YENİ MAKALE | Kur'an, Yorum ve Şiddet Meselesi | 30 Aralık 2016 - Prof. Dr. Mustafa Öztürk

"Günümüz Batı dünyasında İslam ve şiddet arasında çok sıkı bir bağ kurulduğuna, hatta topyekûn müslümanların şiddetsever bir kitle olduğuna ilişkin küresel ölçekli bir algı oluşturulduğuna tanık olunmaktadır. İslam ve müslümanlar hakkında böyle bir menfi algının oluşmasında geleneksel fıkıh doktrininde savaşın temel gerekçesini küfür ve kâfirlerin varlığına bağlama anlayışının yanında Joseph Schacht, Rudolph Peters gibi Batılı bazı araştırmacıların cihad kavramını İslam ve müslümanların emperyal hedeflerine hizmet eden bir araç ve kaldıraç olarak tanımlamalarının payı bulunmaktadır; ancak bize göre söz konusu algıyı besleyen en önemli faktör hâl‐i hazırda kan gölü görünümündeki Ortadoğu coğrafyasında IŞİD (DAEŞ) gibi örgütlerce üretilen şiddet ve terörün Kur’an ve cihad gibi referanslara atıfla meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. IŞİD (DAEŞ) örgütüyle ilgili birçok analizde şiddet ve terörün Kur’an ve yorum meselesiyle ilgili olduğu özellikle vurgulanmaktadır. Kimilerince kabul gören bu analizler din referanslı şiddetle Kur’an ve yorum arasında doğrudan bir bağ bulunup bulunmadığı meselesini etraflıca tartışmayı gerekli kılmaktadır."

İlahiyat Bilimleri Araştırma Vakfı (İBAV) adına Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde çıkarılan "bilimname" dergisinin 32. sayısında yayınlanan ve yukarıda "öz"ü verilen makalenin tamamını okumak için: http://bilimname.com.tr/indir.asp?ID=530

Yayın Tarihi: 30.12.2016

İslam, Kadın, Evlilik, Çocuk Gelin…

Türkiye’nin çok yoğun terör saldırılarıyla baş etmeye çalıştığı şu zor zamanlarda ülke gündemine birtakım tuhaf haberler de düşüyor. Bu tür haberler arasında İslam, kadın, evlilik, cinsel istismar, töre cinayeti gibi meseleler genellikle başı çekiyor. Yaklaşık bir ay kadar önce hükümet tarafından cinsel istismar suçuyla ilgili bir yasa teklifinin gündeme getirildiği, bu teklifin bazı çevrelerce “tecavüzcüye af” olarak değerlendirildiği ve sonunda teklifin geri çekildiği hepimizce malumdur. Geçen aylarda “İlahiyat fakültelerinde karma eğitime son” kampanyasının gündeme geldiği de biliniyor. Fakat ne tuhaftır ki karma eğitimle ilgili sakıncalar(!) sanki bir tek ilahiyat fakültelerindeki erkek ve kız öğrencileri ilgilendiriyor. Her nedense bizim mahallenin haremlik-selamlıkçı babayiğitleri tıp, eczacılık, hukuk gibi fakültelerde de karma eğitimi sonlandırma teklifinde bulunma cesareti gösteremiyor. Yine ne hikmetse herkes ilahiyat fakültelerine operasyon çekmeye hevesleniyor. Bu durum, 1949’dan beri ilahiyat fakültelerinin siyasi bir lütuf olarak algılanması ve dolayısıyla ilahiyatçı camianın “ezik” (Başına vur, ekmeğini elinden al) muamelesine tabi tutulması ile ilgili görünüyor.

Kütahya Belediyesi’nin yeni evlenen çiftlere dağıttığı Evlilik ve Aile Hayatı adlı kitap birkaç gün önce nurtopu gibi kucağımızda bulduğumuz yeni gündem maddemizi oluşturuyor. CHP’li bir milletvekili Meclis kürsüsünden AK Parti sıralarına gösterdiği kitap hakkında, “Kadına davar muamelesi yapan, ahlak ve vicdan dışı bir kitaptır bu” diye konuşuyor ve bu kitabı dağıtan belediye hakkında soruşturma açılmasını talep ediyor. Derken, Diyanet İşleri Başkanı konuya müdahil oluyor ve “Kitapta tartışmaya neden olan bütün hususlar yanlış geleneklerin din haline gelmesinden kaynaklanıyor” şeklindeki çok temkinli ifadesiyle kitaba muhalefet şerhi koyduğunu ihsas ediyor. Hâsılı, İslam ve kadın konusuyla ilgili bu tür tartışmalar hiç bitmiyor, bilakis olmadık zamanlarda tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.

Kadın konusunda Diyanet ve ilahiyat gibi kurumlardan sadır olan resmî ve gayr-i resmî açıklamalar sadra şifa olmuyor; çünkü konu genellikle savunmacı yaklaşımla izaha çalışılıyor. Üstelik çok kere İslam’da kadın meselesinin ne olduğundan ziyade, ne olmadığından söz ediliyor. Gerek geleneksel fıkıh müktesebatında kadına biçilen rollerden hareketle çok eşlilik, küçük kızlarla evlilik gibi meseleleri dinî-ahlâkî norm gibi anlatan, gerekse bu konuda anlatılanların evrensel değer yüklü olduğunu savunan sayısız dindar erkek ve kadın ise, “Sen sekiz-on yaşındaki kızını ilköğretimden alıp kocaya verir misin?” şeklindeki evrensellik testi sorusuna ya cevap vermekte isteksiz davranıyor ya da kemküm tarzındaki cevaplarla, “Benim kızım hariç!” demeye çalışıyor.

Gelenekçi anlayışta İslam ve kadın eksenli meseleler temelde ontolojik kısıtlılık ve noksanlıkla izaha çalışılıyor. Erkek cinsine ilişkin problemler ise genellikle modern çağın sosyolojisine ve toplumsal dinamiklerine bağlanıyor. Hâliyle, erkek cinsinde ontolojik kusurdan pek bahis açılmıyor. Ama gelin görün ki Türkiye ortalamasından yüksek düzeyde eğitim-yaşam standardına ve aynı zamanda dinî duyarlığa sahip olan birçok kadın kendilerine biçilen toplumsal cinsiyet rollerinden rahatsızlık duymanın yanında bu rollerin dinî referanslara dayandırılmasına da açıktan veya zımnen itirazda bulunuyor. Ancak böyle bir itiraz söz konusu kadınları toplumsal tabanda yaygın kabul gören geleneksel din formasyonuyla ve hatta Kur’an’la karşı karşıya getiriyor. Hem kamusal alandaki konum ve rollerden memnun olmamak hem de klasik fıkıh normlarına ve Kur’an’daki lafzî talimatlara sadakatten ayrılmamak çok zor bir açmaz gibi görünüyor.

İşte tam bu noktada, “Nasıl bir Kur’an yorumu arzu ederdiniz?” diyen modernist yaklaşım imdada yetişiyor. Bu yaklaşımda modern çağ, insanlığın en yüksek terakki seviyesi gibi değerlendiriliyor. Hâliyle Kur’an yorumunda modern çağdaki hâkim değerler ve normlar temel ölçüt alınıyor, ilgili ayetler de bu normlar uyarınca yorumlanıyor. Dolayısıyla Kur’an’ın kadınlarla ilgili bir beyanı modern dünyadaki hâkim değerler ve normlarla çatıştığında, bu çatışma söz konusu normlar lehine ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Bu yüzden de ilgili ayetlere esnek, yumuşak, tabir caizse “sakıncasız” anlamlar yüklemeye azami özen gösteriliyor.

Sonuç olarak, gelenekçi anlayış on dört asır önceki sosyolojiyi evrenselleştirirken, modernist anlayış şimdiki sosyolojiye bu tür bir değer yüklüyor. Ancak her iki anlayış da Kur’an’daki her bir hükmün insanın temel varlık yapısına, dinî ve ahlâkî değer skalasına atıfta bulunmadığı, özellikle toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili birçok hükmün sosyolojik bağlam ve durumla ilgili birer “örf” (maruf) olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor. Bu yüzden de lafzî talimatın ardındaki maksadın ne olduğu meselesi çok kere ıskalanıyor ve neticede ya Kur’an’daki her bir hükmün bugün de lafzî mucibince uygulanması gerektiğinden dem vuruluyor ya da bugünkü değerler Kur’an metnine dayatılıyor. Kısacası, gelenekçi anlayış Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki sosyolojiyi, modernist anlayış ise bugünkü sosyolojiyi din zannediyor. Oysa Kur’an’ın kendi beyanlarından neyin din neyin sosyoloji, neyin değer, neyin durum olduğunu anlamak hiç de zor görünmüyor. Ne var ki ya şeriata sımsıkı sarılmış pozu vererek muhafazakâr camianın ya da sırf “Kur’an İslam”ından söz ederek laik seküler camianın gözüne girmek söz konusu olduğunda bizim bu söylediklerimiz hiçbir kıymet ifade etmiyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Aralık 2016

Batınîlik, Tefsir ve Tasavvuf | Akıl Çıkmazı / Diyanet TV | 20 Aralık 2016


Diyanet TV'deki Akıl Çıkmazı programının 20 Aralık 2016 tarihinde yayınlanan 50. bölümünün konukları Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. Himmet Konur oldu.

Gnostik Akımlar | Akıl Çıkmazı / Diyanet TV | 13 Aralık 2016


Diyanet TV'de yayınlanan Akıl Çıkmazı programının 49. bölümünde konuklar Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. Mehmet Evkuran oldu.

At İzi İt İzine Karışırsa...


1990’lı yılların başından bu yana Gülenciliğin melun bir yapı olduğunu basbas bağıran biriyim. Bugün ise ülkenin yakın gelecekte benzer yapılarla karşılaşmaması için didinmekteyim ve bu yüzden de zaman zaman bazı dinî gruplardan “proje” olduğuma dair homurtular işitmekteyim. Diğer taraftan, FETÖ soruşturmalarında at izinin it izine karışmamasına, 15 Temmuz’dan sonra zuhur eden sahte kahraman taifesinin soruşturma konusunda skor peşinde koşmasına tahammül edemediğimi belirtmeliyim. Durumdan vazife çıkarılması, şahsî husumetlerin FETÖ vesilesiyle intikam fırsatına dönüştürülmesi ve böylece birçok masum insanın hayatının karartılması gibi problemlerin önüne geçilememesi halinde bu melun yapı etrafında oluşması kuvvetle muhtemel görünen mağduriyet hikâyesinin ilerleyen yıllarda Bâbîlik ve Bahâîliğe benzer bir sapkınlık bakiyesini ortaya çıkarması uzak bir ihtimal değildir.

***

17 Aralık bürokratik darbe girişiminin yıldönümüne rastlayan bu günde bütün bunları anlatmamdaki özel sebep, çok kısa bir süre öncesine kadar Nevşehir Hacı Bektaş Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde vekâleten dekanlık görevini yürüten değerli meslektaşımız Prof. Dr. Zülfikar Durmuş’un 15 Temmuz sonrasında yaşadıklarıdır. FETÖ soruşturmalarında keyfî tasarruflara ve işgüzarlıklara mahal verilmemesine dikkat çekmek maksadıyla Durmuş’un yaşadıklarını bizzat kendisinden aktarmak istiyorum.

Zülfikar Durmuş Hoca 15 Temmuz 2016’dan sonra yaşadıkları hakkında özet olarak şöyle diyor: 28 Ekim 2106 Cuma günü bir komiser ve polis memuru makamıma gelerek hakkımda tutuklama kararı olduğunu bildiren bir belge verdi. Telefonumu hemen kapattı. Ardından odamı, kitaplarımı, cüzdanımı, çantamı, çekmeceleri arayarak iki bilgisayarı ve bütün USB’lerimi alıp götürdü. Cuma ezanı okunduğu sırada beni emniyete getirdiler. Beş gün boyunca nezarethanede kaldım; altıncı gün (02.11.2016) beni savcılığa götürdüler. Savcı yaklaşık bir buçuk saat kadar ifademi aldı. Savcıya verdiğim ifadenin özü/özeti şöyle: Ben bir tefsirci olarak hayatını Kur’an’a ve tefsir dersleri vermeye adamış bir kimseyim. Asistanlığa başladığım 1992 yılından itibaren talepte bulunan herkese tefsir dersleri yapmaktayım. Önce Darende’de, daha sonra da 2002 yılından itibaren Malatya’da 16.07.2013 tarihine kadar aralıksız olarak tefsir dersleri verdim. Aynı anda dört farklı gruba tefsir dersleri yaptım. Söz konusu gruba da kendi istekleri üzerine tefsir dersleri yaptım. Ancak bu derslere farklı düşünce ve ideolojilere mensup olan, Gülencilikle hiçbir ilgisi bulunmayan akademisyenler de katılıyordu. Kaldı ki o tarihlerde bu yapının iç yüzü bilinmiyordu.

***

Bu ifademden sonra savcı beni serbest bıraktı. Ne var ki hakkımda hiçbir soruşturma açılmamasına ve açığa alınmamama rağmen rektör, dekanlık görevimi geri aldı. Bu arada Üniversitedeki ön inceleme komisyonuna bilgi vermek üzere çağrıldım. Öğrenebildiğim kadarıyla YÖK herhangi bir işlem yapılmasını istemediği halde rektör böyle bir tasarrufta bulunuyor. Ben rahmetli Erbakan çizgisinden AK Parti’ye evrilmiş biriyim. Ayrıca İnönü Üniversitesi’nde görev yaptığım yıllarda bu yapıyla çok mücadele ettim. FETÖ mensubu hiçbir kimseyi İlahiyat fakültesine almadım. Benim telkinlerim ve yönlendirmelerimle onlarca öğrenci, Gülenci harekete ait ev ve yurtlardan ayrılarak İlim Yayma Cemiyeti’nin evlerine yerleşti. Bu konuda sayısız öğrencim tanıklıkta bulunmaya hazırdır. Ben İlim Yayma Cemiyeti’nin Malatya ve Nevşehir şubelerinin kurucu üyelerindenim. Halen Nevşehir şubesinin başkan yardımcısıyım.

Selam ve dua ile…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Aralık 2016

Sayılmayız Parmak İle, Tükenmeyiz Kırmak İle


Devlet ve milletçe çok yoğun bir saldırı altındayız. Doksan üç yıllık Cumhuriyet dönemi boyunca meydana gelen sayısız terör saldırısının en yoğun ve en alçakça versiyonlarına son birkaç yılda tanık olmaktayız. Bu yoğun saldırının kuvvetle muhtemel sebebi, Orta Doğu coğrafyasında bağımsız bir devlet olarak ayakta duran, inisiyatif alan ve en azından kendi çevresinde olup bitenlere müdahil olan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığından ciddi rahatsızlık duyulmasıdır. Belli ki artık tam bağımsız bir devlet olma mücadelesinde ödenecek bedel hayli ağırdır; bu ağır bedel ise şehit kanlarıdır.

Türkiye’nin hâl-i hazırdaki durum ve konumundan rahatsızlık duyanların kim veya kimler olduğu hakkında izahatta bulunmak lüzumsuzdur. Onlarca şehit verdiğimiz her terör olayından sonra bıyık altından gülerek elini ovuşturan Batılı ülkelerin tamamı terörün azmettiricisi olarak kodlanmalıdır. Batı dünyası son birkaç yüzyıllık zaman dilimi içerisinde maddi gelişmişlik sürecini tamamlamış ve AB bünyesindeki çatlakların tanıklık ettiği üzere arıza dönemi artık başlamıştır. Bu yüzden gerek kendi bölgesinde gerekse küresel ölçekte giderek kendinden daha fazla söz ettirmeyi başaran bir Türkiye’nin varlığı onlar açısından kaygı uyandırıcıdır. Ayrıca Batılıların devlet hafızasında Osmanlı hatıraları halen canlıdır.

Son yıllarda tanıklık ettiğimiz küresel siyaset ve konjonktürden anlaşıldığı kadarıyla Batı eksenli hegemonik güçler bütün bir Orta Doğu’yu Birinci Dünya Savaşı yıllarına avdet ettirmek ve bugün itibariyle bu coğrafyada yangın yerine dönmemiş tek ülke konumundaki Türkiye’nin belini bükmek ve böylece uzadıkça budanan, kurudukça sulanan bir devlet haline getirmek azmindedir. Yıllardan beridir bir tek teröristi dahi Türkiye’ye iade etmemeleri, kendilerine sığınan teröristlerin neredeyse tamamına oturum izni vermeleri ve aynı zamanda bu topraklardan kaçıp giden bazı alçakları parlamenter gibi karşılayıp taltif etmeleri Batı ülkelerinin geleneksel ahlaksızlıklarından sadece birkaçıdır.

Ahlaksızların ahlaksızlıklarını yadırgamamak lazımdır. Çünkü onlar işini yapmaktadır. Bu topraklarda maalesef pıtrak gibi üreyip çoğalan yerli alçakların alçaklıklarına da gam yememek lazımdır. Çünkü her millet ve devlette olduğu gibi bizde de mebzul miktarda alçak vardır, bundan sonra da hep olacaktır. Ancak işin üzücü olan tarafı, bizdeki alçak katsayısının yüksek olmasıdır. Bunun temel sebeplerinden biri, geçmişte Osmanlı Devleti’ne, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik harici ameliyat teşebbüsünün başka devletlerle kıyaslanamayacak düzeyde fazla olmasıdır. Bir diğer sebep ise Türk milletinin dünya tarihine damgasını vuran ve aynı zamanda kalleşlikle işi olmayan bir millet vasfını taşıması, yani İsmet Özel’in tabiriyle Türk milletinin kalın bir millet olmasıdır.

Bugün itibariyle bütün bir millet olarak üstümüze düşen öncelikli vazife, terörün icra etmek istediği hükme karşı çıkmak, yani terör sopasının bizi manen çökertip kötürüm hale getirmesine asla razı olmamaktır. Keza terör sopasına alışmadığımızı ve asla alışmayacağımızı, onlarca şehit cenazesi görmeyi hiçbir zaman kanıksamayacağımızı, duygu ve fikir dünyamızda kötülüğün sıradanlaşmasına ruhsat tanımayacağımızı, kısacası, parmakla sayılmayacağımızı ve kırmakla tükenip son bulmayacağımızı topyekûn bir millet iradesi olarak ortaya koymaktır.

Beşiktaş’taki son terör hadisesinin akabinde İçişleri Bakanı’nın intikam vurgusu anlamlıdır. Ancak bu vurgu hamasi söylem düzeyinde kalmamalıdır. Zira hamaset bugün devletin yapması gereken vazifenin yerine kaim olduğunda, başka bir ifadeyle, devlet aklının acilen yapması gereken işin boşluğunu hamaset söylemi doldurduğunda milletin sinesindeki açık yara kapanmayacak, aksine daha çok kanayacak, üstelik milletin devlete güveni sarsılacaktır. Bu itibarla, milletin sinesindeki derin acıyı bir nebze de olsa hafifletmek için devletin terörist it sürüsüyle mücadelede gözle görülür sonuçlar alması, sözgelimi Kuzey Suriye topraklarında konuşlandığı bilinen bu it sürüsünün elebaşlarını keklik gibi avlaması, hatta bunların her birini cümle âleme ibret olacak şekilde cezalandırması lazımdır. Ateş düştüğü yeri yaktığından insanımız ferdî düzeyde çok duygusal davranabilir; dolayısıyla her birimiz maşeri vicdanda derin travmalara yol açan terör eylemlerinin intikamı konusunda fevrî tepkiler verip çok acil beklentiler içine girebilir. Buna mukabil devlet, intikamın soğuk yenen bir yemek olduğu gerçeğinden hareketle kendine yaraşır bir akıl ve serinkanlılıkla davranmalı; fakat neticede ve mümkün olan en kısa süre içerisinde milletin intikamını sinelere su serpecek biçimde alıp maşerî vicdanı rahatlatmalıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Aralık 2016 

Dini Metinleri Anlamada Selefiliğin Etkisi | İzmir / Türk Ocakları | 9 Aralık 2016

1. Kısım


2. Kısım


Türk Ocakları İzmir Şubesi Prof. Dr. Cemal Sofuoğlu Türk İslam Araştırmaları Teşvik Ödülü 2016 Programı Tören ve Konferans | 09 Aralık 2016 | Karabağlar Halk Eğitim Merkezi

O Cemaat Kötü, Bu Cemaat İyi...

Birkaç gün önce Milli Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’nce Antalya’da organize edilen eğitim yöneticileri eğitim yönetimi seminer programında “15 Temmuz Demokrasi Zaferi” konulu bir sunum yaptım ve bu sunumda FETÖ vakasıyla irtibatlı olarak Türkiye’deki dinî grupların genel karakteristiğine ilişkin bazı eleştirilerde bulundum. Eleştirilerimin bir boyutu dinî grupların hemen hepsinin siyasallaşması, siyasi alanda baskı grupları oluşturması, ülkenin genel eğitim politikalarına ayar vermeye çalışması, dinden devşirilen sermayeyi dünyevi (politik, ekonomik) alanlara yatırması ya da kısacası asıl işlerini avukata havale edip üstlerine vazife olmayan işlerle meşgul olmasına dairdi ki FETÖ vakasının karşımıza çıkardığı ağır maliyet de tam olarak bu problemin sonucuydu. Hitler’e göre bir hareket ne kadar çok makam tesis eder ve mevkii dağıtırsa o kadar daha düşük nitelikteki kişileri kendine çeker ve sonunda bu siyasi askıntılar başarılı bir partiyi öylesine sarar ki başlangıçtaki hareket artık ilk idealistler tarafından tanınmayacak hale gelir.

***

Eleştirilerimin ikinci boyutu dinî grupların hemen hepsinde gözlemlenen teolojik arızalarla ilgiliydi. Bilindiği üzere dinî cemaatlerdeki başlıca sorunlardan biri, herhangi bir grup veya cemaate intisap eden bir bireyin öncelikle kendi beninden vazgeçmesi, yani grup kimliğine katılarak kendi benini bu genel kimliğin içinde eritip yok etmesidir. Müesses dinî yapılardaki teolojik arızalar ve enfeksiyonların kaynağı temelde bu yapısal sorunla ilişkilidir. Akıl, irade, muhakeme, tercih gibi unsurların lider kültü marifetiyle cemaate devredilmesinin “mankurtlaşma” sonucunu üreteceği şüphesizdir. Mankurtlaşma konusunda Eric Hoffer’in şu tespitleri çok dikkat çekicidir: “Bir insanı savaşmaya ve ölmeye hazır duruma getirme tekniği, o insanın kişiliğini bedeninden ayırmaktan ibarettir. Diğer bir ifadeyle, onun kendi gerçek kişiliğine sahip olmasını önlemektir. Bu işlem, o kimsenin kapalı kolektif bir topluluğun içinde eritilerek o topluluğa uydurulmasıyla, ona hayali bir kişilik tanımak yoluyla, şimdiki zamanın küçümsenmesini ona aşılamak ve onun ilgisini henüz var olmayan şeylere kaydırmak yoluyla, onunla gerçek arasına bir perde (öğreti) germek yoluyla, ihtiraslar enjekte ederek o kimse ile nefsi arasındaki dengeyi önlemek yoluyla yapılabilir.”

***

Bu minvaldeki eleştirilerimiz söz konusu programdaki bazı katılımcılar tarafından yadırgandı ve yüksek volümlü tepkiyle karşılandı. Belli ki bu zevatın cemaat angajmanları vardı. Oysa bizim eleştirilerimiz muayyen bir cemaatten öte, genel çerçevede dinî cemaat ve grupların yapısal özellikleriyle alakalıydı. Daha açıkçası, dinî cemaatler hakkında söylediklerimiz, Mustafa Çalık’ın Türkiye Günlüğü dergisinin 15 Temmuz konulu yeni sayısına yazdığı yazıdaki tespitlerle hemen hemen aynıydı. Çalık’ın yazısından aktarırsak; 

(1) Gülen Cemaati bugün için belki “öldü”, ama bilmeliyiz ki ruhu “istikamet”ten çok “keramet”e meraklı diğer bütün cemaat ve dergâhlarda ve onların “Gassâl elinde meyyit” olmaya can atan müntesibleri arasında kol geziyor. 

(2) Dürüstçe çalışıp ter dökerek kazanıp, haysiyetiyle alnı açık, başı dik gezmek yerine herhangi bir kanatlı hayvan gibi havalarda uçmanın hayaliyle eteğine yapışacak mürşit arayan bunca miskinin bulunduğu yerde, “the Cemaat” gider, “another Cemaat” gelir. Gülen gider, yerine başka bir soytarı mehdiliğe soyunur. 

(3) Şeyhlerin âlimlerden daha itibarlı ve sözü geçer olduğu bir memlekette, okuyandan çok “zikir” çekenin, düşünüp sorandan çok “rabıta” edenin rağbet gördüğü bir cemiyette ne “Cemaat” biter, ne “Mehdi” biter. 

(4) Kâşiflerin, mucitlerin nasıl çalıştığını, nasıl yetiştiğini merak etmeyip de “aktab” ve “agvâs”ın kendilerinden menkul keramet rivayetlerini ezberlemekle mutmain olan Müslüman semtlerinde keşif de olmaz icat da; sonunda “zikirmatik”ler bile Çin’den gelir. 

(5) Cenab-ı Allah’ın en büyük nimeti olan aklı küçümseyen, “‘akıl’ı akıl ile iptal etmek” türünden akıl-mantık çatlatıcı aforizmaları dillerine dolayan bilgisiz demagogların “büyük üstad” muamelesi gördükleri bir camiada daha nice “hoca efendiler”in çıkacağını fehmetmemek sadece ahmaklık değil, aynı zamanda mesuliyetsizliktir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Aralık 2016

Mezhep Çatışmaları ve FETÖ | İskele Sancak / Kanal 7 | 2 Aralık 2016



Kanal 7'de yayınlanan İskele Sancak programının 2 Aralık 2016 tarihli yayınına Mustafa Öztürk, Murat Yılmaz, Birol Akgün, Merve Şebnem Oruç, Ahmet Uysal, Hüseyin Aslan konuk oldu.

Mustafa Öztürk Twitter: https://twitter.com/ozturktefsir
Mustafa Öztürk Facebook: https://www.facebook.com/mustafaozturkresmi
Mustafa Öztürk Arşivi YouTube: https://www.youtube.com/channel/UCSO3...

Gelenekçilik Edebiyatı Yapıp Modernist Gibi Yaşamak

Modernizm ve modernite, sırtlarını dinî geleneğe yaslayıp geleneği fetiş gibi algılayan ve bu sayede sıfır maliyetle çok büyük bir güç ve iktidar kotaran çevreler nazarında birer şeytanî kavramdır. Modernizmi şeytanlaştırmanın zihinsel arka planında Batı dünyasıyla hesaplaşma arzusu vardır. Çünkü modernizm tecrübesi Batı kaynaklıdır. Bu tecrübenin felsefî arka planında ise malum aydınlanma hikâyesi vardır. Evet, bütün bunlar doğrudur. Ayrıca Batı’nın dün olduğu gibi bugün de genel olarak İslam dünyasıyla, özel olarak Türkiye’yle ilişkisinin çok kere ilkesiz ve ahlaksız olduğu kuşkusuzdur. Lakin Batı’nın birkaç yüz yıldır maddi gelişme açısından bize nal toplattığı, dolayısıyla modernliğin inkârı gayri kabil bir durum olarak bizi kuşattığı da kuşkusuzdur.

***

Şimdiki zamanı kıymete bindiren bir gerçeklik olarak modern duruma değer yükleyebilir, felsefî ve kültürel bir nesep tayin edebilirsiniz. Ancak insanoğlunun yeryüzü macerasının başından beri sosyal akışkanlığın devam ettiği gerçeğini de teslim etmelisiniz. Mademki siz yüzyıllardır tarihte tatile çıkıp meraksızlık huyunu kendinize karakter olarak kodlamışsınız, o zaman ötekinin alıp başını gitmesine sövüp saymanın nafile olduğunu da bilmek zorundasınız.

Biz modernliği merkezden ve iç dinamiklerimizden üretmiş bir millet değiliz. Daha açıkçası biz modernliği ilkin cephede kurşun ihtiyacı olarak fark eden bir milletiz. Geç dönem Osmanlı tarihindeki Nizam-ı cedit, Sekban-ı cedit gibi düzenlemeler modernliği ilk defa kurşun ihtiyacı olarak fark ettiğimizi gösteren tecrübelerdir. Söz konusu düzenlemelerin işe yarayıp yaramadığı veya Osmanlı’nın ömrünü uzatıp uzatmadığı apayrı bir mevzudur. Ancak şu kesin ki modernliği merkezden kim üretmişse, bütün boyutlarıyla onun içini dolduran da odur.

Bu bakımdan, Mehmet Akif gibi mütefekkirlerimizin Japonya örneğinden hareketle aşıyı kendinden yaparak modernleşme teklifinde bulunmasının anlamlı bir sonuç vermediği ve dahi vermeyeceği açıktır. Çünkü cep telefonu da dâhil, tüm modern aygıtların bagajında o aygıtı üreten felsefî kodlar da mevcuttur. Haliyle, bir zamanların moda klişesi olan, “Batı’nın teknolojisini alalım ama ahlakını almayalım” sözü laf-ı güzaftır. Ancak bu klişe moderniteyle başa çıkma hususunda en azından bir teklif olması itibarıyla anlamlıdır. Dahası bu klişe bir taraftan modernitenin dibini bularak yaşarken bir taraftan da moderniteye sövüp saymaktan çok daha ahlaklı bir duruşa atıfta bulunmaktadır.

***

Evet, modernizmin arka planında Batı’daki aydınlanma hikâyesinden söz edilebilir. Elbette büyük tecrübelerin bir hikâyesi vardır, olmak zorundadır. Ancak söylem düzeyinde sükseli retoriklerle sabah-akşam modernizme sayıp sövüp, eylem ve pratik hayat düzleminde moderniteyi massederek yaşamaktansa, hâl-i hazırdaki durumu “durum” olarak kavramak ve bu modern durum içinde Müslümanca yaşamanın sahici formüllerini aramak kuşkusuz daha tutarlı ve ahlaklı bir tavırdır. Oysa biz bugün sosyal akışkanlık bize hangi istikameti gösteriyorsa, gönüllü olarak o istikamete yöneliyor ve hayatı bu minvalde yaşayıp gidiyoruz. Bu arada sıkı gelenekçilerimizin klasik fıkıh müktesebatına güzelleme tarzında edebiyat parçalamalarını da hayret ve tebessümle izliyoruz. Hâsıl-ı kelam, gelenek ve gelenekçilik edebiyatımız tam manasıyla nostalji ve özlemler diyarı edebiyatıdır. Hâl-i hayatımız ise tepeden tırnağa moderniteye ayarlıdır. Bu hâl-i pür melalin tam karşılığı ise zavallılık, iki dünyalılık ve çifte standartçılıktır.

Hayata Dâir Hasbihâl | Bezm-i Âlim / Diyanet TV | 26 Kasım 2016


Prof. Dr. Mustafa Öztürk Diyanet TV'de yayınlanan ve Halil Yıldırım'ın sunduğu Bezm-i Âlim programının 27. bölümünün konuğuydu.

Bezm-i Âlim programı: Ömürlerini ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda harcayan, yazdıkları eserler, yetiştirdikleri öğrencilerle ilim ve irfan dünyamıza zenginlik katan ilim adamlarımız…
Onların hatıralarını, eserlerini, hayat tecrübelerini Bezm-i Alim’de konuşuyoruz.

Kur'an Tarihi


Yaklaşık bir hafta kadar önce Kur’an Tarihi başlıklı kitap çalışmasını tamamladım; ama çalışmayı tamamlayıp Ankara Okulu’na gönderdiğim gün itibarıyla beynimin ve zihnimin tükendiği duygusuna kapıldım. Çünkü konu hem karmaşık hem de muhataralı; dolayısıyla çok yorucu ve yıpratıcı... Erken dönem İslâmî kaynaklardaki rivayet temelli bilgi malzemesi çok görünmesine rağmen maalesef az, yetersiz ve üstelik karmakarışık... Kur’an tarihi alanında çalışmayı zorlaştıran başlıca sorunlardan biri, kaynaklardaki rivayetlerin nüzul dönemi ve akabindeki tarihî vakayı tasvir eden bilgiler mi içerdiği yoksa geriye doğru mümkün mertebe sorunsuz bir tarih kurgusuna mı hizmet ettiği hususunda karar vermenin pek kolay olmamasıdır.

Öte yandan, uzak geçmişte Bâkıllânî’nin “Râfızîler” (Râfıza/Revâfız) diye nitelendirdiği Şiî-Bâtınî çevrelerin, yakın geçmişte Theodor Nöldeke gibi bazı müsteşriklerin Kur’an tarihindeki boşluklarla ilgili iddia ve itirazları hâlâ ikna edici cevaplar beklemektedir. Muhammed Hamidullah, M. Mustafa el-A’zamî, M. Salim Muhaysın, Abdussabûr Şâhîn gibi birçok Müslüman araştırmacının bu alandaki çalışmaları ise hem nicelik hem nitelik olarak yetersizdir. Üstelik birçok çalışmadaki muhteva bir önceki sayfada söylenen şeyin bir sonraki sayfada reddedilmesi şeklinde kendini göstermektedir. Yine bu çalışmaların birçoğu bugünden kalkarak geriye doğru tarih kurma çabasının ürünü gibi görünmektedir. 

***

Bir taraftan Hz. Peygamber’in sayıca kabarık bir kâtiplik sekreteryası oluşturup Kur’an’ın tümünü sistematik şekilde yazıyla tespit ettirdiğini, bununla da kalmayıp vahiy kâtiplerine, “Bu ayeti şu sûrenin şurasına yerleştirin” diye talimat verdiğini söylemek, diğer taraftan da nüzul dönemini müteakiben Kur’an’ın cem’i meselesi gündeme geldiğinde Halife Hz. Ebû Bekr’in bu konuda güç bela ikna olduğuna, üstelik aylarca süren cem faaliyeti sırasında ayetler ve sûreleri mürettep halde bulmak şöyle dursun, Mescid-i Nebevî’nin kapısında vaziyet alınıp, “Kimin yanında yazılı bir ayet varsa, iki şahitle birlikte getirsin” diye ilanda bulunulduğuna dair bir dizi rivayet nakletmek fikrî muhakeme kabiliyetine sahip her bir insanın gözünden kaçmayacak kadar iri bir çelişki olsa gerektir.
Klasik kaynaklardaki bilgilerin problemli olmasından dolayı vahyin metinleşme tarihindeki tüm müphemlikleri izale edecek bir eser telifinin bugünden sonra da güçlü bir ihtimal olmadığı söylenebilir. Bu alanda telif edilecek nitelikli bir eserin bugüne kadar okuduğumuz kitaplardaki Kur’an tarihinin muahhar dönemlerden ilk döneme doğru bir inşa faaliyetinin ürünü olduğunu belgelemekten fazla bir katkı sunması da pek mümkün olmayabilir. Ancak yine de böyle bir eser ciddi sorunlarla yüzleşme hususunda bizi daha özgüvenli kılabilir.

***

Kur’an tarihi alanında problemleri görmezden gelmek yerine her türlü problemle yüzleşmekten çekinmemek gerekir. Çünkü bizim Kur’an’a sadakatimiz vahyin metinleşme tarihindeki müphemliklerin tümden giderilmesi şartına bağlı değildir. Müslüman olmamızın nirengi noktası ise imanımız, yani Hz. Peygamber’e itimadımızdır. Kur’an tarihiyle ilgili tüm sorunlarla yüzleşmek ve imkân elverdiği ölçüde bunları çözmek düşüncesinden hareketle ortaya çıkan çalışmamız üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, Kur’an vahyinin metinleşme süreciyle, ikinci bölüm Kur’an’ın mushaf tertibiyle, üçüncü bölüm ise nüzul tertibi ve gelenekteki muhtelif nüzul tertibi listeleriyle alakalıdır. Üçüncü bölüm, değerli öğrencim ve meslektaşım Yrd. Doç. Dr. Hadiye Ünsal tarafından kaleme alındığından, çalışmamız çift yazarlıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 26 Kasım 2016