Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu... İlahiyat akademyasında bu ismin karşılığı, Arapça tabirle
“Ebü’t-Tefsîr”dir (Tefsirin Babası). 1949 yılında kurulan Ankara
İlahiyat Fakültesi’nde tefsir, hadis gibi temel İslam bilimleri alanında
kürsü kuracak bir tek akademisyenin bulunmadığı alacakaranlık
zamanlarda Bosna-Hersekli âlim Prof. Dr. Muhammed Tayyib Okiç’in (ö.
1977) 6 Mart 1950 tarihinde sözleşmeli profesör olarak bu fakültede
göreve başlamasıyla birlikte Türkiye İlahiyat camiasında tefsir
akademyasının ilk tohumları da toprağa düştü. İşte bu ilk tohumlardan
biri, İsmail Cerrahoğlu hocamızdı. Naçizane kanaatime göre klasik İslam
ilim geleneğindeki tefsir müktesebatını akademik dünyaya tanıtma
hususunda Cerrahoğlu hocamızın ortaya koyduğu ilmî çaba her türlü
takdirin fevkindedir. Ancak hocamızın kendine bir nevi hayat felsefesi
edindiği mütevazılık ve münzevilik, ilmî ve akademik alanda ortaya
koyduğu büyük emekler ve eserlerin hakkıyla takdir edilememesine
sebebiyet verdi, denilebilir. Bununla birlikte, Sakarya İlahiyat
Fakültesi Tefsir anabilim dalı öğretim üyelerinden Doç. Dr. Gökhan
Atmaca ve Doç. Dr. Ali Karataş tarafından yayıma hazırlanan ve geçen
günlerde Fecr Yayınları tarafından yayımlanan “Tefsire Adanmış Bir Ömür:
İsmail Cerrahoğlu” adlı eser, münzevi hocamıza yönelik vefa borcumuzun
ifasına dair küçük ama değerli bir katkı olarak görülebilir. Bu
vesileyle, eserin ortaya çıkmasında emeği geçen tüm hocalarımıza hem
şahsım hem tefsir akademisyenleri adına teşekkürlerimi arz ederim.
2003 yılında İsmail Cerrahoğlu hocamızla
gerçekleştirilen bir söyleşide Prof. Dr. Ömer Özsoy’un, “Hocam, izniniz
olursa, yirmi yılı aşan muarefemize dayanarak, sizi vasfettiğini
düşündüğüm üç kelime zikredeceğim: İhtiyat, teenni, inziva... Bildiğimiz
kadarıyla, zât-ı alinize Diyanet İşleri Başkanlığı teklif edildi, kabul
etmediniz; Din İşleri Yüksek Kurulu’na seçildiniz, gitmediniz; Erzurum
tecrübesi dışında idari görevlerden de ictinap ettiniz; hatta sempozyum,
konferans türü etkinliklerde de hep geri durdunuz. Bunun özel bir
nedeni var mı?” şeklindeki sorusuna Cerrahoğlu Hocamızın verdiği şu
cevap calib-i dikkattir: “Ben girgin biri değilim, ya girişken
olacaksın, ya arkanda birilerinin durması gerekiyor ya da maddi bir
gücün olması lazım ki sonuç alabilesin. Benim güvenecek bir dayanağım,
sebebim yok; günlük kazanıp günlük yiyoruz. Şahsi kusurlarım da
olabilir. Mesela şunu itiraf edeyim: Ben idareci olamam. İdareci,
icabında kırıcı olacaktır, icabında hislerini katmayacak işine, otoriter
olacak. Böyle yapamayacaksan, görevi reddeceksin; bu işleri ehline
vermek lazım; ehli değilsen yapamazsın.”
Cerrahoğlu Hocamızın bürokrasiden ve
siyasetten birçok cazip teklif almasına rağmen ilim adamlığından hiç
vazgeçmemesi, tefsir alanında “hocaların hocası” olmasına ve birçok
çalışmaya ilk kez kendisi imza atmasına rağmen adeta münvezi halde
yaşamayı tercih etmesi, bende hep derin hayranlık uyandırdı. Bu
hayranlık bürokrasi ve siyaset gibi alanlara hiç zaman merak duymamamda
çok etkili oldu... Ne yazık ki lisans, yüksek lisans ve doktora
aşamalarının hiçbirinde Cerrahoğlu hocamızın öğrencisi olamadım, bir kez
dahi rahle-i tedrisinde bulunamadım. Ancak Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde öğrenci olduğum 1980’li yıllardan itibaren
hocamızın “Tefsir Usûlü” (TDV Yayınları, Ankara 1983) adlı eseriyle
adeta yatıp kalktım. Hemen her satırının altını çizerek defalarca
okumamdan dolayı eseri adeta pörsüttüm ve fakat akademik hayata intisap
ettikten sonra birçok öğrencime de gösterdiğim üzere kütüphanemin mutena
bir köşesinde hep sakladım.
Cerrahoğlu Hocamızın akademik hayatta
kendime prensip edindiğim çok önemli bir vasfından özellikle söz etmem
gerekir. Bu vasıf, hocamızın kendi doğrusunu tek mutlak hakikat olarak
görmemesi, doğru bildiği fikri talebelerine dikte etmemesi, dolayısıyla
genel fikir örgüsüne katılmadığı veya en azından bazı rezervler koyduğu
tez, makale gibi ilmî çalışmaları peşinen reddetmemesidir.
Danışmanlığını yürüttüğü birçok tezdeki fikir muhtevası ile hocamızın
Kur’an ve tefsirle ilgili genel düşünce tarzı mukayese edildiğinde, bu
husus çok daha iyi anlaşılabilir. Değerli Hocamızın ilmî ve akademik
alandaki özgürlükçü tavrı, her şeyden önce güçlü bir karakter ve
özgüvene sahip olması, dolayısıyla kompleks, kıskançlık gibi arızalı
duygularla hemen hiçbir psişik irtibatının bulunmamasıdır. Ne var ki
yüksek lisans ve doktorasını hocamızın danışmanlığında tamamlayan birçok
tefsir akademisyeninin bu özgürlükçü tutumu daha ileri bir noktaya
taşıması beklenirken, çok daha geriye çekmiş olması ve bunun böyle
olduğuna dair sayısız somut delil/şahit bulunması, gerçekten üzücü bir
durumdur. Bu durum bir yönüyle “Boynuz kulağı geçti” sözünün aksine
boynuzun kulaktan kısa kalması, diğer bir yönüyle de ilmî ve akademik
alandaki yetersizliğin ciddi bir kompleks illetine yol açması ile
alakalıdır.
Bahsi geçen söyleşide “Çok iyi durumda
değilim; biliyorsunuz, bazı sağlık problemlerim var; cemaatin önüne
geçip imamlık yapamıyorum, çünkü derin nefes alamıyorum. Bu ve çeşitli
sebeplerden dolayı kütüphaneyi bile dağıttım... Fişlerim, notlarım
dağınık vaziyette; çoğu kaybolmuş. Biraz da manevi yönden yıkılmış,
yorulmuş durumdayım. Bilmiyorum ne olacak?” diyen İsmail Cerrahoğlu
Hocamıza sağlık ve huzur içinde geçecek bir uzun ömür diliyorum. Cân-ı
gönülden duam ve niyazım o ki Cenâb-ı Hak hocamızın dertlerine deva,
hastalıklarına şifa versin; kalan ömründe hayat yorgunluğunu unutturacak
güzellikler yaşamayı nasip etsin. Tefsir alanında bize öncülük eden
münzevi Hocam’a şükran ve minnet borçluyum. Biz kendisinden razıyız;
Cenâb-ı Hak da razı olsun.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ocak 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder