Devlet Katında Kariyer Network'ü Olarak Cemaat(ler) Fenomeni

FETÖ, Türkiye’de dinî grup ve cemaatlerin özellikle devletle ilişki açısından masaya yatırılıp tartışmaya açılmasına sebep oldu. Bu tartışma zemininde kimisi Boko Haram ile Paralel Yapı (FETÖ) arasında mahiyet farkı bulunmadığından ve gelinen noktada tüm cemaatlerin köküne kibrit suyu dökülmesi gerektiğinden dem vururken, kimisi de FETÖ imzalı 15 Temmuz alçak darbe teşebbüsünün genelde İslam’ı özelde cemaatleri yok etmeye yönelik küresel bir saldırı olduğundan ve bu arada “Ehl-i Sünnet omurga”nın da çökertilmeye çalışıldığından söz etti. Fakat ne tuhaf ve ne acıdır ki bu “kimileri” 17-25 Aralık hadiseleri patlak vermeden önce, FETÖ elebaşı Gülen’le ilgili olarak, bugün savunduklarıyaklaşımı seslendirenleri en ağır ifadelerle suçlayıp eleştirmekteydiler.

***
17/25 Aralık ve 15 Temmuz hadiseleri yaşanıncaya değin FETÖ’nün gerçekte ne olduğuna dair görüşlerini birtakım güzellemelerle ortaya koyan delici basiret ve feraset sahibi(!) kimi zevat bugün de cemaatlere yönelik eleştirel değerlendirmeleri İslam dinine saldırı olarak kodlamakla yine müthiş bir basiret ve feraset örneği sergiliyor. Aslında bu zevatın söylediklerine hiçbir şekilde itibar etmemek gerekiyor; fakat gelin görün ki bunlar Gülen ve örgütü ile ilgili olarak geçmişte söyledikleri ile bugün söyledikleri arasındaki mahiyet ve muhteva farkı üzerine adamakıllı bir muhasebe yapıp kendilerinden hicap duymaları gerekirken, hicap duymak şöyle dursun halen dahi ahkâm kesmeyi sürdürüyorlar. Konuştukları zaman da adeta tekfur torunu edasıyla kostaklanıyorlar.

Memleketin genel sosyolojik manzarasına bakınca, maalesef bu tür ilkesizlikler ve kıblesizliklerin pek yadırganmaması gerektiğini söylemek gerekiyor. Çünkü son yıllarda birçok farklı alanla ilgili olarak kamuoyuna yansıyan söylemler Süleyman Demirel’den siyasi hafızamıza armağan kalan o meşhur “Dün dündür, bugün bugündür” sözünün artık genel geçer bir kural haline geldiğini gösteriyor. Öte yandan, ülkeyi ve devleti yakından ilgilendiren herhangi bir mesele hakkında görüş beyan etmenin ya vatanperverlik ya da hainlik kategorisi içinde değerlendirilmesi toplumsal düzlemde genel ruh sağlığımızın hakikaten bozulduğuna işaret ediyor. Kendimden pay biçerek söylemeliyim ki bu hal her geçen gün hayat memnuiyetimizin daha da azalmasına, mevsim geçişine bağlı geçici huzursuzluk ve mutsuzluk teşhisiyle açıklanması mümkün olmayan ciddi bir depresif tablonun ortaya çıkmasına, kısacası neredeyse bütün bir toplumsal beden olarak çok yorgun, yılgın ve bıkkın halde yaşamaya çalışmamıza sebep oluyor.       

***
Cemaatler meselesine gelirsek, sonuçta kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, günümüz Türkiye’sinde cemaatlerle ilgili olarak umûm-i belvâ hâline gelen bir gerçeklik var ki o da birçok cemaatin hâl-i hazırda birer kariyer networküne ve/veya insan kaynakları şirketine dönüştüğü gerçeğidir. Öyle ki bugün devletin herhangi bir kurumunda belli bir pozisyon almak veya kariyer merdiveninde bir
basamak yukarı çıkmak, çoğu zaman şu veya bu cemaatin networkü içerisinde yer almayı ve ilgili cemaat nezdinde akredite olmayı gerektiriyor. Fakat tuhaf olan şu ki müesses bir dinî grup ya da cemaate mensubiyet ölçütleri ve uygunluk teyit belgelerinin nasıl değerlendirildiği çok iyi bilinmediği gibi hangi şartlar taşındığı takdirde şu veya bu cemaatten olunduğu da aslında pek test edilmiyor.

Hâl böyle olunca böyle bir sosyolojik iklimde ilkesizliğin pek de gayr-i ahlâkî bir tutum olmayacağı hükmüne varan veya zamanın ruhundan dolayı ahlâkî duyarlılıklarını askıya alan kurnazlar taifesi birdenbire kendilerinin şu veya bu cemaate mensup olduklarını fark ediyor. Hatta bazı kurnazlarımız kimi zaman kendilerini cemaatin kurucu figürlerinden biri gibi takdim edebiliyor ve dolayısıyla bu safhadan sonra devletin ilgili kurumunda hangi personelin istihdam edileceği, hangi kadroya kimin başvurması gerektiği gibi işler bir bakıma kendisinden sorulur hale geliyor. Bu düzlemde işleyen kariyer networkü öyle güçlü ki hiç kimse çıkıp da, “Kimin malını kime veriyorsun?” demeye cesaret edemiyor. Ama gelin görün ki her gün daha hızlı döndüğüne tanıklık ettiğimiz bu çark ve dem ü devran bir taraftan dinî değer ve sembollerimizin heder olup gitmesine yol açarken, bir taraftan da maddi güç ve nüfuzla imtihanımızın, “Görgüsüze kılıç vermişler, önce babasını asmış/kesmiş”, “Görmemişin çocuğu olmuş…” gibi atasözlerinde ifade edilen minvalde seyrettiğini gösteriyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Ekim 2017

Sokma Akıl Yedi Adım Gider

Bizim Doğu Karadeniz taraflarında “Sokma akıl yedi adım gider” diye bir atasözü vardır. Bu sözün “El atına binen tez iner, sokma akıl yedi adım gider” şeklinde bir varyantı da vardır. Sokma akılla ilgili bu veciz söz kendi aklının ne işe yaradığını bilmeyen, hatta bilmek dahi istemeyen, hep başkalarının aklıyla hareket eden kimseleri niteler ki böyle bir niteleme özellikle müesses dinî yapılardaki genel müslüman modelini akla getirmektedir. Zira dinî düşünce dünyamızdaki en temel problemlerden biri sokma akıl ve buna bağlı olarak, “Ben bilmem, şeyhim bilir” demeyi kendine hayat felsefi edinmiş dindar modelidir. Sokma akıllı dindar modelinde akıl, öncelikle kişinin kendisi olmak üzere hiç kimseye faydası olmayan bir şeyden ibarettir. Hatta şey bile değildir.

***

Genel olarak dindar insan modelimizin sokma akıl sahibi olmayı yeğlemesi, bir yönüyle derin düşünce ve düşünmenin kaçınılmaz kıldığı huzursuzluktan hiç hazzetmemesi, dolayısıyla zihin konforunu bozmak istememesidir. Her ne kadar bizim muhafazakâr ve İslamcı taife, “Batı, Aydınlanma, Kartezyen felsefe, modernizm” filan diyerek itibarsızlaştırmaya çalışsa da akıl insana bahşedilmiş ilahi lütufların belki de en başında gelir. Hal böyleyken, insanı insan yapan akıl, irade ve düşünce gibi kabiliyetleri rafa kaldırıp kişinin kendini neredeyse büsbütün atıl hale getirme eğiliminin daha ziyade din alanında kendini göstermesi ve bu alanda çoğunlukla konformistliğin, yani çoğunluğun belirlediği satır çizgileri arasında kalmanın tercih edilmesi hayli ilginçtir. Bu durum bir açıdan din alanında “beleş hizmet alımı” arzusuna işaret ederken, diğer bir açıdan da teolojik sorunların ağır zihnî-fikrî yükünü taşıma işinin başkalarına ihale edilmesi kurnazlığına (şark kurnazlığı) işaret etmektedir. Bir dindarın sokma akıl sahibi olmayı yeğlemesi gerçekte kendini aşağılamasıdır; fakat gelin görün ki kurumsal dinî yapılardaki hâkim düzen içerisinde kişi akıl ve iradesinden vazgeçmek suretiyle kendini aşağıladığı halde bu durumu bir olgunluk ve kemal vasfı olarak telakki etmekte ve böyle bir telakki sonuçta “insansız İslam” denebilecek bir problem üretmektedir.       

İslam’ın en temel varlık sebeplerinden biri, aklın restore edilmesidir. Mücahit Bilici’nin İslamda Savaş Bitmiştir adlı yeni kitabının “Ruhban ve Hayvan” başlıklı ilk yazısındaki tespit ve değerlendirmelere göre İslam dinde aydınlanmadır. Avrupa’daki aydınlanma dinen İslamlaşmadır ki buna ateizm de dâhildir. Zira aklı kullanan samimi bir ateizm, aklı kullanmayan samimi bir müslümanlıktan daha insani ve İslamidir. İnanmamak ve inanmayabilmek, inanma ve inanabilmenin şartıdır. Başa kakılmış bir doğru, rıza ve iradeyle ulaşılmış bir yanlış kadar saygın değildir. Şu halde, Avrupa’daki tarihsel aydınlanma Hıristiyan toplumun ruhban ve saltanat esaretinden çıkarak insaniyete girmesi, aklın ferde düşmesidir. Bir toplumda aydınlanma ihtiyacının alameti ise o toplumda bir ruhban sınıfının oluşmasıdır. Ruhbanın oluşması, insanın taklide düşmesi ve hayvaniyete gerilemesi, vicdan üzerinde vesayetin başlangıcı demektir.

Atalar dininin, fıkıh mühendislerinin, ruhban sınıflarının, efendileştirilmiş hocaların vesayet ve velayetine karşı İslam’ın özü olan Kur’an esas itibariyle bireyi akla ve düşünmeye davet eder. Hal böyleyken, ruhban katmanının oluşması ile akla olan ihtiyaç bir fonksiyon olarak veli-vasi olan bu sınıfa delege edildiği için ruhbana tabi hale gelen insanların insaniyetleri atıl hale gelmiştir. Gassal elinde meyyit olanlar, şeyhinin ve/veya efendisinin emrini sorgusuz sualsiz yerine getirenler, Allah dışında ve yatayda iradelerini bir şeye teslim etmiş olanlardır. Ruhban sınıfı ancak kendisine eşlik eden bir hayvan sınıfının oluşmasıyla mümkündür. Yani bu (politik) vücudun baş ve bedeni birbirini doğurur ve birbirine muhtaçtır. Ruhban sınıfı bir baş olarak oluştuğu zaman o toplumda akıl ruhbanda kalır (insaniyet o tarafa çekilir) ve toplumun onlara tabi kalan kısmı ise sadece beden haline gelir (hayvaniyet o tarafa çekilir). Dolayısıyla akıl ve irade sahibine seslenen bir dinin ruhbanı reddetmesi ne kadar doğalsa ruhban sınıfı oluşmuş bir toplumda o dinin perdelenmesi de aynı nispette doğaldır. Çünkü ruhbana tabi olanlar, o süzgeçten, vesayetten, velayetten geçmiş bir dini taklit ile tüketici konumunda kalırlar ve dinin muhatabı olmaktan çıkarlar. 

***

Bugün İslam dünyası denilen coğrafyalarda ve İslami gelenekte değişik varyantlarıyla ruhban sınıfı mevcuttur. Üstelik bu sınıf yüzyıllarca etkin bir şekilde kendini yeniden üretmeyi başarmıştır. Bireyin akıl ve iradesi üzerinde vesayet veya velayet üreten tüm kurumsallaşmalar ruhbanlıktır. Kendini dinin yerine koyan Sünnilikte de Şiilikte de bu tür bir ruhbanlaşma mevcuttur. Aynı şekilde kalbi açmak için aklı askıya alan sûfî formasyonlar da benzer bir ruhban sınıfı oluşturmuştur. Fıkhın vesayetçileri ile tasavvufun velayetçileri bu noktada birey ile vahiy, insan özgürlüğü ile Allah arasında bir tür aracı otorite haline geldikleri için, İslam dünyası bugün Abicilik yapan Nurcusundan, şeyhini uçuran tarikatçısına, beşeri bir ürün olan İslam hukukunu mutlaklaştırıp eski bedevi uygulamalara binaen bugün kafa kesen kimi selefi radikalliklere kadar muhtelif akılsızlıklar veya sokma akıllılıklar ile maluldür. Müslümanların bugün yaşadığı krizin sebebi budur. İslam’da insan kaybolmuştur. İnsaniyet sönmemişse de susturulmuştur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Ekim 2017

Kur'an Vahyi Sempozyumunun Ardından

Geçen hafta Cumartesi günü (07 Ekim 2017) İstanbul Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde Kur’an Çalışmaları Vakfı tarafından “Vahiy Zincirinin Son Halkası Kur’an Vahyi” sempozyumu düzenlendi. Sempozyum her yönüyle mükemmeldi. Bu yüzden, başta Kur’an Çalışmaları Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Fahrettin Yıldız ve proje koordinatörü Prof. Dr. Murat Sülün olmak üzere sempozyumun gerçekleştirilmesinde maddi ve manevi katkıda bulunan herkes kendilerini şükran ve minnetle anmamızı gerçekten hak etti. Sempozyumda sunulan bildiri metinlerinin program öncesinde kitap olarak yayımlanması ise ayrı bir güzellikti. Gerçi bazı hocalarımız bildiri metinlerinin gözden geçirilip revize edilme imkânını ortadan kaldırdığı gerekçesiyle program öncesi yayım faaliyetini eleştirdi. Fakat şahsi kanaatime göre sempozyum kitabının önceden neşredilmesi özellikle motivasyon açısından isabetli bir tercihti.

***

“Kur’an Vahyinin Anlaşılması, Yorumlanması ve Modern Çağa Taşınması” başlıklı bir bildiriyle katılma imkânı bulduğum sempozyumun en dikkat çekici tarafı çok kalabalık, aynı zamanda çok olgun ve seviyeli bir katılımcı kitlesinin sabah saat dokuzdan akşam saatlerine kadar neredeyse hiç fire vermeksizin pür dikkat programı takip etmesiydi. Kimi zaman vahiy kavramıyla ilgili çok yoğun fikirlerin serdedildiği, kimi zaman geleneksel anlayışlarla bağdaşmaz görüşlerin serimlendiği sunumlarda son derece özgür ve özgürlükçü bir vasatın hâkim olması ve daha da önemlisi tüm program boyunca hiçbir provokatif ve sabote edici bir tavra tanık olunmaması son zamanlarda giderek çoraklaşan din, diyanet ve İlahiyat alanına ilişkin ümitlerimizin tazelenmesine vesile oldu.

Sempozyumda muhteva itibariyle çok nitelikli bildiriler sunuldu. Prof. Dr. Mahmut Aydın’ın “Hıristiyanlıkta Vahiy”, Prof. Dr. Murat Sülün’ün “Kur’ân-ı Kerim’de Vahyin Kavramsal Çerçevesi” ve Prof. Dr. Ömer Özsoy’un “Vahiy Geleneği Bağlamında İkiz Doğum Olarak Kur’ân Vahyi: Kur’ân Metni ve Kurucu Ümmet” başlıklı bildirileri özellikle zikre değer evsaftaydı. Özsoy’un bildirisindeki ana fikre göre Kur’an metni tarihte eşine az rastlanır bir insani başarıya hem rehberlik, hem de refakat etmiş olan Kur’an vahyinin dokümanıdır. Bu yüzden ne Kur’an metnini ikiz kardeşi olan kurucu ümmetten ve onların yaşam pratiğinden kopararak okumanın, ne de Hz. Peygamber’in ve kurucu ümmetin Sünneti’ni onu varlık sahnesine çıkaran ve meşruiyetinin belgesi olan Kur’an metninden kopararak okumanın bir haklılığı olabilir…

Elbette, Hz. Peygamber’in ve kurucu ümmetin kendi kültürlerinin çocukları olarak sahip oldukları bütün telakkilerin ve kendi bilgi kaynaklarına dayanarak ortaya koydukları bütün uygulamaların kategorik olarak tüm zamanlar için geçerli olmasını bekleyemeyiz. Onların bazı uygulamaları, şartların değişmesine bağlı olarak zamanla geçerliliğini yitirebileceği gibi, evren ve varlık hakkında daha doğru bilgilere sahip olduğumuz bugün için onların bazı telakkilerini de isabetsiz bulabiliriz. Örneğin, tıbb-ı nebevi başlığı altında adeta kutsanan Hz. Peygamber’in sağlıkla ilgili telakki ve tavsiyeleri bugünün tıp bilgisi açısından geçersiz içeriklere sahip olabilir. Ancak bu durum, söz konusu içeriklere sahip hadislerin mevsukiyetinden şüphe etmemizi gerektirecek bir karine teşkil etmez…

Mevcut din söylemimizde hâkim olan Kur’an ve Sünnet ilişkisine dair tasavvurlarımız son derece problemlidir. Çünkü Sünnet ya beşer katkısı bulunduğu gerekçesiyle Kur’an karşısında değersizleştirilmekte veya değerli olması için beşerî katkı olduğu inkâr edilip tamamen vahye istinat ettirilmektedir. Oysa Cenâb-ı Hak vahiyle birlikte yeryüzü sakinlerine sadece bir metin armağan etmemiş, aynı zamanda bu metnin nüzulüne refakat eden Hz. Muhammed’in etrafında oluşan örnek bir cemaat/toplum bahşetmiştir. Daha ileri giderek, Kur’an vahyinin asıl hedefinin insanların eline her dönemde okuyup hükümler çıkarabilecekleri bir metin vermek değil, her dönemde örnek alabilecekleri bir yaşam pratiği ortaya çıkarmak olduğunu söyleyebiliriz…

***

İslam’ın doğuşuyla, yani Kur’an vahyinin rehberliğiyle ortaya çıkan ilk müslüman cemaatin öncülük ettiği dinsel, epistemik, ahlaki ve siyasi inkılabı insanlık tarihinde gerçekleşen bir erken aydınlanma olarak müşahede ve başkalarına karşı herhangi bir faşizme düşmeden onların takipçisi olmakla iftihar edebiliriz. Kurucu ümmetin yeryüzündeki davasının başlıca unsurlarını hatırlamak, hali hazırdaki İslam algı ve pratiklerimizin ne denli bu davanın takipçisi niteliğinde, ne denli bunlar yerine ikame edilen karşı devrimler niteliğinde olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Dinsel alanda ulusal Tanrı yerine evrensel Tanrı, hakikat tekelciliği yerine dinî çoğulculuk, dinsellik yerine dünyevilik; bilgisel alanda belirsizlik yerine kozmolojik ve sosyolojik düzen, olağanüstünün (mucize) aciz bırakıcılığı yerine olağanın çarpıcılığı, temelsiz kabul yerine temellendirilebilir bilgi; siyasi ve iktisadi alanda ise güç yerine hak, rekabet ve çatışma yerine yarışma ve dayanışma, üstünlük ve sömürü yerine eşitlik ve paylaşım…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Ekim 2017

II. Meşrutiyetten Bugüne Bir Arpa Boyu Yol...

Başlıkta belirtilen zaman aralığı dinî düşünce alanıyla ilgilidir. Gerçi sosyolojik düzlemde bilim, felsefe, siyaset, ekonomi gibi farklı alanlardaki gelişmelerin birbirinden bağımsız olmadığı bilinir. Ancak biz yine de II. Meşruiyet döneminden bugüne kadar geçen yüz küsur yıllık zaman diliminde dinî düşünce alanındaki serencamımızı parantez arasında ve tek başına irdelemeyi deneyeceğiz. II. Meşrutiyet, Osmanlı devletinin tam manasıyla beka sorunu yaşadığı ve bu yüzden siyasal bütünlüğün korunması yolunda adeta siyasi ve fikrî seferberlik yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde hem devletin inkırazdan kurtulması hem de parlak bir gelecek inşası hedefiyle de doğrudan ilişkili olarak Osmanlı aydınları bilahare Garpçılık, Türkçülük, İslamcılık diye nitelendirilecek yönelimlerle imal-i fikirde bulundular. Bu yönelimler dönemin ruhundan dolayı transizyonelliğe elverişli olduğundan bazı aydınlar Türkçü-İslamcı, İslamcı-Garpçı denebilecek farklı kimliklerle ön plana çıktılar. Bununla birlikte dinî ahkâmın icâbât-ı asra muvafık şekilde tatbik edilebilmesi için ictihad müessesesine yeniden işlerlik kazandırılması hususunda hemfikir oldular.

***

Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd gibi dergilerde İslamcı kimlikleriyle tanınan birçok fikir ve ilim adamının özellikle Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın ıslah-tecdit projesi ekseninde sayısız telif ve tercüme makale yayınladıkları ve bu zengin neşriyatta geleneksel dinî düşüncedeki sorunlara parmak bastıkları iyi bilinmektedir. Osmanlının son döneminde Garpçı kanattan Abdullah Cevdet, Türkçü kanattan Ziya Gökalp gibi aydınlar da dinî konularda yazıp çizmiş ve bu isimlere ait bazı fikirler hayli ses getirmiştir. Mesela, Ziya Gökalp içtimai usul-i fıkıh nazariyesinden söz etmiş ve “Fıkıh hem vahye hem içtimaiyata dayanır” demiştir. Bu nazariyeye göre İslam şeriatı hem ilahi hem içtimaidir. Fıkhın nakle dayalı prensipleri sabittir. İçtimai esasları ise toplumsal yapıların değişim ve dönüşümüne bağlı olarak değişkendir. Gökalp, İmam Ebû Yûsuf’a izafe ettiği, “Örf ile nassın çatışması halinde nass örften mütevellit ise örfe itibar edilir” şeklindeki görüşten hareketle, “Acaba dünyevi işlere ve içtimai hayatla ilgili nassların hemen hepsi örften mütevellittir denilemez mi?” meselesini gündeme getirmiştir. Halim Sabit gibi bazı aydınlar bu konuda Gökalp’i desteklerken, İzmirli İsmail Hakkı gibi âlimler içtimai usul-i fıkıh nazariyesinin temelsiz olduğuna dair bir dizi makale yazıp neşretmiştir.

Osmanlının son döneminde Mansûrizade Said de genel olarak şeriat ve fıkıh alanında, özel olarak çok eşlilik ve riba gibi konularda çok cesur görüşler dile getirmiştir. “Ezmânın tebeddülüyle ahkâm tebeddül eder” (Zaman değişince hükümler de değişir) kaidesi icâbât-ı zamana göre ahkâm-ı şer’iyyeyi tebdil etmek İslamiyetin zaruratındandır, anlamına gelir” diye düşünen Mansûrizade Mecelle’nin külli kaideleri ile doğal hukukun temel prensipleri arasında ilişki kurmuş ve söz konusu külli kaideleri hem şer’î nassların hem içtihâdî hükümlere dayanak oluşturan temel esaslar olarak tanımlamıştır. Bu yaklaşıma göre günümüzde bir hüküm vaz ederken akla, tabiata ve çağın gereklerine uygunluk şartı esas olmalıdır. Bu hükmün nassların literal anlamlarıyla bağdaşma zorunluluğu yoktur. Çünkü gerçek anlamda şeriat meselelerin şekil ya da biçimleri değildir. Şeriat Kur’an ayetlerinin bile istinat ettiği temel ilkeleri gözetmektir.

Seyyid Bey de bu bağlamda anılmaya değer bir isimdir. Hilafetin kaldırılması sırasında mecliste yaptığı meşhur konuşmasıyla tanınan Seyyid Bey, klasik fıkıh usulündeki maslahat kavramına odaklanarak nassların gâî (teleolojik) yorumu üzerinde durmuştur. Bu konuda Necmeddin et-Tûfî’nin maslahatla ilgili görüşlerini ön plana çıkaran Seyyid Bey nassların belli bir maksat ve maslahat için vaz edildiğini, dolayısıyla nassın mevzuu bulunan maksat ve maslahat neyi icap ediyorsa onunla amel edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Şayet nass ile maslahat arasında tearuz/çatışma olursa, böyle bir tearuz halinde o nassın dayandığı maksud-i şariye bakılır. Eğer o maksad bilahare ahvalin tebeddülü hasebiyle hükm-i mansusun lağvini icap ediyorsa ilga, tebeddülünü iktiza ediyorsa tebeddül olunur.

Bu son ifadeyi sadeleştirirsek, Seyyid Bey’e göre sözgelimi Kur’an’daki bir hükmün literal anlamı maslahatla çatışırsa, bu takdirde söz konusu nassın ve hükmün dayandığı maksada bakılır. Eğer bu temel maksat değişen zaman ve şartlar çerçevesinde o hükmün tatbik sahasından kaldırılmasını icap ediyorsa kaldırılır, değişmesini gerektiriyorsa değiştirilir. Seyyid Bey’in Tûfî’yi referans göstererek formüle ettiği bu görüşlerin çok iddialı olduğunu teslim etmek gerekir. Dolayısıyla her görüş gibi bu da tartışılabilir. Fakat burada anlatmaya çalıştığımız mesele hangi görüşün isabetli hangisinin isabetsiz olduğu meselesi değildir. Mesele, Osmanlının son döneminde birçok müslüman fikir ve ilim adamınca tartışılan konuların mahiyetini ve seviyesini fark edebilmektir.
 
***

Söz konusu tartışmaları içeren dergi, risale ve kitap türündeki eserlere göz atıldığında, bu literatürün hem dil hem muhteva olarak çok büyük bir ciddiyet ve ilmî yetkinlikle oluştuğu fark edilir. Oysa bugün böyle bir ilmî ciddiyet ve yetkinlikten söz etmek pek mümkün değildir. Kaldı ki günümüzde geleneksel dinî düşünce ve kabullerle bağdaşmayan yeni bir görüş beyanında bulunmak tahkir, tezyif ve hatta tekfir lincini peşinen göze almayı gerektirir. Uzun lafın kısası, yirminci yüzyılın başlarından bugüne kadar dinî ilim ve düşünce sahasında bir arpa boyu dahi yol alamadığımız kesindir. Tefsir özelinde konuşmak gerekirse, bugün İlahiyat akademyasında yıllarımızı harcayarak ortaya koyduğumuz çalışmaların pek çoğu, “Kur’an’da Şu Kavramı”, “Kur’an’a Göre Şu Mesele” ya da “Elmalının Tefsirinde Şu”, “Râzî’nin Tefsirinde Bu” gibi tez isimlerinden de anlaşılacağı gibi, lisans tamamlama seminerleri düzeyindedir. Yüksek lisans ve doktora tez çalışmalarında hemen hiçbir ciddi soruna parmak basılmamasının temel sebeplerinden biri engizisyon ve dolayısıyla akademik kariyer basamaklarında yol kazasına uğrama endişesidir. Dolayısıyla en temel mesele özgürlük meselesidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Ekim 2017

İffet ve Namusu Kadın Üzerinden Tanımlama Geleneği

Son günlerde hararetli bir tartışma konusu olan din-ahlak referanslı bazı söylemler ve görüşler ırz, namus, iffet gibi değerleri sırf kadın cinsi üzerinden anlatma ve tanımlama geleneğimizin yeniden canlandığını, dolayısıyla patriarkal damarımızın bir kez daha şişip kabardığını gösterdi. Ancak bu damarın durduk yere şişmediği, bilakis son zamanlarda hayli popülerleşen ecdat ve hamaset soslu retoriklerin sosyolojik süreci doğrudan etkilediği çok açık bir gerçek… Klasik İslâmî literatürdeki rivayet malzemesinin ataerkil söylemleri beslediği de tartışma götürmez başka bir gerçek… Öte yandan, kadın cinsinin ontolojik ve sosyolojik konumuyla ilgili olarak hadis mecmualarında kendine yer bulan pek çok rivayetteki genel muhteva malum; burada zikretmeye gerek yok… Tefsir edebiyatına göz atıldığında ise Kur’an’ın kadınlarla ilgili beyanlarının asırlar boyu nasıl yorumlandığını anlamak mümkün… Bir örnek vermek gerekirse, meşhur müfessir Kurtubî Âl-i İmrân 3/14. ayetle ilgili olarak şunları kaydeder: Allah bu ayete kadınlardan söz ederek başlamıştır... Çünkü kadınlar hem şeytanın kementleridir hem de erkekler için fitne sebebidir. Kadın cinsi en belalı fitnedir. Rivayete göre Hz. Peygamber, “Kadınlarınızı (cadde ve sokak tarafına bakan) yüksek mekânlarda oturtmayın, onlara yazı yazmayı öğretmeyin” demiştir(!) Çünkü onların yüksek mekânlarda iskân edilmesi erkekleri görmelerine sebep olur ve bu durum fitneye yol açar… Diğer taraftan kadın cinsi erkekten yaratılmıştır; bu yüzden kadınların bütün derdi erkektir…

***

Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinin “Rub’u’l-Âdât” başlıklı kısmına göz atıldığında Kurtubî’nin izahatından çok daha ilginç ifadelerle de karşılaşılabilir. Kadın konusunda ataerkil anlayışın bu denli geniş taban bulmasında Kur’an’ın özellikle karı-koca ilişkileri ve kadının toplumsal cinsiyet rolleriyle ilgili birçok beyanının nüzul ortamındaki sosyolojik bağlamdan soyutlanarak ontolojik çerçeve içerisinde yorumlanması, mesela bazı ayetlerde erkek ya da koca lehine zikredilen “tafdil” ve “derece”nin yaratılış bağlamında izaha çalışılması kayda değer bir faktör olarak tespit edilebilir. Geleneksel izah tarzına göre kadın cinsi ontolojik açıdan problemlidir. Yani kadın yaratılış itibariyle eğridir, eksiktir. Üstelik Âdem’in cennetten çıkarılması sürecinde şeytanın işbirlikçisidir. Kadınların regl, sancılı doğum gibi halleri ilk kadının (Havva) işlediği bu büyük suça karşılık ödenmesi gereken bir bedeldir(!)

Bütün bunların İsrâiliyyât’tan kotarılmış asılsız hikâyeler olduğu söylenebilir; fakat burada önemli olan mesele söz konusu hikâyelerin tefsir, hadis ve mev’iza literatüründe sanki vahye dayalı bilgiler gibi kendilerine yer bulabilmesi ve halk katında dinî hakikatler gibi telakki edilebilmesidir. İlginç olan şu ki sayısız İslâmî kaynakta kadın salt kadın olarak şeytanın kemendi ya da fitnenin ta kendisi olarak nitelendirilirken, annelik söz konusu olduğu an itibariyle tüm ontolojik arızalarından arınmış meleksi bir varlık gibi tarif edilmektedir. Annelikle ilgili bu sahih tarifte Kur’an’ın belirleyici olduğu şüphesizdir. Şeytanın işbirlikçisi rolü ise kuşkusuz geleneğe aittir. Fakat sonuçta kadının bir taraftan fitne ile özdeş kılınırken, bir taraftan da anne statüsünde yere göğe sığdırılamaması hakikaten ilginçtir. Bu konudaki izahat borcu ise gelenekçilerimize ait olsa gerektir.

***

Irz, namus gibi değerler sadece geçmişte değil, günümüz İslam dünyasında ve dolayısıyla en başta işaret ettiğimiz gibi bizim memleket sathında da hemen her zaman kadın üzerinden tanımlanır. Çünkü geleneksel din anlayışımızda ataerkil kalıp yargılar son derece baskındır. Hâliyle, dinî-ahlâkî söylemlerde ırz, namus ve iffet kadının hanesine kodlanır. Bu kodlama uyarınca söz konusu değerlerin muhafazası kadına, kadının bekçiliği ise erkeğe aittir. Ahlâkî bekçiliği haysiyet ve şeref kodlarıyla da pekiştirilen erkek için, kadın cinsinin çok ciddi bir tehlike ve tehdit unsuru olması gayet tabii hale gelir. İşte bundan dolayı tıpkı bizim gibi ataerkil kalıp yargıların hüküm sürdüğü toplumlarda, sözgelimi başörtüsüz kadınlar/kızlar hakkında, “Açıl kızım; gelen öpsün, giden yalasın” gibi son derece çirkin ifadeler dinî nasihat babında kullanılabilmektedir. Başörtülü bir kadının sigara içmesi ise farklı kesimlere, “Benden ümidinizi kesmeyin, zira sizinle paylaşacak çok şeyim daha var” mealinde bir mesaj olarak yorumlanabilmekte, fakat sakallı ve cübbeli bir erkeğin sigara içmesinin böyle bir mesaj içerme ihtimalinden dahi söz edilmemektedir. Kanımca bu sakat anlayış, “Kadının günahı, erkeğin elinin kiri” gibi klişelerde ifadesini bulan zihniyetle de az çok ilişkilidir. Oysa biz biliyoruz ki başörtüsüyle ilgili Nûr 24/31. ayette kadınların bakılması haram olan şeylerden gözlerini sakındırmaları ve iffetlerini korumaları emredilir; fakat aynı emir bir önceki ayette erkeklere tevcih edilir. Demek ki iffet kadınlar kadar erkekleri de ilgilendiren bir emirdir. Demek ki kadın için günah olan bir fiil erkek için el kiri değildir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Eylül 2017