Günümüz
Türkiye’sinde herhangi bir dinî meselenin konuşulup tartışılmasında
karşımıza çıkan ve doğru olduğuna kesin inanılmış bir görüşün çoğu zaman
makbullük referansı olarak kodlanan kavramların başında “gelenek”
gelir. Dinî alanda tartışmaya açılan her meselede “eski” olandan yana
pozisyon alan ve “yeni” olan her şeyi modernlikle irtibatlandırarak
basbayağı sapma (inhiraf) olarak tanımlayan pek çok kimse için gelenek
denen şey “ezelî ve ebedî bilgelik” ya da “hikmet-i hâlide”dir. Bu
anlayışta, geleneğin ve geleneksel kabulün bugünkü dünya ya da şimdiki
zaman için gerçekten anlamlı bir şey ifade edip etmediği
sorgulanmaksızın, son derece romantik bir yaklaşımla “gelenek” adeta
fetişleştirilir. Bu noktada, ister istemez, Jaroslav Pelikan’ın “The
Vindication of Tradition” kitabı üzerine yapılan bir mülakatta
söylediği, “Gelenek ölmüşlerin yaşayan ruhudur; gelenekçilik ise
yaşayanların ölmüş ruhudur” şeklindeki çarpıcı söz akla gelir.
Bu çerçevede gelenekçilik, “gelenek”
addedilen şey her neyse onu alabildiğine mutlaklaştıran, hatta kimi
zaman kutsallaştırma noktasına kadar varan, keza şimdiki zamanın gerçek
dünyasını başlı başına sorunlu sayan ve buna bağlı olarak sımsıkı
biçimde “geçmiş”e sarılan bir zihniyete karşılık gelir. Ancak bu
zihniyette, kendisine paha biçilmez bir değer yüklenen geleneğin hangi
gelenek olduğu çok açık değildir. Çünkü tarihten günümüze intikal eden
bir tek gelenek yoktur; aksine birçok gelenek ve gelenekler mevcuttur.
Ayrıca gelenek denen şeyin kendi karşıtı için bile referans noktası
teşkil ettiği malumdur. İşte tam bu noktada, kendini geleneğin yanında,
“modern”in ve “modernsit”in karşısında konumlandıran gelenekçi zihniyet,
bugün neyin doğru olduğuna kanaat getirmiş ya da neye inanmışsa, o
kanaat ve inancı teyit eden bir gelenek aramaya koyulur. Hâl böyle
olunca, geleneklerden gelenek seçmek veya ihtiyaç duyulan gelenek
tarihsel geçmişte bulunamamışsa “icat” etmek ve şimdi icat edilen
yepyeni şeye “gelenek” demek gibi bir durum ortaya çıkar.
Bu durum “gelenek” kavramının basbayağı
laçkalaşması durumudur. Bugün sayısız örneğine tanık olunduğu üzere dinî
meselelerle ilgili tartışmalarda kendini gelenekten yana konumlandıran
pek çok kişinin yaptığı şey, doğru olduğuna inandığı görüş ve anlayışa
dair öne sürdüğü argümana gelenek etiketi yapıştırmasıdır. Buna göre
gelenek, “Biz neyi tasvip ve tensip buyurursak, gelenek odur” gibi bir
anlam taşır. Burada anlatmaya çalıştığımız durumun daha iyi
anlaşılabilmesi için Kur’an’daki bir ayetin farklı anlam ve
yorumlarından örnek vermek faydalı olur. Sâd suresi 33. ayetteki
“fetafika meshan bi’s-sûki ve’l-a’nâk” ifadesi, tefsir geleneğinde
özellikle dilci müfessirlerin hemen hepsi tarafından, kısaca, “Süleyman
atların bacaklarını ve boyunlarını kesti” diye yorumlanır. Sahabe ve
tâbiînden gelen rivayetler de aynı doğrultudadır. Ayrıca Yahudi
tarihinde Yeşu ve Davud’un da atları kestirdiklerine dair anlatılar
mevcuttur. Bunun arka planında, muhtemelen, düşmanlarına ait atlı savaş
arabalarının altında ezilmişliğe dair trajik hatıralar vardır. Her
neyse, söz konusu ayet erken dönemlerde müfessirlerin kahir
ekseriyetince “Süleyman atları kesti” diye yorumlanırken, bugün bu
yorumu tercih etmek, bir araştırmacının “Hz. Süleyman Kıssası ve Atlar
Kıssası” adlı yazısında bize atfen dediği gibi, gelenek ve gelenekçilik
değil, modernistlik sayılır.
Bu ilginç örnekten de anlaşılmış olacağı
üzere bugün gelenek denen şey, dileyenin dilediği gibi içini doldurduğu
bir şeydir. Yazının başlığında gelenek kavramına izafe ettiğimiz
laçkalaşma işte tam da bununla ilgilidir. Özellikle Kur’an ve tefsir
araştırmalarında geleneğin laçkalaşmasındaki temel faktörlerden biri,
Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın temsil ettiği neo-selefîliğin
“modernist hassasiyetlerle gelenekçilik savunusu” şeklinde tezahür eden
bir zihniyete vücut vermesidir. Daha açıkçası, bugünkü gelenekçilerin
pek çoğu, farkında olarak ya da olmayarak neo-selefî düşüncedeki
İsrâiliyyât antipatisinden hareketle iyi gelenek-kötü gelenek şeklindeki
ayrımı kanıksamış ve dolayısıyla birçok gelenek içinden bir tek gelenek
seçmeyi gelenekçilik olarak algılamaya başlamıştır.
Günümüz gelenekçiliğinde, “gelenekler
içinden tek gelenek seçmek ve sadece bunu tek makbul gelenekmiş gibi
göstermek” şeklinde tezahür eden operasyonelliğe dair Kur’an’daki
“zebîh” (kurbanlık evlat) kıssasını anlama ve yorumlama şekli örnek
verilebilir. Bilindiği üzere Kur’an’da Hz. İbrahim ve “kurbanlık”
(zebîh) evladıyla ilgili bir kıssa yer alır. Ancak kurbanlık evladın Hz.
İshak mı yoksa Hz. İsmail mi olduğu meselesi tartışmalıdır. Klasik
tefsir kitaplarına, sözgelimi Kurtubî’nin el-Câmi’ li
Ahkâmi’l-Kur’ân’ına bakıldığında, sahabe devrinden itibaren erken
dönemlerdeki müfessirlerin büyük çoğunluğunun “Kurbanlık evlat
İshak’tır” görüşünü savunduklarına dair çok açık ifadelerin bulunduğuna
şahit olunur. Ancak bugün herhangi bir gelenekçinin “erken dönem tefsir
geleneğindeki hâkim görüş, kurbanlık evladın Hz. İshak olduğu
yönündedir” dediğine şahit olmanız pek mümkün değildir. Çünkü çağdaş
gelenekçimizin bugün doğru kabul ettiği şey, yegâne doğru olduğu için,
gelenekteki başka bir görüş sahabe ve tâbiîn tarafından benimsenmiş olsa
dahi makbul gelenek değildir, hatta salt gelenek bile değildir. O
halde, bugünkü gelenekçilik, “Biz ne diyorsak o” gelenekçiliğidir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Ocak 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder