Hâl-i
hazırda kavga gürültüden pek rahatsızlık duymayan, hatta belki de
bundan basbayağı zevk alan şizofrenik bir toplum görüntüsü vermekteyiz.
Dahası, İsa’yı çarmıhta görmekten adeta keyif alır haldeyiz. Huzur,
sükûn, sessizlik bize batıyormuş gibi bir hisse sahibiz. Acaba eski
zamanlarda da böyle miydik? Mesela, 1980’li yıllarda da böyle bir ruh
hâline mi sahiptik? Hatırlayabildiğim kadarıyla, o yıllarda sanki daha
sakin ve sessiz bir yaşamı arzular haldeydik. Çünkü o yıllarda hayat
bugünküne nispetle çok daha sakin, adeta “slow motion” (ağır çekim)
tarzında bir akış rejimine sahipti… Bu yüzden, o yıllara ait müzikler
bile adrenalini yükselten hızlı ritme değil, sevgi ve şefkat duygusunu
besleyen yavaş ve sakin melodiye göre şekillenirdi. O yıllardaki
sevgiler ve aşklar da hayli ağırdan yaşanır, heyecanlar kontrol altına
alınır, samimi ve sıcak birliktelikler uzun süre korunup kollanırdı.
Yine o yıllarda insanlar birbirlerini “dinleme”yi insânî-ahlâkî edep ve
erkândan sayardı.
Peki, şimdilerde bize ne oldu da
“dinleme”yi adeta hepten unutup dur durak bilmeksizin konuşmaktan ve
hemen her fırsatta gürültü patırtının ortasına dalmaktan adeta büyük
keyif alan bireyler haline geldik? Acaba insan tabiatı dinlemekten
ziyade, konuşmaya mı ayarlı? Kanımca, insan fıtrî olarak her ikisine de
ayarlı; ancak dinleme ayarı bozulmuş durumda… Dinlemeyi unutup gürültü
patırtının şehvetine râm olmamızda belirleyici rol oynayan en önemli
faktörlerden biri, hayatın geçmiş yıllara göre çok daha hızlı akıyor
olması ve bu hızlı akışın insan ruhunda huzur ve sükûneti örseleyen çok
güçlü bir gerginlik yaratmasıdır. Özellikle İstanbul’da yaşamak, “paşaya
kelle yetiştirmek” deyiminde ifadesini bulan bir aciliyet, telaş ve
panik halidir. Sabahın köründe sokağa adım atan hemen her İstanbullu o
andan itibaren sürekli olarak bir şeye ya da bir yere yetişmenin derdine
düşmüş haldedir. Çünkü İstanbul kendisine hem nakit hem vakit
yetiştirilmesi pek mümkün olmayan bir fenomendir. Özellikle vakti sünger
gibi soğuran bir yaşam kültürünün insan ruhunda yaratacağı en güçlü
tesir, daimi stres, gerginlik, tahammülsüzlük olsa gerektir.
Kavga gürültü kültürü siyaset sosyolojisi
açısından da ele alınmayı fazlasıyla hak eden bir konu olmakla birlikte
biz konunun bu yönüyle ilgili analizleri erbabına havale etmenin daha
isabetli olacağı kanaatindeyiz. Dinlemekten adeta nefret eder bir toplum
haline gelmemizin temel sebeplerinden biri de sosyal medyanın ürettiği
gevezelik, edepsizlik, lüzûcîlik, Yahuda İskaryotluk ve aynı zamanda
malumatfuruşluk ve ukalalık kültürüdür. Gerçi her birimizin gerçekte kaç
paralık insan olduğunu belgelemek gibi büyük bir işlev de gören sosyal
medya mecralarında üretilen gevezelik, konuşma değil, yazma
gevezeliğidir. Fakat sonuçta gevezelik, ister sözlü ister yazılı
versiyonu olsun, dinlemeyi imkânsız hâle getiren bir illettir.
Kanımca, toplumsal bünyedeki yüksek
gerilimi çok büyük oranda azaltacak ve kavga gürültü kültürünü büyük
ölçüde sonlandıracak formül, dinlemek, dinlemeyi öğrenmektir. Bu
satırları okuyan pek çok kişi “dinleme”nin çok basit bir şey olduğunu
düşünebilir; fakat ne ironiktir ki hayatta hayli zor ve çetrefil olan
şeyler, ilk nazarda çok basit görünen şeylerdir. Bizim bugün dinleme
zannettiğimiz şey, çoğu zaman karşımızdaki insana en azından misliyle
cevap yetiştirmek için konuşma sıramızı beklemekten, sıramız geldiğinde
de mermi gibi kullanacağımız kelimeleri zihnimizde organize etmekten
başka bir şey değildir. Yine bizim bugün dinleme zannettiğimiz şey, çok
boyutlu değil, seçerek dinlemektir. Aslında bu, dinlemekten öte,
muhatabın sözlerinden ona karşı kullanmak üzere silah tedarik etmek gibi
bir zalimliktir.
Dinleme arızasını onarma konusunda empati
(duygudaşlık) çok büyük bir imkân gibi görülebilir; fakat empati denen
şey, çoğu zaman reel karşılığı olmayan bir şeydir. Çünkü başta cinsiyet
olmak üzere zeka, eğitim, kültür, inanç ve ideoloji gibi farklılıklar
empati denen imkânı en başından işlevsiz kılabilir. Kaldı ki bir erkeğin
kendini kadın yerine koyup onunla duygudaşlık kurması ne kadar mümkün
olabilir? Beyinleri farklı çalışan iki ayrı cinsin empati yoluyla
kendini karşıt cinsle özdeşleştirmesi, tabir caizse, elmanın “Ben şimdi
armut oldum” demesi gibi absürt bir şeydir.
Naçizane kanaatim o ki
dinlemenin en temel koşulu, insanın her şeyden önce kendini dinlemeyi
öğrenmesi ve bunu ciddi bir ihtiyaç olarak görmesidir. Kendimizi
dinlemeyi öğrendiğimiz takdirde, kendimizi bilmeyi de öğrenmeye
başlıyoruz demektir. Kendini dinlemeyi bilen insan, başkasını dinlemeyi
de az çok öğrenir. Hâsıl-ı kelam, kavga gürültüden hazzeden bir toplum
olmaktan halâs eylemenin olmazsa olmazı, önce kendimizi, sonra başkasını
dinlemeyi behemehâl öğrenmektir. Sorgulamak ve yargılamak için bilmek,
bilmek için anlamak, anlamak için de dinlemek gerekir. Aksi halde kavga
niza ve gürültü patırtı kültürüyle şizofrenik bir toplum olmamız
mukadderdir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Aralık 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder