farklı coğrafyalarında yetişmiş müslüman fikir adamlarına ait eserlerin Türkçeye tercümesiyle hem içerik hem ivme kazanan bir hareketin serencamı olarak değerlendirmek gerekir.

Ancak bu hareket monoblok bir gövdeye sahip değildir. Daha açıkçası, 1960’lı yılların Türkiye’sinde kendisinden söz ettirmeye başlayan İslamcılık düşüncesi güçlü bir varyantıyla Merhum Necmettin Erbakan Hoca’nın milli görüş hareketi bünyesinde temsil edildi ve İslamcılığın bu bünyedeki temsil tarzında ümmetçilik fikri önemli bir yer tutmakla birlikte, İstanbul’un fethi törenleri, mehter takımı ve “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” marşı gibi sembolik örneklerin de tanıklık ettiği gibi millîlik ve yerlilik her zaman baskın karakter olageldi.

Milli Görüş hareketinin İslamcılık damarında zaman zaman daralmalar husule gelse de sonuçta hareket bu damarla kaim olan söylem ve kimliğini muhafaza etmeyi bildi. Milli Görüş bünyesinden kopmak suretiyle vücuda gelen AK Parti tecrübesinde ise gerek Milli Görüş’ün tek gövdeli döneminde yaşanan parti kapatma gibi yol kazaları, gerek Türkiye’nin kendine özgü Kemalist, laikçi ve sekülarist düzen ve politik zemininin alan daraltmaları sebebiyle en başından itibaren İslamcılıkla arasına mesafe koydu ve İslamcılıktan boşalan yeri hem dindar seçmen tabanını gönülleyip memnun kılacak hem de Kemalist rejimle ilişkide arızaya yol açmayacak bir uzlaşma dili ve formülü olarak muhafazakârlıkla doldurdu.

İlerleyen zamanlarda kendini muhafazakârlığın devlet severliğinde ifade etmeye ve giderek bunu içselleştirmeye de başladı. İlaveten, kendi yakın geçmişinde “çaput bağlayıcılığı” olarak gördüğü halk dindarlığını çok güzel bir şey olarak keşfetti ve geleceğe odaklı İslam projeksiyonlarından vazgeçip geçmişi kıymete bindirmenin çok somut bir tezahürü olarak neredeyse bütün ulusal televizyon kanallarının dinî içerikli programları kıssacılar ve menkıbecilerin eline geçti.

Öte yandan, vaktiyle, Milli Görüş bünyesinde temsil edilen İslamcılığın İslamcılık değil, “tağuti rejime uşaklık” olduğundan dem vuracak kadar üst perdeden konuşan marjinal İslamcılar/İslamcılıklar ise zaman içerisinde en uç liberalizmler, çevreseverlikler, Ebû Zer’den müslüman sosyalist üretmeler veya “İslam sadece Kur’an’dan ibarettir” gibi fantastik dinî söylemlerin peşinde her biri ayrı bir yere savruluverdiler. Kuşkusuz yakın geçmişin sıkı/radikal İslamcı söyleminden ödün vermeyen ve ödünsüz yaşamayı kendine prensip edinen figürlere bugün de rastlanabilir; ancak bunlar nesli tükenmek üzere olanlar kapsamında değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak, hal-i hazırda “Öldü mü, kaldı mı” tartışmasına konu olan İslamcılık naçizane kanaatime ve çıplak gözleme dayalı tespitlerime göre henüz son nefesini vermemişse de sekerat-ı mevt hâlindedir. Kanaatim odur ki Türkiye’de İslamcılık mahrumiyet ve mağduriyet vasatında neşv-ü nema bulan bir söylemdir. Zira son yılların Türkiye’sinde yaşanan tecrübe gösterdi ki imkân ve iktidar vasatı İslamcılığa hiç iyi gelmemektedir.

Kaynak: https://serdargunes.wordpress.com/2014/08/18/mustafa-ozturk-islamciligin-gelecegi/

Naşize kadınları dövmek mi yoksa evden uzaklaştırmak gibi bir disiplin cezasi vermek mi?

(Prof. Dr. Mehmet Okuyan’a sitem ve serzenişlerimle, Prof. Dr. İsrafil Balci’ya da biraz rahatlaması dileklerimle)

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Değerli hocam, bu satırları yazarken hayli düşündüm, zira arkadaşımlarıma birkaç satır eleştiri ya da eleştirimsi bir şey yazdığımda hayreti mucip bir alınganlık ve hırçınlıkka karşılaştım. Bu yüzden, yazıp yazmamakta bir süre kararsız kaldım, ama sonunda “Ekranda Te’vilin Belini Kırmak” başlıklı eleştiri yazımda kendisiyle ilgili dolaylı eleştirime orantısız bir alınganlık gösteren Prof. Dr. İsrafil Balcı’nın, “Bak, Okuyan da senin hiç tasvip etmediğin türden te’viller yaptı televizyonda; hadi şimdi ona da bir eleştiri yazsana” şeklinde kışkırtıcı bir face paylaşmı yaptığından da haberdar edilmem neticesinde birazcık da kışkırtılmış(!) olarak, birkaç satır yazmanın gerekli olduğunda karar kıldım. Hocam, ister darılın, ister gücenin ama bu satırları yazmak ve milyonlarca insanın gözü önünde Nisâ 3/34. ayetteki vadribûhünne lafzına, “Naşize karılarınızı evden uzaklaştırın” gibi bir mana vermenizden dolayı sizinle birkaç hususu tartışmak durumundayım.

Evvela, “karı dövme”nin -ki karı kelimesi kaba ve itici gibi görünse de bunun hukuki bir terim olduğunu ve nikâh memurunun da “Sizi karı-koca ilan ediyorum” dediğini unutmamak gerekir– müslümanlık ve adamlıkla ilişkili bir mesele olmadığını, dolayısıyla Kur’an’ın bu ifadesinin din, iman, faziletle değil, nüzul dönemindeki erkek egemen toplumda erkekleri gönüllemeye -ki o gün İslam ve tevhid davasını yürütmek, düşmanla cenk etmek ancak erkeklerle mümkündü; bu yüzden de öncelikle ve özellikle erkekleri gönüllemek gerekiyordu- yönelik bir rüşvet-i kelam olmaklıkla ilgilidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için, Hz. Peygamber’in ifk hadisesi gibi çok zor ve ağır bir tecrübe yaşamasına rağmen karısı Hz. Âişe’ye bir fiske bile vurmadığını hatırlatmak gerekir.

Kitap | Kur'an ve Aşırı Yorum - Tefsirde Bâtınîlik ve Bâtınî Te'vil Geleneği

İslam'ın ondört asrı aşkın tarihi boyunca Müslümanların dinî ilimlere yönelik merkezî ilgileri Kur'an üzerinde yoğunlaşmış ve bu yoğun ilginin doğal bir tezahürü olarak Kur'an'ın anlam hazinesi her zaman ve zeminde yeniden keşfedilmeye çalışılmıştır. Nüzul döneminden bu yana kesintisiz bir şekilde süregelen anlama ve yorumlama faaliyetlerine paralel olarak İslam tefsir tarihinde beyan, irfan ve burhan merkezli çeşitli yorum yöntemleri ortaya çıkmıştır.

Bu çalışma, temelde irfânî epistemolojinin ürünü olan ve Şia'dan Sünnî tasavvufa kadar oldukça geniş bir kültür havzasında kabul gören 'bâtınî te'vil' doktrini ile, tarihsel süreçte Bâtıniyye-İsmâiliyye fırkasının alâmet-i fârikası hâline gelen bu doktrinin İslam tefsir ekolleri üzerindeki izdüşümlerini konu edinmektedir.


Sipariş Seçenekleri:
kitapyurdu
babil.com
idefix
D&R

Kitap | Tefsirin Halleri

Yirmi üç yıla yakın bir zaman diliminde tamamlanan nüzul sürecinde Kur’an, epistemik bir nesne olarak algılanmadığı gibi hayatın akışı içerisinde ortaya çıkan her bir tikel sorunun çözümünde başvurulması gereken bir referans metni olarak da kullanılmıyordu. Hz.Peygamber’in vefatından sonraki süreçte sahâbîler de Kur’an’ı her bir mesele için kendisine müracaat edilen bir teşri kaynağı olarak kullanmadıkları gibi tek tek ayetler üzerine tefsir çalışmaları da yapmadılar.

Sipariş Seçenekleri
kitapyurdu
babil.com