Dini İstismar ve Din Ticareti


Tüm milletimizin geçmiş Kurban bayramını tebrik ediyor, Cenab-ı Hak’tan milletimize ve bütün İslâm âlemine güzel günler göstermesini diliyorum. Otuz yıllık kadrolu Chron imtihanım -hamdolsun, şükrolsun- bayram öncesinde yeni bir ileus atağı yaptığından, bu satırları Giresun Ada Hastanesi Genel Cerrahi servisinden yazıyorum. Bu yazıda dini istismar ve din tacirliği meselesine değinmek istiyorum. Din toplumsal dokunun hem en temel yapı taşlarından hem de en büyük zaaf unsurlarından birisidir. Daha açık ve spesifik düzeyde söylersek, İslam farklı etnik kökenler, diller ve renklere sahip sayısız insanı ortak inançlar ve büyük amaçlar etrafında toplayıp birbirine kaynaştırma özelliğini haiz bir ulvî değer olmanın yanında küçük hesaplar, amaçlar ve çıkarlar uğruna sınırsız istismar ve ticarete de konu olan bitmez tükenmez bir sembolik sermayedir.

İslam tarihindeki din istismarının ilk örneklerinden biri Sıffîn Savaşı’nda meydana gelen meşhur hadisedir. Bu savaşta Hz. Ali’nin ordusunun galibiyeti ilan edeceği sırada Muaviye’nin kurnaz danışmanı Amr b. el-Âs iki taraf arasındaki ihtilafı Kur’an’ın hakemliğine başvurarak çözme yönünde bir teklif gündeme getirmiş, ardından Muaviye kendi askerlerine Mushaf sayfalarını mızrakların ucuna takıp karşı tarafı Kur’an’ın hükmüne çağırmalarını emretmiştir. İslam tarihinde genel olarak din, özel olarak Kur’an istismarının gelenek haline gelmesinde bu meşhur hadisenin çok önemli rol oynadığı kesindir. Nitekim İslâmî kaynaklarda Hâvâric diye anılan ve zihniyet itibariyle günümüze kadar varlığını koruyan şiddet temelli dini istismar olgusu da yine Sıffîn Savaşı ve hakem olayını müteakiben zuhur etmiştir. İlk Haricî grupların büyük günah işleyen kimsenin imandan çıktığı, hatta Hâricî olmayan herkesin kâfir olduğu yönündeki iddiaları “Hüküm sadece Allah’a aittir” mealindeki ayetle temellendirmenin Kur’an’ı istismardan başka bir anlam taşımadığını bilmeyecek kadar cahil olduklarını düşünmek pek mümkün değildir.

Dinin doğal ve özgün yapısını bozarak onu sentetik hale getiren istismar olgusunun İslam tarihindeki en meşhur örnekleri hilafet ve imamet meselesiyle ilgilidir. Bu meselenin görünürdeki siyasi orijini Hz. Peygamber’in vefatını müteakiben ortaya çıkan liderlik meselesi ve tarihsel süreçte bu meselenin Şia ile Ehl-i Sünnet arasında kan davasına dönüşmesidir. Şia ilâhî hak ve ilâhî tayin iddiasından hareketle imamet meselesini inanç alanına dâhil etmekle istismarın ilk büyük adımını atarken, birçok Sünnî kelamcı da Hz. Ali’nin hilafet hakkının gasp edildiği yönündeki Şiî iddia ve itirazlara mukabelede bulunmak üzere aynı konuyu kelam kitaplarının son kısmına eklemiş ve bu bağlamda Hz. Ebû Bekr’in hilafetini ayetlerle gerekçelendirme cihetine gitmiştir.

Hemen tamamı polemik diliyle kaleme alınan kelam literatürü sınırlı sayıdaki nassı azami nispette semerelendirme, diğer bir ifadeyle, muhtelif itikadi, siyasi ve ideolojik kabulleri naslarla gerekçelendirme gayretinin ürünü olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede istismar bir dinî grubun kutsal metin üzerinden kendini meşru ilan etmesi şeklinde yapılabileceği gibi başka grupların dinî anlayış ve kavrayış tarzlarını gayr-ı meşru ilan etmek suretiyle de yapılabilir. İslam düşünce tarihinde dini istismar olgusunun bu iki varyantına dair sayısız örnek zikredilebilir. Çok boyutlu din istismarının en taze örneği ise Gülen ve FETÖ tecrübesidir. Meşhur filozof Kindî bu tür din istismarcıları hakkında, “Amaçları başları tutmak, makam ve mevkilere el koymak ve din tacirliği yapmaktır. Bunlar dinden yoksundur; zira bir şeyin ticaretini yapan onu satar, sattığı ise artık kendisinin değildir” demiştir ki malum “yanmaz kefen”, “güllü yasin” gibi iğrençlikler de din tacirliğinin işporta düzeyi olsa gerektir.

Bir kişinin gerek kendi konumunu gerekse kişi veya grup çıkarına dayalı iddialarını doğrudan doğruya kutsal kaynağa refere etme çabası dini istismar formlarının en yaygın tarzıdır. Bu tür istismarın ilk ve en sapkın örneklerine Gulât ve Gâliyye gibi sıfatlarla anılan aşırı Şiî fırkalarda rastlanır. Muğîriyye fırkasının lideri Mugîre b. Saîd el-İclî’nin kendini peygamber ilan etmesi, Beyâniyye fırkasının lideri Beyân b. Sem’ân’ın, “Bu insanlara bir beyân, müttakilere de yol gösterici ve öğüttür” (Âl-i İmrân 3/138) mealindeki Kur’an ifadesini kendi şahsına atfetmesi, Karmatiyye fırkasının Muhammed b. İsmâil’in nübüvvetini ileri sürmesi Gulât-ı Şia’nın dini istismar şekillerinden sadece birkaçıdır. Bu tür istismarlara son dönem İslam dünyasında ortaya çıkan Kâdıyânîlik, Bâbîlik, Bahâîlik, Dürzîlik gibi heretik fırkalarda, hatta Sünnî İslam dünyasında geniş taraftar kitlesine sahip olan bazı dinî gruplarda da rastlanır. Öte yandan, din ve dindarları toplumun tamamı veya bir kısmı için çok ciddi bir tehdit gibi göstermek ya da din ve dindarları seküler çevrelerce benimsenen hayat tarzını hedef alan büyük bir tehlike olarak takdim etmek suretiyle toplumsal paranoya oluşturmak da din istismarının apayrı bir boyutudur. Yakın geçmişte tanık olduğumuz 28 Şubat darbesi, irtica söylemleri ve Cumhuriyet mitingleri gibi hadiseler bu istismar türünün dramatik örnekleri arasındadır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Eylül 2016 

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/dini-istismar-ve-din-ticareti-2128

Dirisiyle Ölüsüyle Püsküllü Bir Bela Olarak FETÖ


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “At izi it izine karışmış vaziyette” sözü FETÖ’nün tam bir püsküllü bela olduğuna, devlet organlarını bu melun yapıya ait habis urlardan arındırma işinin zorluğuna işaret ediyor. 15 Temmuz darbe girişiminden dolayı milletin vicdanında mahkûm olması sebebiyle FETÖ’nün en azından ülke sathında gebermesi mukadder görünüyor. Bununla birlikte, giderayak, “Kendimle birlikte sizi de götüreceğim” der gibi hareket ettiği de dikkat çekiyor. Yani bu püsküllü belanın kanlı canlı hali gibi leşinin de uzun süre baş ağrıtacağı, etrafa daha çok mikrop saçacağı kuvvetle muhtemel görünüyor. At izinin it izine karışmasına gelince, bu karışıklık bir yönüyle FETÖ ile mücadele fırsatını ganimet bilip sıfır maliyetli kahraman olmak veya “fırsat bu fırsat” deyip bu vesileyle hasmından intikam almak isteyen sayısız ahlaksızın ispiyonculuk yapmasıyla, diğer bir yönüyle de 15 Temmuz’dan sonraki toz duman içinde izini kaybettiren kripto FETÖ’cülerin bir taşta iki kuş vurmak maksadıyla ihbarcılığa soyunmasıyla ilgilidir. Cumhurbaşkanı’nın, “Ben bir şey atayım da nasılsa tutar, diyenler var” ifadesi ile memurların açığa alınması noktasında yarışa girmeme yönündeki uyarısı problemin her iki yönüne de işaret etmektedir.

İspiyonculuk her zaman ve zeminde mevcut olan, özellikle bugünkü gibi kriz vasatlarında ivme kazanan bir rezilet olarak düpedüz şerefsizliktir. Din de dâhil hiçbir manevi ve moral ilaç insanoğlundaki bu kadim rezileti kökünden kazımaya kâfi gelmemiştir. Çünkü insanoğlu nasstan hayata taşıma safhasında dini kendine benzetmeyi becermiştir. Nitekim hem serapa ahlaksız olmak hem de dindarlıktan dem vurmak bu sayede gerçekleştirilmiştir ki “din istismarı” diye kavramlaştırılan bu olgunun tarihsel tecrübedeki en iyi temsillerinden birinin Gülen ve avanesine ait olduğu şüphesizdir. Dinî, ahlâkî ve insani düzlemdeki metaformozları dikkate alındığında Gülen ve avanesinin eline hemen hiçbir kimsenin su dökemeyeceği söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, 1970-1980’li yıllarda, “Dünyadaki fitnenin başı Vatikan’dır” diyen de Gülen’dir; 1990’lı yılların sonlarında Papa II. Jean Paul’e, “Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik” şeklindeki ifadeleri muhtevi bir mektup takdim eden de Gülen’dir.

1990’lı yıllarda, “Türkiye dünü, bugünü itibarıyla süper devlet olmaya namzet bir konumda bulunmaktadır. Gerek Orta Asya cumhuriyetleri, gerek birçok sair İslam ülkesi yürekten Türkiye’ye bel bağlamış kabul edilebilirler. Bizim böyle istikrarsız, zayıf, devlet bünyesi içine kadar pisliklerin girmiş olduğu bir ülke imajı çizmemiz, bize bel bağlayan, güven ve emniyetle bakan ülkelerin güvenini kaybetmemize yol açar ki kaybedilen bu güven ve itibarı tekrar kazanmamız çok uzun zaman alabilir. Hâlbuki Türkiye’nin böyle bir zaman ve itibar kaybına asla tahammülü yoktur” diyen de Gülen’dir; 15 Temmuz 2016 gecesi Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı iç savaş ve işgal garantili darbe teşebbüsünün talimatını veren de Gülen’dir. Yine 1990’lı yıllarda, “Müslümanlar hakiki hedeflere şer vasıtalarıyla ulaşamaz. Hiçbir yol ve yöntem dinî açıdan haklı görülmeyen amaçlar uğruna kullanılamaz” diyen de Gülen’dir; özellikle son yıllarda “Amaç uğruna her yol mubahtır” anlayışınca hareket eden ve bu minvalde şerden başka bir şey üretmeyen de Gülen’dir.

Bu birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere FETÖ her yeni sosyal ve siyasal durumda kendini yeniden yapılandırma ve yepyeni kılıklarla karşımıza çıkma kabiliyetine sahip bir yapıdır. Bu binbir suratlılık kabiliyeti FETÖ’nün nasıl bir püsküllü bela olduğunu da az çok açıklamaktadır. Hiçbir sabit ilkesi ve kıblesi olmayan bir kişi ve grupla mücadele etmenin son derece güç olduğu kuşkusuzdur. Belanın püskülüne ispiyonculuk da eklendiğinde devlet bünyesindeki pisliği temizleme işinin neredeyse imkânsız bir hâl alacağı kendiliğinden anlaşılır. Bu noktada, tüm mesailerini şimdilerde ispiyonculuğa vakfedenlerin birçoğunun daha düne kadar Gülencilerle düşüp kalkan ve yalakalıkla maruf olan ahlaksızlardan oluştuğu da gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Bu sebeple, devletin ve toplumsal bünyenin salahı için müseccel FETÖ’cülerin yanı sıra ispiyonculuğu meslek edinmiş ahlaksızların da tespit edilip cezalandırılması kaçınılmazdır. Aksi halde FETÖ vakası yakın gelecekte genel olarak devlet ve milleti, özel olarak da siyasi iktidar ve iradeyi vuracak bir bumerang olacaktır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk -  10 Eylül 2016

"Sahte Mehdi" Meselesi


3- 4 Ağustos 2015 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen Olağanüstü Din Şurası’nın sonuç bildirgesindeki, “FETÖ/PDY hareketi sahte bir mehdi hareketidir” ifadesi kimi çevrelerce tartışıldı ve bu ifadenin mefhumundan hareketle, “Mehdinin sahtesi varsa, hakikisi de vardır. Demek ki Diyanet mehdilik inancını onaylamaktadır” şeklinde itirazlar yapıldı. Şuranın sonuç bildirgesine son şeklini veren heyet içerisinde bulunmam hasebiyle söz konusu eleştirilerin beni de ilgilendirdiğini belirtmeliyim; fakat bu vesileyle Diyanet’in mehdi ve mehdilik meselesiyle ilgili resmi görüşünü bilmediğimi de eklemeliyim.

“FETÖ/PDY hareketi sahte bir mehdi hareketidir” ifadesinin dikkatsiz ve özensiz organize edilmesinden dolayı yanlış anlamaya müsait bir önerme olduğu söylenebilir. Ancak şuranın sonuç bildirgesinde yer alan ve söz konusu önermenin şerhi mahiyetinde olan şu ifadeler hem yanlış anlama ihtimalini büyük ölçüde gidermekte hem de Diyanet’in mehdilikle ilgili görüşü hakkında az çok fikir vermektedir: “Tarih boyunca toplumun güvenliğini tehdit eden mehdici-mesihçi ve hurûfi-bâtınî karakter arz eden pek çok fitne ve fesat hareketi ortaya çıkmıştır. Sır, gizem, adanmışlık, karizmatik kişilik gösterisi ve takiyyecilik/çift şahsiyetlilik bu hareketlerin en bariz özelliği olmuştur. Modern zamanlarda ise bu tür hareketler uluslararası siyasal mühendisliklerin güdümünde İslam toplumlarının parçalanması ve sömürülmesinin birer aracı olarak kullanılmışlardır.”

***

Bu izahat, “Hakiki mehdi diye bir şey yok” diye de özetlenebilir; dolayısıyla “sahte mehdi” tabirinden, “sahtesi varsa hakikisi de vardır” gibi bir sonuç çıkarmanın lafazanlık olduğuna hükmedilebilir. Bu mesele bir kenara, mehdilik, çok çeşitli inanç sistemlerinde mevcut olan, dolayısıyla İslam’a özgülük vasfı taşımayan çok eski bir hikâyeden ibarettir. Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta “Mesîh”, Sâbiîlik’te “Praşai Siva”, Mecûsîlik’te “Şaoşyant”, Hinduizm’de “Kalki”, Budizm’de “Maitraya” gibi kavramlar mehdilik hikâyesinin arka planı ve kültürel çapı hakkında manidar ipuçları verebilir.

Mehdi ve mehdilik etrafında oluşan inanç örgüsü çoğunlukla doğu toplumlarında gözlemlenen tembellik, irrasyonellik, romantiklik, rüşt çağına erememişlik, tarihsel akışı her daim kötülüğün çoğalmasına yoran koyu pesimistlik ve hatta iktisat tabiriyle “free rider problem”cilik (bedavacılık/beleşçilik sorunu) gibi sosyolojik ve antropolojik komponentlerin bileşkesinden müteşekkildir. Hatta bu inanç örgüsü dinîlik süsü verilmiş senkretik bir mitolojiden ibarettir. Nitekim İslâmî kaynaklarda, özellikle Şiî müelliflere ait kitaplarda nakledilen mehdi rivayetlerindeki muhteva çeşitli inançlar ve kültürlere ait çok sayıda unsurla bezeli bir kompozisyon ve koalisyona işaret etmektedir.

***

İslam tarihinde Şia konsorsiyumu (Zeydiyye’nin ana gövdesi hariç) hem asırlar boyu muhalefette kalmanın yarattığı travmatik duygusallıktan, hem de nereye kaybolduğu bilinmeyen bir dizi imamla ilgili tuhaf inanç kurgusundan dolayı mehdilik fikrine sımsıkı sarılmıştır. Sünnî gelenekte Ehl-i Hadis ve Selefiyye ekolü de gerek dini haber ve esere (rivayet) eşitlemenin, gerekse en zayıf hadisi re’ye tercih etmenin bir tezahürü olarak mehdi inancına sahip çıkmıştır. Tasavvuf geleneğinde ise mürşid diye anılan hemen her sûfînin aynı zamanda mehdi gibi -ki belki de “gibi”si fazla- algılanması ve aynı zamanda tasavvuf ile teşeyyu’ arasında sıkı denebilecek bir irtibat/iltisak bulunması nedeniyle mehdilik fikri bu gelenekte de hüsn ü kabulle karşılanmıştır. Buna mukabil mehdi inancına ilişkin rivayet malzemesi klasik dönemlerde Kadî Abdülcebbâr ve İbn Haldûn, modern dönemlerde de M. Reşîd Rızâ gibi âlimlerce uydurma ve/veya zayıf sayılmıştır. Mehdi inancının teolojik, sosyolojik, antropolojik ve sosyal psikolojik boyutları ile günümüze yansımaları hakkında çok fazla şey söyleme imkânı bulunmakla birlikte bu platformdaki imkân ve sınırlarımız hayli dardır. Ancak bu konu 22 Ekim 2016 tarihinde Kuramer tarafından düzenlenecek olan “Beklenen Kurtarıcı İnancı” sempozyumunda hemen her boyutuyla masaya yatırılıp etraflıca tartışılacaktır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Eylül 2016