Ankara Palas Buluşmaları | 30 Ekim 2018


Cennet Ayetleriyle Alay Etmek Mi?

Kur’an’daki herhangi bir ayeti alay konusu yapmak küfre girmeyi muciptir. Dolayısıyla böyle bir fiilin faili düpedüz kafirdir. Bu yazıya küfür ve kâfirlik gibi ağır bir konuyla başlamam, yaklaşık 5-10 günden bu yana sosyal medyada, “Cennet Ayetleriyle Alay eden İlahiyat Profesörü Mustafa Öztürk” gibi sakil bir başlıkla çok yoğun bir cemaatçi trol saldırısına ve düpedüz bir linç kampanyasına maruz kalmış olmamdır. Bu linç kampanyasını sevk ve idare eden grup, belki biraz ağır olacak ama Atasoy Müftüoğlu’nun ifadesiyle, psikiyatrik müşahede altında tutulmaları gereken birkaç “din manyağı”dır. Bunlar din adına hemen her türlü şarlatanlığa imza atan, ama cemaat organizasyonu içinde belli bir taraftar kitlesine sahip olmanın kendilerine sağladığı baskı grubu oluşturma imkanıyla gözüne kestirdikleri herkese saldıran, bu arada yetkili merciileri de kışkırtmaya çalışarak kelle avcılığı yapan bir güruhtur.

***

Dinî alanda kendilerine mahsus bir özel ahlak (!) yaratan bu güruhun en son çirkef saldırısı, benim Kur’an’daki cennet tasvirleriyle ilgili uzunca bir konuşmamdan birkaç dakikalık bir bölümü kesip “Mustafa Öztürk cennet ayetleriyle dalga geçti” diye sosyal medyada tezvirat yapması ve bunun ardından da siyasi merciilere atıfla “Bunun kellesini isteriz” diye nara atmasıdır. Bu güruhun sosyal medyaya servis ettiği video kesitindeki konuşmalarım Kur’an’daki cennet tasvirlerinin son derece sathi bir tarzda anlaşılıp yorumlanmasıyla alakalıdır. Oysa söz konusu videonun devamında cennetle ilgili tasvirlerin kendi nüzul bağlamında nasıl anlaşılıp yorumlanması gerektiğine dair uzunca izahat mevcuttur. Eğer ortada bir alay söz konusuysa, bu alay Kur’an’daki cennet tasvirlerinin kendi nüzul bağlamından koparılarak son derece sathî ve zahirci yaklaşımla anlaşılıp yorumlanmasıyla alakalıdır.

Ne yazık ki fikir ve düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir toplumda yaşıyoruz. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Her aydınlığı yangın sanıp koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” İşte bu yüzden dinî alanda yeni bir fikir/görüş beyan ettiğimizde çok ağır bedeller ödemek zorunda kalıyoruz. Öte yandan, FETÖ gibi bir püsküllü beladan kurtulduk diye sevinirken, bu beladan boşalan yeri başka başka müesses yapıların doldurduğuna tanık oluyoruz. Bu yapılar “İman sempozyumu”ndan “Matüridi sempozyumu”na kadar dinî ilimler sahasındaki hemen her faaliyete mutlaka bir kulp takmayı ve kendilerinden olmayan herkesi sapkınlıkla yaftalamayı kendilerine vazife edinmiş görünüyorlar. Fakat saldırdıkları her insana ve/veya gruba -en son şahsıma yönelik saldırılarında olduğu gibi- mertçe davranmıyorlar. Zira bir-iki saatlik konuşmanın içinden bir-iki dakikalık bir bölümü kesip bunun üzerinden tezvirat yapıyorlar.

Bu ülkenin dinî ilimler alanına belli bir dinî grup ya da cemaatin yön verme iradesi sergilemesi ve kendilerini cümle aleme nizam vermeye salahiyetli görmesi hakikaten çok acıdır. Bu faşizan baskıya artık bir dur denilmesi lazımdır. Dinî alandaki tezviratlar ve linç kampanyalarının sona ermesi için benim kellem kopacaksa, varsın feda olsun; ama yeter ki bu ülke kendilerini aforoza yetkili gören zevatın tasallutundan kurtulsun. Aksi halde Amerika’nın Vahşi Batı’sındaki kovboy düzeni gibi “kim kimin hakkından gelirse” şeklindeki bir toplumsal vasatta yaşamaya mecbur kalmak kaçınılmaz olur. 

***

Gelgelelim, Kur’an’ın cennet tasvirlenin nasıl anlaşılması gerektiğine, bu konuyu kısaca izah etmek gerekirse, sözgelimi Fâtır suresi 33. ayette cennetliklerin altın bizelikler ve incilerle süslenip ipek elbise giyecekleri bildirilir. İmam Mâtüridî bir Türk müfessir olarak erkeklerin bu gibi şeylerden pek hoşlanmadığını; fakat söz konusu takıların Araplar için çok cazip şeyler olarak algılandığını söyler. Mâtüridî bunu söylerken acaba cennet ayetleriyle alay mı etmiş olmaktadır? Kanaatimce, Mâtüridî’nin kendi kültür dünyasından hareketle ürettiği bu yorum doğru olmakla birlikte, nakıstır. Esasen ayetteki tasvir, müminlerin cennette adeta krallar gibi ağırlanacaklarını anlatır. Çünkü Kur’an’ın indiği dönemde altın, inci gibi takılar kralların giyim kuşam tarzına özgüdür ki bu husus İbnü’l-Cevzî gibi bazı müfessirlerce de açıkça vurgulanır. Kur’an’da cennetle ilgili olarak “selam”dan da söz edilir. Selam bugünkü anlamıyla cennet mükafaatı olarak algılanacak bir şey değildir. Fakat Mekke döneminde yoğun baskı, tehdit ve şiddet altında yaşayan sahabenin durumu dikkate alındığında, “selam” kelimesinin “her türlü endişe ve korkudan emin ve esenlik içinde olmak” manasında ne kadar önemli ve değerli bir vaat olduğu anlaşılır. Sonuç olarak cennetle ilgili ayetleri kendi nüzul bağlamında geniş bir bakış açısıyla anlayıp yorumlamak lazımdır. Aksi halde Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri isteyene virgil anı bana seni gerek seni” şeklindeki ifadelerini, “Cennet hakkında dedikleri kelime-i şenîa küfr-i sarihtir; katilleri mübahtır” şeklinde bir yobazlıkla karşılaşmak mukadder olur ki bugün şahit olduğumuz durum da tam olarak budur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Kasım 2018

Tiksinç Bir Âdet Olarak Her Tarafa FETÖ Çamuru Sıvamak


Star Açık Görüş’ün geçen haftaki nüshasında bir sosyolog akademisyen, “İslâm’da Müncî Yok Mehdî Var” başlıklı bir yazı yazdı ve yazısında 15 Temmuz darbe teşebbüsünden bu yana toplumsal ölçekte giderek tiksinç hâle gelen her tarafa FETÖ çamuru sıvama âdeti mucibince bu pis çamuru KURAMER’in “Beklenen Kurtarıcı İnancı” sempozyumuna da sıvadı. Söz konusu yazının sahibine göre “Beklenen Kurtarıcı İnancı” sempozyumu, vaktiyle FETÖ ile iş birliği yapan ilahiyatçıların günah çıkarmak için hakikatin üzerini örtmeye çalışmalarının ibretlik misaliymiş… Güya tarih boyunca sahte mehdî ve mesihlerin çıkışı, Mehdî-Mesih beklentisinin asılsızlığının ispatıymış… Kırk dereden su getirerek inkârı küfrü gerektiren zarûrât-ı dîniyeden Mehdî-Mesih akidesini çürütmeye çalışmak, “Hadislerden Mehdî çıkmaz” diye Allah’tan korkmadan mütevatir hadisleri yok saymak… Nasıl göz göre göre Rasûlullah’ı yalanlamaya cüret edebiliyorlar?

***

“FETÖ ile Abant Konsülünde iş birliği yapan ilahiyatçıların günah çıkarmak için gerçekleri karartmaya yönelmesinin ibretli misali Mehdî konusudur” diyen sosyolog akademisyene öncelikle şunu hatırlatmak gerekir: FETÖ ile Abant Konsülü’nde iş birliği yapanlardan dem vururken en son bakacağın adres KURAMER ve Mehdi meselesi olmalı. Madem ABANT konsülü ve iş birliği diyorsun ve bu konuda bir nevi dedektifliğe soyunmuş görünüyorsun, o zaman evvela bürokrasi, siyaset ve siyasi danışmanlık gibi alanlarda konuşlanmış birçok zevatın ABANT sicillerini araştırmakla işe başlamak durumundasın. ABANT toplantılarının en sonuncuna da davet edilen ve fakat bu toplantıların hiçbirine dinleyici olarak dahi iştirak etmeyen biri olarak evvelen şunu açıkça söylüyorum ki FETÖ çamuru KURAMER’in “Beklenen Kurtarıcı Sempozyumu”na yapışmaz. Saniyen de Aliya İzzetbegoviç’ten nakille diyorum ki “Mehdi, bizim tembelliğimizin adıdır.”

Yakın gelecekte uzay boşluğuna koloni kurma hesaplarının yapıldığı bir dünyada içimizden birilerinin hâlâ mehdi ve mehdilik mitolojisinden dem vurması, üstelik bunu “inkârı küfrü gerektiren zarûrât-ı dîniyeden” sayması içinde bulunduğumuz hâl-i pür melalin acıklı bir göstergesidir. Yerel ve küresel ölçekte ahlak, hukuk, adalet, siyaset, çatışma, savaş, zulüm gibi birçok kritik alanla ilgili sorunları çözmek için birey, toplum ve ümmet olarak atılması gereken ilk ve esaslı adım, mehdi denilen mitolojik kahramanın zuhurunu beklemek yerine Kur’an ve Sünnet’teki “emir bi’l-ma’ruf” ve “nehiy ani’l-münker” ilkesi uyarınca iyi bir şeyler yapma iradesi sergilemek ve bu iradeyi eyleme dönüştürmektir. Tek başına bu ilke dahi bütün dünyayı adaletle mamur kılacak bir mehdi beklentisinin İslâmî inanç ve anlayış açısından ham hayal olduğuna kâfî delildir. Kaldı ki neredeyse tarihin şafağından beri Hinduizmdeki “Kalki”den Mecûsîlikteki “Şaoşyant”a kadar sayısız mehdi beklendiği hâlde bunlardan hiçbiri şu vakte kadar zuhur emaresi göstermiş değildir. Özellikle bu topraklarda sarahaten veya zımnen, “Ben mehdiyim” diye ortaya çıkan tipler ise milletin ve devletin başına çorap örnekten başka bir işe imza atmış değillerdir. Bu vesileyle belirtmek gerekir ki İbn Haldûn’un kendi dönemindeki mehdi anlayışlarına dair tespitlerini okumak sosyolog akademisyenimize iyi gelebilir.

Sünnî İslam dünyasındaki cemaatler ve tarikatlarda mehdi inancının fazlaca önemsenmesi aslında her bir cemaat ve tarikatın kendi liderine şu veya bu şekilde mehdilik atfetmesiyle ilgili olsa gerektir. Çünkü bu sıfat/unvan dini genellikle dindar kitlelere ya da birbirlerine anlatma ve aynı zamanda rakiplerinden bir adım öne çıkma çabasıyla tebarüz eden her bir cemaate imtiyaz sağlamaktadır. Mehdi olduğuna inanılan bir kişinin önderliğindeki cemaatin geniş halk kitlelerinden daha fazla taraftar edinme hususunda büyük avantaj sağlayacağı da kuşkusuzdur. Bir dinî grup veya cemaatin başındaki kişinin dinî ilimler alanında birikim sahibi olması durumunda mehdilikten önce mücedditlik gibi daha esnek ve yumuşak sıfatlar kullanılır. Mücedditlik, Sâhibüzzaman gibi sıfat ve unvanlar aslında mehdilik noktasına tırmanıştaki alt basamaklardır. Mehdilik sıfatı ise bir bakıma adı konulmamış nübüvvet iddiasıdır. Mehdi unvanına sahip olduğu kabul edilen kişi ismet sıfatıyla muttasıf gibi algılanır. Çünkü mehdinin Allah tarafından gönderilmiş ve/veya görevlendirilmiş bir kişi olduğuna inanılır. Ayrıca teşrii nübüvvetin Hz. Muhammed’le son bulduğu kabul edilse bile mehdinin üstlendiği misyon bir bakıma peygamberlikten farksızdır.

***

Sonuç olarak, mehdi inancı hem zihnen ve fikren reşit olmamanın hem ataletin ve hem de müslüman toplumun kendini elden ayaktan düşmüş bir aciz ve kötürüm gibi algılamasının bariz göstergelerinden biridir. Bütün bir İslam âleminin kendine gelip rüştünü ispatlamasının öncelikli şartlarından biri, dinî düşünce alanında köklü bir aydınlanma tecrübesi yaşamasıdır. Aydınlanmanın önemli parametreleri ise mehdilik gibi mitolojik tahayyüllerin kadim tarih müzesine kaldırılmasını da gerektiren işlevsel akıl ve iradeyle mücehhez birey olmanın farkına varılması ve aynı zamanda okuma, anlama, sorgulama kültürünün yaygınlık kazanmasıdır. Hâsılı kelam, “Mehdi gelecek, dertler bitecek” diye bekleyip durmak yerine aklımızı başımıza devşirmek ve kendimize gelmek lazımdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Kasım 2018

Kün fi’d-dünyâ ke-enneke garîb…


23 Ekim 2018 Salı akşamı Ankara’da İnsan ve Hikmet Vakfı’nın daveti üzerine “Dünyevileşme ve Ahlak” üzerine bir konuşma yaptım ve ardından düşündüm ki o konuşmanın özünü/özetini burada aktarayım. Birçok meşhur hadis kitabında az çok farklı varyantlarıyla nakledildiğine göre Hz. Peygamber, “Dünyada sanki bir garip/yabancı yahut yoldan gelip geçen kimse gibi ol ve kendini kabir ehlinden say” (kün fi’d-dünyâ ke-enneke garîbün ev âbiru sebîlin ve udde nefseke min ehli’l-kubûr) buyurmuştur. Bu hadisteki mesaj hâl-i hazırda içinde yüzüverdiğimiz dünyevileşme ve derin ahlaksızlık derdinin devasıdır. Ama devanın deva olabilmesi ve işlevini yerine getirebilmesi için öncelikle “dert” diye bir şeyin mevcudiyetini kabullenmek gerekir. Bugünkü genel ahvâlimiz ve dünyayı algılama şeklimiz, kelimenin tam manasıyla dertsizlikle mualleldir. Kendimize dert edindiğimiz hemen her şey, dünyevileşme konusundaki performans eksikliğinden ibaret, dense yeridir.
***

Dünyevileşme özellikle Mekkî surelerde sıkça bahis konusu edilen bir dert ve musibettir. Hümeze 104/2-3. ayetlerdeki “Habire servet biriktirir ve gidip gelip biriktirdiği serveti hesap eder. Zanneder ki malı-mülkü, serveti kendisini sonsuza dek yaşatacaktır” ifadesinden, Beled 90/6. ayetteki “Bunca servet harcadım” diye övünür” ifadesine, Fecr 89/17-20. ayetlerdeki “Hak-hukuk gözetmeden mirasları yer yutarsınız ve malı-mülkü alabildiğine seversiniz” ifadelerinden, Tekâsür 102/1-4. ayetlerdeki “Daha çok mal mülk ve dünyalık sahibi olma sevdası sizi fena oyaladı. Belli ki bu oyalanış kabirleri boylayacağınız vakte kadar sürüp gidecek…” ifadelerine varıncaya değin bütün bu ilâhî beyanlar ve uyarılar dünyevileşme musibetiyle ilgilidir. Kur’an’ın bu musibetle ilgili uyarıları miladi yedinci yüzyıldaki nüzul ortamında Kureyş’in kodaman müşriklerine yöneliktir. Fakat bugünkü güncel hayat akışımız ve hayata bakış tarzımız dikkate alındığında, Kur’an’ın dünyevileşme konusunda uyardığı müşriklere benzer bir ahval ve şerait içinde olduğumuzu anlamak çok zor olmasa gerektir.

Dünyevileşme yolunda kat ettiğimiz mesafeyi idrak hususunda ahiret inancımızı ve ölüm algımızı kendi kendimize muhasebe etmek kafidir. Şundan eminim ki bugün ölüm ve ahiretten söz açıldığında sayısız müslümanın adeta ödü kopuyor. Çünkü dünya ve dünyevi hayat bize vazgeçilmez, terk edilmez bir şey olarak görünüyor; çünkü tûl-i emeller bizi bekliyor. Amiyane tabirle, hemen hepimiz “Daha karpuz kesecektik” dercesine yaşamayı tercih ediyor. Hâl böyle olunca ölüm ve ahiret bize ürküntü veriyor. Hele bir de korku filmi gibi vaaz edebiyatıyla şekillenen ahiret tasavvuru hesaba katıldığında, günümüz müslümanı, “Keşke imkân olsa da dünyaya kazık çaksak” diye düşünmeden edemiyor. Ölüm ve ötesi hayli karanlık bir manzara arz ediyor. Zira dünyevi hayat sicili hayli bozuk görünüyor; mevcut sicille ilâhî huzura çıkmak pek mümkün gözükmüyor. Bu yüzden de ölüm mukadder olmasına rağmen hiç ölmeyecek gibi yaşama tercihi ön plana çıkıyor. Günümüzde pek çok müslüman ölüm ve ahiret korkusunu az çok def etmek için metropollerdeki yığınların arasına akmaya, milyonlarca insan arasına kaynayıp varoluşun gerçek hikayesini ve nihai gayesini bilerek isteyerek kendine unutturmaya çalışıyor. İşte böyle süflî ve perişan bir halde yaşanan dünyevileşme tecrübesi kaçınılmaz olarak ahlaksız kişilikler üretiyor. Çünkü dünyevileşme tecrübesinde hayat başta insanın kendi varlığı olmak üzere değer içerikli her şeyi harcayıp tüketmek üzere yaşanıyor. Benliğin kenarında köşesinde kalan az buçuk ahlâkî kaygılar ise teleolojik referanslı olduğu için, ahlâkî bir fiil söz konusu olduğunda pek çoğumuz “Sonuçta benim bundan çıkarım ne?” sorusuna odaklanıyor. Bu odaklanış bilahare bencillik (egoizm), faydacılık (pragmatizm) ve araçsalcılığı (enstrümentalizm) davet ediyor. Oysa Kant Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı eserinde şöyle diyor: “Öyle davran ki bu davranışında insanlığı hem kendinde hem de diğer insanların her birinde her zaman bir amaç olarak algılayasın; asla bir araç olarak kullanmayasın.”

***

Hülasa, dünyevileşme ve derin ahlaksızlık derdinin devası, Hz. Peygamber’in, “Dünyada sanki bir yabancı/garip yahut yoldan gelip geçen kimse gibi ol ve kendini kabir ehlinden say” hadisindeki derin mesajı özümsemekten geçiyor. Ancak bu mesajı özümsemek için, dünyaya hak ettiği değerden fazla ne verdiysek behemehal geri almamız, ardından ahirete itikat yerine iman etmek gerekiyor. Zira itikat denen şey gönülde değil zihinde mekân tuttuğu ve “kanaat”ten pek farklı bir anlam taşımadığı için ne iman ne ahlak ne de ahlâkî dindarlık üretiyor. Üretse üretse din adına hamaset ve yobazlık üretiyor. Bu yüzden, “Ey iman edenler! Allah’a… iman edin!” (Nisâ 4/136) mealindeki ayette buyrulduğu gibi, iman iddiasında bulunmak ve itikadı iman sanmak yerine hakiki iman ve halis ahlak sahibi olmak gerekiyor. Bunun için de dünyada tıpkı bir garip/yabancı gibi olmak, yani derviş gibi yaşamak en azından bana göre en iyi seçenek gibi görünüyor. Ancak bu seçenek “bir lokma bir hırka” felsefesini teşvik anlamına gelmiyor; dünyaya mesafe bilinciyle yaşamak gerektiğine işaret ediyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Kasım 2018

Dinî Hamaset ve Hurâfâttan Taharet Olmayınca...


Geçen hafta bu köşede “Dinî Hamaset ve Hurâfâttan Taharet” başlıklı bir yazı yazmıştım; fakat anlaşılan o ki bazıları bu yazıyı tersinden anlamış ve alabildiğine hamasete yaslanıp ulusal bir gazetenin köşesinden başta şahsım olmak üzere Prof. Dr. İlhami Güler, Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ve Prof. Dr. Ali Köse gibi İlahiyat hocalarıyla ilgili olarak tahkir ve tezyif namına ağzına geleni saymış... Türkiye’de siyaset ve futbol yorumculuğunun yanı sıra genelde İlahiyatçılık, özelde tefsir ve tefsirciliğin de anonim bir meslek dalı olarak icra edildiğine ve bu alanlarda konuşmanın hiçbir alt yapı ve uzmanlık gerektirmediğine epey zamandan beri tanık oluyorduk; fakat şimdilerde yeni bir meslek dalının daha popüler hâle geldiğine tanık olmaya başladık…

***

Bu yeni mesleğin adı İlahiyatçı terbiyeciliği ve İlahiyatçı muhbirliği… Burada söz konusu olan “terbiyecilik” kelimesi öncelikli olarak “had bildirmek” ve “ayar vermek” anlamına geliyor. Bunun yanında söz konusu kelime “muhbirlik” anlamını da içeriyor. Ne var ki muhbirliğin devlet katında duyarlılık yaratması ve fiilî bir karşılık bulması için, ihbar konusu olan İlahiyatçı hocaları bir şekilde “FETÖ” ile de ilişkilendirmek gerekiyor. Dolayısıyla “İlahiyat terbiyeciliği” denilen meslek dalı sözüm ona dini ve sahih itikadı müdafaa adına tepeden tırnağa derin ahlaksızlıkla icra ediliyor.
Yukarıda isimleri geçen İlahiyat hocalarıyla ilgili olarak, “İlahiyat Fakültelerine giden gençlerimizi böylelerinin ellerine teslim ediyoruz! İmam Hatip liselerinde hocalık yapacakları maalesef bunlar yetiştiriyor. FETÖ’nün kucağına da çocuklarımızı zamanında bunlar taşıyordu” gibi ifadeler kullanan muhbir yazar bir taraftan hoparlörle ezan okumanın bidat olup olmadığı gibi konularda Vehhabi meşrep bir kılığa bürünen, diğer taraftan da sahip oldukları televizyon kanallarında kadın sanatçılara çalgılı çengili programlar yaptıracak kadar dünyevileşmekte hiçbir beis görmeyen, keza bir taraftan hurafe ve menkıbe edebiyatını sahih din olarak takdim eden, diğer taraftan da son dönem İslam dünyasında Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’dan Seyyid Kutub ve Muhammed Hamidullah’a kadar birçok değerli ilim-fikir adamını son derece ağır ifadelerle tahkir, tezyif, hatta kimi zaman tekfir edebilecek düzeyde Harici meşrep bir kimliğe bürünebilen “Seadet-i Ebediyye” zihniyetinin kendine sağladığı imkânla sağa sola saldırıp duruyor.

Kendi işini avukata havale edip sırf başka insanların işleriyle meşgul olmayı ve o insanlar hakkında dedikodu yapmayı kendine vazife edindiği anlaşılan bu şahıs da İlahiyat ve İlahiyatçılığın anonim bir meslek dalı hâline geldiğini fark ettiğinden ve aynı zamanda bu mesleğin popülerlik sağlama katsayısı özellikle son zamanlarda oldukça yüksek göründüğünden belli ki İlahiyat alanına dalmaktan kendini alamamış… Hoş, artık Ecdat edebiyatı, Kayı hikâyesi gibi konular geçen yıllarda olduğu gibi pek ilgi çekmiyor… Şayet popülarite virüsü size bulaşmışsa ne yapıp edip geniş ölçekte ilgi çeken konular bulmanız ve o konularda ehliyet/liyakat sahibi olmasanız dahi ahkam kesmeniz bir bakıma kaçınılmaz hâle geliyor. 

Pespaye köşe yazısında ilk sıraya ismimi koyup şahsımı hedef alan ve benimle birlikte diğer birçok İlahiyat hocasını Kur’an’a saygısızlıkla suçlayan muhbir yazar hiç utanıp sıkılmadan “FETÖ’nün kucağına da çocuklarımızı zamanında bunlar taşıyordu” diyebiliyor. Bu ifadenin sahibi aklı sıra muhbirlik yaparken, baltayı taşa vurduğundan habersiz görünüyor. Tam bu noktada kendisine, “17-25 Aralık sürecinde FETÖ hakkında herhangi bir şey yazıp çizdin mi? Yahut o süreçte FETÖ aleyhine tek söz söyleme cesareti gösterebildin mi?” diye sormak gerekiyor. Bu arada, 17-25 Aralık sürecinde “Haşhâşî” nitelemesi de dâhil olmak üzere FETÖ hakkındaki en şedit yazıların bu satırların yazarından çıktığını ve birbiri ardınca Star Açık Görüş’te yayımlandığını, keza FETÖ/PDY çatı davasındaki bilirkişi raporunun da yine söz konusu muhbir yazar tarafından “FETÖ’nün kucağına çocuklarımızı zamanında bunlar taşıyordu” diye iftira atılan şahsıma ait olduğunu bu vesileyle hatırlatmak gerekiyor. 

***

“Mustafa Öztürk, İlhami Güler, Ömer Özsoy gibi İlahiyat hocaları Kur’an ahkâmının geçerliliğini sorguluyor” mealindeki sözde eleştirilerine karşı muhtemelen kendisinin de çok hürmet ettiği İmam el-Mâtüridî’nin, “Bu ayette ictihad yoluyla Kur’an hükmünün nesh edildiğine delil var” (Tevbe 9/60. ayetin tefsiri) şeklindeki ifadesi ile “Bu ayetteki hüküm insanların (müslümanların) ameli terk etmesiyle birlikte metruk (terk edilmiş) hale gelmiştir” (Mümtehine 60/10. ayetin tefsiri) şeklindeki ifadesini sayın muhbir yazara hatırlatmak gerekiyor. Ayrıca söz konusu yazardan “İmam el-Mâtüridî’nin Kur’an’a Saygısızlığı” gibi bir başlık altında okkalı bir yazı yazması da bekleniyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Ekim 2018

Kaynak: 

Dünyevîleşme ve Ahlâk | İnsan ve Hikmet Vakfı / Ankara | 23 Ekim 2018


Dinî Hamaset ve Hurâfâttan Taharet


13 Ekim 2018 Cumartesi günü Kur’an Çalışmaları Vakfı tarafından Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Hayatın Anlamı İman” konulu sempozyum ne yazık ki programın icrasından haftalar önce kendilerini “iman ölçümcüsü” olarak gören bazı çevreler tarafından bilindik tekfirci söylemlerle hem provoke hem de kısmen sabote edildi. Provokasyon “İmanı imansızlar mı anlatacak?” gibi sloganlarla, sabotaj ise ilgili belediyenin en üst yetkililerine yoğun baskı yoluyla gerçekleştirildi ve sonunda “kâfir” yahut en azından “zındık” oldukları ithamıyla Prof. Dr. Ömer Özsoy ve Prof. Dr. İlhami Güler’in sempozyum programına katılımları engellendi. Şahsımın programa katılımı ise güç bela temin edildi. Fakat sonuçta aklıselim ve sağduyu galip geldi. Sempozyuma iştirak edip çok geniş çaplı salonu hınca hınç dolduran yüzlerce kişi programı başından sonuna kadar takip etti.

***

İman sempozyumu vesilesiyle yaşanan olaylardan sonra artık şunu söylemenin zamanı geldi: Türkiye Cumhuriyeti cemaat cenneti olmaktan bir an önce kurtulmalı, kurtarılmalı… Dinî kisveye büründürülmüş magandalık kültürünün memleket sathında daha fazla yaygınlaşmasına ruhsat tanınmamalı… Bu memleket yoz/yobaz dinî hamasetten ve aynı zamanda hurafecilikten adamakıllı arınmalı, arındırılmalı… Dini hurafe edebiyatına dönüştüren şarlatanlara alan açılmamalı… Cemaatler ve tarikatların din, diyanet ve ilahiyat üzerindeki vesayetleri artık son bulmalı... Bütün bu sorunların bertaraf edilmesinde hem Diyanet gibi kurumlar etkin rol oynamalı hem de İlahiyatçı akademisyenler daha cesur ve atak bir tavır ortaya koymalı… Bununla birlikte devlet din konusunda belli bir dinî grup veya yorumdan taraf olmamalı… Şayet devletin din ile ilişkisi kurulacaksa, bu ilişki adalet ilkesi üzerinden kurulmalı… Yani devletin dininin adalet olduğu gerçeği zihinlere kazınmalı… Aslında adalet ne sadece devletin dinidir ve ne de sadece mülkün temelidir. Adalet aynı zamanda dinin de temelidir. Cuma namazında imamın minberde okuduğu “Allah adaleti emreder” mealindeki ayette (Nahl 16/90) geçen “adl” (adalet) kelimesinin sahâbî müfessir İbn Abbâs tarafından “tevhid” (lâ ilâhe illallah) diye açıklandığını bu vesileyle hatırlatmak gerekir.

İslam ilim geleneğinde tekfirci söylemlerin uzak geçmişteki temsilcileri Hâricîlerdir. Günümüzdeki temsilcileri ise DAEŞ ve sair cihatçı selefî örgütlerdir. Bunlardan biraz daha ılımlı tekfirciler ise Haşviyye diye de anılan Hanbelîler ile Osmanlılar dönemindeki Kadızâlelilerdir. Nitekim geçmiş devirlerde Hallâc-ı Mansûr, Şeyh Bedreddin, Molla Lütfi gibi sayısız Müslümanın bugünkü “İman Sempozyumu”nu provoke ve sabote eden zihniyete benzer bir zihniyetin temsilcileri tarafından kurban edildikleri bilinmektedir. İşin en acı tarafı, sempozyumla ilgili tezviratı sevk ve idare eden çevrelerden bir kısmının tasavvuf ve tarikat kökenli olmasıdır. Hâlbuki İslam tasavvuf geleneğinde Firavun’un iman üzere öldüğünü söyleyen, hatta Bakara 2/6. ayetteki “innellezîne keferû sevâün aleyhim…” ifadesini, “Ey Muhammed! Bana yönelik derin muhabbetlerini kendilerinden bile gizleyen Allah dostlarını sana indirdiğim Kur’an’daki tehditlerle uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez. Onlar sana iman etmez, senin söylediklerine kulak vermezler. Çünkü onlar benden başka hiçbir şey düşünmezler” diye te’vil eden Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’yi “şeyh-i ekber” diye nitelendiren Osmanlı ulemasıdır. Ancak Osmanlı’nın günümüzdeki hamasetçi torunları “tarihselci, modernist” diye yaftaladıkları bazı ilahiyat hocalarını Hâricîlerden daha acımasız şekilde tekfir edebilmekte, üstelik bunu İslam’daki derin hoşgörü ve engin gönüllülükle bağdaştırabilmektedir. Aslında bu durum günümüz Türkiye’sinde faaliyet gösteren dinî cemaatlerdeki egemen zihniyetin ne kadar dar kalıplı, sığı ve sakil bir yapıya evrilmiş olduğunu göstermekte, dolayısıyla hâl-i hazırdaki gidişat hamasetin dinî alanda sürekli yükselen bir trend olduğunu belgelemektedir.

***

İslam fıkıh tarihinde İbn Kudâme gibi Hanbelî geleneğe mensup bir âlim dahi “Te’vil varsa tekfir yoktur” diyecek kadar esnek bir görüşü dillendirdiği, meşhur Hanefî fakih Serahsî de aynı minvalde şeyler söylediği halde bugün kendilerini Allah tarafından “iman ölçmekle görevlendirilmiş yetkililer” gibi gören bazı çevrelerin “Hak ve hakikat bizim tekelimizdedir; biz neyin doğru olduğunu söylersek, mutlak doğru odur” edasıyla arz-ı endam edip cümle âleme nizamat vermeye kalkışmaları, üstelik “hukûkullah”a ait bir meseleyi kendi uhdelerine alıp Allah namına yargıda bulunmaları artık tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Bir Müslümanı hoyratça tekfir etmek kimin haddinedir? Bu hak ve yetki kim tarafından verilmekte ve yetkilendirme hangi yolla gerçekleşmektedir? Artık bu pervasız şımarıklığa bir son verilmelidir. Ancak bu iş devlet sopasıyla ve jakobence yaklaşımlarla değil, ülke sathında demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü düşünceye geniş alan açma yoluyla gerçekleştirilmelidir. Sonuç olarak, bugün birçok müesses dinî yapı hem ahlâkî hem sahih dinî bilgi açısından tefessüh etmiş durumda olup neredeyse hemen hepsi dedikodu, gıybet, nemime, desise, iftira, itham, sû-i zan üretim merkezlerine dönüşmüş haldedir. İşte bu yüzden, dinî hamaset ve hurafâttân tam manasıyla taharet gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Ekim 2018

Anlama ve Yorumlama Kıskacında Kur'an | Frankfurt | 2 Kasım 2018


Almanya ve Fransa'dan | Kasım 2018

Paris'ten

Paris'ten

Paris'ten
Paris'ten

Paris'ten

Paris'ten
Münster'den

Münster'den

Münster'den

Münster'den

Frankfurt'tan

Karar'dan Elif Çakır ile

Paris'ten

Paris'ten
Paris'ten