Erzurum Hâtırası | Kasım 2018






Cahillerle Tartışmayın; Çünkü Ben Hiç Yenemedim...


Başlıktaki çarpıcı söz muhtemelen İmam el-Gazâlî’ye aittir. “Câhil” kelimesi genellikle “âlim” (bilgili) kelimesinin zıddı olarak kabul edilir. Oysa bu kelimenin türediği “chl” (cehl) kökü İslam öncesi Arap dilindeki kullanımlarına göre “hoyratlık, nobranlık, saldırganlık, barbarlık” gibi manalara gelir. Dolayısıyla “câhil” nitelemesi öncelikle ve özellikle hoyrat, nobran, saldırgan kimseyi belirtir. Buna göre “câhil”in karşıtı, “âlim”den ziyade ihtiyatlı, ağırbaşlı, ahlâklı, medenî gibi anlamlar içeren “halîm”dir. “Cehl” ve “cehâlet” kelimesinin bu anlamda kullanımı bazı ayetlerde de görülebilir. Mesela Furkan 25/63. ayette Allah’ın has kullarının faziletli davranışları anlatılırken, “Onlar yeryüzünde ağırbaşlı şekilde yürürler, câhiller kendilerine sataşınca ‘selâm’ diye karşılık verirler” denilir. Câhillerin sataşmaları cahiliye devrindeki Arapların kimi zaman şiddet de içeren nobranca davranışlarına karşılık gelir.

***

Bu kısa izahtan sonra İmam Gazâlî’ye nispet edilen “Câhillerle tartışmayın; çünkü ben hiç yenemedim” sözü daha iyi anlaşılabilir. Câhillerle tartışmamayı salık veren bu sözün de yönlendirmesiyle ben burada vahyin mahiyetiyle ilgili görüş tercihimi “Mustafa Öztürk Kur’an’ı Muhammed uydurdu diyor” diye dillerine dolayıp son derece alçakça bir linç kampanyasına başlayan güruha cevap mahiyetinde hiçbir şey yazmayacak ve onlarla asla tartışmayacağım. Kaldı ki kimin hangi konuda nasıl düşünmesi ve hangi görüşü tercih etmesi gerektiği hakkında resmî din kurullarımız gerekli görüşleri hiç gecikmeden yayımladığı gibi bazı hocalarımız da ulema mahkemesi kurup mürtedin hükmünü tartışıyor. Bu sebeple, dinî ve ilmî meseleler hakkında konuşma ve yazmayı şimdilik bu otoritelere(!) havale edip İslam tarihindeki sayısız linç kampanyasından biri hakkında birkaç tarihî anekdot aktarmak daha isabetli görünüyor.

Tefsir tarihindeki en büyük isimlerinden biri olan ve hatta “tefsirin babası” sayılan Ebû Ca’fer et-Taberî Bağdat’taki câhil Hanbelîler ve Zâhirîlerin kendisine yönelik iflah olmaz husumetleri yüzünden büyük eziyetler çeker. Ahmed b. Hanbel’i fakih olarak görmemesi ve bilhassa İhtilâfü’l-Fukahâ (Fakihlerin Görüş Ayrılıkları) adlı eserinde onun fıkhî görüşlerine yer vermemesi Hanbelîleri öfkelendirir. Taberî’nin İsrâ suresi 79. ayette geçen “makâm-ı mahmûd” lafzını Hanbelîlerin “Hz. Peygamber’in arşta Allah’ın sağ yanında oturacağı makam” diye açıklamalarını kabul etmemesi bazı kaynaklarda bu husumetin bir diğer sebebi olarak zikredilir. Rivayete göre Hanbelîler bir cuma günü camide Taberî’nin yanına gelip Ahmed b. Hanbel ve arşa oturmak hadisi hakkındaki görüşünü sorduklarından söz edilir. Taberî “Ahmed b. Hanbel’in muhalif görüşleri kayda değer değildir” deyince Hanbelîler, “Âlimler onun reyini diğer âlimlerin reyleriyle birlikte nakletmiş ve onun muhalif görüşünü hesaba katmışlardır” diye karşılık verirler. Bunun üzerine Taberî “Ben böyle bir şey görmedim, nitekim onun (fakihlerden oluşan) bir taraftar kitlesi yoktur. Arşa oturmakla ilgili hadise gelince, Rasûlullah’ın arşta Allah’ın sağ yanında oturacağını düşünmek muhaldir” der. Hanbelîler bunun üzerine ayaklanıp Taberî’nin üzerine çullanır ve onu tekmelerler. Taberî güç bela evine sığınmayı başarır ve fakat Hanbelîler onu takip edip evini taşa tutarlar. Öyle ki evinde taş yığınından bir tepe oluşur. Derken, kolluk kuvvetleri reisi binlerce insanla birlikte Taberî’nin evine gelip Hanbelîleri dağıtır. 

***

Taberî, Zâhirî mezhebinin kurucusu Dâvûd b. Ali el-İsfehânî’nin derslerine devam eder, ondan hadis dersi alır ve ilmî tartışmalarda bulunur. Bir gün Dâvûd’un talebelerinden biri onun hocasının fikirlerine karşı gelmesine öfkelenip ağır sözler sarf edince Taberî toplantıyı terk eder ve bir daha onun derslerine katılmaz. Öte yandan, Mâide suresinin 6. ayetindeki “ercüleküm” kelimesinin “ercüliküm” şeklinde okunmasıyla abdest alınırken iki ayağın yıkanması yanında meshedilmesini de caiz görmesi Şiîlerle aynı görüşte olduğu ithamına maruz kalmasına yol açar. Yine Taberî Şiîlerin Hz. Ali’nin imameti konusunda büyük önem atfettikleri Gadîr-i Hum olayıyla ilgili rivayetin farklı raviler yoluyla gelen sahih bir hadis olduğuna dair tespitlerinden dolayı Şiî diye yaftalanır. Bu arada Râfızîler/Şiîler için hadis uydurduğu yönünde iftiralara da maruz kalır.

Kendi memleketi Taberistan’da Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a dil uzatılması yüzünden bu halifelerin faziletlerine dair müstakil eserler kaleme almaya başlayan Taberî ayrıca kendisinin Râfizîlik ve Şiîlikle ilgisinin olmadığını ortaya koyan üç ayrı risale kaleme alır. Bütün bunlara rağmen gerek sağlığında gerekse vefatından sonra bazı Hanbelîler ile Zâhirîler onun aleyhinde sayısız dedikodu üretir. Hayattayken zaman zaman derslerinin dinlenmesi engellenir. Taberî’nin önceleri Şâfiî mezhebine mensupken daha sonra bağımsız bir müctehid olarak kendi fıkhî görüşlerini ortaya koyup “Cerîriyye” diye anılan bir fıkıh mektebi kurmasının da aleyhinde yürütülen dedikodu kampanyasında önemli rol oynadığı kabul edilir. 17 Şubat 923 tarihinde vefat eden Taberî ertesi gün evine defnedilir. Kaynaklardaki başka bir bilgiye göre ise Taberî’nin cenazesi Şiîlikle itham edilmesinden dolayı geceleyin çok az bir cemaatin iştirakiyle gizlice defnedilir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Aralık 2018

Fazlurrahman ve Tarihselcilik | İslamcılık Sempozyumu / İstanbul | Mayıs 2013


Mustafa Öztürk Fazlurrahman ve Tarihselcilik Zeytinburnu Belediyesi İslamcılık Sempozyumu İstanbul 17-18-19 Mayıs 2013

Kur'an'ı Anlama ve Yorumlamanın Dünü Bügünü | Akdeniz İlahiyat Akademi / Antalya | 30 Kasım 2018


Kur'an'ı Anlama ve Yorumlamanın Dünü Bügünü | Akdeniz İlahiyat Akademi / Antalya | 30 Kasım 2018. Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Okuyucudan Mektup: Sancılı Arayış


Sayın Öztürk,
 
Sizinle sancılı bir arayışımın içinde kaybolmuşken sosyal medyada yayımlanmış bir videonuz ile karşılaştım. 

Bendeniz ortalama bir şehir dindarlığının ve İslam algısının da altında olan bir ailenin içinde büyüdüm. Geleneksel kabul görmüş İslam inancının seneler boyunca arkeolojik bir değeri olmasının ötesinde anlam taşımadığını ve hayatımın hiçbir döneminde dertlerime derman olmadığını fark ettim. Bu sıkıntıyı iliklerime kadar hissettiğim bir dönemde  yoğun okumalar ve araştırmalar yaptım. Elbette tüm bu gayretim, ilahiyat alanında en ufak bir entelektüel birikimim olmadığı için beni giderek içinden çıkılmaz ve birbirini nakzeden onlarca fikir yumağının içine attı. Ta ki sizinle karşılaşana kadar... 

Eserlerinizin tamamını okudum. Sizinle alakalı her paylaşımı, yayını, bilgiyi merak ve heyecanla takip ediyorum. Zaman zaman emek verdiğiniz alanın içindeki diğer ilahiyat mensuplarının size olan hasmane tutumlarını içim acıyarak ve bir parça kızgınlıkla izliyorum. 

Sizden istirhamım şudur ki benim gibi hayatına İslam inancının bereketini ve huzurunu almaya çalışan niceleri adına lütfen bu tür haksız yaklaşım ve beyanlara kulak asıp kendinizi üzmeyiniz. Sizden istifade ettiğim gibi binlerce benimle aynı durumda olan insan da fikir dünyanızdan yararlanmaktadır. Bu dünyada ve yarın hesap gününde imanımın yol haritasını Allah’ın razı olduğu istikamette (inşallah) sayenizde çizdiğime şahitlik edeceğim. Allah emeklerinizin ecrini kat kat attırsın. Yüreğinizi her daim ferah, zihninizi parlak kılsın.

Bu kıymetsiz ama ilminize zerre miktarda da olsa talip kuluna da bir gün bir şekilde sizinle karşılaşmayı nasip etsin.

Hakkınızı bana helal edin. Sağlıcakla kalın. 

23 Aralık 2018

Kitap | İlahi Hitabın Tefsiri 1

İlahi Hitabın Tefsiri 1. Cilt

Sipariş Seçenekleri:

Kitapyurdu
babil.com

Din Anlatmak Mı, Yoksa...


Tevhid inancına dayalı İslam dini Mekkî surelerde müşriklere, Medenî surelerde ise hem müşriklere hem de Yahudiler ve Hıristiyanlara anlatılır. Bu arada müslümanlara da ne zaman ve nasıl davranmaları gerektiği yönünde emirler ve yasaklar aktarılır. Fakat sonuçta Kur’an’ın tek Allah’a iman mesajı öncelikle topyekûn Ehl-i küfre yöneliktir. Ne var ki Ümmet-i Muhammed’in nüzul döneminden sonraki tarihsel tecrübesine bakıldığında, özellikle sahabe devrindeki iç çatışmalar ve savaşlardan sonra İslam dininin Ehl-i küfürden ziyade, Ehl-i imana anlatılmaya başlandığı fark edilir. Hatta bu tecrübede dinin anlatılmasından ziyade müslümanların fırkalar ve mezhepler hâlinde birbirleriyle din üzerinden hesaplaşması ve her bir fırkanın diğerini din baltasıyla budamaya çalışması gibi bir duruma şahitlik edilir.

***

Daha ilk hicrî asırda vuku bulan Cemel, Sıffîn, Kerbela, Harre gibi çok trajik vakalarla birlikte İslam dinine müslüman kanı bulaşmıştır. Hz. Peygamber vefat eder etmez başlayan hilafet tartışması ise 15 asırdır son bulmayan ve bilhassa Ehl-i Sünnet ile Şia arasında adeta kan davası mantığıyla polemik konusu yapılan bir derin kriz olarak tarihteki yerini almıştır. Öte yandan, Kelam ilmi başlangıçta İslam dinindeki temel inanç ilkelerini başka din ve kültürlere karşı savunmak gibi bir amaca hizmet ederken, sahabe devrinde patlak veren kavgalar, nizalar ve kanlı çatışmaların zaman içerisinde ortaya çıkardığı mürtekib-i kebire, iman-küfür sınırı ve tekfir gibi meselelerle birlikte İslâmî fırkalar arasında ardı arkası kesilmeyen bir polemik edebiyatı hâlini almıştır. Böylece müslümanın müslümana din anlatması veya belli bir mezhebî görüşü kendi dindaşına dayatması gibi bir gelenek oluşmuştur. 

Kur’an ve Sünnet açısından bakıldığında müslümanın müslümana din anlatması bir bakıma zorunludur. Ancak burada kritik husus, dinin ne maksatla ve nasıl anlatıldığı konusudur. Asr suresinde müslümanların birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ettikleri vurgulanır. Âl-i İmrân 3/159. ayette ise Hz. Peygamber’in kendi çevresindeki müminlere kaba ve katı kalpli değil, yumuşak ve sevecen davrandığı anlatılır. Kur’an’da müminlerin uhdesine tevdi edilen emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker vazifesi herhalde böyle uygulanır. Fakat günümüzdeki tebliğ diline bakıldığında söz konusu dinî vazife adeta emir bi’l-münker ve nehiy ani’l-ma’ruf şekline büründürülmüş tarzdadır. Zira bugünkü dinî gruplar arasında kavga, gürültü, tezvirat had safhadadır. Herkes birbirine had bildirme ve muhalifini bertaraf etme arzusundadır. Bir kişinin dinî görüş ve düşünceleri belli bir grup tarafından tasvip edilmediğinde, söz konusu kişi için beddua ve lanet seanslarına başlanmaktadır. Ardından siyasi ve idari merciilere şikâyetler yağdırarak görevden el çektirme gibi alçakça yollara başvurulmaktadır. Üstelik bütün bunlar gözünü sevdiğim cemaatçi mankurt müslümanlığı adına yapılmaktadır. 

Evet, bugün birçok dinî grup ve cemaat kendi din anlayışını pazarlamakta, bunu yaparken de başka gruplar veya dinî alanda ismi az çok ön plana çıkan şahısları saf dışı bırakmaya çalışmaktadır. Bu durum dinin birtakım cemaatler nezdinde basbayağı bir sektör ve rant kaynağı olarak algılandığı yönünde bir izlenim uyandırmaktadır. Belli bir dinî görüş ve anlayışın pazarlanması ve dayatılmasında kimi zaman tekfir etmek, kimi zaman tehdit etmek, kimi zaman da açıkça hedef göstermek suretiyle muhalif çevrelere saldırılması, din alanında nefret lobilerinin oluştuğunu ve bu alanın aynı zamanda kriminolojik bir boyut kazandığını ortaya koymaktadır. Bütün bunların yanında din içerikli söylemlerin çok kere kişiler üzerinden gayet sakil bir dedikodu kültürüne dönüştüğüne tanık olunmaktadır. Kendi payıma düştüğü kadarıyla şunu açıkça belirtmem gerekir ki sosyal medya mecralarında en sakil, galiz ve pis ifadelerin özellikle kendilerini Ehl-i Sünnet müdafileri olarak tanıtan tiplere ait olması, içinde bulunduğumuz durumun vahameti hakkında yeterli bir kanaat oluşturmaktadır. Bundan daha vahim olan durum ise akademik camiadan da az çok bir zümrenin söz konusu türden paylaşımlara alkış tutmasıdır.

Dinî alandaki her görüş en nihayet tarihî tecrübe içinde ortaya çıkıp kendine az veya çok taraftar bulmuş bir yorumdan ibarettir. Belli bir görüş ve yorumun tek hakikat gibi savunulması ve bu görüşe katılmayanların sapkın sayılması herhalde bir kişinin kendine mahsus dinî kanaatine Allah’ın da iştirak ettiği vehminden kaynaklanıyor olsa gerektir. Belli ki din alanında kendini konuşmaya yetkili gören pek çok kimse kendi inandığına Allah’ın da inandığını zannetmekte, bu yüzden de Allah’ın sözcüsü gibi konuşmaya kendini ehil görmektedir. Hâlbuki gerçekte herkes ya kendi kanaatini ya da gelenekten tevarüs ettiği belli bir mezhebî görüşü dillendirmekte ve fakat ne yazık ki bunu mutlak dinî hakikatle özdeş addetmektedir. Dinî bir meselede, “Bizim sahih ve sağlıklı gördüğümüz anlayış budur; naslardan anlayabildiğimiz kadarıyla meselenin aslı şudur” demek yerine, “Hak ve hakikat olan yegâne görüş budur; bunun dışındaki her görüş ve anlayış bâtıldır” şeklinde totaliter ve faşizan bir dil kullanmak, baskı ve tehdit yoluyla belli bir dinî yorumu dayatmak ve aynı zamanda cemaat inzibatlığı yapmaktan başka bir şey değildir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Aralık 2018

Kur’an Vahyinin İnzal Keyfiyetine Dair Görüş Tercihim


Arap şairi Mütenebbî sıtma hastalığına yakalanmasıyla ilgili olarak, “e-binte’d-dehri indî küllü bintin fe-keyfe vasalti enti mine’z-zihâm” (Ey Bela! Feleğin tüm bela ve musibetleri başımdayken bu yoğun musibet trafiğinde sen bana ulaşmayı nasıl başardın?) diye yakınır. Onca fiziksel sıkıntımın arasında birtakım dinî gruplar da ne yazık ki benim püsküllü belamdır. Malum, belli bir dinî grup epey zamandan beridir bizi mutlaka saf dışı edilmesi gereken bir düşman olarak gözüne kestirmiş ve organize halde hücuma geçmiş durumdadır. Son hücum, birkaç sene önce düzenlenen Cihad sempozyumuna ait kitaptaki irticali müzakereler arasında yer alan konuşmamın önünü arkasını kesip “Tarihselci Mustafa Öztürk Tevbe Suresini İnkâr Ediyor” başlığıyla sosyal medyada yayımlama ve linç kampanyası başlatma tarzındadır. İrticali konuşma sırasında insan meramını tam anlatamayabilir veya maksadını aşar tarzda anlaşılabilecek ifadeler kullanabilir; ancak bu tür ifadelerden hareketle bir müslümanı “ayet/sure inkârcısı” diye yaftalamak insaf ölçüsüyle bağdaştırılabilir bir tavır değildir.

Bize yönelik linç kampanyasına medar olan husus, vahyin mahiyetine dair görüşlerimle alakalıdır. Kur’an’ın Allah kelamı olduğu İslam dairesi içinde tartışmaya açık bir konu değildir. Kur’an elbette ilâhî bir vahiydir. Ancak vahyin nüzul-inzal keyfiyeti ve Hz. Peygamber’e intikal şekli öteden beri tartışılan bir meseledir. Bu konudaki görüşümü belirtmeden önce, söz konusu kampanyada bahsi geçen Tevbe 9/29. ayetle ilgili olarak İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Katâde gibi müfessirlerin şu izahlarını aktarmak, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde ne kadar cesur yorumlar yapıldığını anlamak bakımından faydalı olabilir: Tevbe 9/28. ayette müşriklerin Mescid-i Haram’a girmeleri yasaklanınca müslümanlar özellikle hac mevsimindeki ticari düzenlerinin bozulup geçim zorluğu yaşayacakları endişesine kapıldılar. Bunun üzerine Ehl-i kitapla savaşıp onlardan cizye alma hükmünü içeren ayet (Tevbe 9/29) indirildi ve cizye geliriyle müslümanların ekonomik kaygıları giderildi (Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI. 400-403).

Vahyin inzal keyfiyeti konusuna gelince, İslâmî kaynaklarda bu konuyla ilgili üç farklı görüş nakledilir. Geçmişte ve günümüzde hâkim kabul gören ilk görüş Kur’an vahyinin hem lafız hem mana olarak inzal edildiği yönündedir. Bizim tercih ettiğimiz ikinci görüş ise Zerkeşî ve Suyûtî gibi Sünnî âlimler tarafından ikinci sırada nakledilir. Buna göre Cebrail Kur’an vahyini özellikle salt manalar (mefhumlar) olarak indirmiş; Rasûlullah bu manaları bellemiş ve Arap dilinin ifade kalıplarına kendisi döküvermiştir. Bakara 2/97 ve Şuarâ 26/194. ayetlerde Kur’an’ın inzal edildiği mahal, Hz. Peygamber’in kalbi/idraki diye belirtilmiş; fakat vahyin lafzen mi yoksa manen mi nazil olduğu tasrih edilmemiştir. Bu bağlamda, Kur’an vahyinin mana/mefhum olarak inzal edildiği yönündeki görüşü benimsediğimizi bir kez daha belirtmeliyiz. Bu görüşle ilgili delillerimizden biri Şuarâ 26/196. ayetteki “ve-innehû lefî zübüri’l-evvelîn” ifadesi ile A’lâ 87/18. ayetteki “inne hâzâ lefi’s-suhufi’l-ûlâ” ifadesinde Kur’an’daki mesajların geçmiş peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcut olduğundan söz edilmesidir.

Kur’an’ın önceki vahiylerde mana/mefhum itibariyle mevcut olduğu şüphesizdir. Bu yüzden bazı Hanefi fakihler İmam Ebû Hanîfe’nin ana dilde ibadet meselesiyle ictihadını temellendirirken bu ayetlerle istidlalde bulunmuştur. Ebû Hanîfe’nin ictihadında Kur’an kelimesinin lafza/nazma değil, zât-ı ilâhî ile kaim olan manaya delalet ettiği gerekçesine bağlanmıştır. Bu delalet aslîdir ve dilden dile değişen mahiyette değildir. Mesela, tevhid inancı her dilde rahatlıkla ifade edilebilir. Lafızlar dilden dile değişse de mana/mefhum sabittir. Kaldı ki Şuarâ 26/196. ayette, “Şüphesiz bu Kur’an önceki peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcuttu” denilir. Serahsî el-Mebsût’ta ve fıkıh usulüne dair eserinde bu ayetle ilgili olarak şunları söylemiştir: “Ayette ‘Kur’an önceki peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcuttu’ denildiği halde Kur’an’ın belli bir dile mahsus olduğunu söylemek mümkün müdür? Önceki peygamberlere gönderilen vahiyler kuşkusuz kendi dillerine göre ifade edilmiştir. İlâhî kelamın Arap diline mahsus/münhasır olduğu iddia edilemez… Ebû Hanîfe’nin ictihadına göre Tevrat, İncil ve Zebur’un Kur’an mesajına uygun pasajları okunduğu takdirde dahi namaz geçerli sayılır.”

Vahyin mana olarak inzal edildiği görüşüne argüman oluşturan en önemli verilerden biri de Kur’an’ın “yedi harf” (ahruf-i seb’a) üzere okumaya elverişli şekilde nazil olduğunu bildiren hadislerdir. Ahruf-i seb’a hadisleri Kur’an’ın okunuşunda lafızdan ziyade mananın ön plana çıktığını göstermektedir ki bu da kısaca “mana merkezli okuma” (el-kırâ’a bi’l-ma’nâ) demektir. Nitekim Hanefî âlim Tahâvî’ye göre Kureyşliler çoğunlukla yazı alışkanlığına sahip olmadıkları, bu yüzden Kur’an ayetlerini kendilerine tebliğ edildiği veçhile yazmak ve aynı zamanda hafızada tutmakta zorlandıkları için, kendilerine anlam merkezli okuma ruhsatı tanınmıştır (Tahâvî, Şerhü Müşkili’l-Âsâr, VIII. 118). Kur’an’ın mana olarak vahyedildiği hususunda önemli göstergelerden biri de kıraat farklılıklarıdır. Nitekim her biri mütevatir kabul edilen yedi kıraat arasındaki bazı farklılıklar kelime düzeyinde noksanlık ve ziyadelik olarak ortaya çıkmaktadır. Vallâhu a’lem.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk -  15 Aralık 2018

Spinoza ve Aforoz


Yahudi asıllı ünlü filozof Spinoza’nın kendi dinî cemaati içerisindeki konumu ile günümüz Türkiye’sindeki cemaatçi müslümanlar nezdindeki konumumu epey zamandan beri birbirine benzetirim. Cemaatçi yapılar nezdinde benim konumum “anomali”ye karşılık gelir. Steven Nadler’in Spinoza A Life eserinin tercümesinde Ulus Baker’in ifade ettiği gibi Spinoza da kendi çağının bir anomalisidir. Muhtemelen İspanyol veya Portekiz göçmeni bir Yahudi ailesine mensup olan Spinoza 1656 yılında henüz 23-24 yaşlarında bir genç iken Amsterdam Yahudi cemaati tarafından aforoz edilir. Aforoz (Cherem) metninde şu ifadelere yer verilir: “(…) Onu gündüz ve gece, uyuduğunda ve uyandığında, sokağa çıktığında ve evine döndüğünde lanetliyoruz… Tanrı’nın öfkesi ve kıskançlığı ve bu kitapta yer alan bütün beddualar onun üstüne olsun; Tanrı onun ismini kendi katından silsin… Kimse onunla yazılı veya sözlü yoldan iletişim kurmayacak, ona herhangi bir iyilik sağlamayacak, aynı çatı altında bulunmayacak ve onun tarafından yazılan hiçbir eseri okumayacaktır.”

***

Spinoza gençlik çağlarında Yahudilikteki geleneksel öğretiler ve genel kabullere karşı çıkar. Başlangıçta sert biçimde uyarılan filozof görüş ve düşüncelerini savunmaya devam edince Yahudi tarihinin belki de en ağır aforozuna uğrar. 1656 yılında uygulanan bu aforoz hükmü resmî olarak hâlen kaldırılmamıştır. 23-24 yaşlarından itibaren tüm Yahudi dostlarından ve aile efradından koparılıp insanlarla görüşme yasağı getirilen Spinoza inzivaya çekilir. Daha sonra hahamların talebi üzerine Amsterdam Belediyesi’nin kararıyla yaşadığı şehirden de ayrılmaya mecbur edilir. Her ne kadar aforoz gerekçesi açıkça tasrih edilmemiş olsa da sonradan yayımladığı eseri Tractatus Theologico-Politicus’tan anlaşıldığı kadarıyla Spinoza, “Her şey Tanrı’dadır” sözünde ifadesini bulan pan-enteist Tanrı tasavvuru başta olmak üzere Tora’nın otantik bir metin olmadığı, peygamberlerin tebliğ ettiği mesajların muhayyile gücüne dayandığı, geleneksel mucize anlayışının savunulabilir bir tarafının bulunmadığı, Yahudilerin seçilmiş bir halk olmadığı gibi görüşlerinden -ki özellikle vahiy ve nübüvvetle ilgili görüşlerine benzer görüşlerin İslam Meşşâî filozoflarınca da dillendirildiği malumdur- dolayı kendi cemaatinden kovulmuş olsa gerektir.

Leibniz’den Hegel’e, Kant’tan Freud’a kadar sayısız düşünürü derinden etkileyen Spinoza skolastik dinciler tarafından “ateist” veya “Tanrı sarhoşu” olarak ilan edilmişse de gerçekte o, dinin özünü değil, dinî gelenekteki Tanrı, vahiy, peygamberlik ve mucize anlayışlarını eleştirmiştir. Spinoza’ya göre peygamberler vahyi muhayyile gücünün yardımı olmaksızın alamazlar. Ayrıca vahiy her peygamberin yaradılışına, mizacına ve daha önce sahip olduğu düşüncelerine göre değişir. Yine Spinoza’ya göre Eski Ahit’te gerçekten yaşanmış hadiseler gibi aktarılan birçok kıssa aslında temsîlîdir. Mesela, Tanrı’nın gökten indiği ve Sina Dağı’nın üzerine inince dağdan dumanlar yükseldiği, İlya’nın bir ateş arabasında göklere yükseldiği gibi anlatılar semboliktir.

“Öylesine çok sayıda mucize bile İsrâillilerin sağlıklı bir Tanrı kavramı oluşturmalarını sağlamadı. Tarihî tecrübe bunu kanıtlar: Musa’nın onları terk ettiğini zannedince Harun’dan, görebilecekleri ilahlar istediler. Ne utanç! O kadar mucizeden sonra, Tanrı hakkında oluşturabildikleri tek ide hepi topu bir buzağıydı” diyen Spinoza mucize konusunda da çok dikkat çekici görüşlere sahiptir. Ona göre her şeyin Tanrı tarafından belirlenip düzenlendiği ve tabiatta olup biten her şeyin esas itibariyle ilâhî iradeden neşet ettiği bilinince şöyle bir sonuca ulaşılır: Doğal nesneler ve bunların ilk nedenlerine hangi düzeyde bağlı olduklarını ne kadar iyi anlar ve bilirsek, Tanrı’yı ve O’nun iradesini de o kadar iyi anlar ve tanırız. Bu sebeple anlama yetimizi göz önünde tuttuğumuzda, açık seçik tanıyıp bildiğimiz işleri/eserleri mucizelere göre çok daha haklı olarak Tanrı’nın işleri/fiilleri olarak adlandırabiliriz ve dolayısıyla bunları henüz künhüne vâkıf olamadığımız öteki işlere/eserlere (mucizelere) göre daha fazla Tanrı’nın iradesine bağlayabiliriz. Çünkü açık seçik biçimde tanıyıp bildiğimiz tabiat olayları bize daha çok katıksız Tanrı bilgisi verir.

***

Şayet kutsal kitap tarihteki bir olayı tarihçilerin anlatım tarzıyla tasvir etseydi, insanlar bundan etkilenmezdi. Oysa şiirsel tasvir üslubu benimsendiğinde ve olup biten her şey doğrudan Tanrı’ya atfedildiğinde bu tarz bir ifade ve anlatımın son derece etkileyici olduğu şüphesizdir. Kutsal kitap olayları ikincil derecede önem arz eden faktörler ve akla uygun ifadelerle açıklamaktan öte bilhassa sıradan insanların hayal güçlerini okşayıp ele geçirmeyi amaçlar. Bu nedenle olayları tam değil, eksik biçimde aktarır. Çünkü bu aktarımda amaç insanları olayların sebeplerine inandırmak değil, onları etki altına almaktır. Başka bir ifadeyle, nesneler ve olayları doğal nedenlerine dayanarak açıklama gibi bir işlevi bulunmayan kutsal kitaplar beşerî anlayış ve kavrayış düzeyini göz önünde tutarak insanlar üzerinde derin etkiler bırakacak şeyleri anlatır ve bunu yaparken de insanlarda daha çok hayranlık uyandıracak ve aynı zamanda ilâhî kudrete saygı fikrini aşılayacak şiirsel bir dil ve üslup kullanır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Aralık 2018

Kur'an Kâfi, Tefsire Ne Hacet?


Kimi dostlarımız ve okurlarımız polemik türü yazılar yazmamam gerektiğini tembihliyor. Fakat Allah’ın her günü sosyal medya mecralarında boca edilen binbir çeşit ithamlar, iftiralar ve zevzekçe sataşmalar sabır taşımızı çatlatıyor; bu yüzden de polemik türü yazılar yazmak bir bakıma kaçınılmaz hâle geliyor. Nitekim çok kısa bir zaman önce “İlâhî Hitâbın Tefsiri” isimli çalışmamızın ilk cildi yayımlanır yayımlanmaz “trolcü müslümanlık”ın -ki aslında bu “trolcü müslümanlık” konusu sosyoloji alanında tez konusu olarak çalışılmayı hak ediyor- kadrolu elemanları sosyal meyda mecralarına üşüşerek, “Hani Kur’an yetiyordu? Şimdi bu tefsir de nereden çıktı?” gibi lafazanlıklarla esip gürledi. Bu sözde eleştirinin sahiplerine göre biz “Kur’an tek başına kâfidir; tefsir gibi şeylerle iştigal edip boş yere zaman tüketmeyin” gibi bir görüşü savunan biriyiz. Oysa biz günümüz Türkiye’sinde “Kur’an bize yeter” ya da “Kur’an müslümanlığı” söylemine eleştiri babında kaleme alınan ve “Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur’ancılık” (Ankara Okulu Yayınları) ismiyle yayımlanan tek müstakil eserin sahibiyiz. “Modern Döneme Özgü Bir Kur’an Tasavvuru: Kur’ancılık ve Kur’an İslam’ı Söyleminin Tahlil ve Tenkidi” (Marife, 2010) başlıklı makalenin sahibi de biziz. Keza tefsir çalışmamızın mukaddime kısmında şu ifadelere yer veren de yine biziz:

***

“Fakih tâbî Ebû Abdillah Mekhûl’ün ‘Kur’an’ın Sünnet’e ihtiyacı Sünnet’in Kur’an’a ihtiyacından daha fazladır’ sözü ile muhaddis tâbî Ebû Nasr Yahyâ b. Ebî Kesîr’in ‘Sünnet Kur’an üzerinde belirleyicidir; oysa Kur’an Sünnet üzerinde belirleyici değildir’ şeklindeki sözü haddi aşan bir Ehl-i hadis sloganı olmaktan öte, Kur’an metnindeki aslî mana-maksadın ve aynı zamanda Kur’an’daki birçok şer’î-amelî ahkâmın ancak Sünnet yoluyla anlaşılıp doğru şekilde uygulanabileceği gerçeğini vurgular. Mekhûl ve Yahyâ b. Ebî Kesîr’in ilk bakışta çok iddialı görünen mezkûr sözlerinin tâbiîn döneminde dile getirildiğini gözden kaçırmamak lazımdır. Kur’an bu dönemde yazılı bir metin olarak artık suskundur; dolayısıyla konuşmadığı konularda onu konuşturmak, yorum yoluyla çarpıtmak pekâlâ mümkündür. İşte bu yüzden, Sünnet Kur’an’ın doğru anlaşılması ve hayata taşınması noktasında kaçınılmaz olarak ön plana çıkmıştır.”

Bütün bunların yanı sıra Kur’an’ın özellikle ilmî düzeyde mutlaka tefsir kitapları eşliğinde okunması gerektiğini defalarca dile getirmiş olmamıza rağmen, “Hani Kur’an yetiyordu? Şimdi bu tefsir de nereden çıktı?” şeklindeki sözde eleştiriye muhatap olmamız bu memlekette İlahiyat alanıyla ilgilenen birçok kişinin her şeyden önce kendi şahsiyetlerine saygısının bulunmadığını gösterir. Söz konusu eleştirinin sahipleri eleştiri denilen şeyin ciddiyet ve haysiyetini beş paralık etmenin yanı sıra İlahiyat alanını da sanki bir nevi maskaralığa dönüştürmek ister gibidir. Şayet din ve İlahiyat alanında bir eleştiri yapılacaksa, her şeyden önce eleştirinin hedefindeki kişinin hangi konuda ne söylediği ve ne tür bir görüşü dillendirdiği hakkında az çok bilgi sahibi olmak gerekir. Bize “Hani Kur’an yetiyordu? Şimdi bu tefsir de nereden çıktı?” gibi bir eleştiri yöneltmek, böyle bir eleştirinin sahibi için utanç vesilesi olsa gerektir. Ancak günümüz Türkiye’sinde bulaşıcı hastalık gibi yayılan “trolcü müslümanlık” pratiğinde arlanma ve utanma gibi insani hasletlerden söz etmek pek mümkün değildir. Trolcü müslümanlıktaki temel karakteristik sınırsız itham, iftira ve yalandan beslenen saf/som ahlaksızlıktır.

***

Günümüz sosyolojisi özellikle dinî alanda olup bitenler açısından değerlendirildiğinde, ne yazık ki “çıfıt çarşısı” gibi bir görünüm arz ediyor. Geçmişte, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” sorunundan söz edilirken, bugün artık “hiçbir konuda bilgi ve fikir sahibi olmadan her konuda atıp tutmak” gibi çok daha büyük bir sorun kendini gösteriyor. Aslında bu sorun bizim genel ahlâkî düzeysizliğimize ve kitlesel şizofreniye yatkınlık hâlimize işaret ediyor. Öte yandan, bir-iki saatlik konuşma videosundan birkaç dakikalık bir kısmı kesip montajlamak, ardından sosyal medyada ağız dolusu hakaretler ve küfürlerle linç kampanyası başlatmak, üstelik bunu sahih dinî itikadı müdafaa adına yapmak, günümüz Türkiye’sindeki kurumsal dinî yapılarda müslümanlığın ne şekilde temsil edildiğine ibretlik bir gösterge teşkil ediyor.

Sonuç olarak, dinî bir yapıya veya gruba intisap edip futbol takımı amigosu gibi davranan çoğu zevatın insanlık hamuru ne yazık ki çok cıvık ve bozuk görünüyor. Eldeki bu insan malzemesinden İslam’a ve insanlığa zerre kadar hayır gelmeyeceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. İnsan kimi zaman anne-baba, eş, çocuk, dost, arkadaş gibi en yakınlarıyla, kimi zaman da kendi dindaşlarıyla sınanıyor. Hz. Peygamber’in dizinin dibinde yetişen sahabe onun vefatından yaklaşık 25 yıl sonra Cemel ve Sıffîn’de birbirlerinin kanını döktüğüne göre insanın kendi dindaşlarıyla sınanması ne yazık ki alın yazısı gibi görünüyor. İslam tarihi Kerbela ve Harre vakaları gibi nice trajik olaylarda müslümanın müslümana reva gördüğü korkunç zulümlere de şahitlik ediyor. Hâsıl-ı kelam, dünya hiç iyi bir yer gibi görünmüyor. Bu yüzden, “Mümkün âlemler içerisinde bundan daha güzeli olamazdı” diyen her kimse, kesinlikle halt ediyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Aralık 2018

Deontolojik Ahlâk ve Sıcak Ontoloji


Bugünkü dünyada gerek kendi içimizde gerek ötekilerle ilişkimizde en fazla ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri, yasa kılığındaki buyurgan etik davranışlardan ziyade ödev, sorumluluk ve adalet duygusuna dayalı bir ahlak ve ahlaklılıktır. Burada söz konusu olan ahlak, kahramanlık gösterisinden alabildiğince uzak olan, fakat gerçek hayatta sessiz ve derinden etkisini ortaya koyan bir ahlaktır. Bu nitelikteki ahlak müslüman birey nazarında Allah’ın tam da bu istikamette bildirdiği emirlere bağlanabilir. Mesela, Nisâ 4/135 ve Mâide 5/8 gibi ayetlerde adalet kavramına atıfla vurgulanan ahlak ve ahlaklılık mutlak (koşulsuz) olarak emredilir ki bu ilâhî emirdeki mutlaklık bir yönüyle Kant’ın ödev ahlakına dair söylediklerini akla getirir. Kant’ın felsefesinde ödev, yerine getirmeyi kendi isteğimizle üstlendiğimiz, sorumluluk yüklendiğimiz bir buyruktur. Bu buyruk insanı dışarıdan koşullayan hipotetik bir buyruk değil, bizzat kendimiz için vaz ettiğimiz koşulsuz buyruktur (kategorik imperatif). Bu koşulsuz buyruk, “Öyle davran ki davranışının temelindeki ilke tüm insanlar için geçerlilik arz eden evrensel bir ilke veya yasa olsun; insanlığı, kendinde ve başkalarında bir araç olarak değil, her zaman bir amaç olarak göresin” şeklinde formüle edilen temel prensiplere dayanır. 

***

Ödev gereğince işlenen her fiil ahlâkî değerini bu fiille ulaşılacak amaçta bulmaz; onu yapmaya sevk eden ilkede/maksimde bulur. İyi niyet hariç, bu dünyadaki hiçbir şey sınırsız biçimde iyi olarak kabul edilemez. Niyetin iyi olma sebebi, ne niyetin doğurduğu sonuçların iyi olması ne de arzulanan sonuca ulaşabilme imkânıdır. İyi niyetli olma sebebi ya kişinin kendinde iyi olması ya da niyet ettiği şeylerin iyi vasfı taşımasıdır ki bu felsefe, “Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır” anlamındaki hadisi akla getirir. Kaynaklarda, bir sahâbînin kişisel beklentiler sebebiyle hicret etmesi üzerine varit olduğu belirtilen bu hadisteki “niyet” kavramı bazı âlimlere göre yeminle ilgili konulardan evlilik ve boşanma gibi meselelere kadar çok geniş bir spektruma sahiptir. 

Kant’ın ahlak felsefesindeki “iyi” kavramı İslam geleneğindeki “hüsün-kubuh”u (iyi-kötü) özsel vasıf olarak tanımlayan Mu’tezilî perspektifi anımsatır niteliktedir. Bu perspektife göre iyi kendinde iyidir, yoksa Allah’ın onu iyi olarak tanımlamasıyla iyi değildir. Allah sadece iyinin iyi olduğunu bildirir. Müslümanların kendileriyle ve başkalarıyla birlikte yaşama tecrübesinde iyiyi hâkim kılacak ahlak anlayışında Allah’ın mahlûkatına şefkat ilkesini dikkate almak gerekir ki bu ilke Yunus Emre’ye nispet edilen, “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” sözünü akla getirir. Bu söz ilk bakışta çok romantik görünebilir; fakat ahlâkî yaşantının temel amacı fazilete talip olmaksa, bu durumda Yunus’un sözüne hak vermemek elde değildir. 

Ne var ki biz müslümanlar bugün din, mezhep, etnisite gibi hiçbir şeyi ayrışma ve ayrıştırma unsuru olarak görmeksizin insanı sırf Allah’ın yarattığı bir varlık olarak sevmek ve birlikte yaşama kültürü geliştirmek şöyle dursun, aynı dine, hatta aynı mezhebe mensup olduğumuz halde sırf meşrep ve görüş farklılıklarından dolayı birbirimize çok galiz şekilde küfretmeyi gayet normal bir şey olarak görebilecek kadar nobranlaşmış haldeyiz. Bunun temel sebebi, bir değerlendirmeye göre “tek Allah’ın vechi” çerçevesinde Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Mevlâna Celâleddîn Rûmî gibi mutasavvıflarca geliştirilen sıcak, yumuşak ve pozitif dil yerine, daha ziyade kelam ulemasının “soğuk ontoloji” diye adlandırabileceğimiz, “tek Allah’ın vechi”nden önemli ölçüde yoksun bir dil kullanmış olması ve müslüman çoğunluğun bu dile sahip çıkması ile ilgilidir. Hâlbuki Kur’an’da yer aldığı şekliyle tevhid anlayışı, kimi mutasavvıflar ve filozofların daha iyi keşfettikleri üzere “sıcak ontoloji”ye, yani Allah’ın vechine nispetle kâinatı ve beşeriyeti varoluşsal formatlar içinde değerlendiren bir anlayışa işaret etmektedir. 

***

Müslümanın kendinden başkası veya öteki ile bir arada yaşama hukukunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği meselesinde en önemli ve öncelikli husus, her bir müslümanın en yakınındaki ötekiyle ilişkisini ıslah etmesi gerektiğidir ki her birimiz için en yakın öteki, tasavvufî geleneğin derin anlamlar yüklediği kendi benimiz, nefsimizdir. Şems 91/8. ayetin ima ettiği üzere, “insanoğlu şeytanını içinde taşıyan bir varlıktır” denebilir. Bu şeytan bizim iç ötekimizdir ki her birimiz bu ötekimizi berikileştirmedikten, yani kendi benimizle barışık hâle gelmedikten sonra, başka insanlarla silm, sulh, salah ve selamete dayalı bir yaşam kültürü geliştirmemiz pek mümkün değildir. Her birimizin hayatında kendimizle barışık veya kavgalı olma hâli çok önemli bir yere sahiptir. Şayet biz ontolojik ve teolojik meseleler yahut güncel ve konjonktürel problemlerle ilintili biçimde kendi iç dünyamızda kavgalar yaşıyorsak, bu kavga ve gürültünün salt sinemizde mahfuz kalıp dışarıya yansımaması insan doğasına aykırıdır. İç dünyamızdaki kavganın dış dünyaya ve insanlara olumsuz yansımaları kaçınılmazdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Kasım 2018

Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/deontolojik-ahlak-ve-sicak-ontoloji-8486

Şövalye Ruhlu Birey Olmak Veya Sürüye Katılmak


Bizim gibi şark toplumlarında özgür iradeli, açık fikirli ve özgüven sahibi birey olmak hakikaten çok zor bir iştir. Çünkü bu toplumlarda birey olma çabası genellikle yadırganan ve hatta “ne oldum delisi olmak” gibi algılanıp kınanan bir şeydir. Yine şark toplumlarında şövalye ruhlu birey olmak da çok zor bir iştir. Çünkü şövalye ruhluluk korkak, kaypak, yüzsüz, ahlaksız değil, son derece cesur, mert ve dürüst olmayı gerektirir. Şövalye ruhlu birey savunmasız ve aciz insanları hem korumayı hem de onlara saygı göstermeyi kendine vazife edinir. Kötülük ve acımasızlığın karşısında durmayı temel erdem bilir. Ahde vefa, söze sadakat gösterir. Şeref ve haysiyetini haleldar edecek her türlü davranıştan uzak durur. Cömert ve yardımsever olur. Kendisine yapılan iyiliği asla unutmaz. Her hâlükârda doğruluk, dürüstlük ve iyiliğin temsilcisi olur. İşte bu ruha sahip olan insan inandığı değerler namına mücadele edip didinen, bunun karşılığında hiçbir şey beklemeden, hatta kendine ait birçok şeyi feda edebilen bir kişilik ve karakter sahibidir.

***

Kısacası, şövalye ruhluluk onur ve ilkeli yaşam demektir. Şövalye ruhluluk akıl ve vicdanla hareket eden irade gücü ve özgürlük demektir. Asil, adil ve anlamlı bir hayat sürmek insanı şövalye ruhlu kılar. Tek başınalık, tevazu, şükran, onur, dostluk, sadakat, dürüstlük, cesaret, adalet, cömertlik, disiplin, adanmışlık, inanç, şükran ve sevgi…. İşte bütün bunlar şövalye ruhluluğun temel vasıflarıdır. Ne var ki şark kültüründe birey, Turgay Bostan’ın ifadesiyle, tek başına bir hiçtir. Tek başına hak arayamaz. Kendi aklı ve fikri doğrultusunda söz söyleyip görüş beyan edemez. Daima bir gruba, cemaate, tarikata, şeyhe ittiba ihtiyacı duyar. Mutlaka bir referans mercii peşinde koşar. En büyük korkusu kendi sürüsünü kaybetmektir. Aradığı huzuru sürüsünde bulur. Sürü başı ne derse ve nereye giderse ona razı olur. Sürüsüyle yürür, sürüsüyle büyür. Sürüsüyle kükrer, vurur, kırar, döker. Ezberlerinin bozulmasını sevmez. Alışılmışın dışına çıkmak kendisini ürkütür. Ben oturayım, birileri benim yerime arayıp bulsun, getirsin ister. Sürüye katılanın en iyi bildiği iş gayba taş atmaktır. Bilgiyi aramak, okumak, yeni keşiflere yelken açmak onun için çok zor ve zahmetli bir iştir. Değişimden korkar. Kolay kolay hayır diyemez. Bu yüzden, yalan dolana çok ihtiyaç duyar. Korku dilini pek sever. Bu dille aklı ve hür düşünceyi katleder. Korku dili iki yüzlü davranmaya, kindarlığa, kalleşliğe, iftiraya ve fitneye sürükler. Korku diliyle şekillenen bir toplumdan ne bilim adamı ne düşünür çıkar. Bu dilin hâkim olduğu toplumsal ve kültürel vasatta eyyamcı aydınlar, nemelazımcı akademisyenler cirit atar.

Şark toplumlarındaki cemaat yapılarında din çoğunlukla bireyi tahakküm altına alıp sürüye katma maksadıyla kullanılan bir baskı aracından ibarettir. Dindeki Allah’a teslimiyet emri söz konusu yapılarda Allah tarafından seçilip yetkilendirildiğine inanılan insanlara mutlak itaat ve teslimiyet olarak tercüme edilir. Yine bu yapılarda kendilerinin inandığı şeylere Allah’ın da inandığı zannedilir. Hatta Allah adına konuşulurken Allah’ı teslim almaya yeltenilir. Öte yandan, Allah’a itaat gibi kullara da itaat dinî bir vecibe hâline getirilir. İşte bu durum bireyin kendi benliğinden vazgeçip sürüye katılmasını kaçınılmaz hâle getirir. Bir insanın kendi benliğinden vazgeçmesi için onun bireysel kimliğinden ve kendine özgü farklılıklarından sıyrılması gerekir. Bunu sağlayacak en etkili yöntem, kişiyi kolektif bir kimlik içinde asimile etmektir. Kişinin kendi benliğini sürüye katmasına, geleneksel dinî gruplardaki “karizmatik lider kültü” ve “lidere mutlak itaat” anlayışı eklendiğinde ferdiyet olgusu ve fert olma şuuru buharlaşıverir. Dinî grup ve cemaatlerde karizmatik liderin “Allah dostu” olarak kabul edilmesi ve kendisine atfedilen yüksek manevi mertebesiyle ilintili çok özel güçlere ve imtiyazlara sahip olduğu düşüncesi hâkimdir. Bu düşünce Allah dostu kabul edilen lider ile Allah arasında zımnî bir özdeşlik bulunduğu vehmini üretir. Çünkü liderin Allah ile sürekli irtibat hâlinde olduğu kabul edilir. Dolayısıyla onun görüşleri “Allah’ın sözcülüğü” olarak değerlendirilir. Bu yüzden, bir dinî cemaatin müntesibi ile o cemaatin lideri arasındaki ilişkiler, Allah’ın sözcüsü ile zavallı bir kul arasındaki ilişki olarak telakki edilir.

***

Hoffer’in tespitiyle, bir insanı savaşmaya ve ölmeye hazır duruma getirme tekniği, o insanın kişiliğini bedeninden ayırmaktan ibarettir. Yani onun kendi gerçek kişiliğine sahip olmasını önlemek, dolayısıyla sürünün bir parçası hâline getirmektir. Bu işlem, söz konusu insanın kapalı kolektif bir topluluğun içinde eritilerek o topluluğa uydurulmasıyla, ona hayali bir kişilik tanımak yoluyla, şimdiki zamanın küçümsenmesini ona aşılamak ve ilgisini henüz mevcut olmayan şeylere kaydırmak yoluyla, onunla gerçek arasına bir perde (öğreti) germek yoluyla, ihtiraslar enjekte ederek o kimse ile nefsi arasındaki dengeyi önlemek yoluyla yapılabilir… Dış dünyada gidecek bir yeri kalmayan ve kendisini grup dışında sudan çıkmış balık gibi algılayan cemaat üyeleri için mutlak itaat, var olmanın yegâne imkânı hâline gelir. Kişi var oluşunu sadece koşulsuz itaat ve ittibaya bağladığında sorgulama, gerçekliği sınama, duygudaşlık/empati kurma gibi becerilerin kullanımı azalır ve cemaate uyum hayattaki en önemli düstur hâline gelir. Bunun bir adım sonrasında, meczup gibi davranmak ve cinayet/katl talimatlarına harfiyen uymak işten bile değildir.

Okuyucudan Mektup: Bir Ayrılık

Bir okuyucusunun, Mustafa Öztürk'e gönderdiği e-postadır.

Değerli Hocam,

Bu maili size sosyal medyadan yaptığınız “ayrılış” imalı yazınız dolayısıyla atıyorum. Çünkü bu olay benim için bir aidiyet meselesini yeniden ve üzücü bir şekilde gündeme getirdi.

Şöyle düşündüm: Toprağımız, evimiz- barkımız, köyümüz-mahallemiz gibi mekanlara bağlılığımız aidiyetin ilksel bir hali olmalı. Biz onların içini hatıralarımızla dolduruyor, sanki ona yeniden bir ruh veriyor ve onu ancak bu şekilde kendimizin yapabiliyoruz. Bu yüklediğimiz ikinci “iç hayat” onların cismini aşıyor ve anlamını bir türlü hakkıyla kavrayamıyoruz.

Hocam ben film sektöründe çalışıyorum. Birkaç yıl önce çekimler için ormanlık alanlara ihtiyacımız oldu. Şehrin içinde böyle yerler kalmadığı kabulünden hareketle Şile, Ormanlı gibi İstanbul’un çevre ilçelerine gitmek durumunda kaldık. Büyük kamyonları hareket ettirdiğimiz için yakıt ve prodüksiyon masrafları katlanılmaz hale geldi. O zaman Çengelköy sırtlarında çocukluğumun geçtiği yerlere bakmak geldi aklıma. Böylelikle yakında bir yerde işi yoluna koyacak bir yer bulmuş olacaktık. Çocukluğumun inin cinin top oynadığı yerleriydi nasılsa buralar. Gittim ve arabayla bir turlayayım dedim. Sonuç: Yaklaşık 50 dönümlük yerde üç metreye üç metre boş bir alanın kalmadığıydı. Birden tutamadım kendimi ve ağlamaya başladım. Ne kadar da safmışım. İçimde tarifsiz bir acı hissettim. Günlerce bunun etkisinden kurtulamadım. Bu acı bir süre sonra yerini hüzne bıraktı. Acılı mutluluk hali… Sonra anladım ki çocukluğumun geçtiği bu yer, bu yıkımla karşılaşıncaya kadar aslında bana ait değilmiş. Burayı sevmek ve sahip çıkmak bir alışkanlıktan öte bir şey değilmiş aslında. Bu kayıp duygusundan sonradır ki sanki bir şey tekamüle erdi ve iyisiyle kötüsüyle çocukluğumun geçtiği bu yer gerçekten benim oldu. Değerini ve anlamını kavradığımı hissettim. Yerine koydum. Şimdi de içimde yıkılamayacağını umduğum bir yerde duruyor…

Bu ve buna benzer birtakım olaylar neticesinde aidiyet çevrem genişledi. Yanlış ifade etmiş olmazsam yok olup gitmeye mahkûm maddi unsurların dışındaki, kendi parçam olduğunu hissettiğim şeyleri daha iyi ve net görmeye başladım diyebilirim.

Otuz sekiz yaşındayım. İç süreçlerim Allah’ın sonsuz merhameti ve sevgisiyle “kafirleri nerede yakalarsanız öldürün” ayetini bağdaştıramayarak geçti (Editörün Notu: "Kafirleri Bulduğumuz Yerde Öldürmeli miyiz?" başlıklı video). Bir müddet sonra bu ikisi arasındaki gerilimin, ama cehaletten ama imansızlıktan kaynaklandığına inanmayı akıl ve çevre sağlığım bakımından kabul etmek durumunda kaldım. Çok sevdiğim, benden farklı arkadaşlarım ne olacaktı? Ateistim, marksistim, agnostikim, deistim diyen… Bunlarla kurduğum temas bir iman problemiydi çünkü.  Bu gerilimin enerjisini bana ait olmayan ama daha güvenli bir ‘ben’ inşa etmeye çalışarak harcadım. Tabii ki başarısız oldum.

Kafanızı şişirdim hocam. Asıl söylemek istediğim şeye gelirsek, benim gibi yolunu aradığını düşündüğüm birçok insan var. Kendi adıma konuşursam eserleriniz ve düşünceleriniz yolumun bir kısmını aydınlattı. Kendi öz benliğime doğru yürüyebileceğim bir yol olduğunu, bir imkân olduğunu görmemi sağladı. Bu ülkede yalnız olmadığımı, bir abimin bir büyüğümün olduğunu canı gönülden hissettirdi. Sağ olun, var olun. Ötekileştirmeyen, anlamaya fırsat veren çabanız, benim için bu ülkeyi vatan haline getiren unsurlara bir yenisini kattı. Aidiyet çevremde büyük ve saygın bir yer tuttu.

Tıpkı çocukluk anılarımın yitip giden mekanları gibi, bu ülkedeki her güzel şey gibi siz de gideceksiniz sanırım. Allah’ın arzı geniştir nasıl olsa… Bu belki ilk başta bir acı ve yalnızlık hissettirecek bana, bir değer yitimi olacak, hatta yapılan zulmün benim ya da çocuklarımın kapısına da elbet bir gün uğrayacağını can acıtarak idrak ettirecek. Bir zaman sonra ardınızdan hüzünle bakıp değerinizi daha iyi anlayacağım ve daha iyi kavrayacağım belki de. Bu çabanızı tam anlamıyla gönlüme koyabileceğim.

Mekanlar yıkılır içimizde yaşarlar. Ya da ülke dediğimiz şey içimizdeki vatan kavramı olmadan nedir ki… Ancak hakkı verilmiş, acı çekerek elde edilmiş fikirler ne yıkılır ne de terk edilebilir değil mi… Böyle fikirler asla ölmez değil mi hocam…

Durumun üzüntüsünden kaynaklanan heyecanla bir kusur ettiysem lütfen affediniz. Haddi aşarak, hakkım olmayarak kendi üzüntümü bu şekilde dile getirmem yanlış oldu belki. Ama tam da içimden geldiği gibi davrandım. Beşiktaş’ın çok sevdiğim efsane futbolcusu Sarı Fırtına Metin’in, kafasını kale direğine vurup beyin kanaması geçirdiği haberini aldığımda da buna benzer şekilde üzüldüğümü hatırlıyorum. İlkokula gidiyordum. Dersten ağlayarak kaçmış, koşup eve gelmiş ve annemin kollarına atılmıştım. Bu durum bana biraz bunu anımsattı. Annem üzüntümü gidermek için olacak, merak etme iyileşecek dedi. Metin gerçekten de iyileşti, yaklaşık on yıl daha futbol oynadı ve jübilesinde müthiş bir gol attıktan sonra sahalara veda etti… Sizin ayrılışınız konusunu annemle de bir konuşmalıyım bu yüzden.

Allah size aileniz ve yakınlarınızla birlikte bereketli, sağlıklı ve mutlu bir ömür geçirmeyi nasip etsin hocam.

Saygılar, sevgiler.
22 Aralık 2018

İnsan Allah’ın Halifesi/Vekili midir?


İslam âlimleri Bakara 2/30. ayette insana izafe edilen halifelik vasfının ne manaya geldiği hususunda hayli kafa yormuşlardır. Pek çok âlime göre insan kendinden önce yeryüzünde bulunan cinlerin yerine getirildiği için Âdem ve zürriyyeti “Cinlerin ardından gelip onların yerine geçenler” anlamında “halife” diye adlandırılmıştır. Bu görüş kapsamında eski İran mitolojilerine de atıfla insan soyunun “Hinn, “Binn”, “Tamm”, “Ramm” gibi kadim varlıkların halefi olduğu ve bu yüzden “halife” diye adlandırıldığı gibi görüşler de ortaya atılmıştır.

Tasavvufî gelenekte ise özellikle Gazâlî hem “Ona ruhumdan üfledim” (Hicr 15/29) ayetinden hem “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” hadisinden hareketle insan soyunun “Allah’ın halifesi” uvanına layık olduğu fikrini savunmuştur. Ancak Bakara 2/30. ayette meleklerin dilinden de aktarıldığı gibi yeryüzünde fesat çıkarıp kan döken bir varlığa Allah’ın halifesi unvanı vermek ciddi şekilde problemlidir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî bu sorunu fark etmiş olmalı ki “Allah’ın halifesi” unvanına başka bir anlam yüklemiştir. 

İbnü’l-Arabî’ye göre Allah’ın halifesi, isim ve sıfatlarıyla kendisinde en mükemmel biçimde tecelli ettiği “İnsân-ı Kâmil”dir. Mülk Allah’ındır, “İnsân-ı Kâmil” de bu mülkte Allah’ın vekilidir. “İnsan-ı Kâmil”den maksat ise tevhid açısından da sıkıntılı muhtavaya sahip olan ve tasavvufî literatürde “ehadiyet mertebesinin bâtını”, “Allah isminin mazharı” gibi tanımlamalara konu olan “Hakikat-i Muhammediyye” telakkisidir. 

Sonuçta kim ne derse desin, hiçbir insan Allah’ın halifesi, vekili değildir. İnsan soyu Allah’a ibadet ve taaatla mükelleftir. Allah “rab” (efendi, sahip), insan “abd” (kul) olduğuna göre Âdemoğluna nispet edilen halifelikten maksat, yeryüzünü ilâhî irade doğrultusunda mamur kılma yükümlülüğünü taşımaktan ibaret olsa gerektir. Ancak insan soyu bu yükümlülüğün gereğini ifa etmemiş, edememiştir. Hatta Sebe 34/20. ayette Sebe halkına göndermede bulunan, “İblis onlarla ilgili iddiasında haklı çıktı” mealindeki beyan, neredeyse insanoğlunun çoğunluğu hakkında geçerli hâle gelmiştir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk – 18 Aralık 2018