13
Ekim 2018 Cumartesi günü Kur’an Çalışmaları Vakfı tarafından Bağlarbaşı
Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Hayatın Anlamı İman” konulu
sempozyum ne yazık ki programın icrasından haftalar önce kendilerini
“iman ölçümcüsü” olarak gören bazı çevreler tarafından bilindik tekfirci
söylemlerle hem provoke hem de kısmen sabote edildi. Provokasyon “İmanı
imansızlar mı anlatacak?” gibi sloganlarla, sabotaj ise ilgili
belediyenin en üst yetkililerine yoğun baskı yoluyla gerçekleştirildi ve
sonunda “kâfir” yahut en azından “zındık” oldukları ithamıyla Prof. Dr.
Ömer Özsoy ve Prof. Dr. İlhami Güler’in sempozyum programına
katılımları engellendi. Şahsımın programa katılımı ise güç bela temin
edildi. Fakat sonuçta aklıselim ve sağduyu galip geldi. Sempozyuma
iştirak edip çok geniş çaplı salonu hınca hınç dolduran yüzlerce kişi
programı başından sonuna kadar takip etti.
***
İman sempozyumu
vesilesiyle yaşanan olaylardan sonra artık şunu söylemenin zamanı geldi:
Türkiye Cumhuriyeti cemaat cenneti olmaktan bir an önce kurtulmalı,
kurtarılmalı… Dinî kisveye büründürülmüş magandalık kültürünün memleket
sathında daha fazla yaygınlaşmasına ruhsat tanınmamalı… Bu memleket
yoz/yobaz dinî hamasetten ve aynı zamanda hurafecilikten adamakıllı
arınmalı, arındırılmalı… Dini hurafe edebiyatına dönüştüren şarlatanlara
alan açılmamalı… Cemaatler ve tarikatların din, diyanet ve ilahiyat
üzerindeki vesayetleri artık son bulmalı... Bütün bu sorunların bertaraf
edilmesinde hem Diyanet gibi kurumlar etkin rol oynamalı hem de
İlahiyatçı akademisyenler daha cesur ve atak bir tavır ortaya koymalı…
Bununla birlikte devlet din konusunda belli bir dinî grup veya yorumdan
taraf olmamalı… Şayet devletin din ile ilişkisi kurulacaksa, bu ilişki
adalet ilkesi üzerinden kurulmalı… Yani devletin dininin adalet olduğu
gerçeği zihinlere kazınmalı… Aslında adalet ne sadece devletin dinidir
ve ne de sadece mülkün temelidir. Adalet aynı zamanda dinin de
temelidir. Cuma namazında imamın minberde okuduğu “Allah adaleti
emreder” mealindeki ayette (Nahl 16/90) geçen “adl” (adalet) kelimesinin
sahâbî müfessir İbn Abbâs tarafından “tevhid” (lâ ilâhe illallah) diye
açıklandığını bu vesileyle hatırlatmak gerekir.
İslam ilim geleneğinde
tekfirci söylemlerin uzak geçmişteki temsilcileri Hâricîlerdir.
Günümüzdeki temsilcileri ise DAEŞ ve sair cihatçı selefî örgütlerdir.
Bunlardan biraz daha ılımlı tekfirciler ise Haşviyye diye de anılan
Hanbelîler ile Osmanlılar dönemindeki Kadızâlelilerdir. Nitekim geçmiş
devirlerde Hallâc-ı Mansûr, Şeyh Bedreddin, Molla Lütfi gibi sayısız
Müslümanın bugünkü “İman Sempozyumu”nu provoke ve sabote eden zihniyete
benzer bir zihniyetin temsilcileri tarafından kurban edildikleri
bilinmektedir. İşin en acı tarafı, sempozyumla ilgili tezviratı sevk ve
idare eden çevrelerden bir kısmının tasavvuf ve tarikat kökenli
olmasıdır. Hâlbuki İslam tasavvuf geleneğinde Firavun’un iman üzere
öldüğünü söyleyen, hatta Bakara 2/6. ayetteki “innellezîne keferû sevâün
aleyhim…” ifadesini, “Ey Muhammed! Bana yönelik derin muhabbetlerini
kendilerinden bile gizleyen Allah dostlarını sana indirdiğim Kur’an’daki
tehditlerle uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez. Onlar sana
iman etmez, senin söylediklerine kulak vermezler. Çünkü onlar benden
başka hiçbir şey düşünmezler” diye te’vil eden Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’yi
“şeyh-i ekber” diye nitelendiren Osmanlı ulemasıdır. Ancak Osmanlı’nın
günümüzdeki hamasetçi torunları “tarihselci, modernist” diye
yaftaladıkları bazı ilahiyat hocalarını Hâricîlerden daha acımasız
şekilde tekfir edebilmekte, üstelik bunu İslam’daki derin hoşgörü ve
engin gönüllülükle bağdaştırabilmektedir. Aslında bu durum günümüz
Türkiye’sinde faaliyet gösteren dinî cemaatlerdeki egemen zihniyetin ne
kadar dar kalıplı, sığı ve sakil bir yapıya evrilmiş olduğunu
göstermekte, dolayısıyla hâl-i hazırdaki gidişat hamasetin dinî alanda
sürekli yükselen bir trend olduğunu belgelemektedir.
***
İslam fıkıh tarihinde
İbn Kudâme gibi Hanbelî geleneğe mensup bir âlim dahi “Te’vil varsa
tekfir yoktur” diyecek kadar esnek bir görüşü dillendirdiği, meşhur
Hanefî fakih Serahsî de aynı minvalde şeyler söylediği halde bugün
kendilerini Allah tarafından “iman ölçmekle görevlendirilmiş yetkililer”
gibi gören bazı çevrelerin “Hak ve hakikat bizim tekelimizdedir; biz
neyin doğru olduğunu söylersek, mutlak doğru odur” edasıyla arz-ı endam
edip cümle âleme nizamat vermeye kalkışmaları, üstelik “hukûkullah”a ait
bir meseleyi kendi uhdelerine alıp Allah namına yargıda bulunmaları
artık tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Bir Müslümanı hoyratça tekfir
etmek kimin haddinedir? Bu hak ve yetki kim tarafından verilmekte ve
yetkilendirme hangi yolla gerçekleşmektedir? Artık bu pervasız
şımarıklığa bir son verilmelidir. Ancak bu iş devlet sopasıyla ve
jakobence yaklaşımlarla değil, ülke sathında demokratik, çoğulcu ve
özgürlükçü düşünceye geniş alan açma yoluyla gerçekleştirilmelidir.
Sonuç olarak, bugün birçok müesses dinî yapı hem ahlâkî hem sahih dinî
bilgi açısından tefessüh etmiş durumda olup neredeyse hemen hepsi
dedikodu, gıybet, nemime, desise, iftira, itham, sû-i zan üretim
merkezlerine dönüşmüş haldedir. İşte bu yüzden, dinî hamaset ve
hurafâttân tam manasıyla taharet gerekir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Ekim 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder