Meâl ve Tefsirin Serencâmı | Aktif Düşünce Derneği / İstanbul | 31 Mart 2018


Şiddetperest Millet, Terörist Devlet: İsrail


Filistin ve Gazze yine kan revan içinde; 8-10 milyonluk nüfusa sahip İsrail devleti bütün dünyanın gözü önünde Filistin topraklarında düpedüz katliam yaparken, 1. 6 milyarlık İslam âlemi bu büyük insanlık suçuna hiçbir ciddi müeyyideyle karşılık verememekte… Ne yazık ki insanlık ve Müslümanlık imtihanımız berbat geçmekte… Tarih bizim bu hâl-i pür melalimizi elbette not etmekte… İslam dünyasının -ki böyle bir dünyanın gerçekten mevcut olup olmadığı da apayrı bir mesele- büyük bir kısmında aymazlık, vurdumduymazlık, aldırışsızlık, duyarsızlık, bana değmeyen yılan bin yaşasıncılık gibi gayr-i ahlâkî haller maalesef üst seviyede… Bu yüzden, İslam âleminin aydınlık sabahlara uyanması hayli uzak bir gelecekte…

***

Bizim durumumuz budur; ama bugün karşı karşıya olduğumuz sorun da bir şizofrene dert anlatmak kadar zor bir sorundur. Bilenler bilir, psikopatolojik rahatsızlıkları bulunan insanla bir arada yaşamak hakikaten çok zordur; çünkü karşınızda kimyası bozulmuş, akıl ve ruh sağlığı alt üst olmuş, bu yüzden de ne zaman ne yapacağı belirsiz hâl almış bir insan vardır. Bu durum sadece tek tek insanlar için değil, milletler ve devletler için de söz konusudur. Mesela, İsrail hem millet hem devlet olarak hasta, yani basbayağı ruh hastasıdır. Bugünkü İsrail halkı içinde insani, vicdani ve ahlaki duyarlılıklarını yitirmemiş pek çok insan kuşkusuz vardır ve bu insanlar için sözüm meclisten dışarıdır. Ancak Hz. Musa döneminde Mısır’dan çıkıştan bugüne kadar geçen üç bin küsur yıllık zaman diliminde İsrailoğulları ve Yahudilerin serencamına bakıldığında, ortaya çıkan tablonun ruhsal hastalık tablosu olduğu rahatlıkla anlaşılır. Bu hastalığın etyolojisi incelendiğinde, en temeldeki faktörün şiddetle yoğrulmuşluktan naşi şiddetperestlik ve teolojik temelli teröristlik teşhisine ulaşılır.

Yahudilikle ilgili çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Baki Adam’ın belirttiği üzere Yahudi teolojisi şiddet üzerine kurulmuştur. Daha açıkçası, Yahudilik Tanrı Yehova’nın hem İsrailoğulları’nın düşmanlarına hem de bizzat “Benim halkım” dediği İsrailoğulları’na uyguladığı korkunç şiddetin ikliminde doğmuş ve şiddetle yoğrulmuştur. Karen Armstrong’un Yahudi kutsal kitaplarındaki anlatımlara dayalı betimlemesine göre Yehova adeta terör estiren, son derece zalim, kimlikkeş, tarafgir ve katil bir tanrıdır. Orduların tanrısı, Yahova Sabaoth olarak bilinecek olan bir savaş tanrısıdır. İflah olmaz derecede partizan bir tanrıdır bu; kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan, basit bir kabile tanrısıdır.

Eski Ahit’te diye anılan kutsal kitap koleksiyonunun tarihsel süreçte birçok farklı kalemin katkısıyla son şeklini alıp kanonikleştiği birçok Yahudi araştırmacı tarafından da kabul edilen bir husustur. Dolayısıyla Yahudilerin farklı dönemlerde yaşadıkları kötü olayların derin travmatik etkilerini kendi kutsal kitaplarına ve tanrı tasavvurlarına yansıttıkları kuşkusuzdur. Tevrat’ta Yehova’nın çok kere şiddet yanlısı, savaşçı ve intikamcı bir tanrı olarak tanımlanması önemli ölçüde İsrailoğulları’nın sağlıksız ruh halleriyle alakalıdır. Eski Ahit’te anlatıldığına göre Peygamber Samuel ilahi ferman olarak Kral Saul’e şunları aktarmıştır: “Şimdi git, Amelekileri vur ve onların her şeyini tamamen yok et, onları esirgeme; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür!” (I. Samuel, 15/2-3).

Baki Adam’ın ifadesiyle, Tanrı Yehova çok kere de kendi halkını (İsrailoğulları) şiddetle cezalandırmıştır. İsrailoğulları’nın maruz kaldığı kitlesel şiddet, onların psiko-sosyal yapısını derinden etkilemiş, onları bir bakıma şiddete bağımlı hale getirmiştir. Mısır’dan çıkış sürecinde İsrailoğulları’nın şiddet eğilimleri dışa vurmuştur. Kimi zaman birbirlerine şiddet uygulamışlar, kimi zaman da Musa’ya ve abisi Harun’a saldırmışlardır. Tanrı Yehova ilkin onlara merhametli davranmıştır. Çünkü onlar Tanrı’ya göre henüz eğitilmesi ve yetiştirilmesi gereken bir çocuktur. Fakat İsrailoğulları’nın rehabilite olmak yerine daha da hastalıklı hâle gelmeleri Yehova’nın sabrını taşırmıştır. Korkaklıkları, sürekli sızlanmaları ve isyankâr davranışları karşısında Tanrı Yehova onlara fiziksel şiddet de uygulamaya başlamıştır. Kimi zaman yer yarılıp günahkârları yutmuş, kimi zaman gökten gelen bir ateş onları yakmış, kimi zaman da yılanların saldırısına uğramışlardır.

***

İsrail’in hem şiddetperest bir millet hem de teolojik temelli terörist bir devlet olduğunu daha derinden anlayıp kavramak için Roger Garaudy’in İsrail, Mitler ve Terör ile İlâhîi Mesajlar Toprağı Filistin adlı eserlerini okumak gerekir. Bu vesileyle ilk eserin baş tarafındaki şu ifadeleri de aktarmak gerekir: “İslâm’ın Yükselişi ve Çöküşü” adlı eserimde Müslüman entegrizminin merkez üssü olan Suudi Arabistan’ı gözler önüne serdim. Bu eserde, Amerika’nın Ortadoğu’yu istilasındaki hempası olan Kral Fahd’ı İslamcılığı İslam’ın bir hastalığı haline getiren “siyasi fahişe” olarak takdim ettim. Bir taraftan çocuk aldırma ve gebelikten korunmaya karşı çıktığını açıklayarak “hayatı savunduğu”nu iddia ederken, diğer taraftan Amerika’nın dayatmasıyla sürdürülen “pazar tektanrıcılığı”nın kurbanları olarak yetersiz beslenme ve açlıktan her yıl on iki buçuk milyon çocuk can verirken susan Roma Katolik entegrizmi hakkında iki eser yayınladım. Bu kitaplarım “Allah’a İhtiyacımız Var mı?” ve (pazar tektanrıcılığına karşı yazılmış olan) “Bir Din Savaşına Doğru mu?” adlarını taşıyorlar. Üçlü çalışmamızın üçüncü kanadı olan “İsrail Politikasının Kurucu Efsaneleri” ise “İsrail’in Allah”ı yerine, “İsrail Devleti”ni koymaktan ibaret olan politik siyonizmin sapkınlığını sergiliyor. Bu hâliyle İsrail devleti dünyanın geçici efendilerinin, yani Batı tipi büyümenin temel taşı olan Ortadoğu petrollerini sahiplenme gayesi güden Amerika Birleşik Devletleri’nin batmayan nükleer uçak gemisi konumundadır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Mayıs 2018

Birkaç 100 Fransız


Birkaç gün önce Fransa’da İslam karşıtı bir bildiri yayımlandı. Başta eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olmak üzere birçok siyasetçi ve yazar-çizerden oluşan 300 kişilik bir güruhun imzasıyla yayımlanan bildiride, “Din temelli şiddet ve Yahudi karşıtı fikirlere dayanak oluşturduğu gerekçesiyle bazı ayetlerin ortadan kaldırılması” gerektiği vurgulandı. Bu skandal bildiri söz konusu güruhun İslam’a ve Kur’an’a ne kadar Fransız kaldıklarının ibretlik vesikasıydı. Fakat özellikle Kur’an’a Fransız kalma durumu masumane bir cehalet veya aymazlıktan öte, iflah olmaz bir hasımlıktı.

***

Bu hasmane tavır karşısında “İslam barış dinidir” retoriğine sığınmak kesinlikle züldür. Kur’an insanlık için “dünyada salah, ahirette felah” diyen bir ilahi kitaptır; fakat bu dünyada fitne (zulüm) ve fesadın belini kırıp sulh ve salahı hâkim kılmak için savaş kaçınılmaz olursa, bu amaç uğrunda savaşmayı da emreden bir ilahi kelamdır. Evet, Kur’an’da Hz. Peygamber ve ilk Müslüman nesille aynı muhitte yaşayan Yahudileri hem zemmeden hem de onlarla savaşmayı emreden ayetler vardır. Fakat bu ayetlerin her birinin Hz. Peygamber ve Müslümanlar ile Medine Yahudileri arasında cereyan eden gergin olaylar dizisini muhtevi bir sosyolojik bağlam içinde nazil olduğu malumdur. Dolayısıyla Kur’an’ın Yahudiler hakkındaki beyanlarını doğru anlayıp yorumlamak için öncelikle ilgili ayetler kendi nüzul bağlamlarına oturtulmalıdır. Bunun için de Hz. Peygamber ve ilk Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin seyri mutlaka dikkate alınmalıdır. Benî Kaynuka’, Benî Nadîr ve Benî Kurayza isimli üç büyük Yahudi kabilesinin Hz. Peygamber ve Müslümanlar aleyhine ne dolaplar çevirdikleri, hatta sadece Benî Nadîrli Kâ’b b. Eşref’in yapıp ettikleri dikkate alındığında, Kur’an’ın Yahudileri niçin zemmettiği kendiliğinden anlaşılır.

Her neyse, bu tefsir bahsini şimdilik kapatalım ve Kur’an’a Fransız kalan Fransızlara birkaç kontra soru soralım: Hz. İsa, “Ey Kudüs! Peygamberleri katleden, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs!” (Matta 23/37) diye feryat ederken acaba Yahudi düşmanlığı mı yapıyordu? Hz. İsa’yı canından bezdirenler, “Ferisî” namıyla meşhur ham Yobaz Yahudi cemaati değildi de yoksa Ümmet-i Muhammed miydi!? Öte yandan, bir zamanlar Seferad ve Aşkenaz Yahudilerine reva görülen onca zulüm ve katliam, “Bir yanağına vurana, öbür yanağını çevir” (Luka 6/29) diyen af ve merhamet abidesi Hz. İsa’ya yaraşır bir ümmet olma gayretinden mi neşet etmişti? 1572’de binlerce Protestan’ın katliyle sonuçlanan Aziz Bartholomew katliamı, “Eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abanı da bırak” (Matta 5/40) diyen Hz. İsa’ya sadakat göstergesi miydi? II. Dünya savaşından sonra Yahudilerin Tanrı’ya gücenip darılmalarına ve basbayağı dargınlık teolojisi (Auschwitz teolojisi) kurmalarına vesile olan Holocaust/Holokost (Nazilerin Yahudi soykırımı) felaketi acaba kimlerin eseriydi? 

Ortaçağlarda Haçlı seferleri, modern zamanlarda Bosna katliamları, Afganistan ve Irak işgalleri ve dahi yüzyıllar boyu dünyanın dört bir yanında sömürgecilik ve haydutluk faaliyetleri… Hâsılı, “Denizde kum, Hıristiyanlıkta cürüm” dense yeridir. Hıristiyanlık tarihi aslında bir günah galerisidir. Hıristiyan teolojisi, özellikle “teslis” akidesi ise dinler tarihindeki en büyük skandallardan birisidir. İnsanlığa karşı işlenmiş sayısız büyük cürmün hem varisleri hem failleri oldukları ve kendi dindaşları da dâhil neredeyse tüm insanlık ailesinden özür dilemekle mükellef bulundukları halde bugünkü Hıristiyan Batı dünyasının ve özellikle bu 300 Fransız’ın kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi sunup İslam’a ve Kur’an’a çamur atma cüretinde bulunması çok büyük bir ahlaksızlık, hatta alçaklıktır.

Gelinen bu noktada bizim de İslam’a ve Kur’an’a Fransız kalmamızdan bahis açmamız, yani çuvaldızı 300 Fransız’a batırırken hiç değilse toplu iğneyi de kendimize batırmamız lazımdır. Malum, Kur’an’da savaşla ilgili pek çok ayet vardır. Mesela, “Fitne ortadan kalkıp din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Bakara 2/193) mealindeki ayet tam da bu konuyla alakalıdır. Ayetteki “fitne” kelimesi klasik tefsir ve fıkıh kitaplarının pek çoğunda “şirk veya küfür” diye yorumlanır; dolayısıyla küfrün/şirkin mevcudiyeti mutlak savaş sebebi sayılır. Hâlbuki bu ayet, nazil olduğu sosyolojik bağlam içerisinde, “İnanca yönelik her türlü baskı ve zulüm (fitne) ortadan kalkıp, insanların din ve inanç hususunda Allah’tan başkasına hesap vermek zorunda kalmayacakları bir özgürlük ortamı sağlanıncaya kadar o müstebid müşriklerle savaşın” buyurmakta ve bu ilahi buyrukta inanç özgürlüğünün teminat altına alınması amaçlanmaktadır.

***

Ama gelin görün ki tefsir ve fıkıh geleneğindeki yerleşik kurala göre Kur’an yorumunda itibar edilmesi gereken husus, sebeb-i nüzulle irtibatlı özel ve özgün anlam değil, ayetteki lafızlara yüklenecek genel manadır. Hz. Peygamber’in siret ve sünnetiyle iç içelik arz eden tarihî bağlam devre dışı kaldığında, “fitne” kelimesi pekâlâ “küfür, şirk” diye yorumlanabilir ve bu yorum üzerine “yeryüzünde küfür/şirk ortadan kalkıncaya değin ehl-i küfürle savaşmak farzdır” gibi bir hüküm kurulabilir. Nitekim IŞİD/DAEŞ isimli terör/tedhiş çetesi de bu ayeti Konstantiniyye ve Rumiyah gibi propaganda dergilerinde aynen böyle yorumlamaktadır. Daha doğrusu, DAEŞ yorum yapmamakta, bilakis Kurtubî, İbn Kesîr gibi müfessirlerin yorumlarını harfi harfine aktarmaktadır. İşte bu tablo, geleneksel din anlayışımız, Kur’an tasavvurumuz ve tefsir-tevil paradigmamızla ilgili basmakalıp bilgilerimiz ve ezberlerimizi gözden geçirip adamakıllı sorgulamamızı kaçınılmaz kılmaktadır. Kanımca, “İslam’ın güncellenmesi” diye tabir edilen meselenin özü de budur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Mayıs 2018

Serzeniş


İlim âleminde, anlam ve çağrışım itibariyle en güzel, en sıcak kelimeler ve kavramlardan biri, “müzakere”dir. Çünkü müzakere her şeyden önce müşareket, müştereklik, işteşlik belirtir. Müzakere özellikle ilim meclislerinde “akıl akıldan üstündür” atasözünü akla getirir ve bir mesele hakkında karşılıklı görüşüp konuşmayı, fikir teatisinde bulunmayı belirtir. Bu bakımdan müzakere ilmî alanda çok seslilik, çok renklilik, zenginlik, verimlilik anlamına gelir. Sempozyum, çalıştay gibi ilmî faaliyetlerde müzakere en az bildiri/tebliğ kadar önemlidir. Çünkü müzakereci, tebliğ sahibinin gözden kaçırdığı, maddi hata yaptığı yerlere dikkat çekebilir; tebliğde eksik kalan hususların tamamlanmasına ilişkin tekliflerde bulunabilir veya tebliğde irdelenen konuya daha farklı bir zaviyeden bakılmasına ilişkin ufuk açıcı önerilerde bulunabilir ve bütün bunlar ilmî bir meselenin çok daha etraflı ve olgun biçimde ele alınıp ortaya konulmasına ciddi katkılar sağlayabilir.

***

Ne var ki bütün bunlar, “ilmî müzakere”nin olması gereken şekliyle ilgilidir ve reel düzlem açısından ne yazık ki büyük ölçüde dilek ve temenniden ibarettir. Müzakerenin bir de olan şekli vardır ki bu şekil özellikle bizim İlahiyat akademyasında caridir. Hemen her sempozyumda bizzat tanıklık ettiğimiz üzere bizim camiada müzakere daha ziyade çok tuhaf bir hırs, ihtiras, şehvet-i kelam ve kifayetsiz muhterislik meselesi, hatta “fırsat bu fırsat” modunda bir hesap görme psikolojisi ve dahi kırmızı görmüş boğa psikolojisiyle icra edilen bir köylülük ameliyesidir. Müzakere geleneğimiz “kifayetsiz muhterislik” kadar, salt “kifayetsizlik” illetiyle de mualleldir. Sözgelimi, tebliğci bir ekol ya da mezhebin İslam düşünce tarihindeki izdüşümlerini irdeler ve bu konuda müzakereciden ilmî/fikrî katkı bekler; ama bir de bakarsınız ki müzakereci zat kendisine ayrılan sürenin neredeyse tamamını, bir Türkçe öğretmeninin kompozisyon sınav kâğıtlarını okuma tarzından farksız değerlendirmelerle heder eder. Yani müzakere etmekle yükümlü olduğu bildirideki fikir örgüsünü anlamaktan aciz oluşunu, metindeki virgül, noktalı virgül eksikliklerini tespitle kapatmayı hedefler ve nihayet kendince altın vuruş olarak gördüğü, “Tebliğci konuyu anlamamış” mealindeki bir spot cümleyle tebliğcinin defterini dürdüğünü zanneder.

Evet, aynen böyle, tıpkı bir karikatür gibi, sayısız müzakere ve müzakereci gördüm ben bu bizim camiada. En sonuncusuna da daha birkaç gün önce denk geldim ve ne yazık ki bana ait bir tebliğin sözde müzakeresi/müzakerecisi olarak şahitlik ettim. Programda, “Zâhirî Anlayışın İslam Düşüncesinde ve Çağdaş Selefîlikteki İzdüşümleri” başlıklı bir tebliğ sunmuş ve tebliğin giriş kısmında Zâhirî anlayışın ilk ve ibtidai örneklerine sahabe devrinde de rastlanabileceğine ilişkin bir tespit çerçevesinde, Kur’an’daki “siyah iplik-beyaz iplik” tabirinin sahâbî Adî b. Hâtem tarafından bilindik iplik olarak anlaşılmasından ve Hz. Peygamber’in Adî b. Hâtem’e, “inneke le-arîzü’l-kafâ” (Not: Bu nükteli ifadenin manası için hadis kaynaklarına bakılabilir) diye mukabelede bulunmasından söz etmiştim. Bu noktada, “Zâhirî okuma ve anlamanın ilk, iptidai, yani henüz tam şekillenmemiş ve sistemleşmemiş örneği” anlamında kullandığım “ilk ve primitif örnek” tabiri, “müzakereci profesör” tarafından, “Sen sahabeye ilkel dedin” şeklinde değerlendirildi ve işte tam bu kertede keçileri kaçırmak mukadder hale geldi. Her neyse, o gün orada, bütün bu garabetlere tanıklık eden birçok genç İlahiyatçı araştırmacıdan biri, iki gün önce şahsıma ithafen kaleme aldığı bir şiir gönderdi. “Serzeniş” başlıklı şiir, o gün orada yaşadıklarımız da dâhil ilim camiamızın umumi manzarasını şöyle tasvir ediyordu: 

***

Ehl-i ilme sual eyledim bir gün/Âlem-i ilimde ahvâl nasıldı?
Gözünde bir efkâr, yüzünde hüzün/Önce bir âh çekip, şöyle söz aldı:

Her zamanki gibi sığlık revaçta/Ben itidal derim; gözler hep uçta
Cefâkârlar sanki boşa kulaçta/Mesnetsiz delilden sıdkım sıyrıldı

Akıl uyur; zâhirîlik ayılır/İlmin özü tenkit, küfür sayılır
İlim diye ezbercilik yayılır/Kupkuru nakilden sıdkım sıyrıldı

Kör taklide revan ehl-i taassup/Niyeti gayeyi göz ardı tutup,
Her söylediğime buluyor bir kulp/Söz çarpıtan dilden sıdkım sıyrıldı

Ben gitmek diyorum, o durmak anlar/Ben gövde diyorum, o tırnak anlar
Ben hedef diyorum, o parmak anlar/Cühelâ - cahilden sıdkım sıyrıldı

Dedim usûl - yöntem? Dedi anlamam/Dedim maksat - bağlam? Dedi tınlamam
Dedim akıl - izan? Dedi boş kelam/Körkütük gafilden sıdkım sıyrıldı

Kırmızıyı gören boğa misali/Anlamadan saldırıyor ahali
Bilmem ki onlar mı, ben miyim deli/Üslûbu rezilden sıdkım sıyrıldı

Lâ havle çeksem de dayanmıyor can/Devamlı önyargı, daim suizan
İllallah eyledim laf anlatmaktan/İdrak ı zelilden sıdkım sıyrıldı

Hakan’ım, dedim ki: Hocam aldırma/Başını ilimden aman kaldırma
Dedi ki: haklısın, velakin amma/Tahsilsiz tahsilden sıdkım sıyrıldı.
Hakan Atalay

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 5 Mayıs 2018

Zâhirî-Selefî Din Yorumu


Bugün, 29 Mayıs Üniversitesi Kur’an Araştırmaları Merkezi (Kuramer) tarafından İstanbul’da (İSAM Konferans Salonu, Üsküdar/İstanbul) düzenlenen “Zâhirî-Selefî Din Yorumu” konulu sempozyumdayız. Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) “Zâhirî İslam Anlayışının Zihniyet Analizi: Epistemolojik, Teolojik ve Kültürel Temelleri” başlıklı konferansıyla açılacak sempozyum programı iki oturumdan oluşmaktadır. İlk oturumda, “Zâhirî Anlayışın Fıkha ve Fıkıh Usûlüne Yansıması” (Prof. Dr. H. Yunus Apaydın, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) ve “Selefî Akımların İslam Algısında Zâhirî-Lafzî Yorumun Yansımaları” (Prof. Dr. M. Zeki İşcan, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) başlıklı bildiriler sunulacaktır. İkinci oturumda ise “Günümüz Zâhirî-Selefî Çevrelerin Hadis Algısı ve Literalizm Sorunu” (Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) ve “Zâhirî Yaklaşımın İslam Düşüncesi ve Çağdaş Selefîlikteki İzdüşümleri” (Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) başlıklı bildirilerin sunumu yapılacaktır.

***

Sempozyumda sunulan bildiriler Prof. Dr. Mehmet Erdoğan (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Hasan Hacak (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Sıddık Korkmaz (Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Fethi Kerim Kazanç (Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Zekeriya Güler (29 Mayıs Üniversitesi Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakültesi), Prof. Dr. Mustafa Ertürk (İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Osman Bilen (Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) ve Prof. Dr. Ali Rıza Gül (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) tarafından müzakere edilecektir. Bildiriler ve müzakereler çerçevesinde serimlenecek bilgi, görüş ve değerlendirmelerin özellikle Temel İslam Bilimleri alanında yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapan genç araştırmacılar için ufuk açıcı olacağı şüphesizdir. Bu vesileyle programın avâm-ı nâsa hitap eder tarzda olmadığını, çünkü muhtevada dinî hikâye, menkıbe ve kıssa bulunmadığını özellikle belirtmek gerekir.
Zâhirîlik, ilmî ve akademik araştırmalarda genellikle muayyen bir fıkıh mezhebi olarak ele alınır ve çok büyük ölçüde İbn Hazm’ın birkaç eserinden hareketle analizler yapılır. Oysa Zâhirîlik genelde İslam’ı, özelde nassları (ayetler ve hadisler) ve şer’î ahkâmı anlama tarzı olarak çok geniş bir tanımlamadır ve bu tanımlama ilk dönem Hâricî fırkalardan Ehl-i Hadis ve Selefiyye’ye, Dâvûd b. Ali’nin tesis ettiği Zâhiriyye mezhebinden Şâfiîlik, Hanbelîlik ve günümüzdeki cihatçı Selefî hareketlere kadar çok çeşitli mezhep, ekol ve başka yapıları kuşatır. Metodolojik açıdan bakıldığında ise Zâhirîlik nassları ve şer’î ahkâmı anlama/açıklama hususunda metin-merkezci ve lafız-beyan eksenli yaklaşımları içeren bir tanımlamadır.

Zâhirî anlayış genellikle nassın kendine özgü hususiyetlerinden bağımsız olarak, öznenin nassa yaklaşım biçiminden hareketle değerlendirilir. Hâlbuki bu anlayış her şeyden önce Kur’an metnindeki dil, üslup ve ifade tarzıyla ilişkilidir. Bilhassa emir-yasak içerikli nasslardaki beyanlara bakıldığında, bu beyanların çok zahir ve sarih olduğu, sözgelimi Kur’an’da “tilke hudûdullâh” gibi lafızlarla kesin sınırlar ve kayıtlar konulduğu hemen anlaşılır. Bu tür bir açık hitap tarzı karşısında, muhatabın kendini kışladaki asker gibi hissetmesi gayet tabiidir. Ne var ki İslam düşünce geleneğinde, başta İhvân-ı Safâ ve İsmâilî filozoflar olmak üzere Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Abdürrezzâk el-Kâşânî ve daha birçok mutasavvıf “zâhir”e burun kıvırarak hep “bâtın”la ilgilenmişler ve bu seçkinci eğilime paralel olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanmasında zâhir-bâtın, avâm-havâs gibi kategorik ayrımları çok önemsemişlerdir. Özellikle tasavvuf kültüründe rağbet gören bu meşhur ayrımdaki temel kabul zâhirin “avâm”a, bâtının” havâs”sa hitap ettiği yönündedir.

***

İlâhî hitabın Arabî-lisânî kalıplar içinde somutlaşmış bir metin olması ve bu metnin fıkıh geleneğinde hukuk kodu gibi kullanılması anlam, yorum ve hüküm istinbatında verili bir unsur olarak “zâhir”e riayet edilmesini kaçınılmaz hâle getirir. Başka bir ifadeyle, bilhassa fıkıh ve kelam disiplinlerinin normatif karakterli olması, dilde verili bir unsur olarak ilk planda “zâhir”i esas almayı gerektirir. Öte yandan, Ehl-i Hadis ve Selefiyye ekolünde dinin nass, haber ve selefi taklitten ibaret görülmesi ve aynı zamanda İmam Şâfiî’den İbn Hazm’a uzanan Zâhirî çizgide genel olarak dinde, özel olarak Kur’an ve Sünnet’te tüm hayat olaylarıyla ilgili bir delilin bulunduğu fikrinin benimsenmesi nassların hemen her tikel/fer’î/cüz’î konu veya sorunda dahi referans metni olarak kullanılmasını icap ettirir. Bütün bunlar Zâhirîlik çerçevesinde tartışılması gereken önemli meselelerdir. Gerek dinî-ahlâkî kimliğimizin teşekkülünde gerek hayat pratiğimizin tanziminde her bir fer’î meseleyle ilgili olarak nassa başvurmak zorunda olup olmadığımız ve dahi nassı hukuk kodu gibi kullanmakla nereye varacağımız meselesini de bu vesileyle teşrih masasına yatırmak gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Nisan 2018

FETÖ Meselesinde Sorumsuzluk ve Sululuk


FETÖ ve elebaşısı hakkında epey zamandan beri yazı yazmadım; çünkü artık yazmaktan usandım. Beni bu konu hakkında konuşmak ve yazmaktan usandıran temel sebeplerden biri, geçmişte Gülen’in teveccühüne mazhar olmak ya da en azından onunla aynı fotoğraf karesinde yer almak için adeta birbiriyle yarışan birçok kişinin bugün, “Kimin FETÖ’cü olduğunu en iyi ben bilirim” edasıyla konuşup yazacak kadar pişkin olmasıdır. Hele de yıllar boyu Gülen alçağının yanı başında ömür tüketmiş olan birkaç bilindik şahsın, bu alçağın alçaklıklarını sanki daha dün fark etmişçesine, gayet saf, bön, masumane tavırlarla konuşması, üstüne üstlük “Filan üniversite rektörü, falan bürokrat FETÖ’cü!” diyerek muhbirliğe soyunması yok mu, vallahi dayanılmaz kahırdır.

***

Bütün bu tiksinç hallere rağmen bir kez daha FETÖ ve elebaşısı hakkında yazma gerekçem, son günlerde tanıklık ettiğimiz sorumsuz birtakım açıklamalar ve sululukla eşdeğer bazı yazılardır. Sorumsuz açıklamalardan kastım, devlet katında ve üst düzey sorumluluk makamında bulunan kimi zevatın, “Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde FETÖ’yle mücadele nihayete erdi”, “Askeri Okullar tam manasıyla FETÖ’den temizlendi” türünden gevşek beyanlarda bulunması ve daha dün bu tür beyanlarda bulunan birinin bugün çıkıp, “Hazırlık aşamasındaki yeni OHAL kararnamesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki üç bin kripto FETÖ’cü ihraç edilecek” şeklinde bilgiler paylaşmasıdır. Başta devletin en kritik kurumlarına sızma becerisi olmak üzere sinsilik, habislik ve lüzûcîlikte (yapışkanlık) eşi benzeri görülmedik kabiliyetlere sahip olan FETÖ’nün hangi mucizevi yöntemle kökünün kazındığı(!) hakikaten merak konusudur.

Sululuk meselesine gelince, bu tabirle kastettiğim şey birkaç gün önce ulusal bir gazetede yayımlanan “Fethullah Gülen olsam” başlıklı yazıdaki akla ziyan muhtevadır. Yazara göre Gülen, ‘Peşiman oldum, nadim oldum, bir dahi işlememeğe azm u cezm eyledim’ diye yüksek sesle ala meleinnas ahd vermelidir… Gülen, Türkiye’ye, köyüne dönmelidir. Zaten kaç yıl daha yaşar ki insan. Bildiğini de anlatır, teşkilata sadece eğitim ve öğretim hizmetinde olmalarını emreder ve bir de dünya çapında güçlü bir İslam âlimleri yetiştirme ve İslam araştırma merkezi ve üniversiteyi kurar. Bu merkez ve üniversite dünyada benzeri olmayan bir kalitede müessese olur. Türkiye’ye dönünce ve iktidar ile iyi münasebetlerini tesis edince, eminim, ona muamele de iyileşecek, böylece dış güçlerin tesirinden uzak olarak hayatının son günlerini yurtta geçirecek, teşkilatın asıl hizmeti yeniden canlanacak ve bir uluslararası İslam âlimleri yetiştirme projesi faaliyete girecektir. Malum tevbe meşrudur, itiraf ve itizar hükme medardır.”
 
***

Evet, tevbe meşrudur; fakat unutmamak gerekir ki tevbe ve istiğfarın raci olduğu mercii insanlar değil, Allah’tır. Ayrıca, Allah’ın hakkı ile kulların hakkını birbirine karıştırmamak lazımdır. Yüz binlerce, hatta milyonlarca insanın hakkını çalan, yine sayısız insanın hayatlarını karartan, 15 Temmuz gecesi yüzlerce vatan evladının canlarına kıyan bir alçak hakkında millet ve devlet adına af teklifinde bulunmak, üstüne üstlük bu alçağın yeni bir İslam araştırmaları merkezi ve üniversite kurmasından dem vurmak, en hafif tabirle sululuk yapmaktır. Korkarım, bahse konu sorumsuzluklar ve sululuklar giderek çoğalacak, FETÖ’yle mücadele gitgide cıvıklaşacak ve belki de hepten çivisi çıkacaktır. Gerek balık hafızalı olmamız, gerekse dün söylediğimizi bugün tekzip etmekten pek hicap duymamamız FETÖ’yle mücadelenin sulandırılmasına yönelik endişelerimizi arttırmaktadır. Son olarak, iki gün önceki bir futbol müsabakasında yaşanan berbat olaylar, toplumsal kimyamızın bozulduğu yönündeki yaygın algıyı maalesef haklı çıkarmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Nisan 2018

Zübde-i Âlem, Züppe-i Âlem


Şeyh Gâlib, bir Mevlevi dedesine yaraşır engin gönüllülükle, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen; merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” (Hoşça bak kendine ki kâinatın özüsün sen; varlık âlemindeki bütün her şeyin özüsün sen) demiş ve bu dizelerinde insanoğlunu müthiş yüceltmiştir. İhtimal ki Şeyh bardağın sırf dolu tarafına bakarak, güzel düşünüp güzel konuşmak istemiştir. İmam Gazâlî ve Şehâbeddîn Sühreverdî gibi mutasavvıflar da insanı “Allah’ın halifesi” olarak görmek istemişlerdir. İslam tasavvuf kültüründeki bu pozitif anlayış muhtemelen “insan”ı gönlünden yakalamak, ona hep iyi tarafını hatırlatmak ve böylece sınırsız şer üretme potansiyelini mümkün mertebe işlevsiz kılmak gibi ulvî bir amaca yöneliktir.

***

Tasavvufî irfanın insanoğlunu hayırsızlıktan el çektirip hayırlı bir varlık olmaya yöneltme çabası elbette çok kıymetlidir. Ama gerçekte insan denen varlık, Şeyh Gâlib’in nitelediği gibi “zübde-i âlem” filan değil, aksine ve belki de “züppe-i âlem”dir. Kanımca insanoğlunun en büyük vehmi, kendini dev aynasında görmesi, kendini çok önemsemesi ve çok değerli bir varlık zannetmesidir. Oysa Allah’ın uçsuz bucaksız kâinattaki muhteşem işleri ve şaheserleri içerisinde insan hem nicelik hem nitelik itibariyle sanki bir parazit gibidir. Kaldı ki insanoğlunun yeryüzü sahnesine çıktığı günden beri kan dökme ve fesat üretme iştahı hiç kesilmemiştir. Nitekim bu bizim “züppe-i âlem” her zaman olduğu gibi bugün de “Füzeler geliyor” naraları atarak dünyayı bir kez daha yangın yerine çevirmenin eşiğine gelmiştir. 

Kendimi bildim bileli, “insanoğlu”na karşı karamsarımdır. Ancak yine de Şeyh Gâlib’in ifadelerindeki kadar abartılı olmasa da hep iyi olana bakmaya çalışmışım, “İnşallah daha iyi olacak…” diyerek kendimi avutmuşumdur. Bununla birlikte, insanoğlunun şu üç günlük hayatta bitmez tükenmez ham hayaller ve tûl-i emellerle bir oraya bir buraya savrulup durmasını, çok amansız ve acımasız şekilde birbirini kırmasını hiç anlamamış, anlayamamışımdır. Bu arada, bizim Diyanet’in birkaç sene önceki bir kutlu doğum programı vesilesiyle insanın pek “onurlu varlık” olduğundan dem vurmasını da sululuk olarak algılamışımdır. Yeri gelmişken hatırlatalım ki Kur’an’da “insan” kelimesi belirlilik takısıyla geçtiği ayetlerin kahir ekseriyetinde, “nankör, zalim, cahil” gibi sıfatlarla zikredilir. İsrâ 17/70. ayetteki ve-lekad kerremnâ benî âdem ifadesinde ise “Biz Âdemoğlunu peşinen onurlu, saygın kıldık” değil, “Biz Âdemoğluna pek çok lütuf ve ihsanda bulunduk” denilmek istenir ve bu ifade birçok müfessir tarafından, “Ama insanoğlu bunca lütuf ve ihsanın şükrünü ifa etmedi” diye izah edilir.

Schopenhauer’in ifadesiyle, insanın hayat sahnesindeki arzusu sınırsız, talepleri bitmez tükenmezdir; üstelik her tatmin edilmiş arzu bir yenisini üretir. Bu dünyada imkân dâhilinde olan hiçbir tatmin onun şiddetli arzusunu dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez. Peki, şimdi biraz durup düşünelim, bunca tatminle nedir insanın eline geçen? Çok kere her gün bitip tükenmez çaba ve sürekli tasa ile sefalet ve ihtiyaç ve kapıda bekleyen ölümle boğuşarak zorla elde edilen bu hayatın safi sürdürülmesinden başka hiçbir şey! Bu hayatta her şey dünyevî mutluluğun boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşılmaya yazgılı olduğunu ilan eder…

***

Hayat kendisini sürekli bir aldanış, bir hile ve desise olarak sunar. Eğer vaat ettiyse sözünde durmaz, ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar… Kâh umutla kâh umut beslenen şeyle aldanmamızın sebebi budur. Eğer verdiyse mutlaka almak için vermiştir. Her gün, haftada, yılda bir meydana gelen küçük büyük talihsizlikleri, bütün hesaplamaları boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazaları ile hayat bizi tiksindirmesi gereken bir şeyin öylesine açık bir şekilde damgasını taşır ki insanın nasıl olup da bunun farkına varamadığını, hayatın şükranla tadının çıkarılması gerektiğine ve insanın mutlu olmak için var olduğuna ikna olabildiğini anlamak güçtür. Tam tersine hem hayatın genel tabiatı, hem de sürekli aldatma ve aldanış bizde o fikri uyandırmalıdır ki bunlar bir sebepten ötürü bu şekilde tanzim edilmişlerdir ve ne olursa olsun var olan hiçbir şeyin çabamıza değmediğine, bütün uğraş ve didinmelerimizin beyhude, dünyanın her bakımdan müflis, hayatın da asla maliyetlerini karşılamayan bir iş olduğuna kani olabilmeliyiz. Dolayısıyla irademiz böyle bir hayattan pekâlâ yüz çevirebilir… Ne var ki bütün bunlara rağmen insanoğlu birbiriyle didişme, birbirini yeme, yeryüzündeki tüm doğal kaynakları talan etme ve bütün gezegeni yangın yerine çevirme azminden bir adım geri atmamaya yeminli görünmektedir. Bu acayip hâl insanoğlunun “zübde-i âlem” değil, “züppe-i âlem” olduğunu ima etmektedir. Nitekim Kur’an’ın tanıklığına göre melekler de e-tec’alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve-yesfiku’d-dimâ’ derken buna benzer bir şey söylemek istemişlerdir. Vallâhu a’lem.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Nisan 2018

Destursuz Bağa Girenler


Öncelikle başlıktaki ifadenin, sivri dili ve iğneleyici üslubuyla tanınan şairimiz Orhan Şaik Gökyay’ın bir kitabına göndermede bulunduğunu ve bizi takip eden birçok insanın rahatsız olacağını bilmeme rağmen bugün bu yazıda Gökyay’ın üslubuna benzer bir üslup kullanmak durumunda olduğumu peşinen arz edeyim. Geçen hafta bu köşede yayımlanan “Mâtüridîlik Meselesi” başlıklı yazımı şu mealdeki ifadelerle noktalamıştım: Dinî alandaki çok boyutlu sorunlarımız muayyen bir itikâdî/fıkhî mezhep şablonunu bugüne taşımak veya belli bir mezhep formasyonunu esas almakla çözülmez. Eğer böyle bir hazır çözüm formülü olsaydı, Hanefî-Taliban gibi melez kimlikler ve mensubiyetler ortaya çıkmazdı. Bu bakımdan biz dinî ve fikrî düzlemde de özgürlük alanını genişletmek, demokratik kültürü özümsemek zorundayız.

***

Fatma Barbarosoğlu’nun isabetli tespitiyle, “okuduğunu anlamayan, anlamadığı metin üzerinden yazarına hakaret edenlerin sayısı gittikçe artıyor. Mesele ahlaki mi yoksa mental mi? Korkarım her ikisi de… Algı düzeyi düşük, anladığını genellikle yanlış anlayan insanlar daha saldırgan oluyor… “Mâtüridîlik Meselesi” başlıklı yazım bu tespiti maalesef teyit etti. Yazıda geçen “çoğulculuk” ve “demokratik kültür” gibi kavramlar her nedense kimi çevreleri çok rahatsız etti. Bazıları adeta kırmızı şal görmüş boğa gibi saldırıya geçti; bazıları şehirlerarası yolcu otobüslerinin mola mekânlarındaki wc kapılarına yazılan küfür mottolarını anımsatan yorumlarla meseleye iştirak etti; bazıları da “demokratik kültür prostata da iyi gelir mi?” gibi ifadelerle zevzekliğini ifşa etti; ama bu “bazıları”nın pek çoğu gerçek kimliklerini izhar edemedi.

İnternet ortamı ve sosyal medya mecraları destursuz şekilde bağa girmeyi, yani perde arkasından tahkir, tezyif etmeyi çok cazip hale getirdi. Ne var ki aynı ortam ve imkân, toplumsal bünyede giderek yaygınlaşan fodulluk, nobranlık, ayarsızlık, şımarıklık, laubalilik, lafazanlık, saldırganlık gibi bir dizi ahlaki arızamızı da gözler önüne serdi. Belki de kalite düzeyimiz eskiden beri böyleydi ama geçmiş yıllarda iletişim teknolojilerinden yoksunluğumuz bugün ortalığa saçılan olanca çirkefliğimizin fark edilmesini engelliyordu. Yani kolay iletişim ve erişimle ilgili imkânsızlıklar bizim pek muhterem insanlar gibi algılanmamızı sağlıyordu. Ama artık internet neredeyse hepimizi sobeleyip gerçek yüzümüzü ortaya çıkardı.

Her neyse, çirkeflik bahsini şimdilik kapatmak ve “Çoğulculuk, özgürlük ve demokratik kültür gibi kavramların Mâtüridîlikle ilgili bir yazıda ne işi var? Yetti be!” diyerek feveran eden muhteremlerin bu denli köpürmesi münasebetiyle özgürlük, çoğulculuk gibi kavramlar hakkında birkaç şey söylemek lazım gelir. Bu meyanda ilkin söz konusu kavramlardaki semantik örgünün devlet ve siyasi düzen meselesine indirgenemeyeceğini belirtmek gerekir. Özgürlük, çoğulculuk gibi kavramlar dinî alandaki tartışmalar için de bahis konusu edilebilir. Kaldı ki bir mezhep veya bir dinî ekol teorik düzeyde ne kadar özgürlükçü bir yapıya sahip olursa olsun, tatbik alanında pekâlâ totaliter bir karaktere büründürülebilir.

Bunun tarihteki en çarpıcı örneklerinden biri, Bağdat Mu’tezilesi ve Mihne hadisesidir. Bu hadise ister toplumdaki bölünme tehlikesine karşı ön alma, ister Ehli- hadis ve muhafazakâr ulemanın halk üzerindeki nüfuzunu kırma, ister daha başka bir sebeple olsun, sonuçta özgürlükçü söylemleriyle tanınan Mu’tezile ekolü devlet desteğini arkasına alarak “Kur’an mahlûk mu değil mi?” şeklindeki tuhaf ve tuzak bir soruyla Ahmed b. Hanbel gibi âlimleri sorguya çekip eziyet etmiştir. Halku’l-Kur’an tartışması ilerleyen zamanlarda kelâmî-felsefî karaktere büründürülmüş, fakat tartışmanın Mihne dönemindeki entelektüel seviyesi 1980’li yılların Türkiye’sindeki “siyasi şube” sorgulamalarından öteye gitmemiştir.

***

Dinî alandaki en temel ihtiyaç, farklı görüş ve yorumların rahatça dillendirilip sapkınlık, ilhad gibi etiketlerle etiketlenmediği çoğulcu ve özgürlükçü bir sosyolojik vasata duyulan ihtiyaçtır. Çünkü böyle bir vasatta marjinal görüşler de dillendirilebilir ve kendini ifade imkanı bulabilir. Bunun için öncelikle tek hakikatçi dil ve üslubu terk etmek, yani İbn Âbidîn’in vecize gibi ifadesiyle, “Bizim görüşümüz yanlış olması muhtemel doğrudur; muhalifimizin görüşü ise doğru olması muhtemel yanlıştır” (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Riyad 2003, I. 139) demeyi bilmek gerekir. Tam bu noktada, tüm şer’î hükümlerin kesin delillere dayanmadığı, bir kısmının zanna tabi kılındığı yönündeki görüşün klasik dönem usul ulemasının büyük çoğunluğunca benimsendiğini, “Musavvibe”yi temsil eden birçok usul âliminin, “Re’y ve ictihada konu olan hususlarda Allah katında muayyen bir doğru yoktur. Doğru, müctehidin ulaştığı kanaatten ibarettir” şeklindeki görüşü açıkça dillendirdiğini, hatta İmam Gazâlî’nin, “Her müctehid isabet etmiştir” dediğini de hatırlatmak gerekir. Yeri gelmişken, Gazâlî’nin “İslam’da Müsamaha” adıyla Türkçeye de çevrilen Faysalü’t-Tefrika adlı eseri şiddetle tavsiye edilir.

İtikâdî konularda birbirinden farklı metotlar ve anlayışlara sahip olan Selefiyye, Ehl-i Sünnet ve Felâsife gibi muhtelif ekoller ve grupların mutaassıp temsilcileri arasında ayarsız ve acımasız şekilde süregiden tekfircilik Gazâlî’yi çok rahatsız etmiş ve bu durum Faysalu’t-Tefrika adlı eseri kaleme almasına sebebiyet vermiştir. Dinî alandaki tartışmaların mahiyetine ilişkin geniş bir ufuk ve perspektif sunan bu eser okunduğu takdirde hem özgürlük, çoğulculuk gibi kavramların din-diyanet konularıyla alakası, hem de “demokratik kültür”ün dinî alandaki tartışmaların seviyesine ne tür katkılarda bulunacağı az çok anlaşılabilir; hatta demokratik kültürün “hazımsızlık” ya da “farklı görüş dispepsisi” gibi rahatsızlıklara çok iyi geldiği bizzat tecrübe edilebilir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Nisan 2018