Son aylarda
özellikle ismimiz etrafında yürütülen Kur’an ve tarihselcilik konulu
tartışmalara, Karar gazetesinin ‘Görüşler’ sayfasında birkaç makale
yayımlayarak iştirak eden ve bu makalelerin ilkinde hem tarihselciliği
ulvi bir dava gibi sahiplenen hem de “Biz Ehl-i Sünnet
tarihselcileriyiz; siz bizi Mekkeli müşriklerden pek farklı bir Tanrı
tasavuruna sahip olmayan Deist tarihselcilerle karıştırmayın” diyen bazı
arkadaşlar da iştirak etti. Anlaşılan o ki tarihselcilik bu günlerde
hayli kıymete bindi. Hem savunanlar hem karşı çıkanlar için
tarihselcilik tartışmasına müdahil olmak sanki çok iyi bir yatırım alanı
gibi... Ancak benim temel bir prensibim vardır ve bu prensip gereği bir
şey ne ölçüde popülerleşmişse, o şeyden aynı ölçüde uzaklaşmam gerekir.
Bu yüzden, son zamanlarda tarihselcilik alanına yatırım yapan
arkadaşlara sesleniyorum ve bol rant temennisiyle, tarihselcilik alanına
ait tüm hisselerimi kendilerine devrediyorum. Ayrıca tarihselcilik
fikrini cami avlusunda bulup sahip çıktığım yönündeki sözlerimi geri
alıyor ve bu konuda “tekelcilik” yapıp işin tüm kaymağını tek başına
yediğim zehabına kapılarak “Asıl tarihselci biziz” diye kaleme sarılan
arkadaşlarımı büyük bir endişeye sevk ettiğim için de kendime
kızıyorum.
***
Bütün bunlara rağmen tarihselcilik
görüşünden vazgeçmediğimi ve Kur’an’ı sağlıklı anlama ve yorumlama
konusunda daha tutarlı bir fikrî/ilmî teklifle karşılaşmadıkça bu
görüşte ısrar edeceğimi, ancak tarihselcilikte liderlik ve temsilcilik
gibi unvanlara göz dikmeyeceğimi belirtmek istiyorum. Bu vesileyle,
kendilerini “Ehl-i Sünnet tarihselcileri” diye tanımlayan arkadaşlara
tarihselciliğin yorum ve ictihadla değil, vahyin tabiatı ve inzal
keyfiyetiyle ilgili bir mesele olduğunu da özellikle hatırlatmak
gerektiğini düşünüyorum. Şayet vahiy hem lafız hem mana olarak Allah’a
aitse, bu durumda Kur’an vahyinin tarihselliğini iddia etmek iman
dairesinden çıkmakla eşdeğer hale gelir. Zira Allah’ın belli bir zaman
ve mekana izafesi mümkün olmadığı gibi O’nun kelamının da zamansallığı
söz konusu değildir. Ancak bu durumda ilahi kelamın kıdemi meselesi
gündeme gelir. Şayet Kur’an kadim ise o zaman Mu’tezile’nin
Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın Yaratılmışlığı) nazariyesine temel gerekçe
oluşturan “teaddüd-i kudema” (birden fazla kadim varlık) problemiyle
yüzleşilir. Bu yüzdendir ki Sünnî bazı kelamcılar dahi “kelam-ı nefsî ve
kelam-ı lafzî” şeklinde bir ayrıma giderek, istemeyerek de olsa Kur’an
lafızlarının kadim değil, mahluk olduğunu kabullenmişlerdir.
Klasik tefsir ve fıkıh geleneğinde hemen
hemen tüm âlimlerin ittifakıyla benimsenen nesh nazariyesi -ki bu
nazariye ancak son dönem İslam dünyasında popüler hale gelen “Kur’an
bize yeter” (Hristiyan Prostestan gelenekteki “Sola Scriptura”
söyleminin bizdeki karşılığı) söylemiyle birlikte yaygın eleştiri konusu
olmuştur- aslında Kur’an ahkâmının sosyolojik şartlar mucibince
değişken ve dinamik olduğuna ilişkin en somut delildir. Hatta
denilebilir ki şu veya bu kadar ayetteki hükmün mensuh yani bir daha
uygulanmamak üzere ilga edildiğini söylemek, en uç/ekstrem
tarihselciliktir. Bugün bizi İmam el-Mâtüridî’nin “ve fi’l-âyeti
delâletü cevâzi’n-neshi bi’l-ictihâd” (Ayette ictihad yoluyla neshin
caiz olduğuna delil vardır) şeklindeki ifadesini veya Ebû Bekr
İbnü’l-Arabî’nin “ve kâne hâzâ hükmellâhi mahsûsen bi-zâlike’z-zamân fî
tilke’n-nâzileti hâssaten bi-icmâi’l-ümmeti” (Allah’ın bu hükmü -ümmetin
icmaıyla- hâssaten ayetin nazil olduğu zamana ve o zaman vuku bulan
olaya mahsustur) şeklindeki görüşünü çarpıttığımız yönünde lafazanlık
yapanların öncelikle gidip klasik dönemdeki ulemanın “Bu ayetteki hüküm
mensuhtur” gibi kesin yargılarda bulunmasının ne manaya geldiğini
tartışmaları gerekir. Spesifik bir örnek üzerinden ifade etmek
gerekirse, bugün tarihselciliği ilhad ve zındıklık gibi gören çok bilmiş
zevat, sözgelimi, İbn Receb el-Hanbelî’nin, “Haram aylarla ilgili
ayetlerdeki savaş yasağı hükmü mensuhtur. Bunun delili de Rasûlullah’ın
vefatından sonra hulefâ-i râşidîn, sahabe ve diğer müslüman
yöneticilerin Ehl-i küfre karşı cihad ve kıtâl faaliyetlerini haram ay
filan demeksizin kesintisiz olarak sürdürmüş oldukları gerçeğidir”
şeklindeki ifadesinin tarihselcilikten farklı bir anlam taşıyıp
taşımadığını izahla mükelleftir.
***
Bu noktada, tarihselciliğin İslâmî
gelenekten kendine meşruiyet devşirmeye çalıştığı iddia edilebilir.
Nitekim bir ulusal gazetenin Açık Görüş isimli ekinde yayımlanan
“Tarihselciliğin Tarihten Meşruiyet Arayışı” başlıklı makalede de aynen
böyle söylenmekte ve bu makalade “meşru gelenek-gayri meşru gelenek”
ayrımına gidilmektedir. Ancak bu ayrımda, kolayca tahmin edilebileceği
gibi, tarihselciliğe referans oluşturan geleneksel görüş ve yorumlar
gayr-i meşru gelenek diye tarif edilirken karşıt görüş ve yorumlar meşru
gelenek olarak tebcil edilmektedir. Geleneğin meşruiyeti ise söz konusu
ayrımı yapan zatın paşa gönlünce belirlenmektedir. Kur’an’ın
tarihselliği görüşünü “fikrî terör” olarak gören bu zat Hz. Ömer’in
müellef-i kulûbla ilgili uygulamasından söz etmekte ve “Hz. Ömer ayetin
hükmünü ortadan kaldırmamıştır. Müellefe-i kulûb sınıfına giren kişilere
yapılan ödemeden sadece iki kişinin ödemesine son vermiş, asalak bir
sınıfın üremesinin önüne geçmiştir. Zira hükmün illeti ortadan
kalkmıştır, illet kalkınca da onlara dair hüküm de sona ermiştir. Bu bir
usûl kaidesidir. Hüküm illetiyle vardır” demektedir ki tarihselcilik de
sonuçta bundan farklı bir şey söylememektedir. Evet, hükmün illeti
yoksa hüküm de yoktur. Nitekim bugünkü sosyolojide de sözgelimi
kölelik/cariyelik kurumu, ganimet ve cizye hukuku gibi Kur’an’daki pek
çok hükme menat oluşturan illetler yoktur; dolayısıyla söz konusu
hükümlerin tatbik zemini de yoktur. Bu yüzden, laf kalabalığına hacet
olmadığı gibi tarihselcilik hakkında güya anlamlı bir şey söylüyormuş
gibi sözde eleştiri yapmanın âlemi de yoktur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk- 30 Mart 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder