TOKİ'den veya Krediyle (Faiz) Ev Almak Caiz mi? | Habertürk Manşet | 17 Ocak 2020


Mustafa Öztürk ve Bedri Gencer kamuoyunda Diyanet faize caiz dedi şeklinde yorumlanan görüş hakkında, TOKİ'den veya Krediyle Ev Almak Caiz mi başlığı altında Habertürk TV'de Mehmet Akif Ersoy'un sunduğu Habertürk Manşet programında fikir belirttiler.

Elazığ Depremi: Göz Göre Göre Ölmek Kader Değil | Yavuz Oğhan ile Bidebunuizle | 27 Ocak 2020


Elazığ'daki 6.8 şiddetindeki depremin (24 Ocak 2020) hatırlattıkları... Deprem ölüm kader teslimiyet imtihan tedbir ve diğer konular Yavuz Oğhan ile Bidebunuizle programında konuşuldu.

Karakter Aşınması ve Gözün Vicdanı


Son günlerde, bir arkadaşın tavsiyesiyle, Amerikalı sosyolog Richard Sennett’in “Karakter Aşınması”, “Gözün Vicdanı”, “Saygı”, “Otorite”, “Kamusal İnsanın Çöküşü”, “Yeni Kapitalizmin Kültürü” gibi kitaplarına merak saldım ve ilk olarak bu yazıya başlık yaptığım “Karakter Aşınması” (The Corrosion of Character) adlı kitabı okumaya başladım. Sayfalar ilerledikçe, bunca zaman Sennett’i ıskalamış olmaktan dolayı hayıflandım. Zygmunt Bauman’ı etkilediği bilinen ve genel düşünce dünyasına dair ön araştırma yaparken, “beşerî bilimlerle uğraşan bir akademisyenin farklı alanlara yönelik ilgi ve meraklara sahip bir entelektüel olması gerekir”, “nitelikli bir akademisyen edebiyat metinlerinde karşılaştığımız türde bir yetkinlik ve derinlikle meramını ifade etme becerisine sahip olmalı” gibi tavsiyelerine de denk geldiğim Sennett, özellikle modern toplum yapısının oluşumuna ilişkin tahlilleri ve modern kent yaşamındaki insan psikolojine dair tespitler ve teşhisleri itibariyle mutlaka okunması gereken cins kafalı bir düşünür… 

***
Her ne kadar şimdiki zamanda kıymetleri bilinmeyip muhtemelen bu dünyadan göçüp gittikten sonra “badem gözlü” oldukları fark edilecek olsa dahi bizim topraklarımızda da cins kafalı ilim-fikir adamları var… Şükürler olsun ki sayıca az da olsa, var… Mesela, değerli dost Prof. Dr. Ahmet Çiğdem Hoca var… Sennett’in “Karakter Aşınması” adlı kitabını okurken Çiğdem Hoca’nın 5 Şubat 2020 tarihinde yayımlanan “Yol Yakın Değil, Vakit de Yok” (https://www.perspektif.online/tr/toplum) başlıklı yazısıyla karşılaştım. Her ne kadar konu ve muhteva itibariyle örtüşür mahiyette olmasa da Sennett’in anılan iki kitabına koyduğu isim ile Çiğdem Hoca’nın yazıda irdelediği mesele zihnimde birbirine selam çaktı. Hâl böyle olunca, yazının başlığını Sennett’in iki kitabından, aşağıdaki analizleri de Çiğdem Hoca’nın taze yazısından aldım…
Çiğdem Hoca der ki Türkiye toplumunun yaşadığı mevcut krizi anlamak ve karşılamak üzere yapılabilecek iyi şeylerden birisi de modern Türkiye’nin politik ve sosyal tecrübelerinin tabiatına yönelik bir kavrama çabası olacaktır. Bu çaba bize, bırakın uzun bir tarihsel sürecin ortaya çıkardığı kurum ve değerleri, şu hızla geçen son yıllarda bile bu toplumun diğer bütün toplumlar gibi gösterdiğinden daha fazla bir enerji ve tahayyüle sahip olduğunu, çoğunlukla siyasal seçkinlerin temsil iddiaları ve beklentilerinin ötesinde ve muhtemelen üzerinde bir politik performans sergilediğini bir kere daha kanıtlayacak ve ideolojik obsesyona mahkûm edilmediğinde, insanların, sözgelimi, 27 Nisan’da ordu azarlamasına, Gezi’de polis baskısına, 15 Temmuz’da askerî darbe girişimine karşı nasıl ayakta durduğunu hatırlatacaktır…

***
Neyin olmayacağını görmek ve tecrübe etmek, bir toplum için neyin işlediğini görmek ve bunun yarattığı vasatiliğe teslim olmaktan daha faydalıdır. Görüldü ki toplumu, devlet eliyle, genellikle de cari toplumsal talep inkâr edilerek, belli bir istikamette dönüştürmeye çalışmak, bu amacın sahibi muhafazakâr dindarlar bakımından da kabul edilmez sonuçlara yol açacaktır. Burada sadece, toplumun, özellikle yoksulların, zorunlu bir dindarlaşmaya maruz bırakılmasının ve bunun kamusal kaynaklarca finanse edilmesinin dayanılmaz basitliğinden değil, bütün hayatın, en ince ayrıntısına kadar belli bir çizginin içerisinde ya da duruma bağlı olarak dışarısında mobilize edilmeye çalışıldığı faydasız bir teşebbüsten söz ediyoruz. Fobyakrosiye dayanarak farklılıkları eritmeye çalışmanın, toplumun farklılıklara duyarsız kılınmasının bedelinin, günü geldiğinde ki gelecektir, gelmiştir, bizzat siyasal ve toplumsal iktidarın yanında yöresinde kümelenmiş ve fakat iktidarla aynı obezite düzeyine ulaşmamış yahut bu türden bir ortaklığı reddetmiş grupların, toplulukların sorunlarına da duyarsız kalınmakla ödeneceği de görüldü. “Elleriyle yükselttiği yapılarda kendilerine yer bulamayanlar” yahut bu yapıların altında kalanlar, yükselen bu yapıların kimlerin canı pahasına yükseldiğini asla sormadıklarından, bugün sözcüsü olmaya soyundukları kesimlerin adını bile telaffuz edemez duruma gelmişlerse, bu sadece yanlış siyasal bir tutuma değil, bütünüyle yanlış bir gelecek perspektifine de işaret eder.

Şuradan başlayabiliriz: Sahip olduğumuz etnik, dinsel, sınıfsal, konumsal nitelikler her neyse, onlara dayanarak bir ayrıcalık ve öncelik talebine müracaat etmeden önce, bu niteliklerin başkalarının hayat hakkına engel olup olmadığına, bu niteliklerle başkalarının baskı altına alınıp alınmadığına ve daha da önemlisi daha evrensel bir politik bilincin oluşmasına katkıda bulunup bulunmadığına bakmak gerekir. Sömürünün, adaletsizliğin ve açlık korkusunun olmadığı bir dünyaya duyulan inancın sağladığı ortaklığın, diğer bütün ortaklıklardan önce gelmesi gerektiğine inanmaya başladığımızda, gerçekten inanılması gereken bir şeye inanıyor oluruz. Ancak bundan sonra ne yapılabileceğine bakılabilir; eğer yapılabilecek bir şey kaldıysa ki çoğu zaman fırsat zaten kaçmış, imkânlar tükenmiş ve kapı kapanmıştır. Eğer bugünden söz ediyorsak, bilmeliyiz ki yol artık yakın sayılmaz, vakit de sanıldığı kadar bol değildir…

Not: Tefsir çalışmamızın ikinci cildi tamamlanmış ve hızlı bir şekilde üçüncü cilde başlanmıştır. İkinci cilt bir ay içinde Ankara Okulu Yayınları tarafından yayımlanacaktır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Şubat 2020

Öyle Miymiş?


Yazının başlığı, Şule Gürbüz’ün 2016 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanan eserinin adı. Kuvvetle muhtemel ki Şule Gürbüz ismi bu yazıyı okuyanların pek çoğuna yabancı. Dahası bu isim, kitap ve okumayla arası hiç hoş olmayan yurdum insanının geneline yabancı. Şule Gürbüz, münzevi, mütevazı, zarif, naif ve derviş ruhlu derin bir yazar. İnternet ortamında Gürbüz’ün hayat hikâyesine dair çok kısa olarak şunlar yazar: 1974’te doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi, Cambridge Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Antika saatlerin tamiri üzerine ustalaştı. Bu alandaki çalışmalarına 1997’de Dolmabahçe Sarayı’nda başladı. Çalışmalarını halen Milli Saraylar Müdürlüğü bünyesinde sürdürmektedir.

TRT’de yayınlanan “Ne İçindeyim Zamanın” (Yönetmen: İlknur Dalkıran) belgeselinde Gürbüz’ün saat tamirciliğine merak salma hikâyesini bizzat kendisinden dinlemek mümkün… Keza “Öyle miymiş” adlı eserinin “Tanrı’nın insana karışmaması değil insanın insana karışamaması acı olan. Ne kadar birleşilse değil mi yüzyıllardır akraba olunamadı, Âdem kimin kardeşi bulunamadı. İnsanın hep acelesi var, işler yetişmiyor, hatta gerçek iş nedir bulunamıyor” şeklindeki çarpıcı ifadelerin de yer aldığı 26. sayfasını yine kendi sesinden youtube’de dinlemek de mümkün… “Kambur” (1992), “Zamanın Farkında” (2011), “Coşkuyla Ölmek” (2012), “Öyle miymiş?” (2016) isimli eserlerinde felsefe ve tasavvuf felsefesi üzerinden dünya, hayat ve insana dair çok çarpıcı tasvirler ve tahliller yapan Gürbüz’den burada aktaracağımız bazı pasajlar, “Türkiye’de yazar var mı? Hayır, Şule Gürbüz var” (Kaan Onur Kaftanoğlu) başlıklı yazının çok da romantik olmadığını kanıtlayacak tarzdadır. İmdi, Gürbüz’ün “Öyle miymiş” ve “Coşkuyla Ölmek” adlı iki eserinden özellikle insana dair pasajlar okuma zamanıdır: 

İnsan kan dökücü ve zalim ama dağın taşın istemediği iradeyi aldı diye sağa sola çalımlanmış. İnsan anlamadığını alır, anlayıp kıymetli bulduğunu da almaz. Bu yüzden adam olmaz. Melek, boşa üzülme, insan bir şeydir zannetme. Sana verilmeyen iradeyi senin de olsa kullanabilirdim zannetme. İrade babanın arabasıdır, alır almaz kaza yaparsın. Böyle hem sözde iraden olup hem de “Teslim” dini ile kolay yaşanabilir sanma. İnsan şeytan ile uğraşmaktan daha Allah’a hiç sıra gelmedi. Hiç yakınlık kuramadan Allah’a inanan adam güneşe tapandan hallicedir sanma. Şeytan ile güreşte hep yerde, az ileri gittiğinde abisinin koşuda avans verdiği sonra iki adımda geçtiği gündeki gibi hep geride. O yüzden belki de hep tanıyıp her günü beraber geçirdiği için hayranlığı da aslında şeytana. Olsa ah, tam onun gibi olabilse, o da yok. Şeytan, ah ne güzel yerde, hem imanı var hem gününü yıl etmede. Gizlisi saklısı da yok, herkes ne ettiğini bilmekte. 

İnsan hesaptadır her an hesaptadır, büyük kafalara ruhlara dahi evliya demesi methetmek için değil, onları kendi bulunduğu kümeden çıkarıp çıtaları yükseltmemek içindir. Onları hemen ayrı bir yere istifler, kendi gibileri karşısına dizer. Kendine tüm süfliliğine rağmen itimadı bundandır. Bu yüzden Allah’tan korkmaz, gizlice de korkmaz ama korkmayışını ulu orta açık etmez. Çünkü Allah’ın ne yarattığını bilir, kendisini beğenmezse beğenecek pek de bir şey olmadığını bilir, cennetin ona kapılarını açmazsa boş kalacağını bilir. İnsanı ahret bile değiştiremez. Zebani dilini çekmeye gelse kişi ancak ahlakının elverdiği ile seslenir de aman diler… İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp “Bu herhalde benim,” der. Bu dert de ona yeter.

İnsan, mucizelere tapan, gözleri parlamak ve takip etmek için sade uçanı arayan, kendinden bir lütuf istenince de “Onlar istidraçtır, yürüyorum ya bundan âlâ mucize mi olur?” diyen ve aniden sadeleşen, lâ diyen illâ diyemeyendir, bilinir. Zorluğa başkasında hayran, kolaylık koynunda yatandır, bilinir. Aslında gizlice her şey bilinir, bilinir de başkası umulur, bilinenden başka olunacağı umulur. İnsan kitaplı insan ise her kitaplı peygamberin yakınıdır da. Çepçevre dolaş İsa ile yan yana yürüyecek nerde? Ne çok Ömer var adı olan yani ve de Ali. Bir Yahuda yok ismen yani, bir de Muaviye. Oysa etraf adını anmadığı ama bu el ele verdikleri ile gani. Gerçek zaten şu adı anılmayan ama işitince uzaktan bir gizli aşinalık, eski bir yaren gibi tanıdık mı tanımadık mı diye göz kırpıştırılan değil mi, değil mi, değil mi?
***
İnsan kendisi tokken başkalarının da hep bir şekilde doyurulduğunu sanıyor, yemiştir bir şey diyor, doymuştur, içmiştir, içmez olur mu, yoksa ölür diyor, ama ertesi gün ölü mü diri mi bakmıyor.
İnsanın içinde olduğu hal ona en yabancı haldir. Deli deliliğini, genç gençliğini, ihtiyar fıkradığını [fışladığını, ekşidiğini] bilmez. Birisi yeri gelir de söylerse bunları duyar, duyar da yine anlamaz. Ah işte hayat bu halle yaşanıyor, hayat habersizken yaşanıyor, yaşanıyor dediğim şöyle üstten geçiyor da aklın başına gelip kendi hayatına dair haberleri aldığında oturup bir bakılıyor, bu da neymiş diye, yine bir şey denemiyor. Hani insan gençlik, çocukluk resimlerine bakar da hiç tanımadığı birine bakar gibi olur ya, yüzünü başka, ifadesini sandığından değişik bulur ya, bu resmi sündürüp bütün hayatın üstüne çekseniz işte örtü budur. Hak ve hakikat örtüsü budur. Ben gençken neticede sadece bir canlıydım, ama hayatta değildim.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Şubat 2020

İyi Hâl Kâğıdı


Din İşleri Yüksek Kurulu’nun TOKİ ve ev kredisiyle ilgili fetvası üzerine geçen hafta bu köşede yayımlanan “Diyanet, TOKİ, faiz” başlıklı yazımız ve yine aynı konuyla ilgili bir televizyon programındaki konuşmamız vesile kılınarak yeni bir linç kampanyasının hedefine oturtulmuş durumdayız. Bu yeni kampanya, “Kur’an günümüze yazılı metin olarak gelmeseydi...” diye başlayan bir ifademin önü-arkası kesilerek sosyal medyaya servis edilmesi ve ardından müslüman mahallesinden birilerinin harekete geçip “Falanca, Kur’an yazılı metin olarak günümüze gelmeseydi daha iyi olurdu, dedi.” başlıklı linç kampanyasını hayata geçirmesi şeklinde cereyan ediyor. 

15 Ocak 2016 tarihinde Hadis Meclisi’nin davetlisi olarak Ankara İlahiyat Fakültesi’nde yaptığım “Sünnet’in Ehemmiyet ve Evleviyeti” konulu birkaç saatlik konuşmamın içerisinden yanlış anlaşılmaya müsait bir-iki dakikalık fragmanı kesip sosyal medyada servis edenler, kendilerini “ateist” diye tanımlayan bir grup... Kanımca bu grubun insanlık soruşturmasından iyi hal kâğıdı alması pek mümkün değil... Kuşkusuz, bir insan kendini “Allahsız” olarak tanımlayabilir; Allah’a inanmak ya da inanmamak kişinin tercihidir. Bizim inancımıza göre Allahsızlık tercihinin hesabı bizzat Allah tarafından görülecektir. Bu yüzden, biz “hukukullah”a taalluk eden meselelerle pek ilgilenmeyiz; dolayısıyla kendimizi “iman bekçiliği” gibi bir yükümlülükle de mükellef görmeyiz. Ama eğer her birimiz birer insan evladı olarak birbirimiz üzerindeki hak ve sorumluluklara riayet etmemizi mucip toplumsal hayatın birer parçası isek, kişi hakkına özen göstermemiz en temel insani ve ahlaki ödevimizdir. Bu anlamda ahlaki davranmak için dindarlık gibi bir şart söz konusu değildir. Ne yazık ki söz konusu ateist grup, benim konuşmamı hiç de kastedilmeyen bir anlam çerçevesine oturtup paylaşmakla gayr-i ahlakiliğin kusursuz temsillerinden birini icra etmiştir. Öte yandan, bu grubun manipülatif ve provokatif paylaşımına “mal bulmuş mağribî” gibi atlayıp müslüman mahallede yeni bir linç kampanyasına start vermek isteyenlerin de ahlâkî açıdan iyi hal kâğıdı alamayacaklarını, hatta salt mevcudiyetlerine dahi tahammül edememe derecesinde kendilerinden nefret ettikleri kimi insanları dindar kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırmak için hemen hiçbir insani ve ahlaki ölçüt tanımaksızın saldırılar organize eden bu zevatın toplumsal bünyede “hizipçi, klikçi, cemaatçi müslümanlık gitgide ahlaksız bir aidiyete dönüşmeye başladı” şeklinde bir pejoratif algı oluşmasına ciddi katkı sağladıklarını özellikle belirtmem gerekir.   

Gelgelelim, Hadis Meclisi’ndeki konuşmam sırasında sarf ettiğim sözün bağlamına ve anlamına, yaklaşık bir asrı aşkın bir süre boyunca İslam dünyasının özellikle Hindistan ve Mısır gibi bölgelerinde ve son 30-kırk yıllık dönemde de Türkiye muhitinde Kur’an, din ve dinî ahkâmı ilkten üretme ve İslam’ı yeniden keşfetme metni gibi okundu. Bu modern okuma tarzı “Dinî alanda Kur’an’dan başka bir kaynağa ihtiyaç yok”, “İslam Kur’an’dan ibarettir”, “Kur’an İslam’ı” gibi sloganik söylemlerle satışa sunuldu ve sayısız müslüman tarafından da memnuniyetle satın alındı. Fakat yaşandı ve görüldü ki “Sadece Kur’an” anlayışı dinî alanda ihtilaf çoğaltmaktan başka bir sonuç doğurmadı. Malum, son yıllarda İlahiyat akademyasında “Kur’an’a Göre” (ki bunun anlamı aslında “Allah’a Göre” demektir) başlıklı makale ve kitap yayımlamak da hayli moda oldu. Kısacası, son yıllarda herkes Kur’an’dan ya da Kur’an’a göre konuştuğundan dem vurdu ve fakat sonuçta Kur’an bizim hoyratlığımız yüzünden -tabir caizse- çok yoruldu. Kaldı ki bugünkü tarihten 14-15 asır önce Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’ndan sonraki tahkimnâme formülüne, “Bunca kanın heder olduğu bir meselede insanoğlunu hakem tayin etmek adalet midir? Bu konuda biz susalım, Allah/Kur’an konuşsun” diye itiraz eden Hâricîlere, “Kur’an konuşmaz, onu insanlar konuşturur” demişti. Yine Hz. Ali, İbn Abbâs’ı Hâricîlerle müzakereye gönderirken, “Sakın ola ki onlarla Kur’an üzerinden tartışma; çünkü Kur’an farklı manalara hamledilebilir bir metindir. Sen sen ol, onlarla [yaşanmış, hayata taşınmış] sünnet üzerinden tartış” tavsiyesinde bulunmuştu. 

Bütün bir İslam tarihi boyunca hiçbir itikâdî ve fıkhî mezhebin kendi iddiasını/ictihadını teyit amacıyla Kur’an metninden delil devşirme (istidlal) sıkıntısıyla karşılaşmamış olması gerçeği dikkate alındığında Hz. Ali’nin sözleri kuşkusuz çok daha iyi anlaşılır. İşte benim, “Zaman zaman, Kur’an günümüze yazılı bir metin olarak gelmekle iyi mi oldu, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şayet bu şekilde gelmeseydi, durum şimdikinden daha mı vahim olurdu?” şeklindeki sözlerim, bugün eli kolu bağlı halde yorumcunun insafına kalmış zavallı bir metin gibi oracıkta duran Kur’an’ın başına gelen yorum faciasına ya da kısaca Kur’an metninin başına kıyamet kopmuş olmasına yönelik tepkimin ve aynı zamanda “Yaşayan Sünnet”i itibarsızlaştırma anlayışına karşı serzenişimin dramatik bir ifadesidir. Bununla birlikte, beşer/insan olmam hasebiyle hata ile malulüm. Bu yazıya mevzu teşkil eden sözlerimde olduğu gibi maksat ve meramımı yanlış anlamalara mahal verecek şekilde organize etmiş olabilirim. Hatta kimi zaman maksadını aşmış sözler söylemiş de olabilirim. Ancak hatamı fark ettiğimde özür dilemekten ictinap etmem, bilakis içtenlikle özür dilerim. Üstelik bunu insani ve ahlaki bir erdem bilirim. Bahis konusu sözlerim, bizzat o konuşmada da dile getirdiğim üzere kışkırtıcı, provokatif algılanabilir. Bu durum özrü mucipse, provokatif üslubumdan dolayı özür dilerim. Fakat son bir not olarak şunu da belirtmek isterim: Bunca yılını “Kur’an bugün daha sağlıklı ve sahici şekilde nasıl anlaşılır?” sorusu etrafında zihnen didinmekle tüketmiş ve Allah izin verdiği sürece bundan sonraki ömrünü de tefsir çalışmasına vakfetmiş bir müslüman evladını yine kendisi gibi bazı müslüman evlatlarının, “Falanca, Kur’an günümüze bilindik kitap formatında gelmeseydi iyi olurdu, dedi” şeklindeki müevvel bir ifade üzerinden yargılayıp hidayetten nasipsizlikle suçlamak, rûz-i mahşerde iyi hal kâğıdı almakta ciddi problem çıkaracak bir ahlak sorunudur. Vallâhu a’lem.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Ocak 2020

Diyanet, TOKİ, Faiz


Din İşleri Yüksek Kurulu, “TOKİ tarafından uygulanan Sosyal Konut Projesinin dinî hükmü nedir?” şeklindeki bir soru üzerine şöyle bir fetva yayınladı: “İslam’da faiz kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir. TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya orta gelirli vatandaşlarına yönelik olarak ürettiği bir sosyal konut projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla, devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir.”

Bu fetva kamuoyunda “Diyanet faizli işlemlere cevaz verdi” şeklinde yorumlanınca Diyanet İşleri Başkanlığı şu açıklamayı yaptı: “Kurulumuz, halkımızla paylaştığı görüşünde, öncelikle faizin kesin olarak haram kılındığını, konut veya araç satın almak için faizli kredi kullanmanın caiz olmadığını çok açık ve kesin bir dille belirtmiştir. Bahse konu projenin, kira ödediği takdirde asgari geçimini zorlukla sağlayan ve ev sahibi olabilmek için faizsiz ödünç borç bulamayan alt veya orta gelirli vatandaşlara yönelik üretilen bir sosyal proje olduğu kanaatine ulaşmış ve bu projeden yararlanarak ev sahibi olmanın, dinen haram kılınan faizli işlem kapsamında değerlendirilmeyeceği sonucuna varmıştır.”

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun TOKİ projesi kapsamında alt gelir grubundaki vatandaşların ev sahibi olmak için kamu bankalarından kredi kullanmalarını Kur’an’da yasaklanan riba ve ribalı işlem kapsamında değerlendirmemesi bize göre isabetlidir. Zira Kur’an’da yasaklanan riba (cahiliye ribası) ile bugünkü bankacılık sisteminde binbir türüyle cari olan “faiz”i özellikle meşhur “altı mal hadisi”nden hareketle gelişigüzel biçimde aynileştirmek pek mümkün değildir. Hele de “Buğdayla buğday, misli misline vesaire” diye başlayıp ardından son derece iğreti benzerlikler kurarak bugünkü mevduat veya kredi faizini “riba”ya eşitlemek, tabir caizse şaka gibidir. Çünkü 1400 küsur yıl öncesinin Medine pazarındaki piyasa, para, ticaret, iktisat ilişkilerinin o günden bugüne çok köklü paradigmatik evrimler geçirdiği izahtan varestedir. Bu mesele bir tarafa, Kur’an’da yasaklanan riba bugün “yeraltı tefeciliği” denen sistemdeki uygulamaya benzer şekilde cari olan mürekkep faizdir ki buna “temerrüt/gecikme faizi” de denilebilir. Öte yandan, riba, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki ekonomik şartlar mucibince tefeci zenginlerin yoksul ve/veya ihtiyaç sahibi insanlara verdiği borçlarda cereyan eden bir şeydir. Oysa modern bankacılık sisteminde çoğu kez zenginler kredi kullanan, küçük tasarruf sahipleri ise bankadaki mevduatlarıyla zenginleri fonlayan kimseler mesabesindedir. Öte yandan, riba, düpedüz bir sömürü aracı olarak mevcut borcu geri ödenmesi zor bir borçtan imkânsız bir borca dönüştürerek uzun vadede borçluyu alacaklısının müesses manada köleleştirmesi gibi vahim bir sonuç doğurur. Modern bankacılık sisteminde ise hukuki süreçlerle borcun tahsiline çalışılır.

Bütün bunlar bir tarafa, Kur’an’ın nazil olduğu dönemden itibaren başta İbn Abbâs olmak üzere Zübey b. Avvâm, Talha b. Ubeydillah ve Abdullah b. Zübeyr gibi birçok sahâbînin riba konusunda alan ve kapsamı son derece dar tuttukları ve ilk akitte belirlenen fazlalığı haram saymadıkları malumdur. Hatta Zübeyr b. Avvâm’ın bugünkü bankacılık sistemindeki uygulama gibi iktisadi alanda işletmek üzere insanlardan mevduat toplayıp bir nevi faiz dağıttığı bilgisi de İslâmî kaynaklarda kayıtlıdır. Öte yandan, modern dönemde Abdülaziz Çâvîş, Reşid Rıza, Devâlibî, Senhûrî, Mansurizade Said, İzmirli İsmail Hakkı, Fazlur Rahman gibi birçok müslüman ilim-fikir adamı Kur’an’da yasaklanan ribanın katlı veresiye faizi olduğunu, buna mukabil ilk akitteki fazlalığın/faizin “riba” kapsamında yer almadığını, dolayısıyla klasik kaynaklarda “zannî faiz” diye de adlandırılan fazlalık faizinin ihtiyaç hâlinde caiz olduğunu belirtmişlerdir. Bu âlimlere göre Kur’an’da yasaklanan riba bugün “mürekkep faiz”e karşılık gelen câhiliye ribasıdır. Bunun dışındaki faiz türleri, bizatihi haram olduklarından değil, söz konusu ribaya sevk etme riskinden dolayı önleyici tedbir (sedd-i zerâi) babında yasaklanmıştır. Dolayısıyla şartlar ve ihtiyaçlar icbar ettiğinde, bunlarla ilgili cevaz kapısı açıktır.

Hülasa, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bahse konu fetvası “TOKİ için kredi kullanma” kısmıyla doğrudur; fakat diğer kısmıyla iç tutarlılıktan yoksundur. Fetva metninde bir taraftan, “İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler haram kapsamında olup caiz değildir” [Not: Kurul’daki zevatın anılan ihtiyaçlar için banka kredisi kullanıp kullanmadıkları ciddi merak konusudur] ifadesine yer verip, ardından, “TOKİ projesiyle ev sahibi olmak için kamu bankalarından faizli kredi çekmek caizdir” mealinde bir ifade eklemek iç tutarsızlıktan öte, ilkesizlikle maluldür. Dahası, talimata mebni olarak operasyonel şekilde ve fakat kerhen tanzim edilmiş olması muhtemel görünen bu fetva metni Yahudilerin faiz anlayışlarını anımsatır tarzdadır. Zira Yahudiler, faizli işlemleri kendi aralarında haram sayarken Yahudi olmayanlardan faiz almanın cevazına, hatta lüzumuna hükmetmişlerdir. Kendi dinî metinlerinde “yılan sokması”na benzetilmesine rağmen, Yahudiler uygulamada faizli işlemler neticesinde ortaya çıkan hasılata odaklanmış ve hasılat kendileri açısından lehte tahakkuk ettiğinde caiz, aleyhte tahakkuk ettiğinde ise “lâ yecûz” saymışlardır. İlginçtir, Diyanet de bir devlet kurumu olarak faizli işlemi resmi/sosyal TOKİ projesiyle ilgili bir lüzuma mebni olarak caiz sayarken, sivil vatandaşın kendi ihtiyacını karşılamak için kredi kullanmasını “lâ yecûz” saymıştır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Ocak 2020

Dinî Düşünce Alanında "Laçkalaşmış" Bir Kavram Olarak Gelenek


Günümüz Türkiye’sinde herhangi bir dinî meselenin konuşulup tartışılmasında karşımıza çıkan ve doğru olduğuna kesin inanılmış bir görüşün çoğu zaman makbullük referansı olarak kodlanan kavramların başında “gelenek” gelir. Dinî alanda tartışmaya açılan her meselede “eski” olandan yana pozisyon alan ve “yeni” olan her şeyi modernlikle irtibatlandırarak basbayağı sapma (inhiraf) olarak tanımlayan pek çok kimse için gelenek denen şey “ezelî ve ebedî bilgelik” ya da “hikmet-i hâlide”dir. Bu anlayışta, geleneğin ve geleneksel kabulün bugünkü dünya ya da şimdiki zaman için gerçekten anlamlı bir şey ifade edip etmediği sorgulanmaksızın, son derece romantik bir yaklaşımla “gelenek” adeta fetişleştirilir. Bu noktada, ister istemez, Jaroslav Pelikan’ın “The Vindication of Tradition” kitabı üzerine yapılan bir mülakatta söylediği, “Gelenek ölmüşlerin yaşayan ruhudur; gelenekçilik ise yaşayanların ölmüş ruhudur” şeklindeki çarpıcı söz akla gelir. 

Bu çerçevede gelenekçilik, “gelenek” addedilen şey her neyse onu alabildiğine mutlaklaştıran, hatta kimi zaman kutsallaştırma noktasına kadar varan, keza şimdiki zamanın gerçek dünyasını başlı başına sorunlu sayan ve buna bağlı olarak sımsıkı biçimde “geçmiş”e sarılan bir zihniyete karşılık gelir. Ancak bu zihniyette, kendisine paha biçilmez bir değer yüklenen geleneğin hangi gelenek olduğu çok açık değildir. Çünkü tarihten günümüze intikal eden bir tek gelenek yoktur; aksine birçok gelenek ve gelenekler mevcuttur. Ayrıca gelenek denen şeyin kendi karşıtı için bile referans noktası teşkil ettiği malumdur. İşte tam bu noktada, kendini geleneğin yanında, “modern”in ve “modernsit”in karşısında konumlandıran gelenekçi zihniyet, bugün neyin doğru olduğuna kanaat getirmiş ya da neye inanmışsa, o kanaat ve inancı teyit eden bir gelenek aramaya koyulur. Hâl böyle olunca, geleneklerden gelenek seçmek veya ihtiyaç duyulan gelenek tarihsel geçmişte bulunamamışsa “icat” etmek ve şimdi icat edilen yepyeni şeye “gelenek” demek gibi bir durum ortaya çıkar. 

Bu durum “gelenek” kavramının basbayağı laçkalaşması durumudur. Bugün sayısız örneğine tanık olunduğu üzere dinî meselelerle ilgili tartışmalarda kendini gelenekten yana konumlandıran pek çok kişinin yaptığı şey, doğru olduğuna inandığı görüş ve anlayışa dair öne sürdüğü argümana gelenek etiketi yapıştırmasıdır. Buna göre gelenek, “Biz neyi tasvip ve tensip buyurursak, gelenek odur” gibi bir anlam taşır. Burada anlatmaya çalıştığımız durumun daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an’daki bir ayetin farklı anlam ve yorumlarından örnek vermek faydalı olur. Sâd suresi 33. ayetteki “fetafika meshan bi’s-sûki ve’l-a’nâk” ifadesi, tefsir geleneğinde özellikle dilci müfessirlerin hemen hepsi tarafından, kısaca, “Süleyman atların bacaklarını ve boyunlarını kesti” diye yorumlanır. Sahabe ve tâbiînden gelen rivayetler de aynı doğrultudadır. Ayrıca Yahudi tarihinde Yeşu ve Davud’un da atları kestirdiklerine dair anlatılar mevcuttur. Bunun arka planında, muhtemelen, düşmanlarına ait atlı savaş arabalarının altında ezilmişliğe dair trajik hatıralar vardır. Her neyse, söz konusu ayet erken dönemlerde müfessirlerin kahir ekseriyetince “Süleyman atları kesti” diye yorumlanırken, bugün bu yorumu tercih etmek, bir araştırmacının “Hz. Süleyman Kıssası ve Atlar Kıssası” adlı yazısında bize atfen dediği gibi, gelenek ve gelenekçilik değil, modernistlik sayılır. 

Bu ilginç örnekten de anlaşılmış olacağı üzere bugün gelenek denen şey, dileyenin dilediği gibi içini doldurduğu bir şeydir. Yazının başlığında gelenek kavramına izafe ettiğimiz laçkalaşma işte tam da bununla ilgilidir. Özellikle Kur’an ve tefsir araştırmalarında geleneğin laçkalaşmasındaki temel faktörlerden biri, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın temsil ettiği neo-selefîliğin “modernist hassasiyetlerle gelenekçilik savunusu” şeklinde tezahür eden bir zihniyete vücut vermesidir. Daha açıkçası, bugünkü gelenekçilerin pek çoğu, farkında olarak ya da olmayarak neo-selefî düşüncedeki İsrâiliyyât antipatisinden hareketle iyi gelenek-kötü gelenek şeklindeki ayrımı kanıksamış ve dolayısıyla birçok gelenek içinden bir tek gelenek seçmeyi gelenekçilik olarak algılamaya başlamıştır. 

Günümüz gelenekçiliğinde, “gelenekler içinden tek gelenek seçmek ve sadece bunu tek makbul gelenekmiş gibi göstermek” şeklinde tezahür eden operasyonelliğe dair Kur’an’daki “zebîh” (kurbanlık evlat) kıssasını anlama ve yorumlama şekli örnek verilebilir. Bilindiği üzere Kur’an’da Hz. İbrahim ve “kurbanlık” (zebîh) evladıyla ilgili bir kıssa yer alır. Ancak kurbanlık evladın Hz. İshak mı yoksa Hz. İsmail mi olduğu meselesi tartışmalıdır. Klasik tefsir kitaplarına, sözgelimi Kurtubî’nin el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân’ına bakıldığında, sahabe devrinden itibaren erken dönemlerdeki müfessirlerin büyük çoğunluğunun “Kurbanlık evlat İshak’tır” görüşünü savunduklarına dair çok açık ifadelerin bulunduğuna şahit olunur. Ancak bugün herhangi bir gelenekçinin “erken dönem tefsir geleneğindeki hâkim görüş, kurbanlık evladın Hz. İshak olduğu yönündedir” dediğine şahit olmanız pek mümkün değildir. Çünkü çağdaş gelenekçimizin bugün doğru kabul ettiği şey, yegâne doğru olduğu için, gelenekteki başka bir görüş sahabe ve tâbiîn tarafından benimsenmiş olsa dahi makbul gelenek değildir, hatta salt gelenek bile değildir. O halde, bugünkü gelenekçilik, “Biz ne diyorsak o” gelenekçiliğidir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Ocak 2020

Tefsire Adanmış Bir Ömür: İsmail Cerrahoğlu


Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu... İlahiyat akademyasında bu ismin karşılığı, Arapça tabirle “Ebü’t-Tefsîr”dir (Tefsirin Babası). 1949 yılında kurulan Ankara İlahiyat Fakültesi’nde tefsir, hadis gibi temel İslam bilimleri alanında kürsü kuracak bir tek akademisyenin bulunmadığı alacakaranlık zamanlarda Bosna-Hersekli âlim Prof. Dr. Muhammed Tayyib Okiç’in (ö. 1977) 6 Mart 1950 tarihinde sözleşmeli profesör olarak bu fakültede göreve başlamasıyla birlikte Türkiye İlahiyat camiasında tefsir akademyasının ilk tohumları da toprağa düştü. İşte bu ilk tohumlardan biri, İsmail Cerrahoğlu hocamızdı. Naçizane kanaatime göre klasik İslam ilim geleneğindeki tefsir müktesebatını akademik dünyaya tanıtma hususunda Cerrahoğlu hocamızın ortaya koyduğu ilmî çaba her türlü takdirin fevkindedir. Ancak hocamızın kendine bir nevi hayat felsefesi edindiği mütevazılık ve münzevilik, ilmî ve akademik alanda ortaya koyduğu büyük emekler ve eserlerin hakkıyla takdir edilememesine sebebiyet verdi, denilebilir. Bununla birlikte, Sakarya İlahiyat Fakültesi Tefsir anabilim dalı öğretim üyelerinden Doç. Dr. Gökhan Atmaca ve Doç. Dr. Ali Karataş tarafından yayıma hazırlanan ve geçen günlerde Fecr Yayınları tarafından yayımlanan “Tefsire Adanmış Bir Ömür: İsmail Cerrahoğlu” adlı eser, münzevi hocamıza yönelik vefa borcumuzun ifasına dair küçük ama değerli bir katkı olarak görülebilir. Bu vesileyle, eserin ortaya çıkmasında emeği geçen tüm hocalarımıza hem şahsım hem tefsir akademisyenleri adına teşekkürlerimi arz ederim. 

2003 yılında İsmail Cerrahoğlu hocamızla gerçekleştirilen bir söyleşide Prof. Dr. Ömer Özsoy’un, “Hocam, izniniz olursa, yirmi yılı aşan muarefemize dayanarak, sizi vasfettiğini düşündüğüm üç kelime zikredeceğim: İhtiyat, teenni, inziva... Bildiğimiz kadarıyla, zât-ı alinize Diyanet İşleri Başkanlığı teklif edildi, kabul etmediniz; Din İşleri Yüksek Kurulu’na seçildiniz, gitmediniz; Erzurum tecrübesi dışında idari görevlerden de ictinap ettiniz; hatta sempozyum, konferans türü etkinliklerde de hep geri durdunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?” şeklindeki sorusuna Cerrahoğlu Hocamızın verdiği şu cevap calib-i dikkattir: “Ben girgin biri değilim, ya girişken olacaksın, ya arkanda birilerinin durması gerekiyor ya da maddi bir gücün olması lazım ki sonuç alabilesin. Benim güvenecek bir dayanağım, sebebim yok; günlük kazanıp günlük yiyoruz. Şahsi kusurlarım da olabilir. Mesela şunu itiraf edeyim: Ben idareci olamam. İdareci, icabında kırıcı olacaktır, icabında hislerini katmayacak işine, otoriter olacak. Böyle yapamayacaksan, görevi reddeceksin; bu işleri ehline vermek lazım; ehli değilsen yapamazsın.”

Cerrahoğlu Hocamızın bürokrasiden ve siyasetten birçok cazip teklif almasına rağmen ilim adamlığından hiç vazgeçmemesi, tefsir alanında “hocaların hocası” olmasına ve birçok çalışmaya ilk kez kendisi imza atmasına rağmen adeta münvezi halde yaşamayı tercih etmesi, bende hep derin hayranlık uyandırdı. Bu hayranlık bürokrasi ve siyaset gibi alanlara hiç zaman merak duymamamda çok etkili oldu... Ne yazık ki lisans, yüksek lisans ve doktora aşamalarının hiçbirinde Cerrahoğlu hocamızın öğrencisi olamadım, bir kez dahi rahle-i tedrisinde bulunamadım. Ancak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğrenci olduğum 1980’li yıllardan itibaren hocamızın “Tefsir Usûlü” (TDV Yayınları, Ankara 1983) adlı eseriyle adeta yatıp kalktım. Hemen her satırının altını çizerek defalarca okumamdan dolayı eseri adeta pörsüttüm ve fakat akademik hayata intisap ettikten sonra birçok öğrencime de gösterdiğim üzere kütüphanemin mutena bir köşesinde hep sakladım.

Cerrahoğlu Hocamızın akademik hayatta kendime prensip edindiğim çok önemli bir vasfından özellikle söz etmem gerekir. Bu vasıf, hocamızın kendi doğrusunu tek mutlak hakikat olarak görmemesi, doğru bildiği fikri talebelerine dikte etmemesi, dolayısıyla genel fikir örgüsüne katılmadığı veya en azından bazı rezervler koyduğu tez, makale gibi ilmî çalışmaları peşinen reddetmemesidir. Danışmanlığını yürüttüğü birçok tezdeki fikir muhtevası ile hocamızın Kur’an ve tefsirle ilgili genel düşünce tarzı mukayese edildiğinde, bu husus çok daha iyi anlaşılabilir. Değerli Hocamızın ilmî ve akademik alandaki özgürlükçü tavrı, her şeyden önce güçlü bir karakter ve özgüvene sahip olması, dolayısıyla kompleks, kıskançlık gibi arızalı duygularla hemen hiçbir psişik irtibatının bulunmamasıdır. Ne var ki yüksek lisans ve doktorasını hocamızın danışmanlığında tamamlayan birçok tefsir akademisyeninin bu özgürlükçü tutumu daha ileri bir noktaya taşıması beklenirken, çok daha geriye çekmiş olması ve bunun böyle olduğuna dair sayısız somut delil/şahit bulunması, gerçekten üzücü bir durumdur. Bu durum bir yönüyle “Boynuz kulağı geçti” sözünün aksine boynuzun kulaktan kısa kalması, diğer bir yönüyle de ilmî ve akademik alandaki yetersizliğin ciddi bir kompleks illetine yol açması ile alakalıdır. 

Bahsi geçen söyleşide “Çok iyi durumda değilim; biliyorsunuz, bazı sağlık problemlerim var; cemaatin önüne geçip imamlık yapamıyorum, çünkü derin nefes alamıyorum. Bu ve çeşitli sebeplerden dolayı kütüphaneyi bile dağıttım... Fişlerim, notlarım dağınık vaziyette; çoğu kaybolmuş. Biraz da manevi yönden yıkılmış, yorulmuş durumdayım. Bilmiyorum ne olacak?” diyen İsmail Cerrahoğlu Hocamıza sağlık ve huzur içinde geçecek bir uzun ömür diliyorum. Cân-ı gönülden duam ve niyazım o ki Cenâb-ı Hak hocamızın dertlerine deva, hastalıklarına şifa versin; kalan ömründe hayat yorgunluğunu unutturacak güzellikler yaşamayı nasip etsin. Tefsir alanında bize öncülük eden münzevi Hocam’a şükran ve minnet borçluyum. Biz kendisinden razıyız; Cenâb-ı Hak da razı olsun. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ocak 2020

Gürültücüyüz, Vesselam...


Hâl-i hazırda kavga gürültüden pek rahatsızlık duymayan, hatta belki de bundan basbayağı zevk alan şizofrenik bir toplum görüntüsü vermekteyiz. Dahası, İsa’yı çarmıhta görmekten adeta keyif alır haldeyiz. Huzur, sükûn, sessizlik bize batıyormuş gibi bir hisse sahibiz. Acaba eski zamanlarda da böyle miydik? Mesela, 1980’li yıllarda da böyle bir ruh hâline mi sahiptik? Hatırlayabildiğim kadarıyla, o yıllarda sanki daha sakin ve sessiz bir yaşamı arzular haldeydik. Çünkü o yıllarda hayat bugünküne nispetle çok daha sakin, adeta “slow motion” (ağır çekim) tarzında bir akış rejimine sahipti… Bu yüzden, o yıllara ait müzikler bile adrenalini yükselten hızlı ritme değil, sevgi ve şefkat duygusunu besleyen yavaş ve sakin melodiye göre şekillenirdi. O yıllardaki sevgiler ve aşklar da hayli ağırdan yaşanır, heyecanlar kontrol altına alınır, samimi ve sıcak birliktelikler uzun süre korunup kollanırdı. Yine o yıllarda insanlar birbirlerini “dinleme”yi insânî-ahlâkî edep ve erkândan sayardı.

Peki, şimdilerde bize ne oldu da “dinleme”yi adeta hepten unutup dur durak bilmeksizin konuşmaktan ve hemen her fırsatta gürültü patırtının ortasına dalmaktan adeta büyük keyif alan bireyler haline geldik? Acaba insan tabiatı dinlemekten ziyade, konuşmaya mı ayarlı? Kanımca, insan fıtrî olarak her ikisine de ayarlı; ancak dinleme ayarı bozulmuş durumda… Dinlemeyi unutup gürültü patırtının şehvetine râm olmamızda belirleyici rol oynayan en önemli faktörlerden biri, hayatın geçmiş yıllara göre çok daha hızlı akıyor olması ve bu hızlı akışın insan ruhunda huzur ve sükûneti örseleyen çok güçlü bir gerginlik yaratmasıdır. Özellikle İstanbul’da yaşamak, “paşaya kelle yetiştirmek” deyiminde ifadesini bulan bir aciliyet, telaş ve panik halidir. Sabahın köründe sokağa adım atan hemen her İstanbullu o andan itibaren sürekli olarak bir şeye ya da bir yere yetişmenin derdine düşmüş haldedir. Çünkü İstanbul kendisine hem nakit hem vakit yetiştirilmesi pek mümkün olmayan bir fenomendir. Özellikle vakti sünger gibi soğuran bir yaşam kültürünün insan ruhunda yaratacağı en güçlü tesir, daimi stres, gerginlik, tahammülsüzlük olsa gerektir.

Kavga gürültü kültürü siyaset sosyolojisi açısından da ele alınmayı fazlasıyla hak eden bir konu olmakla birlikte biz konunun bu yönüyle ilgili analizleri erbabına havale etmenin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Dinlemekten adeta nefret eder bir toplum haline gelmemizin temel sebeplerinden biri de sosyal medyanın ürettiği gevezelik, edepsizlik, lüzûcîlik, Yahuda İskaryotluk ve aynı zamanda malumatfuruşluk ve ukalalık kültürüdür. Gerçi her birimizin gerçekte kaç paralık insan olduğunu belgelemek gibi büyük bir işlev de gören sosyal medya mecralarında üretilen gevezelik, konuşma değil, yazma gevezeliğidir. Fakat sonuçta gevezelik, ister sözlü ister yazılı versiyonu olsun, dinlemeyi imkânsız hâle getiren bir illettir. 

Kanımca, toplumsal bünyedeki yüksek gerilimi çok büyük oranda azaltacak ve kavga gürültü kültürünü büyük ölçüde sonlandıracak formül, dinlemek, dinlemeyi öğrenmektir. Bu satırları okuyan pek çok kişi “dinleme”nin çok basit bir şey olduğunu düşünebilir; fakat ne ironiktir ki hayatta hayli zor ve çetrefil olan şeyler, ilk nazarda çok basit görünen şeylerdir. Bizim bugün dinleme zannettiğimiz şey, çoğu zaman karşımızdaki insana en azından misliyle cevap yetiştirmek için konuşma sıramızı beklemekten, sıramız geldiğinde de mermi gibi kullanacağımız kelimeleri zihnimizde organize etmekten başka bir şey değildir. Yine bizim bugün dinleme zannettiğimiz şey, çok boyutlu değil, seçerek dinlemektir. Aslında bu, dinlemekten öte, muhatabın sözlerinden ona karşı kullanmak üzere silah tedarik etmek gibi bir zalimliktir. 

Dinleme arızasını onarma konusunda empati (duygudaşlık) çok büyük bir imkân gibi görülebilir; fakat empati denen şey, çoğu zaman reel karşılığı olmayan bir şeydir. Çünkü başta cinsiyet olmak üzere zeka, eğitim, kültür, inanç ve ideoloji gibi farklılıklar empati denen imkânı en başından işlevsiz kılabilir. Kaldı ki bir erkeğin kendini kadın yerine koyup onunla duygudaşlık kurması ne kadar mümkün olabilir? Beyinleri farklı çalışan iki ayrı cinsin empati yoluyla kendini karşıt cinsle özdeşleştirmesi, tabir caizse, elmanın “Ben şimdi armut oldum” demesi gibi absürt bir şeydir. 

Naçizane kanaatim o ki dinlemenin en temel koşulu, insanın her şeyden önce kendini dinlemeyi öğrenmesi ve bunu ciddi bir ihtiyaç olarak görmesidir. Kendimizi dinlemeyi öğrendiğimiz takdirde, kendimizi bilmeyi de öğrenmeye başlıyoruz demektir. Kendini dinlemeyi bilen insan, başkasını dinlemeyi de az çok öğrenir. Hâsıl-ı kelam, kavga gürültüden hazzeden bir toplum olmaktan halâs eylemenin olmazsa olmazı, önce kendimizi, sonra başkasını dinlemeyi behemehâl öğrenmektir. Sorgulamak ve yargılamak için bilmek, bilmek için anlamak, anlamak için de dinlemek gerekir. Aksi halde kavga niza ve gürültü patırtı kültürüyle şizofrenik bir toplum olmamız mukadderdir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Aralık 2019