Öyle Miymiş?


Yazının başlığı, Şule Gürbüz’ün 2016 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanan eserinin adı. Kuvvetle muhtemel ki Şule Gürbüz ismi bu yazıyı okuyanların pek çoğuna yabancı. Dahası bu isim, kitap ve okumayla arası hiç hoş olmayan yurdum insanının geneline yabancı. Şule Gürbüz, münzevi, mütevazı, zarif, naif ve derviş ruhlu derin bir yazar. İnternet ortamında Gürbüz’ün hayat hikâyesine dair çok kısa olarak şunlar yazar: 1974’te doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi, Cambridge Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Antika saatlerin tamiri üzerine ustalaştı. Bu alandaki çalışmalarına 1997’de Dolmabahçe Sarayı’nda başladı. Çalışmalarını halen Milli Saraylar Müdürlüğü bünyesinde sürdürmektedir.

TRT’de yayınlanan “Ne İçindeyim Zamanın” (Yönetmen: İlknur Dalkıran) belgeselinde Gürbüz’ün saat tamirciliğine merak salma hikâyesini bizzat kendisinden dinlemek mümkün… Keza “Öyle miymiş” adlı eserinin “Tanrı’nın insana karışmaması değil insanın insana karışamaması acı olan. Ne kadar birleşilse değil mi yüzyıllardır akraba olunamadı, Âdem kimin kardeşi bulunamadı. İnsanın hep acelesi var, işler yetişmiyor, hatta gerçek iş nedir bulunamıyor” şeklindeki çarpıcı ifadelerin de yer aldığı 26. sayfasını yine kendi sesinden youtube’de dinlemek de mümkün… “Kambur” (1992), “Zamanın Farkında” (2011), “Coşkuyla Ölmek” (2012), “Öyle miymiş?” (2016) isimli eserlerinde felsefe ve tasavvuf felsefesi üzerinden dünya, hayat ve insana dair çok çarpıcı tasvirler ve tahliller yapan Gürbüz’den burada aktaracağımız bazı pasajlar, “Türkiye’de yazar var mı? Hayır, Şule Gürbüz var” (Kaan Onur Kaftanoğlu) başlıklı yazının çok da romantik olmadığını kanıtlayacak tarzdadır. İmdi, Gürbüz’ün “Öyle miymiş” ve “Coşkuyla Ölmek” adlı iki eserinden özellikle insana dair pasajlar okuma zamanıdır: 

İnsan kan dökücü ve zalim ama dağın taşın istemediği iradeyi aldı diye sağa sola çalımlanmış. İnsan anlamadığını alır, anlayıp kıymetli bulduğunu da almaz. Bu yüzden adam olmaz. Melek, boşa üzülme, insan bir şeydir zannetme. Sana verilmeyen iradeyi senin de olsa kullanabilirdim zannetme. İrade babanın arabasıdır, alır almaz kaza yaparsın. Böyle hem sözde iraden olup hem de “Teslim” dini ile kolay yaşanabilir sanma. İnsan şeytan ile uğraşmaktan daha Allah’a hiç sıra gelmedi. Hiç yakınlık kuramadan Allah’a inanan adam güneşe tapandan hallicedir sanma. Şeytan ile güreşte hep yerde, az ileri gittiğinde abisinin koşuda avans verdiği sonra iki adımda geçtiği gündeki gibi hep geride. O yüzden belki de hep tanıyıp her günü beraber geçirdiği için hayranlığı da aslında şeytana. Olsa ah, tam onun gibi olabilse, o da yok. Şeytan, ah ne güzel yerde, hem imanı var hem gününü yıl etmede. Gizlisi saklısı da yok, herkes ne ettiğini bilmekte. 

İnsan hesaptadır her an hesaptadır, büyük kafalara ruhlara dahi evliya demesi methetmek için değil, onları kendi bulunduğu kümeden çıkarıp çıtaları yükseltmemek içindir. Onları hemen ayrı bir yere istifler, kendi gibileri karşısına dizer. Kendine tüm süfliliğine rağmen itimadı bundandır. Bu yüzden Allah’tan korkmaz, gizlice de korkmaz ama korkmayışını ulu orta açık etmez. Çünkü Allah’ın ne yarattığını bilir, kendisini beğenmezse beğenecek pek de bir şey olmadığını bilir, cennetin ona kapılarını açmazsa boş kalacağını bilir. İnsanı ahret bile değiştiremez. Zebani dilini çekmeye gelse kişi ancak ahlakının elverdiği ile seslenir de aman diler… İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. Hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp “Bu herhalde benim,” der. Bu dert de ona yeter.

İnsan, mucizelere tapan, gözleri parlamak ve takip etmek için sade uçanı arayan, kendinden bir lütuf istenince de “Onlar istidraçtır, yürüyorum ya bundan âlâ mucize mi olur?” diyen ve aniden sadeleşen, lâ diyen illâ diyemeyendir, bilinir. Zorluğa başkasında hayran, kolaylık koynunda yatandır, bilinir. Aslında gizlice her şey bilinir, bilinir de başkası umulur, bilinenden başka olunacağı umulur. İnsan kitaplı insan ise her kitaplı peygamberin yakınıdır da. Çepçevre dolaş İsa ile yan yana yürüyecek nerde? Ne çok Ömer var adı olan yani ve de Ali. Bir Yahuda yok ismen yani, bir de Muaviye. Oysa etraf adını anmadığı ama bu el ele verdikleri ile gani. Gerçek zaten şu adı anılmayan ama işitince uzaktan bir gizli aşinalık, eski bir yaren gibi tanıdık mı tanımadık mı diye göz kırpıştırılan değil mi, değil mi, değil mi?
***
İnsan kendisi tokken başkalarının da hep bir şekilde doyurulduğunu sanıyor, yemiştir bir şey diyor, doymuştur, içmiştir, içmez olur mu, yoksa ölür diyor, ama ertesi gün ölü mü diri mi bakmıyor.
İnsanın içinde olduğu hal ona en yabancı haldir. Deli deliliğini, genç gençliğini, ihtiyar fıkradığını [fışladığını, ekşidiğini] bilmez. Birisi yeri gelir de söylerse bunları duyar, duyar da yine anlamaz. Ah işte hayat bu halle yaşanıyor, hayat habersizken yaşanıyor, yaşanıyor dediğim şöyle üstten geçiyor da aklın başına gelip kendi hayatına dair haberleri aldığında oturup bir bakılıyor, bu da neymiş diye, yine bir şey denemiyor. Hani insan gençlik, çocukluk resimlerine bakar da hiç tanımadığı birine bakar gibi olur ya, yüzünü başka, ifadesini sandığından değişik bulur ya, bu resmi sündürüp bütün hayatın üstüne çekseniz işte örtü budur. Hak ve hakikat örtüsü budur. Ben gençken neticede sadece bir canlıydım, ama hayatta değildim.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Şubat 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder