Pireye Kızıp Yorgan Yakmamak | 14 Şubat 2021


 

Sekülerleşme Dinsizleşme Midir? | 11 Şubat 2021


 

Medyascope Söyleşisi | 30 Ocak 2021


 

Kalp Atmadım Diye Gönül Koymayınız | 30 Ocak 2021


Mustafa Öztürk, kanala gelen yorumlara mukabelede bulunamamasının sebebini anlatıyor. Bu kanal ve blog, bizzat Mustafa Öztürk tarafından yönetilmemektedir.

Karar TV Söyleşisi - 25 Ocak 2021


 

Riba ve Faiz | Mustafa Öztürk





Hararetle Muhabbet: Türkiye'de Teolojinin İmkânı | 14 Ocak 2021


 

Boğaziçi ve Türkiye'de Üniversiteler | Medyascope / Ruşen Çakır | 14 Ocak 2021


 

Türkiye'de Akademinin Hâl-i Pürmelali - 9 Ocak 2021

 


Mustafa Öztürk'ün Marmara İlahiyat'taki Son Dersi - 1 Aralık 2020

 



Karar TV Özel Röportaj | 17 Aralık 2020


 

Hakikat Meselesi Bitmiştir | 13 Aralık 2020


 

Bitti, Artık Balık Tutup Fındık Toplayacağım | 3 Aralık 2020


Mustafa Öztürk ne dedi? Dün sosyal medyada başlayıp geleneksel medyaya da sıçrayan linç kampanyasının ardından Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevini bırakan Prof. Mustafa Öztürk Ruşen Çakır’ın sorularını cevapladı.

Salgın Çerçevesinde Teolojik Yorumların Yorumu | Salgınlar ve Toplum Çalıştayı | Ekim 2020


Salgınlar ve Toplum Çalıştayı 29-30-31 Ekim 2020 Prof. Dr. Mustafa Öztürk - Salgın Çerçevesinde Teolojik Yorumların Yorumu

Nüzul Dönemi Tefsir İncelemeleri Doktora Dersinden Bir Kesit | Kasım 2020


 

10 Kasım | Aslı Şafak'la İşin Aslı / Bloomberg HT | 10 Kasım 2020


 

Tarikatlar cemaatler ve İslam | Ruşen Çakır / Medyascope | 16 Eylül 2020


 

Tarihselcilik Konuşmaları 13 - Tarihselci Okumanın Tarih Kaynakları


 

Buraları Görüp Allahuekber Dememek Mümkün Mü?


 

Ayasofya | TV 100 / Yüz Yüze | 11 Haziran 2020


 

Tarihselcilik Konuşmaları 12 - Varoş Ateistliği Bağlamında Ahlâk Yetmezliği Sorunu


 

Tarihselcilik Konuşmaları 11 - Birkaç Eleştiri Üzerine Tavzih - Mustafa Öztürk

 


Din ve Bilim | Emre Buga ile Bakış Açısı / TV 100 | 25 Mayıs 2020 | Sinan Canan - Mustafa Öztürk

 

 

Emre Buga’nın sunumuyla Bakış Açısı programında 25 Mayıs 2020 tarihinde Prof. Dr. Sinan Canan ve Prof. Dr. Mustafa Öztürk “Din ve bilim ilişkisi nasıl olmalı? Kutsal dinlerin bilime bakış açısı ne? Ayetler gizli bilimsel şifreler bulunduruyor mu?” gibi konular hakkında konuştu.

Din, Devlet ve Siyasetin Ortak Yaşam (Simbiyoz) İlişkisi

Din, devlet ve siyaset arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Simbiyotik (birbirine muhtaç yaşama veya ortakyaşam zorunluluğu) nitelikli bu ilişkide devlet ve siyaset belirleyici role sahip olup din ve tedeyyünü (dini benimseme) kendine uygun kalıba veya değişen şartlara göre kalıptan kalıba sokar. Sami kültür havzasındaki üç ana akım dinden en kıdemlisi olan Yahudiliğin “Ahd-i Atîk” (Tanah) diye isimlendirilen kanonik kutsal kitaplar koleksiyonuna göz atıldığında, bu kitaplarda din diye anlatılan pek çok şeyin İsrâiloğulları ve Yahudilerin siyasi ve sosyal tarihindeki sorunların din diline tercüme edilmesinden ibaret olduğu gerçeğiyle karşılaşılır. Mesela, Tanah’ın altıncı kitabı olan Yeşu’da Hz. Musa’nın vefatından sonra İsrâiloğulları’nın Kenan topraklarına girişi ve Yûşâ (Yeşu) önderliğinde Kenan topraklarının korkunç bir vandallıkla ele geçirilip taksim edilmesi anlatılır. Tanah’taki pek çok kitapta olduğu gibi Yeşu’da da Rab Yehova savaşkan bir kabile şefi veya siyasi lider gibi tasvir olunur. Yahudi geleneğindeki “seçkin millet” ve “Tanrı katında imtiyazlılık” gibi inançlar da esas itibariyle birer teo-politik kurgudur. 

Yahudilikteki “etnik seçkinlik ve üstünlük” fikrinin kurumsal yapıya (seçkin ve üstün anlamını taşıyan Eklessia/Kilise) transfer edildiği Hıristiyanlıkta Kilise “kutsal”, “Katolik” (evrensel) ve “apostolik” (havâri referanslı) gibi vasıflarla tanımlanır; fakat tarihsel tecrübe Kilise’nin kurumsal olarak mutlak ilahi otorite ve hükümranlığı temsil iddiasıyla din/diyanetle meşguliyetten ziyade, siyasetle düşüp kalktığı ve bir bakıma başkanlık sistemine benzer bir devlet aygıtı gibi çalıştığı gerçeğini ortaya koyar. İşte Papalık ve adı üstünde Vatikan Devleti, asırlardan beri mıh gibi orada duruyor ve geçmişte olduğu gibi bugün de din kisvesi altında basbayağı siyaset yapıyor. Ortaçağ Avrupa’sında “Otuzyıl Savaşları” diye bilinen mezhep savaşlarının akabinde imzalanan Westfalya/Münster Antlaşması da Kilise ve papalık ile devlet ve siyaset arasındaki simbiyotik ilişkiye dair çarpıcı veriler sunar. Mesela, bu antlaşma metninde yer alan “seculeriser” (seküler) kelimesi Katolik kilisesi ve kardinallerin hükümranlık hakkına isyan bayrağı çeken kitleyi tanımlar.   

Hristiyan gelenekteki Katolik kilisesi ve papalığın devlet ve siyasetle ortakyaşam ilişkisi İslam geleneğinde dinîlik kisvesine büründürülen “hilafet” (halifelik) kurumunda da mevcuttur. Hilafet gerçekte Seyyid Bey’in 1924’te TBMM’deki konuşmasında ifade ettiği üzere dinî değil, dünyevi ve siyasi bir kurumdur. Fakat genelde İslam kültüründe, özelde Osmanlı geleneğinde din ile devlet ve siyaset her zaman simbiyoz/ortakyaşam ilişkisiyle var olmuş ve bu tarihsel gerçek en güzel ifadesini “din ü devlet, mülk ü millet” klişesinde bulmuştur. Daha açıkçası, “din ü devlet” (din ve devlet) Osmanlı resmi söyleminde devlet katından sâdır olan fermanlar ve icraatları meşrulaştırmak için çok sık başvurulan bir formül olmuştur. Bu formülde her ne kadar din ile devlet iki ayrı referans mercii gibi sunuluyor görünse de, aslında burada birbirine eşit iki değer değil, değerler hiyerarşisi söz konusudur. Yani bu hiyerarşide aslî değer din değil, devlet ve devletin bekasıdır. Dolayısıyla din de devletin bekasına ve ulvi çıkarlarına hizmet etmekle nisbî değer kazanır. Bu noktada devlet her zaman gerçek şampiyon, din ise gönüllerin şampiyonu olarak konumlanır.  

Gelinen bu noktada günümüz Türkiye’sinden spesifik bir örnek vermek gerekirse, birkaç gün önce gökten düşen taş gibi ülke gündemine düşen yeni anayasa tartışmasında 1921 anayasasına atıflar yapılması üzerine profesör unvanlı Ayasofya baş imamı “1921 ve 24 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün” diye tweet atarken, dinî hassasiyetle konuşuyor gibi görünse de haddizatında devlet katından sâdır olmasını ümit ettiği siyasi ve ideolojik bir operasyonun fitilini ateşlemeyi hedefliyor. Kaldı ki baş imam olarak görev yaptığı Ayasofya da İstanbul fethedildiği günden beri dinden ziyade, devlet ve siyasi egemenlik mevzusu olma özelliğini koruyor.  

Bu bağlamda kurumsal din, devlet, siyaset arasındaki simbiyotik ilişkinin toplum üzerinde mutlak egemenlik kurmanın ve dahi akıl sağlığını dumura uğratarak din adı altında insanları hurafeye bağımlı kılmanın en etkili formüllerinden biri olduğu hususunda Spinoza’nın “Teolojik-Politik İnceleme” adlı eserinin giriş kısmındaki tespitlerden kısa bir fragman aktarmakta fayda vardır. “Kalabalığı yönetmek için hurafeden daha etkili bir şey yoktur” diyen Spinoza din maskesi altında krallarına/hükümdarlarına tanrı gibi tapınmayı mümkün kılmak için dinin akıl, fikir ve eleştirel düşünceden büsbütün azade kılınmış şekilde salt ibadetler ve ritüellerle donatıldığından söz eder ve bu konuda Türklerin (Not: Spinoza’nın “Türkler” kelimesine yüklediği anlam, “Kalın Türk” İsmet Özel’in “Türk demek Müslüman demektir” şeklindeki teziyle örtüşür mahiyettedir) çok başarılı bir performans sergilediklerine dikkat çektikten sonra şöyle devam eder: 

“Türkler tartışmayı bile küfür sayar ve her insanın kişisel yargısını öylesine çok önyargının boyunduruğu altına alırlar ki bir kuşkuyu dile getirmek için bile olsa sağlıklı akla zihinde hiçbir yer bırakmazlar… Monarşik yönetimin en büyük sırrı ve tüm çıkarı, insanları aldatmakta ve onları dizginlemesi gereken korkuya din maskesi takmakta yatar. İnsanlar böylece sanki kurtuluşları için savaşıyormuşçasına, köleleşmek için savaşırlar. Tek bir adam kibirlenebilsin diye kanlarını ve canlarını vermeyi bir utanç değil de en büyük onur sayarlar. Ama tersine, özgür bir devlette bundan daha uğursuz bir şey ne hayal edilebilir ve ne de deneyimlenebilir.”   

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Şubat 2021

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/din-devlet-ve-siyasetin-ortak-yasam-simbiyoz-iliskisi-1588542

‘İslamcı’ II. Abdülhamid ve İslamcı Muhalefet

Bugün, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “kayyım rektör” protestoları ekseninde Cumhurbaşkanı’nın rektör atamalarındaki “lâ yüs’ellik”e dair sıkı bir eleştiri yazısı yazmayı ve dahi “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen nev-i şahsına münhasır sistemin Türkiye’yi nasıl uçuşa geçirdiğini(!) bu vesileyle ortaya koymayı düşünmüştüm; fakat artık ne kadar iyi niyete dayalı ve yapıcı da olsa hiçbir eleştirinin ilgili adreste hiçbir şekilde olumlu karşılanmaması, bilakis en ufak bir eleştirinin dahi “vatan hainliği” ve “teröristlik” gibi yaftalarla yaftalanması hasebiyle söz konusu minvalde yazılacak yazının -en iyimser ifadeyle- faydasız ve anlamsız olduğuna kanaat getirdiğimden, “kayyım rektör” meselesine dair yazmaktan vazgeçtim. Bunun yerine “İslamcı” II. Abdülhamid’in kendi dönemindeki İslamcılar tarafından kıyasıya eleştirilmesinden söz etmek istedim. Zira bu konuda aktaracağımız kısa bilgilerin dahi günümüz Türkiye’sindeki siyasi gidişatın “dejavu” algısıyla okunmasına -ki böyle okunduğu takdirde ne işe yarayacak, o da ayrı mesele- vesile olacağını ümit ettim. Mamafih, bugün böyle bir yazı yazmamdan dolayı siyasete bulaşmakla eleştirileceğimden eminim. Bu vesileyle şunu belirteyim ki ben parti marti, siyaset miyaset işlerine hiç meraklı değilim; fakat memlekette onca tuhaf şey yaşanırken ve yaşananların çoğu da tüm milleti alakadar ederken, ben bu köşede meleklerin cinsiyetini tartışacak değilim…   

Sadede gelirsek, XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşam savaşı veren Osmanlı Devleti’ni inkırazdan kurtarma amacıyla araçsal bir değer ve işlev atfettiği pan-islamizm politikasından dolayı “İslamcı” olarak kabul edilen ve Cumhuriyet öncesine uzanan ideolojik zıtlaşmalardan dolayı kimilerince “kızıl sultan”, kimilerince de “ulu hakan” diye anılan II. Abdülhamid anayasaya dayalı meşrutî bir idare kurmak isteyen ve bu yüzden Abdülaziz ile V. Murad’ı tahttan indiren Midhat Paşa ve arkadaşlarıyla anlaşarak 31 Ağustos 1876 Perşembe günü tahta çıkmıştır. İlk planda orduya ve halka jestler yaparak işe başlayan II. Abdülhamid Seraskerlik Kapısı’nda ordu mensuplarıyla yemek yemiş, hükümet üyeleriyle mabeyn personelini Yıldız Sarayı’nda yemeğe davet etmiş ve bu yemekteki konuşmasında millî birlik ve beraberlik ihtiyacını dile getirmiştir. Öte yandan, Haydarpaşa Hastanesi’nde Balkan cephelerinden gelen yaralıları teker teker ziyaret ederek onlara hediyeler vermiş, ayrıca Sadrazam ve diğer nâzırlarla birlikte camileri dolaşarak namazları halkla beraber eda etmiştir.  

Ne var ki zaman ilerledikçe II. Abdülhamid ilkin yola birlikte çıktığı arkadaşlarıyla irtibatı koparmaya başlamış, ardından gerek seleflerinin başına gelenler, gerek kendisinin yaşadığı kötü tecrübeler ve gerekse zihnini işgal eden şüpheler ve vehimler sebebiyle Yıldız’a çekilip hemen herkesi ya kendisine ya devlete kasteden birer entrikacı hain olarak algılamaya başlamıştır. Sonuçta her şeyden nem kapma psikolojisiyle farklı görüşler ve eleştirilere asla tahammül edemeyen, bilhassa hürriyet ve müsavat gibi fikirleri boğmaya yönelik her türlü jurnal ve güvenlik tedbirini anında devreye sokmaya hayati önem atfeden bir istibdâd (hükûmet-i mutlaka, keyfî yönetim, yönetimde tazyik, tahakküm ve zorbalık) sürecini başlatmıştır. 

İstibdâd başta Mehmed Âkif olmak üzere Said Halim Paşa, Said Nursi ve İskilipli Âtıf Efendi gibi birçok İslamcı figürün II. Abdülhamid’i ağır bir dille eleştirmelerine çok esaslı bir gerekçe oluşturmuştur. İstibdâdı “siyasi iktidarın acziyeti” olarak gören ve Sebîlürrreşâd’daki bir yazısında, “hiddetler, şiddetler, tazyikler, cebirler hep aczin meşimesinden düşen bir sürü eksik mahlûklardır ki beşeriyet muztar kalmadıkça bunları agûş-i kabulüne alamaz; alsa da mümkün değil sevemez” diyen Âkif Köse İmam üzerinden II. Abdülhamid’in istibdâd politikasını şöyle kınamıştır: “Dedi: Çoktan beridir vardı benim bir derdim/Gideyim zalimi ikaz edeyim, isterdim./O, bizim cami uzaktır, gelemez mani ne?/Giderim ben diyerek vardım onun camiine/Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid/Koca şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid/Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız/O silahşörler o al fesli herifler sayısız/Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı/sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!/Hele tebziri aşan masrafı, dersen sorma/Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma...” 

İstibdâda yönelik muhalefet şiddetlendikçe vehimleri de artan, vehimleri arttıkça istibdada vites attıran II. Abdülhamid’in yönetim tarzı Said Halim Paşa tarafından “kendi hakları dışında Meclis, Anayasa filan tanımayan bir müstebitlik” diye vasfedilirken, İskilipli Âtıf Efendi de keyfi idare, icraat ve zulüm diye nitelendirdiği II. Abdülhamid yönetimindeki istibdâdî özellikleri “nifak ve şikâk” diye tanımlamıştır. Öte yandan, Seyyid Bey müslüman milletin topyekûn gerileme ve çökmesini İslam ve/veya dönemin İslami anlayışıyla irtibatlandırmasının yanı sıra zulüm ve istibdadı da aynı noktaya bağlamıştır. Sonuç olarak, bugün muhafazakâr, milliyetçi ve hatta İslamcı çevrelerde “ulu hakan, cennet mekân” diye anılmasının yanında zaman zaman da “evliyâullah”tan sayılan II. Abdülhamid’in kendi dönemindeki İslamcıların hemen hepsi tarafından çok ağır bir dille eleştirilmesi, siyasi idare ve iktidara yönelik her eleştirinin “vatan hainliği”, “teröristlik” gibi saiklerden kaynaklanmadığını göstermesi bakımından hayli manidardır. Sanırım, bu yazıdaki meramımız ve maksadımız yeterince anlaşılmıştır…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Şubat 2021

Kaynak:  https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islamci-ii-abdulhamid-ve-islamci-muhalefet-1588480

Merhaba, Hoşgeldin, Ey Rûh-i Revânım, Merhaba!

Başlıktaki hoş selamlama mutasavvıf-şair Seyyid Nesîmî’nin (ö. 820/1417[?]) dilinden dökülmüş ve bu sözü içeren şiir Hüseyin ve Ali Rıza Albayrak kardeşler tarafından hazırlanan “Bâtınî Nefesler” isimli müzik albümünde Erkan Oğur’la birlikte çok güzel yorumlanmış bir türküye dönüşmüştür. Kimi İslâmî kaynaklarda bâtınî-hurûfî görüşleri ve vahdet-i vücudcu eğilimlerinden dolayı “melâhide/zenâdıka” kategorisinde anılan Nesîmî bana göre “iyi ki bu dünyadan gelip geçmişler” diye düşündüğüm Hak âşıklarındadır. Ancak yaşadığı dönemde Halep’teki Sünnî ulema İslam’a aykırı görüşleri savunduğu, hatta ulûhiyet iddiasında bulunduğu şeklindeki suçlamalarla katline fetva vermiş ve bu fetva dönemin Memlük Sultanı el-Melikü’l-Müeyyed Şeyh el-Mahmûdî’nin onayını alan saltanat naibi Emir Yeşbek tarafından boynu vurulup derisi yüzülerek tatbik edilmiştir.  

Tasavvuf geleneğinde vahdet-i vücudcu düşünceye yakın olduğu bilinen Bursalı Şeyh Üftâde’nin “hakikate ulaşan kişi”, O[ğ]lanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin “tıpkı Hallâc-ı Mansûr gibi tevhid ehlinin ileri gelenlerinden biri” diye andığı Nesîmî’nin İslam fıkhında dahi caiz görülmeyen “müsle” (işkence) yoluyla öldürülmesi İslam tarihinde sözde dinî gerekçelerle işlenen siyasi cinayetlerin en trajik örneklerinden biridir. Zira Nesîmî’nin korkunç şekilde katledilmesine sebep aslında ne hurûfî eğilimleri, ne vahdet-i vücudçu görüşleri ve ne de bâtınî karakterli Kur’an te’villeridir. Denilebilir ki bunların tümü bahanedir; asıl sebep Nesîmî’nin Dulkadıroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddîn ve Karayülük Osman, Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah gibi devlet ricalini etkilemesinin yanı sıra halktan da geniş bir taraftar kitlesi edinmesidir. Gerek Halep civarında ve gerekse Anadolu coğrafyasında giderek büyük bir manevi nüfuz kazanan Nesîmî dönemin Memlük idaresini kaygılandırmış ve sonuçta siyasi bir tedbir olarak ortadan kaldırılmıştır.  

Nesîmî’den yaklaşık 500 yıl önce Hallâc-ı Mansûr’un Abbâsî halifesi Halife Muktedir-Billâh döneminde Hanefî kadısı İbnü’l-Bühlûl’ün muhalefetine rağmen diğer kadıların ortak fetvasıyla burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edilmesi, ardından başı kesilerek Dicle üzerindeki bir köprüye dikilmesi, daha sonra da gövdesi yakılıp küllerinin nehre savrulması da haddizatında “enelhak” sözüyle ulûhiyet iddiasında bulunmasından öte, Abbâsîler’e karşı ayaklanan Karmatîlerle gizlice işbirliği yaptığı iddiasıyla ilişkilidir. Yani Hallâc da aslında dinî olmaktan öte, dinîlik süsü verilmiş siyasi gerekçelerle katledilmiştir. Hallâc ve Nesîmî ile ilgili tespitler Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddîn’in katli için de geçerlidir. Çünkü Şeyh Bedreddîn’in idam edilmesine yol açan temel sebep de ilhâd ve İbâhîliğe sapmak, “ahirette bedenler diriltilmeyecek” gibi Ehl-i sünnet itikadına aykırı görüşleri savunmaktan ziyade, etrafına topladığı kalabalık taraftar kitlesiyle Osmanlı idaresine karşı isyan bayrağı çekmesidir.  

Hallâc, Nesîmî ve Şeyh Bedreddîn gibi heterodoks mutasavvıfların genel dinî düşünce yapıları tarihsel süreçte idare-i maslahatçılık, sağcılık ve muhafazakârlığın en iyi temsilini üstlenen kurumsal Sünnîlikle kıyaslandığında “İslami sol” diye nitelendirilen kategoride yer alır. Özellikle Nesîmî “Fâş eyledim cihana enelhak rumuzunu, doğru haberdir anun için dâra düşmüşüm”, “Derde müştâk olmayan kimdir ki derman isteye, kabl-i mevti bilmeyen sen sanma kim din isteye” gibi mısralarından da anlaşılacağı üzere kendi davasına baş koyması, ne pahasına olursa olsun savunduğu görüşlerin arkasında durması ve bu yüzden başına gelen sıkıntılardan dolayı sızlanmaması hasebiyle bir bakıma “ilkeli” ve “dik duruş”un timsali olmuştur. Buna mukabil Nesîmî’nin katline fetva veren ulema, büyük ihtimalle uydurma olan ve fakat mana/mesaj itibariyle çok şey anlatan “Muaviye ve Dişi Deve” hikâyesindeki halk kitlesine biçilen rolle hemen hemen aynı rolü oynamıştır.  

Burada anlatmaya çalıştığımız hususun daha iyi anlaşılması için “Muaviye ve Dişi Deve”  hikâyesini aktarmak gerekir. Hikâye şöyledir: Hz. Ali’nin taraftarlarından Kûfeli bir adam Şam’a gelmiş, fakat Şamlı biri “Bindiğin bu dişi deve benimdir” diyerek deveye sahip çıkmıştır. Deve erkek olduğu halde Şamlı kişi, “Bu dişi deve benimdir” diye ısrar etmiştir. Bilahare mesele Muaviye’ye intikal edince her iki tarafı da dinlemiş, ardından “Bu dişi deve Şamlı’ya aittir” diyerek kararını halkın huzurunda ilan etmiştir. Daha sonra halka dönüp, “Ey cemaat! Bu dişi deve kimindir?” diye sormuş, halk da “Şamlınındır” diye karşılık vermiştir. Kûfeli adam bütün bu olan bitenler karşısında afallayıp kalmış, bu esnada Muaviye onu yanına çağırıp, “Kûfeli! Şimdi beni iyi dinle!” demiş ve ardından şunları eklemiştir: “Sen de ben de biliyoruz ki bu deve dişi değil, erkektir ve sana aittir. Fakat sen Kûfe’ye dönünce burada şahit olduğun manzarayı Ali’ye anlat ve ona şöyle söyle: “Ey Ali! Muaviye’nin etrafında dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen on bin adam var; o yüzden, ayağını denk al!” 

“Muaviye ve Dişi Deve” hikâyesi kurumsal din, siyaset, cemaat, tebaa (halk) gibi birçok farklı unsurla ilgili olarak bugüne dair de çok şey anlatmaktadır. Hani derler ya, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna azdır.  

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Ocak 2021

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/merhaba-hosgeldin-ey-ruh-i-revanim-merhaba-1588417

Kahrolsun Mahalle Kültürü!

Günümüz Türkiye sosyolojisinde “mahalle” kavramı önemli bir yere sahiptir. Bu kavram başta siyasi ve ideolojik aidiyetler olmak üzere küçük ve büyük kültürel geleneklere mensubiyetten grupsal dinî alt kimliklere kadar birçok alandaki pejoratif yaftalar ve kategorik ayrışmalara dair taşıdığı sembolik anlamlar açısından da oldukça önemli ve işlevseldir. “Mahalle” kavramının özellikle siyasi ve sosyolojik jargonda kendine muhkem bir yer edinmesinin arka planı, Şerif Mardin’in 2007 yılında Ruşen Çakır’la yaptığı bir TV programında dile getirip -ki Mardin bu kavramı 1980’lerde yazdığı makalelerde de kullanmıştır- az çok izah ettiği “mahalle baskısı” kavramıyla ilişkilendirilebilir.  

Günümüz Türkiye’sinde “mahalle” kavramının yaygın kullanımı reel politik düzlemde bütün halkın adeta karpuz gibi ortadan ikiye yarılıp hayli yüksek bir gerilim hattında keskin şekilde kutuplaşmış olmasını imler. Bu çerçevede “mahalle baskısı” denen şey de iki zıt kutbun birbiri üzerinde yarattığı baskı ve tazyiki ifade eder. Aslında Türkiye halkı muhafazakâr dindar kesiminden seküler laik kesimine kadar “toplum” olmaktan çok, “cemaat” vasfı taşıdığından, her iki kesimin mahallesinde de “siyasi ve ideolojik kabullerden sapma”ya karşı hoşgörü ve tolerans minimal düzeydedir. Dolayısıyla mahalle hangi mahalle olursa olsun ya da mahalle sakinleri ister laik ve seküler olsun, ister muhafazakâr dindar olsun, faşizanlık her iki cenahta da bakidir. Dahası, siyasi alanda egemen olan mahalle, egemenlik kendinde bulunduğu sürece öteki mahalle ve mahalleliye nefes aldırmamayı kendine adeta ulvi bir vazife bilir.  

Şerif Mardin’in zaviyesinden bakıldığında, “mahalle baskısı” günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik, mukaddesatçılık, muhafazakârlık ve İslamcılık gibi birçok unsurdan müteşekkil bir eklektik ve senkretik zihniyetin hâl-i hazırdaki siyasi ittifak ve iktidar vesilesiyle Türk-İslam sentezciliğini toplumsal bir baskıya dönüştürmesine karşılık gelir. Bu tespit, bugünkü siyasi konjonktürde olup bitenler dikkate alındığında, sayısız veriyle temellendirilebilir ve büyük ölçüde isabetli görülebilir bir tespittir. Ne var ki 28 Şubat döneminde yaşananlar hatırlandığında, benzer bir tespitin laikçi Kemalist zihniyet için de geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir. 

Türkiye halkı her iki zıt kutbuyla da gerçek manada toplum olmaktan çok, cemaat vasfı taşıdığı için büyük ölçüde “ideolojik gettolaşma”yı tanımlayan “mahalle” kültürüyle sürekli olarak kimlik siyaseti yapmaktadır. Hem cemaat kalıpları içinde sosyolojik evrimini henüz tamamlayamamış, hem de “mahalle” kültürü ve kimliğinden kurtulamamış kitleler nezdinde siyaset denen şeyin en temel işlevi de karşı mahalleliye beslenen tarihsel, ideolojik ve kimliksel husumetin dışavurumundan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu sebeple, tüm kültürel ve kimliksel farklılıklarına rağmen seksen üç milyon insanın hayat memnuniyeti içerisinde aynı eşit vatandaşlığı paylaştıkları bir birliktelik ve bütünlüğü (Türkiyelilik) tecrübe etmesi şimdilik pek mümkün değildir. Dolayısıyla bugünkü Türkiye halkı birbirine yabancı iki ayrı mahallede yaşayan ve birbirini hiç anlamayan, anlamaya da yanaşmayan iki büyük cemaat olarak kutuplaşmaktan vazgeçmeyecek gibi görünmektedir.  

Muhafazakâr İslami kesim devletle barışmanın ve hatta bizatihi devlet olmanın sağladığı avantajla bugün hiyerarşinin en tepesindeki cemaat olarak hüküm sürüyor. Fakat muhalif cemaat de kendi mahallesinde olanca hiddet ve husumetiyle hükümranlık gününü bekliyor. Sonuçta Türkiye’yi yine iki büyük cemaatten birinin diğerinden rövanş alacağı günler bekliyor. Hal böyle olunca bir halkın toplum haline gelebilme imkânlarını oluşturan kültürel ve kimliksel melezlikler ortaya çıkmadığı gibi dindarlık ve laikliğin parçalı halde yaşanması da mümkün olamıyor. Keza birbirine benzemeyen kişiler, gruplar, kitleler arasında yatay ilişkiler kurulamadığı gibi farklı kitleler arasında farkındalık, duygudaşlık ve sorumluluk bilinci de oluşmuyor. Çünkü cemaat ve mahalle kültürüyle şekillenmiş zihniyet, başkasının ne düşündüğü, ne hissettiği, neleri sorun olarak algıladığı gibi meselelerin hiçbirini dikkate değer bile görmüyor. Bilakis söz konusu zihniyet her şeyi kendine hak görüyor; hak, hukuk, adalet, ehliyet, liyakat gibi tüm değerlerle ilgili temel ölçütü de maalesef “cemaat” ve “mahalle” aidiyetine/mensubiyetine endeksliyor. 

Sonuç olarak, tarihsel, kültürel, ideolojik kökenli tüm farklılıklarıyla gerçek manada sivil ve açık bir toplum olabilmek ve böyle bir toplumsal düzlemde oluşacak huzur ve sükûn ikliminde ağız tadıyla yaşayabilmek için öncelikle şu kahrolası mahalle kültüründen kurtulmak gerekiyor. Mahalle kültüründen kurtulmak aynı zamanda mahalle baskısından kurtulmak anlamına geliyor. Kendi adıma konuşursam, “mahalle” kavramı benim için ayrışma, kutuplaşma, zıtlaşma gibi kelimelerle ifade edilen ve gerçek hayatta da didişme/dalaşma olarak sonuç veren sosyolojik bela ve musibetten başka bir anlam taşımıyor. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Ocak 2021

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kahrolsun-mahalle-kulturu-1588346

Hayat Kısa, Kuşlar Uçuyor...

Son bir haftadır Boğaziçi, rektör filan derken sanki fazlaca politize olduk. Üstelik atı alan Üsküdar’ı çoktan geçtiğine göre boş yere konuşmuş olduk... Bu yüzden, aynı mevzuda daha fazla konuşmanın lüzumu yok… Memleket sathındaki gergin siyasi atmosferin yarattığı kasvet halinden mümkün mertebe sıyrılıp, “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” (Cemal Süreya) modunda hayata ve insanlık ahvaline dair birkaç satır karalamakta fayda var. Kaldı ki olup biten her şeyi mutlaka kötüye yormak da gerekmiyor; zira dış dünyada güzel şeyler de oluyor… Mesela, şu an Çamlıca tepesi civarına kar yağıyor, İstanbul’un barajlarındaki su seviyesinin biraz daha yükselecek olması en azından İstanbulluları sevindiriyor…  

Mademki hayat çok kısa, o zaman uzun vadede büyük büyük mutluluklara bel bağlamak (tûl-i emel) yerine, istek ve arzu ekonomisi yaparak bedeni hazlar ve nazlara limit/sınır koymak (kasr-ı emel) daha akıllıca görünüyor. Öte yandan, “İyi diyelim iyi olsun” sözü her ne kadar “Hakkaten iyiyim” denemeyecek bir halde iken muhatap olduğumuz “Nasılsın?” sorusunu geçiştirmenin en güzel yoluna karşılık gelse ve aslında burukluk ifade etse dahi yine de “iyi” kelimesinin çağrıştırdığı ümidi kaybetmemek gerekiyor. Çünkü dillendirdiğimiz her söz ruhumuzda iyi veya kötü bir etki icra ediyor. Bu yüzden, “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım” fehvasınca zihnimiz ve dilimizde “iyi”ye daha fazla yer vermek icap ediyor. Ayrıca iyiden ve iyilikten ortaya çıkan pozitif enerjiyi çoğaltmak için öncelikle “safra atmak” diye tabir edilen işi yapmak gerekiyor. Safra atmak tabiri bize yük olan duygulardan, sıkıntı veren insanlardan kurtulmayı ya da bizi yoran her şeyi hayatımızdan çıkarıp adamakıllı hafifleme ve rahatlamayı ifade ediyor.  

Safra atmak babında öncelikle öfke, hiddet, kin, nefret, intikam gibi duyguları mümkün mertebe söndürmek, geçmişte yaşanan kötü tecrübelerden dolayı sinede birikmiş olan ve her geçen gün daha fazla ağırlık oluşturan bu yorucu, yıpratıcı duyguları azat etmek adeta ruhsal ozon terapisi/tedavisi gibidir. Safra atmanın bir diğer önemli boyutu “hırgür”den uzak durmaya ve kendi işine gücüne bakmaya ahdetmektir. Malum, bizim millet temaşayı (seyretme, izleme) pek seven bir millettir. İnsanımız, trafik kazasından sokak kavgasına kadar her şeyi izlemeye bayılır fakat ne o kazanın içinde olmak ne de kavgaya karışmak ister.  Tıpkı bunun gibi, biz bu köşede bir polemik yazısı yazdığımızda, tıpkı yoldaki trafik kazasını seyretmek için arabayı sağa çekip telefonla video çekmeye başlaması gibi, hırgüre mahal verecek yazımıza sayısız yorum yazılır; hatta “prof.”, “doç.” unvanlı zatlar tarafından apar topar reddiyeler yazılıp sosyal medya mecralarında mahalle hatunlarını aratmayacak şekilde dedikoduya malzeme yapılır. Buna mukabil aklıselimle sükûnetli bir yazı yazdığımızda, yorum yazma iştahı hayli azalır. Çünkü sükûnetli yazıda temaşa arzusunu kışkırtacak malzeme yoktur. Fakat bütün bunlara rağmen bizim insanımız son kertede hırgür, didişme ve dalaşmadan değil, aklıselim, sağduyu, sükûn ve huzurdan taraf olur. Haliyle, kavga gürültü hafızalarda çok kısa süreli seyir zevki veren bir rezillik olarak kalır.   

İşte bu yüzden, her zaman sağduyulu düşünmek ve hiç kimseye seyirlik eğlence fırsatı vermemek gerekir. Tecessüs veya başka bir saikle ne yapıp ettiğimize derin merak duyan insanların bir kısmı her ne kadar rehber öğretmene kendi çocuğunun notlarını sormadan önce kapı komşusunun veya yakın arkadaşının çocuğu hakkında bilgi almak isteyen “haset veli” gibi davransa dahi hariçten gelen kötülüğü içeriye buyur etmemek, bilakis “it ürür kervan yürür” diye düşünerek sadece kendimize odaklanıp elimizdeki işi en güzel şekilde yapmayı ilke edinmek hayatı kesinlikle daha güzel hale getirir. Burada anlatmaya çalıştığım husus, dizi oyuncusu Benedict Cumberbatch’ın son günlerde sosyal medyada dolaşan videosundaki şu ifadeleriyle hemen hemen aynı mahiyettedir: “Dünyayı kurtarmak zorunda değilsin; sen kendinden sorumlusun. Savrulma, sızlanma, inleme, tüneme, dırdır etme, uzun uzun düşünme, geçmişi eşeleme, kimseye yapışma, kimseyi izleme, sinsice onu bunu gözlemleme, kendine engel olma, bilakis sadece yap, yapman gerekeni yap…” 

İşte safra atmak budur. Ahlaki düzlemde insanın hayat safrasından kurtulmasının bir diğer yolu da Kur’an’da “afv” diye geçen ve beş ayette Allah’ın sıfatı olarak “afüv” şeklinde zikredilen “af” kavramında ifadesini bulur.  İlginçtir, “afv” kelime olarak hem “silip süpürmek, yok etmek” hem de “fazlalık” manasına gelir. Buna göre affetmek demek, öfke, kin, nefret, hınç gibi duyguları silip süpürmek ve bunların yükünden kurtulmak demektir. “Afv” kelimesindeki “fazlalık” anlamına gelince, bu da aslında bir nevi safra atmak demektir. Zira “Ey Peygamber! Sana hayır hasenat yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar” mealindeki ifadeyi muhtevi Bakara 2/219. ayette bu soruya verilen cevap “afv” diye ifade edilir. Bu bağlamda “afv”, fazlalıktan kurtulmaya, yani infak yoluyla malı haram kirinden arındırmaya, başka bir ifadeyle, malın mülkün safrasını atmaya karşılık gelir. Kısacası, hayatta hem maddi hem manevi anlamda safra atmak kesinlikle iyidir, insana iyi gelir. Zira “hayat kısa, kuşlar uçuyor”… 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Ocak 2021

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/hayat-kisa-kuslar-ucuyor-1588277

Rektör, Üniversite Ve Sâire…

Türkiye’de üniversite meselesi Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamasıyla birlikte patlak veren protesto eylemleriyle bir kez daha tartışma gündemine oturuverdi. “Kayyum rektör istemiyoruz” protestosunun arka planında yeni rektörün 2015 milletvekili seçimlerinde AK Parti’den milletvekili aday adayı olmasının kuşkusuz önemli bir etkisi var… “Ben hard rock dinleyen bir rektörüm” gibi sözlerle kendini komik duruma düşüren bu rektör, geçmişte CHP’den milletvekili aday adayı olsaydı, bugünkü protestocuların en azından bir kısmı meselenin burasını görmezden gelirdi; fakat o zaman da AK Partililer aynı noktayı kaşıyıverirdi. Bu konu bir kenara, Boğaziçi ve rektör meselesinde asıl tepki yaratan sorun, “lâ yüs’el”lik arz eden atama keyfiyetidir… Oysa bugün Cumhurbaşkanı olarak bu atamayı yapan Sayın Erdoğan 2008 yılında Başbakan iken İstanbul Teknik Üniversitesi’nde düzenlenen 2008-2009 Akademik Yılı açılış törenindeki konuşmasında şunları söylemişti: “Hükümet olarak şuna bütün kalbimizle, samimiyetimizle inanıyorum ki üniversiteler, eleştirel aklın, özgür düşüncelerin evi, yuvası olmalıdır. Üniversiteler her türlü siyasi müdahaleden, devletin, hükümetin müdahalesinden kesinlikle uzak tutulmalıdır. İdeolojik yaklaşımlar bizi bir yere vardırmıyor. Tam aksine ülkemize kaybettiriyor.” 

Şimdi anlaşılıyor ki gerçekten de dün dünmüş, bugün bugünmüş… Demek ki Ahmet Necdet Sezervari rektör atamalarına dün itiraz edenler bugün aynı tarz atamalardan hiç rahatsız olmazlarmış… Her neyse, söz konusu rektörün atanma keyfiyetinin arka planındaki muhtemel ideolojik ve psikolojik saik, siyasi iktidardaki iradenin kendi dünya görüşüne karşı iflah olmaz şekilde muhalif bir kurumsal kimliğe sahip olduğunu bildiği ve tabir caizse pek de söz geçiremediği ODTÜ, Boğaziçi gibi bazı köklü üniversiteleri hizaya getirme ve terbiye etme isteğidir. Bu istek aynı zamanda söz konusu üniversiteleri sıradanlaştırarak prestij kaybına uğratma arzusunu da içerir. Boğaziçi kampüsündeki protesto eylemleri sırasında üniversite kapısına kelepçe vurulması da sembolik olarak benzer bir anlam içerir.     

Kişisel gözlemim ve fikrim şu ki Türkiye’de üniversite denen müessesenin artık çivisi çıkmıştır. Zira üniversite kurmak adına hemen her caddede bir bina kiralayıp bilmem ne üniversitesi diye tabela asıldığı, İlahiyat fakültelerinin pıtrak gibi çoğaldığı, dinî cemaatlerin bu fakülteler üzerinde basbayağı vesayet kurduğu, yine bu fakültelerde ortodoksiye aykırı her düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı ve birçok hocanın ders esnasında ses kaydının alınıp YÖK marifetiyle soruşturma açıldığı, doktora ve doçentlik süreçlerinde akademik dil yeterliliği için şart koşulan ÜDS gibi görece zor yabancı dil sınavlarının yerine YÖKDİL denen çok basit bir sınav ihdas edilerek standardın alabildiğine düşürüldüğü ve buna koşut olarak neredeyse hemen herkesin doktora yapıp üniversitede hoca olma fırsatını yakaladığı, akademik kadro ilanlarında neredeyse adayın ayakkabı numarasına kadar yazıldığı, bacanak veya baldız gibi yakınlar için adrese teslim kadro ilanları yapıldığı, bir hadis profesörünün tıp fakültesine dekan atanmasından pek de farklı olmayan atama garabetlerinin yaşandığı, belli bir şahsın rektör olabilmesi uğruna kanun değişikliği yapıldığı bir ülkede “üniversite” denen kurumun hakikaten çivisi çıkmıştır.   

Evet, Türkiye’de üniversite tabela düzeyinde alabildiğine yaygınlaşmış, fakat asla saygınlaşmamış, bilakis ciddi şekilde saygınlık kaybına uğramıştır. Bu kaybın en önemli sebeplerinden biri, “Rektör atanmak için en az üç yıl profesörlük yapma şartı birkaç ay önce kaldırılmış, bu arada İÜ bölünerek kurulan üniversiteye üç yılı dolmamış bir profesör rektör atanmış, sonra şart yine konulmuştu ya? Bugün yine kaldırılmış” gibi kara mizaha konu olacak keyfi tasarruflardır. Öte yandan, on küsur üniversiteye AK Parti milletvekilliği yapmış veya bu partiyle dirsek teması kurmuş isimlerin rektör olarak atanması da Türkiye’de üniversite kurumunun siyasallaşmasına ve sıradanlaşmasına yol açan önemli faktörler arasındadır. Bir öğretim üyesi veya rektörün vaktiyle siyaset yapmış olması doğaldır; fakat “profesör unvanlı pek çok siyasi figür siyasette istihdam edilemeyince rektörlükle telafi cihetine gitmek” gibi bir kanaat uyandıracak yoğunlukta partili rektör ataması herhalde yadırganacak bir durum olmalıdır.   

“Hülasa, maalesef boşa konuşuyoruz” diyelim ve Prof. Dr. Kemal Gözler’in adeta bir feryat gibi okunması gereken “Akademinin Değersizleşmesi Üzerine” başlıklı makalesindeki şu çarpıcı tespitlerle boşu boşuna yazmamızı da bitirelim: “Türkiye’de son yirmi yıldır üniversitelere büyük yatırım yapıldı. Sadece on yedi yılda üniversite sayısı ikiye, üniversitelerde çalışan öğretim elemanı sayısı da üçe katlandı. Ama ülkemizde hâlâ çok önemli bilim insanları çıkmadı. Çünkü yatırım kitaba değil, binaya yapıldı; öğretim elemanı sayısı da hakkıyla değil, suni bir şekilde, örneğin yabancı dil sınavı barajı düşürülerek ve doçentlik sınavında sözlü sınav kaldırılarak artırıldı. Üniversitenin içinde yer alan, değer üretebilen bazı bilim insanları ise üniversiteden ya resmen ihraç edildi ya da yıldırıldı, istifa ettirildi. Bilim insanı olması beklenen en başarılı üniversite mezunları ise bu ülkeyi terk ettiler. Kalan bir avuç bilim insanı da bugün üniversitede yeni bir şeyler yaratmaya uğraşmıyorlar; dolu yağarken saçak altına sığınan insanlar misali, şu riskli günlerin geçmesi için susup bekliyorlar. Üniversite hocaları kendi odalarında arkadaşlarıyla yüksek sesle konuşmaktan dahi korkar hâle geldiler. Vakıa şu ki bugün Türk üniversitesinin içinde bulunduğu boğucu havada değer üretilmesi çok zor…” 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Ocak 2021

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/rektor-universite-ve-saire-1588208

Bir Fikir Kudret ve İmkânla Sınanmadıkça…

Öncelikle, topyekûn 2020 gazisi olan tüm insanlık ailesi namına cümlemiz için geçmiş olsun diyelim, 2021 yılı için de “gelen gideni aratmaz inşallah” diye temenni edelim... Yeni yıla adım attığımız şu günlerde sağlığı koruma kaygısıyla adeta paranoyaklaşmamız bir yana, salgın/pandemi tedbirlerinden dolayı ekonomik hayatın alt üst olması ve özellikle işçisinden küçük esnafına kadar her gün çalışmak suretiyle hayata tutunabilen milyonlarca insanın medar-ı maişet imkânlarının çok büyük ölçüde ortadan kalması gerçekten çok can yakıcı… Hâl böyleyken, kimi görgüsüzlerin birkaç günlük yılbaşı tatilini nasıl da keyifli geçireceklerine dair sosyal medya paylaşımları yapması çok daha can yakıcı... Daha doğrusu, insanlık evrimini henüz tamamladıkları anlaşılan sayısız insanımsıyla bir arada yaşamanın verdiği acı da işin cabası… Hiç şüphesiz bu zor zamanlar insanlık sınavı açısından adeta turnusol kâğıdı gibi… Herkes bugün yapıp ettikleriyle insanlık adına kaç paralık ederi olduğunu gösteriyor sadece… Elbet bu zor zamanlar da geçecek, tıpkı Kul Hüseyin’in, “Buna dünya derler hepsi geçer; hangi günü gördün akşam olmamış…” dediği gibi, elbet geçecek. O halde, belaya karşı proaktif bir eylem olarak sağlam bir sabır (direnç), nimete de her daim şükür… 

Gelgelelim, yazının başlığındaki “Bir fikir kudret ve imkânla sınanmadıkça…” ifadesine, bu ifadenin devamı “sahici bir değer ve anlam taşımaz” diye tamamlanabilir. Aslında söz konusu ifade, “Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” vecizesiyle de irtibatlandırılabilir. Fakat hususen belirtelim ki “Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” demek, mefhum-i muhalif itibariyle “Herkes sınanmadığı günahın suçlusudur” demek değildir. Çünkü insan kınayıp ayıpladığı bir şeyi kendi hayat tecrübesinde yaşamadan, yani başkasında görüp kınadığı şeyle bizzat karşılaşmadan, nasıl davranacağını bilemez. Bu yüzden, başımıza gelmemiş haller hakkında ahkâm kesip insanları kınamak ve acımasız yargı cümleleri kurmak dinî-ahlâkî sakıncası bir yana “adamlık raconu”na bile terstir. Ortalama düzeyde vicdan sahibi olan bir kimsenin kendi başına gelip de cebelleşmediği, dolayısıyla başına geldiğinde nasıl bir tavır sergileyeceğini önceden kestiremediği birtakım kötü hallerden dolayı başka insanları kendi vicdanlarında boğup nefessiz bırakması ne dine, ne ahlaka ne de insanlığa sığar.

“Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” düsturundan yola çıkıldığında, “Bir fikir kudret ve imkânla sınanmadıkça sahici bir değer ve anlam taşımaz” sözüyle anlatılmak istenen şey de az çok anlaşılır. Öte yandan, Saf 61/2-3. ayetlerde, “Ey müminler! Yapmayacağınız şeyleri ne diye söyler durursunuz? Yapmayacağınız şeyleri dillendirmeniz Allah nezdinde büyük bir nefretle karşılanır” diye beyan edilen husus, “Bir fikir kudret ve imkânla sınanmadıkça, sahici bir değer ve anlam taşımaz” sözüyle en azından bir yönüyle bağdaşır.  Keza Ziya Paşa’nın “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde…” dizeleri de yine aynı durumu anlatır. 

“Bir fikir imkân ve kudretle sınanmadıkça sahibi bir anlam ve değer taşımaz” sözünün gerçek hayattaki tezahürleri özellikle siyaset ve din alanlarında görülür. Türkiye’deki reel politik serencama göz atıldığında, muhalefet döneminde iken müthiş bir hararet ve iştiyakla dillendirilen fikirler ve vaatler ile iktidar döneminde ortaya konulan işler arasında yapılacak basit bir mukayese dahi size çok şey anlatır. Cumhuriyet dönemi siyasi tarihimiz, iktidar imkânından yoksun olunduğu zamanlarda namus, şeref gibi sahiplenilen fikirlerin iktidar kudretiyle sınandığında neye dönüştüğüne veya nasıl da buhar haline geldiğine dair sayısız kötü hatıralar barındırır. Özellikle muhalefet döneminde kimi zaman çok ajitatif bir mağdur diliyle en çok şikâyetçi olunan uygulamalara iktidar döneminde sahip çıkmak ve eskisinden daha fazla uygulama arzusuyla başka mağdurlar yaratmak, adeta siyasi tarih yasamız ve değişmeyen yazgımızdır.  

Ne yazık ki artık cümle alemin diline pelesenk olan “eski mücahitler şimdi müteahhit oldu” sözünün de imlediği üzere İslamcılar söz konusu siyasi yasayı uygulama şampiyonları olarak tarih envanterine girmeyi çoktan başardılar. İşte bu yüzden yanarım yanarım da, 1990’lı yılların başlarında benim gibi birkaç “İslamcı” arkadaşla taşradaki en ücra köy kahvelerine gidip bu ülkenin daha özgür, daha refah, daha mutlu bir ülke olacağı hayaliyle ve aynı zamanda dinî-ahlâkî bir misyonu ifa hevesiyle “batak” veya “hoşkin” (hoşkil?) oynayan -not: “modernist” ve “tarihselci” diye etiketliyim; fakat yarım asrı çoktan devirmiş olmama rağmen okey bile nasıl oynanır hâlâ bilemedim- vatandaşların müstehzi tavırlarını sineye çek çeke bir şeyler anlatmak için didindiğimiz zamanlara yanarım…    

“Bir fikir, bir iddia veya söylem yapıp etme imkânı ve kudretiyle sınanmadıkça gerçek bir anlam ve değer taşımaz” sözünün din alanındaki yansımalarına gelince, kuşkusuz bu bağlamda da çok şey söylenebilir; fakat gerçek hayat tecrübesinde hepimizin bildiği ve hemen her zaman da tanık olabileceği çok basit bir örnek bile meselenin anlaşılmasına kâfidir. Bilindiği üzere vaaz kürsülerindeki vaizlerin, minberlerdeki hatiplerin dilinden adeta bal damlar… Vaizler ve hatipleri dinlerken adeta “Riyâzü’s-Sâlihîn” adlı hadis kitabındaki tüm nebevi-ahlâkî öğretiler ete kemiğe bürünmüş, vaiz/hatip diye görünmüş” gibi algılarsınız; ama gerçek hayat alanına adım attığınızda vaiz ve hatibinden cemaatine kadar hemen hiç kimsede “Riyâzü’s-Sâlihîn”den pek bir şey kalmadığını tanık olursunuz. Bu tespiti nakzedecek çok güzel örnekler ve örnekliler de kuşkusuz vardır; fakat genel manzaramızın tasvir ettiğimiz şekilde olduğu da gün gibi ortadadır. “Vesselâmü alâ menittebea’l-hüdâ” (Taha 20/47) 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Ocak 2021

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/bir-fikir-kudret-ve-imkanla-sinanmadikca-1588140

Musibete Müşteri Olmak

Bizim insanımız bela ve musibetle karşılaştığında çok kere ya feleğe çatar veya kadere laf sokarak rahatlar. Ama nedense başa gelen bela ve musibete bir şekilde müşteri olunduğunu ve çok kere belanın bile isteye satın alındığını düşünmeye pek yanaşmaz. Çünkü insanın kendi hata ve kusuruyla yüzleşmesi bile can yakar. Bu yüzden, bela ve musibetin kaynağı hep dışarıda, çoğu zaman metafizik boyutta, yani ilahi-ezeli yazgıda veya feleğin çarhında aranır. Oysa başa gelen kötü haller ve garip tecellilerde kaderi suçlamak veya ilahi yazgıya yaslanıp rahatlamak insanı aşırı alıngan, gücenik ve dolayısıyla çocuksu kılar. Çocuksu insan dengesiz insandır; melankoliye batmış duygusal tarafı çok güçlü, akıl ve makul tarafı çok güçsüz ve cılız olması hasebiyle de topal insandır. 

İnsanın başına hayatta birçok musibet ve bela gelir. Musibet “körün taşı kelin başı” ya da “tesadüfün iğne deliği” gibi hiç beklenmedik bir anda insana dokunan ve can yakan durum diye tanımlanır. Arapçada “denemek, sınamak” anlamındaki “blv” kökünden türeyen belâ kelimesi ise hesapta olmayan “sıkıntı, dert” gibi manalarda kullanılır. Fakat gerçek şu ki hayat sahnesinde karşılaşılan hemen her musibet ve bela insanın bunlara müşteri olmasının, çoğu zaman kötü akıbeti pekâlâ öngördüğü halde içindeki şeytani zaaflar ve kışkırtmalara boyun eğerek musibet ve belayı bile isteye satın almasının mukadder sonucudur. Bu noktada kader olsa olsa “insan bile isteye musibet ve belayı satın aldığı takdirde can yakıcı sonuçlarına katlanır” şeklinde bir kader olur. Dolayısıyla Allah’ı durduk yere bela ve musibet yağdıran bir varlık gibi algılamak ve “kader” diye bir günah keçisi yaratmak kesinlikle yanlış ve Allah’a karşı da çok büyük bir haksızlıktır.      

Kur’an’da “züyyine li’n-nâs” diye tabir edilen durum, aslında “bela ve musibete müşteri olma” durumudur. Bu durumu gerçek hayat alanına çıkarıp ona eylemsellik kazandıran faktör ise “züyyine” kelimesiyle işaret edilen, şeytani uyarıcılar ve kışkırtmalardır. Şeytani provokasyonların asıl adresi insanın iç dünyasıdır. İnsan kendi içindeki şeytanı ve şeytani kışkırtmaları gayet iyi tanır ama çoğu zaman bile isteye kendi şeytanının (dizginsiz arzular, hırslar, tamahlar, iştihalar) kışkırtmalarına tabi olmaktan sakınmaz. İşte musibet ve belayı davet eden durum, bu durumdur. Allah’ın ezeli-ebedi prensiplere dayalı insan ve toplum yasasında (sünnetullah) bir insanın ilk hata ve yanlışına musibet ve bela cezası kesmek gibi bir madde yoktur. Bela ve musibet çoğunlukla hata ve yanlışta bile isteye ısrar etmek ve bunu alışkanlık haline getirmek durumunda ortaya çıkar. Kaldı ki Âl-i İmrân 3/133-135. ayetlerdeki bildirimlere göre çok ağır bir günah işlemek dahi -samimi pişmanlık, tövbekarlık ve Allah’tan af dilemek söz konusu olduğu takdirde- mümin insanın müttakilik ve muhsinlik vasfını ortadan kaldırmaz. Bu noktada yıkıcı olan ve insanı bela/musibetle karşılaştıran durum, hata ve günahta bile isteye ısrarcı olunmasıdır. Kur’an’ın “Başınıza gelen bela ve musibetler kendi fiillerinizin/tercihlerinizin sonucudur” şeklindeki beyanında anlatılmak istenen şey de muhtemelen budur. Özellikle “Başınıza gelen her musibet kendi yaptıklarınız yüzündendir. Böyleyken, Allah yaptığınız yanlışların birçoğunu da bağışlar” (Şûrâ 42/30) mealindeki ayet, bela ve musibeti davet eden birçok iradi yanlışın Allah tarafından yok sayılıp görmezden gelindiğine dikkat çekmesi hasebiyle çok çarpıcıdır.  

Kuşkusuz, insanın kendi iradesi ve tercihi dışında bela ve musibetle karşılaşma durumu da vardır. Bu durumda sergilenecek tavır, istircâ’ ayetindeki “innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” (Bakara 2/156) ifadesiyle işaret edilen sabır, metanet ve teslimiyet tavrıdır. Bu tavır insanın hamlığını alır, manen arındırır ve ahlaki kişiliği olgunlaştırır. Kaldı ki birçok hadiste küçük ya da büyük her bir musibetin, sabır ve metanetle karşılanması halinde günahlara kefaret sayılacağı da vurgulanır. Burada söz konusu olan kefaretin belki de en önemli veçhesi musibet ve belanın akıllanma, arınma ve olgunlaşmaya vesile olmasıdır. Kaldı ki “belâ” mutlak manada sıkıntı, dert, musibet manası taşımaz. Kur’an kimi belaları “güzel, hoş bela” (belâ-i hasen) diye tanımlar (Enfâl 8/17).  

Öte yandan, bir hadiste, en şiddetli belalara uğrayanların peygamberler ve onlara en çok benzeyen kimseler oldukları vurgulanır (Tirmizî, “Zühd” 56; İbn Mâce, “Fiten” 23). Bunun böyle olması gayet doğaldır. Çünkü insanın gerçek şahsiyeti “bela” (deneme) ve “ibtila” (denenme) halinde ortaya çıkar. Deri için tabaklanma neyse insan için bela ve ibtila da odur; altın ateşte, insan mihnette belli olur. Ahlâkî duyarlılıkla düşünüldüğünde, her nimet bir bela, her bela da bir anlamda nimet sayılmalı, kemal sahibi olmayı önemseyen her insan bela-nimet dengesini hem sabreden hem şükreden kul olarak kurmalı, ayrıca müşterisi olduğu bela ve musibeti bir taraftan manevi arınmaya vesile kılmalı, bir taraftan da bile isteye yanlışta ısrar ederek musibete müşteri olmamak gerektiği hususunda aklını başına toplamalıdır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 26 Aralık 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/musibete-musteri-olmak-1588078

Türküler ve Oyun Havaları

Yazımız, “Lütfen, gerilim atmosferinden çıkalım, salim kafayla işimize gücümüze bakalım” yazısıdır. Bu meyanda ricamız, yazıdaki amaca uygun başlığın anlayışla karşılanıp yadırganmaması, psikolojik açıdan yüksek gerilime kapılıp hışımla yorum yazma zahmetine katlanılmamasıdır. Kaldı ki bazen de havadan sudan yazıp rahatlamak lazımdır. Hele de bütün dünyanın bir virüs tarafından basbayağı terbiye edildiği, fakat insanlık ailesinin yine de pek terbiye olacak gibi görünmediği ve hala dahi hem yerel hem küresel ölçekte daha fazla güç ve iktidar hırsıyla gerçek hayat alanını gerdikçe gerdiği bu dünyayı çok da ciddiye almanın âlemi yoktur. Bu yüzden, kimi zaman işi biraz deliliğe vurup “yav he he” modunda, “türküler ve oyun havaları” gibi bir yazı yazmakta fayda vardır. Malum, çağ güç ve iktidar çağıdır; bu çağda din bile kurumsal ve örgütlü şekliyle hakikate taalluk eden bir mevzu olmaktan çıkmıştır. Hiç kimsenin, hele de erk, yetki ve sulta sahibi zümrenin hak, hakikat, hakkaniyet, adalet gibi kavramlar ve değerlerle pek işi olmadığı gibi, din ve diyanetle yatıp kalkan çevrelerin de bu taraklarda bezi yoktur.  

Biraz korona virüs belasının yol açtığı cinnetimsi ruh halinden, biraz da memleketin ısırganlık gibi siyasi ikliminin yarattığı kasvetli atmosferden dolayı havayı türküler ve oyun havalarıyla yumuşatmaya çalışmak, acı da olsa gülümsetebilir; ama sonuçta gülümseme gülümsemedir. Hatırladığım kadarıyla, henüz televizyonu görmediğimiz çocukluk çağlarında TRT radyosundan sık sık, “Yurttan sesler topluluğundan türküler ve oyun havaları dinlediniz” şeklinde bir anons geçilirdi. Türkülere yönelik ilgim ve sevgim büyük ölçüde bu anonslara konu olan programlarla şekillendi… TRT’nin TRT olduğu, bugünkü gibi şirazesinden çıkmadığı 1970-1980 yıllarda mahalli veya misafir sanatçı olarak bant kayıtları alınan Âşık Veysel, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Davud Sulari, Âşık Daimi, Turan Engin, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Mahsuni Şerif, Muhlis Akarsu gibi geleneksel halk müziğinin birçok güçlü temsilcisi tarafından yorumlanan muhteşem türküler ve usta malı deyişler TRT radyosundaki “Yurttan Sesler” programı sayesinde hafızalarımıza nakşedildi.  

1960’lı yıllarda Muzaffer Sarısözen’le tanışan ve bu tanışma sayesinde ilkin “misafir sanatçı”, daha sonra “mahalli sanatçı” olarak Ankara Radyo’sunda -her ne kadar evir çevir aynı türküler de olsa- çalıp söyleyen merhum Neşet Ertaş’ın 40 senedir belki binlerce kez dinlememe rağmen hala ilk kez dinlemiş gibi ruhu cilalayan “Zülüf dökülmüş yüze”, “Seher vakti çaldım yârin kapısını”, “Sevda gitmiyor serde”, “Gar mı yağmış yüce dağlar başına”, “Gova gova indirdiler yazıya”, “Bağışla sevdiğim”, “Açma zülüflerin yellere karşı”, “Şu garip halimden bilen işveli nazlım”, “Gönül dağı”, “Küstürdüm gönlümü” gibi efsane türküler TRT repertuvarına aittir. Büyük Usta’nın müthiş icra gücü ve havalandırma kabiliyetiyle her türküye damgasını vurması, söylediği türkülerin “Neşet Ertaş türküsü” diye anılması gibi ilginç bir sonuç vermiştir. Bu vesileyle Neşet Usta’nın özellikle oyun havası türündeki “Gelin Nolur”, “Niğde Bağları”, “Bülbül” isimli türkülerini dinlemeniz hem kurtlarınızı dökme hem de korona virüse karşı bağışıklık sistemini takviye etme açısından kesinlikle faydadan hali olmayacağını söylemek gerekir. (Not: Şimdi bazı okuyucular meseleyi yine din-diyanete bağlayıp, “Hocam, türkü şarkı dinlemek caiz mi?” diye sorabilirler. Şaka gibi bu soruya cevaben aynı minvalde iki şey söyleyebilirim: Birincisi, Neşet Ertaş müzekkerdir; dolayısıyla sesin cinsiyetinden(!) yana duyulacak endişe yersizdir. İkincisi, İmam Gazâlî mıh gibi bir Sünnî âlimdir ve “müzik mubahtır” demiştir).   

TRT radyosu repertuvarında kayıtlı olan ve “yurttan sesler” programından hafızamıza kazınan birçok muhteşem türkü de Âşık Veysel imzasını taşır. “Güzelliğin on par’etmez”, “Seherde ağlayan bülbül”, “Mecnunum leylamı gördüm”, “Dost dost diye hayaline yeldiğim”, “Dünyada tükenmez murat var imiş”, “Çiğdem der ki”, “Benim sadık yârim”, “Uzun ince bir yoldayım”, “Sen bir ceylan olsan” gibi her biri sevda, hüzün, mis gibi toprak ve mistik hava kokan Veysel türkülerinden sadece birkaçıdır. TRT, Radyo, Türkü ve Yurttan Sesler programı deyince Özay Gönlüm ve “Çöz de al mıstıfali” türküsü de kendini hatırlatır. Özay Gönlüm’ün orijinal ve otantik Denizli şivesiyle “Amanın Yavrıııım” diyerek hikâyesini anlattığı bu türkü ne zaman radyoda çalsa en azından bende “bir an önce bitse” duygusu yaratan ve fakat her nasılsa kendisini dinletmeyi başaran hem sevimli hem sevimsiz bir garip türküdür. Karadenizlilik kimliğini iliklerime kadar hisseden biri olmama rağmen bizim yöreye ait türkülerin birçoğu da bana göre “Çöz de al mıstıfali” kategorisinde yer alır. Mesela, Giresun Göreleli Picoğlu Osman’ın kemençe eşliğinde söylediği türküleri hiç dinlememiş olmak kayıp sayılmaz. Buna mukabil Âşık Veysel, Neşet Ertaş ve bilhassa Erzurumlu Emrah ve Narmanlı Sümmânî gibi âşıklardan derlenip bestelenen türküler, türkülerin şahıdır. Bu vesileyle, Emrah ve Sümmânî’ye ait olan “Gönül gurbet ele”, “Tutam yâr elinden”, “Bâd-ı sabâ”, “Çığrışır bülbüller”, “El çek tabip”, “Ervah-ı ezelde”, “Ceylan gözlerine”, “Ben razı değilem hicrana gama” gibi türküleri Cengiz Özkan, Nida Ateş, Aysun Gültekin gibi sanatçılardan dinlemeniz tavsiye olunur. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Aralık 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/turkuler-ve-oyun-havalari-1588015

Doğululuk ve Pusuculuk

Çetin Altan, “Batıda düello vardır, doğuda pusu. Biz doğu ile batı arasında olduğumuz için düelloya çağırıp pusu kurarız” demişti ki pusu gerçekten de şarklılığın (doğululuk) şanındandır. En ilkel, en kaba ve en trajikomik şekliyle örnek vermek gerekirse, mesela ortaokul-lise çağlarında mahalledeki arkadaş grubunu toplayıp okul çıkışında rakip çocuğu tartaklamak, ayak takımıyla birlikte mekân basmak veyahut adam toplayıp yol kesmek ve mekân kurşunlamak gibi pusu kalleşlikleri şarklılığın alamet-i farikalarındandır. Kuşkusuz bu kalleşlikler, Godfather (Baba) filminden de hatırlanacağı üzere çok profesyonel şekliyle Batı’daki mafya âleminde de vardır; fakat bizde pusuculuk en cahilinden en bilgisine kadar toplumun hemen her katmanında sosyolojik bir kültür olarak aşinalık kesbedilip özümsenmiş bir davranış tarzıdır.  

Ne yazık ki 2020 yılının sonlarında dahi başta pusuculuk ve linç kültürü olmak üzere şarklılığa özgü ilkel davranış kodlarının hemen hepsi son derece dinamik şekilde varlığını sürdürmektedir. Nitekim daha birkaç gün önce muhtemelen bu köşede yazdığım son birkaç yazının zülfiyâre dokunmuş olmasından dolayı sosyal medyada kusursuz bir organizasyonla icra edilen teo-politik linç kampanyasında “Mustafa Öztürk Kur’an’a hakaret etti; Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu inkâr etti” gibi sloganlarla milleti galeyana getirme tezgâhı da kusursuz bir pusuculuktu. Allah’ı ve Kur’an’ı beşeri zaaflardan tenzih çabasıyla “Kur’an vahyinin mahiyeti konusunda acaba şöyle de düşünemez miyiz?” meyanında yapılan 40-50 dakikalık konuşmanın o ortamdaki itirazlar üzerine üslup muvazenesinden çıkmış birkaç cümleyi içeren bir-iki dakikalık kısmını keserek sosyal medyada linç kampanyası başlatmak, ahlaki bağlamda değil müslümanlık, asgari insanlık hasletleri açısından dahi pek izah edilemeyecek bir iştir. Bu arada DİB eski başkanı Sayın Görmez’in birkaç gün önce Habertürk’teki konuşmasında Zerkeşî ve Suyûtî gibi müelliflerin Hanefi âlim Alâuddîn es-Semerkandî’den naklettikleri “innemâ cibrîlü nezele bi’l-meânî hassaten ve ennehû (sav) alime tilke’l-meânî ve abbera anhâ bi-luğati’l-arab” (Cibril özellikle manaları indirdi; Rasûlullah bu manaları belledi ve bunları Arap dilindeki ifade kalıplarına döküverdi) şeklindeki görüşe rağmen bu bilgiyi yok sayıp bizi eski ulemaya iftira atmakla suçlamasının ne anlama geldiğini değerlendirmek ise okuyucuların takdirine havale edilmelidir.     

Bu mesele bir kenara, şarktaki pusu kültürünün menşei kanımca derin ahlaksızlıktır. Daha açıkçası, burada söz konusu olan ahlaksızlık, hamur ve maya bozukluğuna dayanan fıtrî bir ahlaksızlıktır. Bu yüzden, İslam peygamberinin “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” mealindeki beyanı ümmet pratikleri açısından ne yazık ki büyük ölçüde havada kalmıştır. Birçok büyük mutasavvıf İslam geleneğinde özellikle Ehl-i Hadis (Selefiyye) ve Hanbelî gelenek içerisinde sözde dini müdafaa adına üretilen faşizan ahlaksızlığı bertaraf etme yönünde çok çabalamış, ancak bu geleneğin kurşun askerleri tarafından “mülhidlik”le suçlanmışlardır. Abbasi halifesi Mütevekkil döneminde mutlak iktidar fırsatını yakalayan Ehl-i Hadis ve Hanbelîlik o günden beri bütün İslam dünyasında doğrudan veya dolaylı olarak terör estirmektedir. Ehl-i Hadis’in Ebû Hanife’ye ne kadar ağır hakaretlerde bulundukları iyi bilinmektedir. Yine dönemin Bağdat’ındaki Hanbeli ayaktakımının müfessir Taberî’ye nasıl eza/cefa ettikleri de gayet iyi bilinmektedir. Miladi 900’lü yılların ilk yarısında “Baharatçı” (Berbehârî) namıyla tanınan ve Kur’an’da zikri geçen “Makâm-ı mahmûd” lafzını “Allah ahirette Hz. Muhammed’i arşın üzerinde kendi yanında oturtacak” diye açıklayan bir kalın kafalı Hanbelî’nin etrafında toplanan güruhun ortalığı yangın yerine çevirdiği ve bu berbat hadisenin “Hanbelî fitnesi” diye tarih kitaplarına geçtiği de bilinmektedir.  

Bugün itibariyle Hanefîlik, tıpkı Doğan görünümlü Şahin gibi, Hanefî kılıklı Hanbelîliktir. Daha açıkçası, günümüz Türkiye’sindeki Hanefîlik basbayağı haşvî ve avâmîdir. Hele de müesses tasavvuf ve tarikat şemsiyesi altında öbeklenen Hanefîlik kelimenin tam manasıyla haşvîdir. Günümüz Hanefîliğine ilişkin bu değerlendirme sözde entelektüel akademik camia için de büyük ölçüde geçerlidir. Hanbelîleşmiş Hanefîliğin tipik özelliklerinden biri, tıpkı Berbehîrî’nin etrafında toplanan ayak takımının ve dahi kendi başına hakkından gelemediği rakibini alt etmek için mahalleden destekçi ve erketeci toplayan ergenin yaptığı gibi, pusu kurup güruh halinde saldırmaktır.   

Şarklılığın ayırt edici özellikleri arasında yer alan pusuculuk, kurnazlık gibi özellikler kimi zaman kendilik algımızda da rahatsızlık yaratmış olmalı ki Osmanlı’dan bu yana yüzümüz hep Batı’ya dönüktür. Nitekim bugün de aynı durum geçerlidir. Şayet muhafazakar toplum kitlesini konsolide etmek suretiyle otoritenizi daim kılmak istiyorsanız hep doğudan referans vererek konuşursunuz. Bu bağlamda mesela “kadim medeniyetin yeniden inşası”, “İslam”, “irfan”, “Anadolu irfanı”, “Işık doğudan yükselir” [Amiyane not: hani derler ya “yemişim doğunuzu da ışığınızı da…”] gibi süslü laflar üretir durursunuz; ancak parlak ikbal ve istikbal söz konusu olduğunda, çaktırmadan da olsa hep Batı’ya göz kırparak konuşursunuz. Bu memleketten hicret etmek söz konusu olduğunda ise Suudi Arabistan, Pakistan, İran gibi ülkelere yerleşmek aklınızın ucundan dahi geçmezken, en millisinden ve en yerlisinden kendinize Batı dünyasından yer seçmeye koyulursunuz. Her neyse, daha fazla söze hacet yoktur. Birbirini boğma, pusu kurma, arkadan vurma, linç kampanyasıyla itibar suikastı yapma gibi pis işler maalesef doğunun yazgısı, bu topraklarda uğunarak yaşamak da maalesef bizim alın yazımızdır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Aralık 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/dogululuk-ve-pusuculuk-1587950

Yekfî

1980’li yılların başlarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hazırlık sınıfını geçmiş havalı öğrenci havasındayken ne kadar iyi Arapça konuştuğumuzu teşhir meyanında sergilediğimiz komik diyalogların olmazsa olmaz kelimesiydi, “yekfî”… Kelimenin anlamı, “yeter, kâfi”… Bugün bu kelimeyi yine Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bağlamında “ağlamadan sızlamadan” –hani diyorlar ya Mustafa Öztürk sürekli ağlar, ajitasyon yapar; o yüzden dedim “ağlamadan sızlamadan” diye- bir kez daha kullanmak durumundayım; ancak bu sefer akademiden ve akademisyenlikten sıtkı sıyrılmış bir halde “yekfî” diyor ve artık akademisyenliğe veda ediyorum.  

Bu kararı almama sebep olan linç kampanyası ve kampanyaya konu olan videodaki konuşmamın içeriği hakkında en küçük bir açıklama yapma ihtiyacı da hissetmiyorum… Çünkü söz konusu videodaki konuşmada ne anlatmaya çalıştığımı İlahiyat camiasıyla hemen hiçbir ilişkisi olmayan insanların dahi son derece berrak şekilde anladıklarını görünce, belki kendilerini bildikleri günden beri din ve diyanetle hemdem olan kellifeli İlahiyat hocalarının dahi “Mustafa Öztürk Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu inkâr etti” şeklindeki tezvirat ve linç kampanyasına alkışla tempo tutup destek çıkması meselenin “anlama/anlamama” sorunu olmadığını göstermektedir. Bahse konu videodaki konuşmada ne anlattığımı anlama hususunda çok çarpıcı bir örnek olarak, “Mustafa Öztürk ve Gelinen Sosyolojik Ortam” başlıklı kısa youtube videosunu izlemek ve “Adam Allah’ın yüceliğini anlatmaya çalışırken –haşa- O’na hakaret etti tezviratıyla linç edildi” şeklindeki gerçeği bu kısa videodan bile görmek kâfidir. Bu sebeple, bu saatten sonra Kur’an vahyinin mahiyeti hakkında söylenecek her şey benim açımdan kesinlikle zaittir.  

Bununla birlikte, linç kampanyasına konu olan videodaki konuşmam sırasında karşımdaki bazı zevatın “nato kafa nato mermer” denebilecek tarzda ve aynı zamanda kışkırtıcı şekilde itirazda diretmelerinden dolayı adeta çileden çıkıp meramımı konunun mehabetine yakışmayacak bir üslupla anlatma hatamı kabulleniyorum; fakat sonuçta ben de bir insanım kışkırtmalar karşısında ben de dil ve üslup muvazenemi kaybedebilirim. Her neyse, bu bahsi burada kapatıyorum ve “harç bitti yapı paydos” deyip sahneden çekiliyorum. Zira din alanındaki örgütlü mafyatik yapılarla tek başıma mücadele edecek gücüm yok benim. Ayrıca bu alandaki korkunç kirlilik ve müptezellik en azından ruhumda ve kalbimde kendi özgün saflığıyla muhafaza etmeye çalıştığım kutsallara da sirayet etmesin, istiyorum. Bu yüzden hem kurumsal din âlemini hem linç kampanyası düzenleyen din çetelerini ve hem de selden kütük kapmak istercesine bu çetelere destek veren akademisyenleri hafızamdan silmek ve geçmişe dair hiçbir şey hatırlamak dahi istemiyorum. Zira hem iç dünyamdaki maneviyata halel gelmesin ve hem de bundan sonra tez metinlerini düzeltmeye harcayacağım enerji belki bir süre yaşanacak kırgınlık döneminden sonra tekrar başlayacağım ilmî çalışmalara harcansın istiyorum.  

Badecilik, çocuk tecavüzcülüğü, yanmaz kefen satıcılığı, peygamber terlikçiliği gibi rezilliklerle gündeme gelen karikatür gibi tiplerin linçe uğramak şöyle dursun, sayısız insan tarafından kellifelli şeyh/mürşid muamelesi görüp sahih Ehl-i Sünnet akidesinin en güvenilir temsilcisi olarak takip edildiği bu memlekette yapılacak en doğru şey, “sağlığı, özellikle de ruh sağlığını korumak”tan başka bir şey değildir. Ayrıca son birkaç gündür sosyal medya mecralarında “Mustafa Öztürk’e ölüm” naralarının atıldığı bir vasatta, kahramanlığa soyunmak aptallıktan başka bir şey değildir. Bizi şahsen tanıyanlar iyi tanır; bilhassa 17/25 Aralık sürecinde cümle âlem korkudan sağa sola sıvıştığında, yarın neyle karşılaşırım diye bir saniye bile düşünmeden “Haşhaşiler” diye daldığım az çok hatırlanırsa, ölüm kokusuyla pek alakam olmadığı anlaşılır. Kaldı ki her ne kadar paradoksal, hatta oksimoron bir söz gibi görünse de “insanı ölümden eceli korur…”   

Sonuç olarak, bugün bu ülkede fikir, ilim ve akademik özgürlük adına deniz bitmiştir. Artık iyice anlaşıldı ki İlahiyat Fakültesi, dinî alanla ilgili farklı fikirler ve görüşlerin müzakere edilebildiği bir ortam değil, belli bir mezhep ve meşrebe göre sahih sayılan itikadi sistemin dogmatik şekilde ezberletildiği, dolayısıyla farklı görüş beyanlarına ilişkin hemen her girişimin “heretik” diye etiketlenip aforoz edildiği bir müessesedir. Bu yüzden, artık deniz bitmiştir. Yani muhali mümkün kılma çabasının nafile olduğu besbellidir. Rivayet odur ki İbn Rüşd, kitapları cayır cayır yakılırken gözyaşlarını tutamayan bir öğrencisine döner ve şöyle der: Şayet bu müslümanların durumuna ağlıyorsan, emin ol ki tüm denizler akıttığın gözyaşına yetmez. Yok eğer yakılan kitaplara ağlıyorsan bil ki bu fikirler kanatlıdır; o kanatlarla uçup sahiplerine ulaşır…  

Bizim fikirlerin kanatları var mı, birilerine ulaşır mı, bilmiyorum; ama aslında ulaşıp ulaşmayacağıyla hiç ilgilenmiyorum. İsterse, bir anda yok olsun, kahrolsun, hiç umurum değil. Ancak bu son linç kampanyasında bizi seven, bize destek olan herkese can ı gönülden teşekkür ediyorum ve bu dünya diz boyu kötülük içinde yüzse dahi bir gıdım da olsa iyilik, güzellik ve özgürlüğü çoğaltmak adına yaşama azminden asla ödün vermeksizin yaşayacağımı belirtiyor, tüm güzel insanlara selam ediyorum.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 5 Aralık 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/yekfi-1587885  

Ve Dahi Demokrasinin Ruhu İçün…

Dünya üzerindeki milletler ve siyasi/sosyolojik süreçler, tıpkı deprem enerjisi biriktiren faylar gibi multifaktöriyel olarak sıkışıp gerginleşir ve bu gerginlik zaman içinde birikmiş enerjinin bir şekilde tahliye edilmesini gerektirir. Büyük dünya savaşları en azından bir yönüyle aşırı gerginlik, sıkışma ve yoğun tazyikten neşet eden yüksek gerilimli enerji tahliyeleridir. Altı yıl süren İkinci Dünya Savaşı sırasında tahliye edilen hiddet/şiddet enerjisi 60 milyon civarında insanın canına mal olmuştur. Derken, 1990’lı yılların başına kadar süren soğuk savaş döneminin akabinde insanlık doğudan batıya adamakıllı toftaşmış (sakinleşmiş), böylece yumuşama ve halden anlama dönemi başlamıştır. 1957’deki Roma antlaşmasıyla kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), 1992’deki Maastricht antlaşmasıyla kurulan Avrupa Birliği (AB) ve hatta SSCB’de 1980’li yıllardan itibaren ilk adımları atılan ve glasnost-perestroyka diye adlandırılan, ekonomik ve siyasi sistemi şeffaflaştırma (glasnost) ve yeniden yapılandırma amaçlı reform hareketleri işbu toftaşma ve yumuşama psikolojisinin yansımalarıdır.

İnsanlık siyasi, sosyolojik ve ekonomik sıkışmaya bağlı hiddet/şiddet enerjisini çok büyük yıkımlara sebep olan savaşlarla önemli ölçüde tahliye ettikten sonra özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar ve değerleri adeta yeniden keşfetmiş ve böylece küresel çapta hırgürden topyekûn azade olmasa da dünyanın nispeten daha yaşanabilir bir dünya olmasına el vermiştir. Fakat zaman sonra tıpkı çocukların aynı oyuncakla oynamaktan bir süre sonra sıkılıp o oyuncağı kaldırıp atmasına benzer şekilde insanlık rahatlık ve huzurdan adeta sıkılmış hale gelmiş ve böylece yeniden gerginlik enerjisi biriktirme sürecine girilmiştir.

Bugün itibariyle, insanlık küresel çapta tüm dünyayı tehdit eden virüs salgınının da tetikleyici ve hızlandırıcı etkisiyle bunalma, sıkışma ve içe kapanma psikolojisine bürünüp özellikle siyasi alanda hayli otoriter ve totaliter bir yapıya evrilmiştir. Donald Trump denen son derece şımarık ve hatta karikatürden farksız birinin ABD’ye başkan seçilmesi, üstelik daha dünkü seçimde ABD’deki seçmenlerin neredeyse yarısının teveccühüne mazhar olmayı becermesi bugünkü dünyanın psikopatolojik haline dair çok önemli bir veri olarak okunabilir. Böyle bir süreçte demokrasi ve demokratik kültürün ruhuna da Fatiha okunacağı kesin gibidir. Nitekim Cambridge Üniversitesi bünyesinde “Demokrasinin Geleceği Merkezi” tarafından yapılan bir araştırmada, 1995 yılından itibaren demokrasi konusundaki görüşlerin incelenmesiyle ulaşılan sonuç, “2019 yılında demokrasiden hoşnutsuzluk oranı son 25 yılın en yüksek seviyesi olarak yüzde 58’e yükseldi” şeklinde formüle edilmiştir. Araştırma sonuçları üzerine bir yazı kaleme alan Dr. Roberto Foa ortaya çıkan sonucu, “Demokrasi dünya çapında bir halsizlik döneminden geçiyor” diye değerlendirmiştir. Keza Freedom House’un Ocak 2019’da yayımlanan Dünya Özgürlüğü Endeksi de bütün dünyaya “Demokrasi krizde” diye ilan vermiştir.

Demokrasinin konsolide olup küresel köydeki tek oyun haline gelmeyi başaramadığı, aksine her geçen gün daha popülist zamanlar ve süreçlere tanık olduğu bugünkü dünya adeta patlamaya hazır volkan veya akıntıya bırakılmış serseri mayın gibidir. Böyle bir dünyanın kısa vadede demokrasi, insan hakları, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve hukuk güvenliği gibi konularla sahiden ilgilenmesi ve bütün bu konularda acilen çözülmesi gereken ciddi sorunlar bulunduğuna kanaat getirmesi pek mümkün değildir. Özellikle ABD ve kıta Avrupa’sında demokratik iklimden hoşnutsuzluk ve sağcılık şeklinde tebarüz eden, Rusya ve Kuzey Kore gibi ülkelerde ise zaten fıtrî özellik gibi kendini gösteren otoriterlik ve totaliterlik kültüründen az çok nasiplenmediğimizi söylemek kanımca safdillik olur. Nitekim günümüz Türkiye’sindeki hâkim siyasi söylemin dili de tam anlamıyla “millî” bir dildir. Burada söz konusu olan “millîlik” vasfının sıkı sağcılıkla müradif olduğu söylenebilir. Öte yandan, kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayan siyasi çevrelerin kullandığı dil ve üslup da kesinlikle sağcı karakterdedir.

Sağcılık ve sağcılaşma salt siyasi platformda değil, dinî alanda da yükselen trend hâline gelmiştir. Bugün kendini devlet, diyanet ve millet nezdinde akredite etmenin en kolay ve kestirme formülüne karşılık gelen Ehl-i sünnetçilik (Sünnîlik) söylemi tepeden tırnağa salt bizim memlekete, hatta bizim memleketteki bir cemaat veya dinî zümreye özgü bir Ehl-i Sünnetçilik ve Sünnîlikten ibarettir. Sağcılık, bir tür siyasi ve sosyolojik pandemi olarak yerli ve milli Sünnîliğe de bulaştığı için, işbu Sünnîlik kaçınılmaz olarak İslam’ın belki de en sığ, en dar ve aynı zamanda en tahammülsüz yorumlarından birini temsil etmekte ve hemen her fırsatta Katolik kilise geleneğindeki gibi engizisyon marifetiyle infaz hükmü vermektedir.

Sonuç itibariyle, bugünkü dünya çok sıkıntılı/sancılı bir süreçten geçmekte ve özgürlüklerin hüküm sürdüğü demokratik bir iklimde rahat nefes alarak yaşama hayali açısından kısa vadede ciddi bir ümit vaat etmemektedir. Hâliyle, insan haklarından hukuk güvenliğine kadar demokrasi ve özgürlüğü çoğaltma adına atılacak reform adımları da gerçek hayat düzleminde gözle görülür sonuçlar vermeyecek gibi görünmektedir. Ben bütün bunları söylerken bütün dünya ve insanlıkla ilgili olarak hayli karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım; ama keşke daha güzel bir tablo çizmeyi mümkün kılacak bir dünyaya ve hayata tanık olsaydım…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Kasım 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/ve-dahi-demokrasinin-ruhu-icun-1587819

Yargı, Adalet ve Pardon…

Adalet, yanıldığını anladığında geri veremeyeceği bir şey varsa o şeyi en baştan almamalıdır ya da işin başında yanılmamalıdır. Ama gelin görün ki özellikle 2010’lu yıllardan bu yana yargı ve adaletin kimi zaman akıllara ziyan şekilde birçok kez yanıldığına ve yanılgısını anladığında da hiçbir şekilde geri veremeyeceği birçok şeyi en baştan almış olduğuna şahitlik ediyoruz. Malum, Ergenekon, Balyoz gibi davalarda ne tür hukuk cinayetleri yaşandığını ve her biri ayrı bir kepazelik olan bu cinayetlere nasıl seyirci kalındığını hemen hepimiz bugün gibi hatırlıyoruz… Keza geçmişte FETÖcü savcılar ve hâkimlerin hukuk sistemini hâk ile yeksân etmelerine benzer kimi tasarrufların bugün de maalesef cari olduğuna, kimi yargı mensuplarının “Üzüm üzüme baka baka kararır” sözünü anımsatır tarzda, “Anayasa, yasa ne derse desin, biz bildiğimizi okuruz” dercesine hüküm kurduklarına şahit olmaktayız. Mesela, Anayasa Mahkemesi en üst mercii olarak yeniden yargılama yönünde bir karar alıyor, ama yerel mahkeme bu kararı takmıyor… Keza salt ihbar veya iddia üzerine bir kişi derhal tutuklanıyor ve yıllarca tutuklu kalmasına rağmen hakkında düzenlenecek iddianame bir türlü orta yere gelmiyor. Kimi zaman da dava açılıp yargılama süreci başladığında mahkeme beraat yönünde hüküm kuruyor ve sonuçta bir insanın maddi-manevi heder olmasına karşılık “pardon” demekle yetiniliyor…

Uzun lafın kısası, bugün yargı ve adalet kurumunun güvenilirliğine ilişkin bir kamuoyu araştırması yapıldığında, “Hukuk, adalet ve yargı sistemi meflûç haldedir” şeklinde genel bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu yüzdendir ki devlet, en üst makam ve merciiden hukukta reform ihtiyacının elzem olduğuna dikkat çekiyor. Sayın Adalet Bakanı da aynı minvalde, “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargı mensuplarından beklediğimiz budur. Hiç kimsenin talimatına, telkinine bakarak değil, dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin, 83 milyon geleceğe daha güvenle baksın” deme ihtiyacı hissediyor. Ama öte yandan, devlet katında hatırı sayılır bir kişilik ve konum sahibi olan Cemil Çiçek bu konuyla ilgili olarak çok çarpıcı şeyler söylüyor. “Bize yargı reformundan önce insan ve ahlâk reformu lâzım” diyen Çiçek şöyle devam ediyor: “Biz 459 yıldan beri yargının düzeltilmesini konuşuyoruz. Sadrazam Lütfi Paşa’nın Âsafnâmesinden, Göriceli Mustafa’nın Koçibey Risalesinden beri. Bir toplum 500 yıl adaleti arar mı? Bize topyekûn bir tevbe-i nasûh lazım. Reform kelimesi çok aşındı, kimse bir şey beklemesin.”

Evet, bizim için en acil ve elzem görünen reform ihtiyacı, insanlık hamurumuzla ilgili görünüyor. Bu hamurun derin vicdan ve ahlakla yeniden yoğrulup mayalanması gerekiyor. Aksi halde adaletin tesisine dair yeni yasal düzenlemeler ve tedbirlerle hukuk alanındaki gayr-i adil uygulamaların önüne geçilmesi pek mümkün görünmüyor. Çünkü yasalar ne kadar köşeli ve çerçeveli şekilde formüle edilirse edilsin, insan tarafından şu veya bu şekilde pekâlâ eğilip bükülüp bombeli şekilde yorumlanabiliyor. İşte bu yüzden, reform ihtiyacı her şeyden önce insanlık hamurumuzun derin ahlaki duyarlılıkla yeniden yoğrulmasını kaçınılmaz kılıyor. Burada söz konusu olan ahlak, her ne kadar soğuk ve mekanik gibi görünse de Kant’ın “Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun” şeklinde formüle ettiği koşulsuz buyruk çerçevesinde ödev ve ilke temelli deontolojik ahlak olmalıdır. Zira sonuç ve fayda odaklı teleolojik ahlak suistimale daha açıktır.

Ödev ve ilke temelli ahlak anlayışını hayata taşıyabilmek için insan malzememizin tepeden tırnağa reforme edilmesi kaçınılmaz olmakla birlikte bunun kısa vadede gerçekleşme imkânına dair ciddi bir ümit ve beklentim maalesef yoktur. Bana öyle geliyor ki salt yasal düzenleme ve tedbir düzeyindeki hukuki reformlar, bugün olduğu gibi yarın da adalet ve yargı mensuplarına hitaben, “Sadece adalet istiyoruz. Hiç kimseye haksızlık yapılmasın. Kimse haksız yere tutuklanmasın. Tutukluluk istisnai olsun. Kimse tutukluluğu peşin ceza gibi yaşamasın. Kimse bizim hoşumuza gidiyor diye kanunları çarpıtmasın. Kimse bizim siyasi rakibimiz hatta düşmanımız diye kötü muameleye maruz bırakılmasın” gibi serzenişlerde bulunulmasını sonlandırmayacaktır. Dolayısıyla gerek yargı ve adalet kurumunun güvenilirliği ve gerekse hukuk güvenliği gibi yapısal sorunlar belki uzun bir süre daha ortadan kalkmayacaktır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki insanoğlu bilerek isteyerek adaletten şaşsa da, beşeri hukuk/adalet sisteminde zaman aşımı olsa da ilahi adalette zaman aşımı diye bir şey yoktur ve bu adalet er ya da geç mutlaka yerini bulur.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk -  21 Kasım 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/yargi-adalet-ve-pardon-1587750

Devletin Dini Adalet, Dinin Devleti Hürriyettir

Güncel siyasi tartışma platformlarında kimi zaman Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi sahâbîlere atfen iki çarpıcı söz zikredilir. Bunlardan biri, “Devletin dini adalet, dinin devleti hürriyettir”, diğeri “Adalet mülkün temelidir” şeklindedir. Bu sözler sübut (senet, isnat) açısından belirsiz olmakla birlikte mana ve mesaj yönüyle muhkem ayet gibidir. İslamcılıkla hemhal olduğumuz seksenli yıllardan bu yana bilfiil yaşadığımız sosyal ve siyasal tecrübeler şeksiz şüphesiz biçimde gösterdi ki gerçekten de “adalet mülkün temelidir” ve gerçekten de “devletin dini adalettir”. Binaenaleyh ne laiklik, cumhuriyet, demokrasi ve de monarşi, oligarşi veya meşrutiyet, mülkün (devlet ve düzen) temelini oluşturan adalet ilkesinden bağımız olarak kayda değer bir anlam taşıyan kavramlar değildir. Başka bir deyişle, adalet söz konusu olmadığında devlet düzeni ister laiklik ve demokrasiye ister monarşi veya oligarşiye dayansın, pek fazla bir anlam ifade etmemektedir.  

Adalet, efradını cami ağyarını mani şekilde tanımlanması zor bir kavram olmakla birlikte insanlığın maşeri vicdanında fıtrî olarak kendiliğinden tanımlanmış halde bulunduğundan olsa gerek Kur’an dahi “adalet”in tanımına dair herhangi bir beyan içermez. Buna mukabil birçok ayette adalet ve hakkaniyetten şaşılmaması ve ne pahasına olursa olsun adaletin hâkim kılınması gerektiği vurgulanır. Ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliğin yanı sıra hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdem diye tanımlanması mümkün olan adaletin zıddı zulümdür. Arapça sözlüklerde “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” diye açıklanan zulüm (zulm) dinî, ahlâkî ve hukukî bir terim olarak “sınırları aşma, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma”, özellikle de “güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılır. 

Devlet ve siyaset üzerine dair birçok eser kaleme alan ve el-Ahkamu’s-Sultâniyye adlı meşhur eserinde “toplumsal yapı açısından en temel ilke kamu düzeni, devlet idaresi açısından da yönetimde adalettir. Sosyal sorunlar ve sıkıntıları baskıyla önlemeye kalkışmak aldatıcı bir çözüm formülüdür” diyen Mâverdî’ye göre kendi halkına zulmeden devlet onun güvenini, dolayısıyla kendi meşruiyet zeminini kaybedeceğinden yıkıcı bir güç haline gelir. Bunun içindir ki “Mülk (devlet) küfürle ayakta durur ama zulümle durmaz” (el-mülkü yebkâ ale’l-küfri velâ yebkâ ale’z-zulm), “Allah kâfir olsa bile adaletli bir devlet düzenini ayakta tutar ve fakat müslüman olsa dahi zalim devlet düzenini payidar kılmaz” “Dünya düzeni adalet ve küfür üzere devam eder; fakat zulüm ve İslam üzere devam edemez” denilir. 

Bu çarpıcı vecizeler de Hz. Ali ve/veya Hz. Ömer’e izafe edilen “Devletin dini adalet, dinin devleti de hürriyettir” sözünün ne kadar isabetli olduğunu teyit eder niteliktedir. Bu söz sanki Mu’tezilî gelenekten sadır olmuş gibidir. Çünkü Mu’tezilî gelenekte adalet ilkesi devlet bir yana Allah için bile zaruridir (vücub alellah). Daha açıkçası, Mu’tezile Allah’ın insanlarla ilişkisinde adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymasını “aslah” fikri çerçevesinde O’nun için zorunlu (vacip) bir vazife olarak telakki etmiştir. “Dinin devletinin hürriyet/özgürlük” olması meselesine gelince, Kur’an’ın beyanları uyarınca din (İslam ve müslümanlık) Allah’a mutlak teslimiyeti gerektirdiğinden, dolayısıyla Allah “rab” (efendi), insan “abd” (kul, köle) olarak tarif edildiğinden, bu bağlamda dinin devletinin özgürlüğe karşılık geldiğini söylemek pek mümkün değildir. Ancak dinin insanlar tarafından anlaşılması ve uygulanması zemininde durum değişir. Daha açıkçası, gerçek hayat düzleminde belli bir dinî görüş ve yorumun mutlak ve yegâne hakikat gibi algılanıp başka görüş ve yorumların din dışılık veya sapkınlıkla yargılanmaması, bilakis dinî alanda farklı görüş ve yorumlara hayat hakkı tanınması söz konusu olduğunda “dinin devleti özgürlüktür” denebilir ve din ancak böyle bir özgürlük vasatında insanlara huzur temin edebilir. Aksi takdirde dinin korkunç bir baskı aracına dönüşmesi işte bile değildir. Nitekim sözde din adına insanlığın ne kadar korkunç zulümler ve kıyımlara maruz kaldığına tarih şahittir.  

    Bütün bu mülahazalardan sonra “Devletin dini adalettir” sözünün hal-i hazırda yaşadığımız gerçek hayat alanında da dört gözle gerçekleşmesini ümit ettiğimiz bir büyük hayal ve ideale karşılık geldiğini söylemek gerekir. Özellikle Fethullahçı terör örgütünün yargı kurumlarında yarattığı korkunç yıkımlar ve buna bağlı olarak hukuk alanında kendini gösteren “çivisi çıkmış” uygulamalar dikkate alındığında “Devletin dini adalettir” ilkesinin ne kadar büyük bir ideale işaret ettiği kuşkusuz daha iyi anlaşılır. Tam bu noktada Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün birkaç gün önce düzenlenen “Ceza Hukukunda Alternatif Çözüm Yolları Sempozyumu”ndaki açılış konuşmasında yer alan şu ifadeleri, “Devletin dini adalettir” ilkesinin bir an önce devlet katında hayata geçirilmesine yönelik ümit ve beklentilerimizi yeşertecek tarzdadır:  

“Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur. ‘Şu ne der bu ne der, adliyeye gelen insan şöyle telkinde bulundu, şu nasıl bakar, nasıl değerlendirir, bu konjonktüre uygun mu… Yargı konjonktüre bakmaz, yargı hatıra bakmaz, yargı birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur. O yüzden adalet yerini bulsun ne olursa olsun yargı mensuplarının yanında HSK vardır, bu millet vardır. Hiç kimsenin tavsiyesine, talimatına, telkinine bakarak değil, dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin ve seksen üç milyon insan huzur içerisinde geleceğe daha güvenle baksın. Bu konuda bütün hâkim ve savcıların, adalet sisteminin yanında güçlü şekilde durmaya devam edeceğiz.” 

Sonuç olarak, Kur’an’da buyrulur ki “Ey Müminler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, tüm gücünüz ve samimiyetinizle adalet ve hakkaniyetten yana olun; Allah için doğru şahitlik yapın. Şahitlik hususunda insanların zengin veya fakir olmasını dikkate alarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın” (Nisâ 4/135). 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Kasım 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/devletin-dini-adalet-dinin-devleti-hurriyettir-1587689

Hebdo’nun Çarlisi: İnsanlık Namına Bir Utanç Vesilesi

Amerikalı stratejist ve siyasetbilimci Samuel Huntington, 1993 yılında ilkin Foregin Affairs dergisinde makale olarak yayımlayıp daha sonra genişleterek kitap haline getirdiği “The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order” (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması) isimli çalışmasında farklı medeniyetler arasındaki zıtlaşma ve çatışmaların müstakbel dünya düzeninde son derece belirleyici olacağı tezini savunmuş, bu bağlamda İslam dünyasını Batı medeniyetine karşı potansiyel bir tehdit olarak kodlamış ve aynı zamanda Türkiye’yi de kapsayan bir dizi ülkeye dair ilginç değerlendirmelerde bulunmuştur. Fakat Huntington’dan önce Bernard Lewis de 1990’da (Atlantic Monthly, Vol. 266, No. 3) yayımlanan  “The Roots of Muslim Rage” (Müslüman Öfkesinin Kökenleri) başlıklı makalesinde “medeniyetler çatışması” kavramı üzerinde durmuştur. Lewis’e göre II. Viyana kuşatmasından (1683) bu yana sürekli olarak savunma hattında kalan “ezik, fakir ve başarısız” müslümanların “üstün, zengin ve başarılı” Batı’dan nefret etmeleri gayet doğaldı. Bu sebeple, Yahudi-Hıristiyan medeniyeti liderliği nezdinde sorulması gereken soru, “Müslümanlar niçin bizden nefret ediyorlar” değil, “Niçin bize saygı göstermiyor ve bizden korkmuyorlar” olmalıydı. 

Müslümanların ayırt edici özelliklerini düşmanlık, öfke, kızgınlık, tiksinme, kin, nefret, öç, intikam, cihad, saldırı gibi kelimelerle tarif eden Lewis “müslüman öfke” diye isimlendirdiği psikolojik ruh halinin, İslam dünyasında modernizme duyulan derin öfke ve nefretin irrasyonel yansıması olarak teşhis etmiştir. Buna göre müslümanlar modernizm ve modernitenin dinamik ve değişken yapısını kavrayamadıkları için, “Tek Yol İslam” gibi totaliter, mutlakiyetçi ve hikmet-i hükümetçi çözüm yollarına yönelmiş ve böylece çoğulcu demokratik bir toplum yapısından çok uzağa düşmüşlerdir.  

Lewis’in “öfke, tiksinme, kin, nefret, düşmanlık, öç, intikam, saldırı” gibi vasıfları müslümanların karakteristik özellikleri arasında göstermesi, ister istemez “Dinime dahleden bari müselman olsa” sözünü akla getirmektedir. Bu sözün bu bağlamda akla gelmesi “Tencere dibin kara seninki benden kara” sözünde ifadesini bulan apolojik (savunmacı) bir refleksin tezahürü değildir. Zira asırlar öncesinden bugüne kadar uzanan sayısız tarihsel tecrübe hangi medeniyetin ne tür bir sicile sahip olduğunu açık seçik biçimde gözler önüne sermektedir. Bu sebeple, bugün insanlık ailesi için yüz karası ve utanç vesilesi olarak gördüğümüz Charlie Hebdo adlı derginin akla ziyan terbiyesizlikleri ile Fransa cumhurbaşkanı Macron’un İslam ve müslümanlarla ilgili hadsizlikleri Lewis’in “İslam dünyası ve müslümanlar öfke, tiksinme, intikam, düşmanlık, saldırı gibi vasıflarla mümeyyizdir” şeklindeki tespitinin “halt etmek”ten pek farklı bir şey olmadığını ispata kâfidir.  

Öte yandan, Lewis’in ve dahi Batı dünyasında ona hak veren herkesin bugün Yahudi-Hıristiyan medeniyetinin liderliğinden dem vurmadan önce, ruhsal esrimeli şefkat, merhamet ve sevgi abidesi Hz. İsa’nın ümmeti olarak biraz durup düşünmeleri, mesela “15. yüzyılın sonlarında İspanya’daki Sefarad Yahudilerine yahut II. Dünya Savaşı sırasında kurulan Auschwitz gibi kamplarda yaklaşık bir milyon Yahudiye biz neler ettik?” deyip, ardından da “Biz Hıristiyanlar bu kadar öfke, nefret ve husumeti sinemizde nasıl biriktirdik” diye kendi kendilerine sormaları ve insanlık namına kendilerinden hicap duymaları gerekir. Bu noktada, David Hume’in, “(Din konusunda) iş lafa gelince, insanların söylediklerini dinleyin: Kendi dinsel inançları kadar kesin bir şey yoktur. Ama bir de yaşamlarını inceleyin, bunlara en küçük bir inanç beslediklerini düşünemezsiniz bile…” şeklindeki çarpıcı ifadesinin, öncelikle ve özellikle, İncillerde “Bir yanağına vurana diğer yanağını çevir” dediği nakledilen Hz. İsa’nın bu sözünden “tendre l’autre joue” şeklinde bir Fransızca deyim üreten kültürün haydut çocukları konumundaki Macronlar ve Çarli Hebdocular için geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca XVIII-XIX. yüzyılların Avrupa’sında yaşayan Baron d’Holbach ve August Comte gibi Fransızların tebcil ettikleri materyalizm ve pozitivizm gibi “Allahsız” fikir akımları sayesinde bugünkü Fransızların Hıristiyanlıktan bile “bulantı” (J. P. Sartre) hissettiklerini, yani din ile sahici bir ilişki kurmak istemediklerini söylemek abartı olmasa gerektir.   

Hülasa, bugün en tipik şekliyle Macron figüründe ve “Hebdonun Çarlisi”nde ete kemiğe bürünen sözde Hıristiyan gelenekten kendine yönelik bir özeleştiri ve/veya kendiyle hesaplaşma beklemek nafiledir. Kaldı ki resmi Hıristiyanlık teolojik olarak Tanrı’ya karşı bile çok büyük bir edepsizlik yapmaktan hicap duymamış bir medeniyettir. Daha açıkçası, Kur’an’ın “İsa da annesi de yemek yerdi” (Mâide 5/75) mealindeki kinayeli/tarizli ifadeyle imada bulunduğu bu büyük edepsizlik, her insan gibi yiyip içen ve dolayısıyla kaza-i hacet için ayakyoluna giden bir insan evladını (Hz. İsa) “Tanrı” veya “Tanrı oğlu tanrı” sıfatıyla teslisin bir uknumu kılmak şeklinde kendini göstermiş ve böylece Hıristiyanlık tevhid temelli inanç geleneğinde en büyük skandala imza atan teoloji olarak tarihe geçmiştir. Sonuç olarak, hem Tanrı’ya karşı edepsizlikten, hem Hz. İsa’ya karşı ihanetten hicap duymayan bir geleneğin bugünkü haydut temsilcilerinin İslam’a, Peygamber efendimize ve müslümanlara son derece çirkin ve çirkef bir üslupla dil uzatmaları ve hemen her fırsatta müslümanların varlığına dahi tahammül edemeyecek ölçüde kin ve nefret kusmaları sürpriz olmasa gerektir.    

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 31 Ekim 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/hebdonun-carlisi-insanlik-namina-bir-utanc-vesilesi-1587561

Fikrî İktidar Meselesi

Sayın Cumhurbaşkanı 2016 yılından itibaren özellikle eğitim-öğretim, kültür ve sanat alanlarında pek başarılı olunamadığına dair birçok kez özeleştiriler yapmış ve son olarak İbn Haldun Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında “Fikrî iktidarımızı tesis edemedik” mealinde çarpıcı bir beyanda bulunmuştur.  Kültür ve sanat alanında ehliyet sahibi olmadığımdan, bu alandaki başarısızlığın neden ve niçinleri hakkında görüş bildirmekten imtina ederim; fakat eğitim-öğretim, özellikle de Diyanet, İlahiyat ve dinî düşünce gibi alanlardaki gidişata ilişkin tespit ve değerlendirmelerimi paylaşabilirim. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı sırasında belediyenin kültür işleri daire başkanlığı tarafından “İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi” (22-23 Şubat 1997) başlıklı bir sempozyum düzenlenmiş ve yurtdışından birçok ilim-fikir adamının da katıldığı bu uluslararası sempozyumdaki tebliğleri içeren kitaba Sayın Erdoğan’ın yazdığı sunuş yazısındaki “Kardeş Pakistan’ın yetiştirdiği büyük bilim adamı ve düşünür Fazlur Rahman, İslâm dünyasında olduğu kadar Batı’da da önemsenen, düşünce ve tezleri üzerinde geniş tartışmalar açılan bir şahsiyettir” ifadeleri Mehmet Şevket Eygi tarafından hayli yadırganmış ve yargılanmıştı. Eygi, Milli Gazete’nin 02 Aralık 2008 tarihli nüshasında yayımlanan “Fazlur Rahman Toplantısı” başlıklı yazısında, bir yandan “Sayın Recep Tayyip Erdoğan, hürmet ve itimat ettiği muhterem Emin Saraç hocaefendiye sormuş olsaydı, Fazlur Rahman’ın kim olduğunu, mahiyetini, içyüzünü öğrenmiş olurdu” diye yol gösterirken, bir yandan da Türkiye’yi ve İslam dünyasını kurtaracak zihniyeti, “yirminci asırda Ehl-i Sünnet İslamlığının bayraktarlığını yapmış olan Şeyhülislam Mustafa Sabri, Düzceli Muhammed Zahid el-Kevserî gibi icazetli gerçek hocaların zihniyetidir” diye tanımlamıştı. 

AK Parti iktidarı 2007, özellikle de 2010 yılından itibaren din, Diyanet ve İlahiyat alanlarında Mehmet Şevket Eygi’nin tarif ettiği yolu takip etmeyi yeğledi. Dolayısıyla bu süreçte siyasette Prof. Dr. Mehmet S. Aydın gibi isimlerle, Diyanet’te Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Görmez gibi isimlerle yollarını ayırmayı tercih etti. İlahiyat alanında ise bugün bir tür yeni medeniyet inşası için kurulan ve adeta gözbebeği gibi algılanan İbn Haldun üniversitesine ismini veren bu büyük âlimle özdeşleşmiş “sosyoloji” ilmini İlahiyat fakültelerindeki ders müfredatından çıkarma yönünde ciddi tartışmalar cereyan etti. Bu tartışmalar neticesinde, Abbâsî Halifesi Mütevekkil-Alellah’ın bol maaş ve tahsisatla Bağdat Rusâfe mescidinde halka hadis okumak ve adeta “Düşünmek yasak” dercesine Mutezile izlerini kazımak üzere meşhur hadis âlimi İbn Ebî Şeybe’yi görevlendirmesini çok ulvi bir çaba olarak gören bugünkü Ehl-i Hadis zihniyeti İlahiyat camiasında muzafferiyetini ilan etti. Böylece Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid el-Kevserî gibi isimlerce temsil edilen Sünniliğe muhalif her türlü fikir “sapkın” diye ilan edilir hale geldi ve kendilerini Ehl-i Sünnet’in yılmaz bekçileri olarak gören birçok cemaat ve grup bir yandan İlahiyat fakülteleri üzerinde vesayet oluşturma, bir yandan da “sapkın” diye tanımladıkları İlahiyatçı akademisyenleri organize linç kampanyalarıyla saf dışı bırakma yarışına girdi. 

15 Temmuz menfur darbe girişiminden önceki yıllarda FETÖcü İlahiyatçıların birçok İlahiyat fakültesinde koloniler kurmasına göz yumulması da ne yazık ki işbu Ehl-i Sünnetçilik hassasiyetinden mütevellitti. Ne var ki söz konusu hassasiyet “suyu çömelerek üç yudumda içmek” gibi ritüellerle ölçülmekteydi. Fakat vaktiyle Ehl-i Sünnet’e sadakatlerinden hiç kuşku duyulmayan FETÖcülerin 15 Temmuz gecesi bir yandan suyu çömelerek üç yudumda içerken, diğer yandan bu milletin masum evlatlarına çatır çatır kurşun sıkmaları gibi bir vahşete tanıklık edildi. Bu mesele bir kenara, 2010 yıllardan itibaren Din, Diyanet ve İlahiyat alanında “Düşünmek, sorgulamak, tartışmak yasak” diye özetlenebilecek Ehl-i Hadis zihniyetine koşut olarak daha geniş fikir ve düşünce hattında Necip Fazıl imzası taşıyan kıyıcı ve dışlayıcı bir dil tercih edildi. Bu dilin özellikle dinî düşünce alanına nasıl yansıdığını anlamak için Necip Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eserine göz atmak ve Mevdûdî’ye “Merdûdî”, Muhammed Hamidullah’a “Baîdullah” demekten nasıl keyif alındığına tanık olmak kâfidir. Söz konusu dil ve üslup Necip Fazıl’ın Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Abdülhakim Arvâsî’ye intisap noktasında yolunun kesiştiği Hüseyin Hilmi Işık’ın “Seâdet-i Ebediyye” adlı eserindeki saldırgan dil ve üslupla hemen hemen aynı niteliktedir.  

Sonuç itibariyle, bugün gelinen noktada gerek Necip Fazıl’dan tevarüs edilen kıyıcı, dışlayıcı ve saldırgan dille Ehl-i Sünnet müdafaası yapmak, gerek Din, Diyanet ve İlahiyat alanında klasik Ehl-i Sünnet anlayışına muhalif her görüş ve düşünceyi “İslam’a saldırı, Kur’an’a hakaret” gibi başlıklarla linç kampanyalarına mesnet kılmak, gerek II. Abdülhamid hatırına Mehmed Âkif’e dil uzatmak, gerekse “Medeniyet inşası, Anadolu irfanı” gibi kof retoriklerle fikir inşa ettiğini sanmak gibi anlayış ve uğraşlarla vakit harcandığı takdirde, fikrî iktidar tesisi ancak ham hayale konu olabilir. Bu saatten sonra özgürlükçü bir yaklaşımla fikir ve düşünce alanını açma yönünde ciddi adımlar atılması elbette mümkündür; fakat bu adımların toplum nezdinde ne kadar inandırıcı bulunacağı meçhuldür. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Ekim 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/fikri-iktidar-meselesi-1587494