Ramazan, Kadir Gecesi ve Mevsimlik Müslümanlıklar Üzerine Söyleşi


Ramazan, Kadir Gecesi ve Mevsimlik Müslümanlıklar Üzerine
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK ile söyleşi
  

1. Müslümanlar Ramazan ayını nasıl ihya etmeliler?

Bu soru dinî gelenekte hayli muhkemleşmiş bir yanlış algı ve anlayışa göndermede bulunmasından dolayı kanımca biraz sorunludur. Bilindiği gibi İslam kültür ve geleneğinde belli günler, geceler ve ayları ibadet ve taat içerikli birtakım fiillerle ihya âdeti vardır. Gerçi bu âdet bir yönüyle hadislere de dayanır veya dayandırılır. Muteber kabul edilen birçok kaynakta Hz. Peygamber’in Kadir gecesinin faziletinden ve Cuma günü duaların kabul edildiği bir zaman diliminden söz ettiğine dair çeşitli hadisler yer alır. Ancak bu hadisler sanki yanlış anlaşılmış veya müslüman halk kitlelerine yanlış yorumla aktarılmıştır. İlgili hadislerde Kadir gecesinin ve Cuma günündeki zaman diliminin tasrih edilmemesi, müslümanları dinî-ahlakî duyarlılık ve sorumluluk hususunda her daim müteyakkız kılmak ve bu amacı gerçekleştirmeye teşvik olarak birtakım günler ve geceleri önemli bir fırsat ve imkân olarak sunmak anlamı taşır. Ne var ki geleneksel algı ve anlayış burada söz konusu edilen fırsatı bir bakıma fırsatçılık olarak kavramıştır. Bilhassa modern dönem Türkiye’deki geniş halk kitlelerinin “mübarek gün ve geceler”deki yoğun dinî ilgileri ile sair zamanlardaki ilgisizlikleri kabaca mukayese edildiğinde dahi fırsatçılıkla ne kastettiğimiz daha iyi anlaşılır.

Kanaatimce, Ramazan ayına mahsus bir ihya tarzı söz konusu değildir. Bu münasebetle, “Her geceyi kadir bil” sözünü hatırlamak faydalı olabilir. Kur’an’da müminlerden söz edilirken, kâh ayakta, kâh oturur vaziyette, kâh yatar halde iken Allah’ı zikrettikleri belirtilir. Bu Kur’an ifadesi müminlerin sadece bu üç halde değil, hayatlarının her safhasında Allah’ı zikrettikleri anlamına gelir. Ancak zikir, tasavvuf geleneğindeki anlam ve kullanımıyla muayyen tesbih ifadeleri olarak anlaşıldığında, 7/24 zikrin imkânsız olduğunu söylemek izahtan varestedir. Bu sebeple, Kur’an’da müminlere izafe edilen zikrin hemen her hâl ve ahvalde Allah’ı hatırda tutmaya, O’na karşı saygılı ve sorumlu davranmaya karşılık geldiği özellikle belirtilmelidir.

Allah’ı zikirle ilgili bu izah aslında Ramazan ayının nasıl ihya edilmesi gerektiği sorusuna da bir nevi cevap mahiyetindedir. Daha açıkçası, müminler diğer bütün zamanlar gibi Ramazan ayında da mümin olmanın gerekli kıldığı ahlakî duyarlığı hayata taşımakla mükelleftir. Haddi zatında “Ramazan ayı nasıl ihya edilmeli?”sorusunun cevabı bence bu kadar kısa, yalın ve basittir. Ramazan ayına mahsus bir ihya ritüeli ve Kadir gecesinin de kendine özel bir ihya şekli bulunduğu anlayışı esas alındığında, bunun pratik sonuçlarının ister istemez “mevsimlik müslümanlık” diyebileceğimiz dinî yaşantılarla, hatta Hıristiyanlıktaki günah çıkarma geleneğini anımsatan anlayış ve uygulamalarla kesişmesi kaçınılmaz olabilir.

Evet, Kur’an Ramazan ayında ve Kadir gecesinde indirilmeye başlamıştır. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır... Bütün bunlar Kur’an’da açıkça ifade edilen hususlar olarak elbette doğrudur. Fakat acaba Kadir gecesi bizatihi kendinden dolayı mı bin aydan daha değerlidir; yoksa Kur’an’ın o gece indirilmeye başlamasından dolayı mı böyle bir değeri haizdir? Bu soruyu başka şekilde sorarsak, Kur’an mı Kadir gecesinde inmekle şeref kazanmıştır, yoksa Kur’an indiği için mi Kadir gecesi şeref kazanmıştır? Bu soru Ramazan ayı için de formüle edilebilir. Ramazan ayına ve Kadir gecesine değer ve anlam katan şey, hiç kuşkusuz Kur’an’ın indirilmeye başlamasıve insanlıkla buluşmasıdır. Bu yüzden mesele son kertede müslümanların Kur’an’la hukukuna bağlanmaktadır. Bu hukuk sağlam ve sıkı olduğu takdirde, Ramazan ayının da tabii bir dinî yaşantı hâli olarak hakkıyla ihya edileceği kuşkusuzdur.

Ama gelin görün ki hâl-i hazırdaki Türkiye toplumunun en azından televizyon ekranlarına yansıyan Ramazan tecrübeleri, hayatın her safhasında Kur’an’ın rehberliğini özümseme gayreti şöyle dursun, Ramazan ayına mahsus yoğunlaştırılmış temporal müslümanlığın çok kötü temsillerini gözler önüne seriyor. Çok kere köylülük ve paçozluk biçiminde dışa vuran bu kötü temsilde görsel medyanın günah payının hayli büyük olduğunu özellikle belirtmek gerekiyor. Zira Hümeyra Şahin’in bir köşe yazısında belirttiği gibi Ramazan medyasında hemen her televizyon kanalı iftar ve sahur programlarında reyting savaşı veriyor. Canlı yayınlarda “Hocam, ben eşimi aldattım, şimdi bana ne lazım gelir?”gibi haya ve edep sınırlarını aşan sorulara kimi zaman sükseli bir dinî retorikle, kimi zaman ağlak bir vaiz edasıyla ciddi ciddi cevaplar verilmeye çalışıldığı bu programların en azından bir kısmı bilindik evlilik programlarından kayda değer bir farklılık arz etmiyor. Ayrıca geçmişteki “kussâs”ın çağdaş temsilcileri hüviyetindeki sözüm ona “ünlü hoca”ların transfer yarışı, musiki gruplarının hangi kanalla anlaştığı yönündeki haberler Ramazan gündemine magazinel bir boyut bile katabiliyor. Ancak sonuçta Ramazan programları,din istismarının zirve yaptığı bu çağda, müslümanların geleceği adına hiçbir şey vaat etmediği gibi, çok kere usandırıp ikrah ettiriyor, hatta belki de sayısız insanın din ve dinî değerlerle arasındaki mesafenin açılmasına hizmet ediyor. Tv Yirmidört’te sekiz ay kadar devam eden dinî düşünce meseleleriyle ilgili programımı, “Sakız orucu bozar mı?”sorusunun vakti gelmeden bitireceğimi söylemememin ve söylediğim zamanda bitirmemin temel sebeplerinden birinin işbu Ramazan medyasının pespayeliğinden başka bir şey olmadığını da bu vesileyle belirtmem gerekiyor.

2. Ramazan ayının anlamı ve önemi nedir?

Ramazan ayının önemi, bir önceki sorunuzla ilgili izahatın içinde az çok cevabını buldu aslında. Ama burada hususen cevap vermek gerekirse, Ramazan ayı, Kur’an’ın bu ayda indirilmeye başlamasından dolayı önemlidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için Bakara suresi 185. ayeti okumak kâfidir. Bu ayette Ramazan ayının öneminden öte, Kur’an’ın insanlar için rehber olması, bu rehberliğe ilişkin açık deliller ile doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırt etmeyi mümkün kılan ölçütler sunması gibi ayırt edici özelliklerinden söz edilir.

Ramazan orucu kuşkusuz önemli bir ibadettir. Bu noktada zarftan ziyade mazrufun, yani Ramazan’dan ziyade orucun önemli olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Hz. Peygamber’in Ramazan ayında şeytanların bağlanıp işlevsiz kaldığından söz etmesi de Ramazan ayından öte, bu aydaki oruç ibadetinin hakkıyla ifa edilmesinden hâsıl olacak netice ve semereyi işaretler. Başka bir deyişle, ilgili hadiste anlatılmak istenen husus, “bir mümin dinî-ahlakî duyarlık içinde oruç tuttuğunda şeytan onun için adeta zincire vurulmuş ve işlevsiz kalmış hâle gelir” demekle eşdeğerdir. Yoksa şeytan ve avenesi, hepimizin her gün şahit olduğu gibi, Ramazan ayında da ortalıkta kol gezmektedir. Yine Hz. Peygamber’in Ramazan ayıyla ilgili olarak, “Kim gerçekten inanarak ve karşılığını Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır” şeklindeki hadisi de sayısız günah ve hatanın yükünden kurtulma imkânının bulunmadığı zehabına kapılarak umutsuzluk ve karamsarlığa düşmemek gerektiğine, bilakis Allah’ın engin rahmet ve mağfireti için samimi niyet ve içtenlikli ibadetin geçmişe dönük günahların affına vesile olabileceğine işaret eder.

Bu demektir ki günahlar alışkanlık haline gelmedikçe, tövbenin anlamıda günlük hayatımızda çok kere savsaklama ve baştan savma manasında kullandığımız “inşallah” tabirinin anlam ve kullanımına dönüşmedikçe, hiçbir müslüman için günahtan dönüş vakti geçmiş değildir. Diğer taraftan, söz konusu hadisteki “Karşılığını Allah’tan umarak” kaydı, ibadetleri Allah’la pazarlık konusu yapmaya veya Allah’la ivazlı-garazlı ilişki kurmaya değil, ibadetin riyasız, gösterişten uzak ve ihlaslı/içtenlikli olması gerektiğini belirtir. Sözün özü, Ramazan bir zarf olarak değil, Kur’an vahyinin nüzûlü ve oruç ibadeti gibi mazruflarından dolayı önemlidir.

3. Ramazan’da oruçluyken nelere dikkat etmeliyiz? Oruç sadece yememek veya içmemek midir?

Bu oldukça klişeleşmiş bir sorudur; hâliyle cevabı da ortalama her müslümanın az çok malumudur. Ancak cevabın hemen herkesçe malum olması, orucun sadece yememek ve içmemek anlamına gelmediği gerçeğinin toplum katında karşılık bulup bu minvalde hayata taşındığını söylemeyi pek mümkün kılmamaktadır. Bilakis oruç toplumdaki umumi manzaradan gözlemlendiği kadarıyla, salt yememe ve içmemeye indirgenmiş bir ritüel/ayin gibi eda edilmekte, hâliyle Ramazan’da,  Ali Şeriati’nin dediği gibi, belki sadece yeme içme saatleri değişmektedir. Genel olarak din, özel olarak ibadetler alanında neyin ne olduğunu yeterince bilmemize rağmen bildiklerimizi tutum ve davranış olarak sergilemememiz, tıpkı sigaranın zararları hakkında yeterli bilgi sahibi olduğumuz hâlde tiryakilikten bir türlü vazgeçmemiz gibi bir şeydir. Burada çözmemiz gereken sorun bilgi kifayetsizliğinden öte azim ve dirayet eksikliği, zaaflarımızın aklımız, fikrimiz ve vicdanımıza hükmetmesidir.

Kanımca, mesele bildiklerimizin gereklerini ifa iradesi gösterememekten ibarettir. Aynı durum, dilimiz pelesenk ettiğimiz “Kur’an’ı anlama” meselesi için de geçerlidir. Bugün sayısız müslüman Kur’an’ı bir türlü anlayamadıkları için neredeyse hayatları boyunca meal-tefsir okumakta, bir bakıma “Allahım! Müslüman olmak ve müslümanca yaşamak adına bizden ne istediğini henüz tam anlayamadık; bu yüzden meal-tefsir okumalarımız devam ediyor” dercesine biteviye okumalar yapmaktadır. Oysa sahabiler ümmî bir toplumun fertleri olarak Kur’an ayetlerini bir kez duydular, anladılar ve gereğini de yaptılar. Demek ki Kur’an’la ilgili anlama entelektüel bir faaliyet değil, bunun çok gayrında bir mesele olarak, müslüman olma ve müslümanca yaşama açısından çok açık, yalın ve basit olan bir ilahi mesajın gerektiğine göre davranmaktır. Eğer bizden böyle davranış pratiği ortaya çıkmıyorsa, mesele anlama-anlamama meselesi değil, çok kere kendiliğinden anlaşılır olan mana ve mesajı hayata taşımayı göze alamama olsa gerektir. Bu noktada, yeterli denebilecek düzeyde bilgisine sahip olduğumuz dini hakkıyla yaşamayı göze alamayıp çok kere yaşantımız gibi inanma ve bu yaşantıyı meşrulaştırma gayretinde bulunduğumuzu da dürüstçe itiraf etmemiz gerekir.

4. Ramazan ayında kılınan teravih namazının önemi nedir? Ve teravih kılırken neler dikkat etmeliyiz?

Ramazanda teravih, geleneksel ilmihal dindarlığındaki hüküm kodlarına göre sünnettir. Ancak yerleşik sünnet algısı kanaatimce hayli gevşektir. Burada söz konusu olan algı gevşekliği teravih namazının yaygın eda şekline atf-ı nazarla da teşhis edilebilir. Bu durum belki de teravihi Arap dilinde “rahatlatmak, dinlendirmek” manasına gelen tervîha kelimesinden hareketle, bir tür hoş vakit geçirme vesilesi gibi algılamamızdan veya tam tersine yasak savma kabilinden icra edilen bir ayin gibi kavramamızdan mütevellittir. Ancak bu söylediklerim, her bir müslümana değil, müslümanların umumi manzarasına dair bir tespit ve tenkittir.

Bu bağlamda sünnet kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Kanımca İslam’daki en geniş şemsiye kavram sünnettir. Ama bu sünnet, dinî deliller hiyerarşisinde Kur’an’dan sonra ikinci sıraya yerleştirilen ve fıkıh usulünde “farz ve vacip olmaksızın yapılması istenen dinî içerikli fiil” diye tarif edilen sünnet değil, örnek alınan uygulama veya daha açık bir ifadeyle, Hz. Peygamber tarafından ortaya konulan İslamî perspektif, dünya görüşü ve pratik hayat tarzı manasında sünnettir. Kur’an da bu anlamda sünnetin kapsamına dâhildir; çünkü Kur’an’daki beyanlar ve hükümlerin ilkten somutlaştırılarak hayatın içinde yorumlanıp uygulanması Hz. Peygamber’e aittir.

Şu halde denilebilir ki teravih de Hz. Peygamber’in uygulaması olarak önemli bir sünnettir. Gerçi bazı hadislerde Hz. Peygamber’in bu namazı iki veya üç gün mescitte kıldırdığı, cemaatin gittikçe çoğaldığını görünce mescide çıkmadığı ve bunu Allah’ın farz kılabileceği endişesiyle yaptığını söylediği belirtilir. Ancak bu hadis ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, sonuçta Hz. Peygamber’in kıldığı veya kılma ihtiyacı duyduğu bir namazın diğer bütün müslümanlarca bilindik farz-vacip-sünnet hiyerarşisine göre değerlendirilip “Kılınmasa da olur”şeklinde bir anlayışa konu olması problemlidir.

Bunu söylerken teravih namazının ıstılahi anlamda farz veya vacip hükmünde olduğu gibi bir iddiada bulunmuyoruz; bizim burada anlatmaya çalıştığımız husus, ibadetler konusundaki bakış açısının ilmihal dindarlığı kalıplarından değil, Hz. Peygamber’in tüm müslümanlara örnek ve rehber olmasının gerekli kıldığı duyarlıktan hareketle oluşturulması gerektiğini vurgulamaktır.

Özetlersek, teravih Hz. Peygamber’in dinî-ahlakî örnekliğinde yeri olan bir ibadettir. Kaldıki teravih namazı Ramazan’ın tabir caizse manevi tuzu-biberidir. Şu veya bu sebeple teravih namazına gitmeye yüksündüğümüz veya -sözüm ona- daha önemli olarak gördüğümüz işlere feda ettiğimiz zaman, bu namazı cemaatle eda eden müslümanlarla karşılaştığımızda hem içten içe mahcubiyet duyarız, hem de hayıflanıp orucumuzun bir yönüyle yavanlaşıp noksanlaştığı duygusunu yaşarız. Aslında bu tür duyguları ibadetlerle ilgili tüm kusurlarımızda yaşarız. Bu duygu halimiz, hata ve günah işleme hususunda henüz pişkinleşmediğimize hamledilebilir; ama bu anlamda pişkinleşmemenin dindarlık seviyesi açısından hemen hiçbir değer ifade etmediği de not edilmelidir.

5. Oruç tutmanın hikmetleri nelerdir?

Oruç tutmanın hikmetleriyle ilgili çok şey söylenebilir. Kur’an’da orucun farz kılınmasıyla ilgili ayetin sonunda ittika/takva, yani sakınmadan söz edilir. İttika özellikle Mekke dönemine ait surelerde hemen tamamıyla şirkten sakınıp muvahhid olmak manasında kullanılan bir kelimedir. Bunun dışında, genel olarak günahtan ve çirkin fiillerden sakınmak gibi daha dar anlamlarda kullanıldığıda vakidir. Ancak biz bugün en azından itikat düzeyinde muvahhid ve müslüman olduğumuza göre ittika/takva kelimesinin ifade ettiği çerçeve anlamın “Allah’a karşı gelmekten, O’nun emir-yasak sınırlarını çiğnemekten sakınmak, dolayısıyla kendi müslümanlığımıza sahip çıkmak” şeklinde formüle edilmesi mümkündür.

Oruç tutmanın hikmetiyle ilgili soru da ittika ve takvanın bu genel anlam çerçevesi içinde değerlendirilebilir. En azından benim için oruç ibadetinin hikmeti Kur’an’da Allah’ın açıkça emretmiş olmasından ibarettir. Biliyorum, bu cevap hikmet, illet, talil gibi hususlarla ilgili olmanın ötesinde, fideistik karakterlidir. Başta da dediğim gibi, orucun hikmetlerine ve müslümanlarına sağladığı faydalara dair çok şey söylenebilir; kaldıki bu konuda söylenecekler hemen her müslümanın az çok bildiği klişelerdir. Ancak benim nazarımda ibadetler öncelikle ve özellikle Allah buyurduğu için eda/ifa edilir. Hikmet ibadetin teşrii gerekçesi değildir; en temel gerekçe ibadetin Allah tarafından emredilmesidir ki mümine düşen de bu emrin gereğini sorgusuz-sualsiz biçimde yerine getirmektir.

Bu noktada iman, yani Allah’a güven duygusu son derece belirleyicidir; zira ibadetler böyle bir güven duygusuna bağlı olarak ifa edildiğinde, o ibadetlerin mümine birçok hayır ve iyilik getireceği şüphesizdir. Fakat ibadetlerde hikmet ve illet arama çabası ön plana çıktığında, ister istemez rasyonelleştirme, aklen gerekçelendirme, hatta kimi zaman bilimsel verilerle destekleme gibi, ibadetin asli yapısını haleldar edip ahlakî-manevî-derunî boyutunu ve büyüsünü bozan bir yere doğru mesafe alınması kuvvetle muhtemeldir. Kaldıki ille de hikmet ve illet aranacaksa, tek tek ibadetlerin hikmetinden önce, birçok ayette hiçbir şeye muhtaç olmadığını bildiren Allah’ın bizden böyle birçok ibadet talep etmesinin hikmetini sorup sorgulamak gerekir; ancak akıl-mantık temelli böyle bir kışkırtıcı sorunun her türlü akli cevabı yine akıl tarafından çürütülebilir.

Kanaatimce hem iman hem ibadet konusunda en köklü çözüm fideizm ya da en azından ılımlı fideizmdir. Kısacası, ben iman ve ibadet konusunda, başka bir ifadeyle taabbudî alanda hikmet aramaya meraklı bir müslüman değilim, aksine fideist, yani imancı biriyim. Buna mukabil Kur’an’ın toplumsal düzen ve hukuk alanıyla -ki bu alan insanın içine doğduğu dünyanın sosyolojisine göre her an değişip dönüşüme açıktır- ilgili hükümlerinde “tarihselcilik” diye adlandırılan bir perspektife sahibim. İmancılıktan söz ederken kuşkusuz ibadetlerin bize yönelik birçok faydasının bulunduğunu inkâr ediyor değilim; sadece oruç gibi ibadetleri hikmet üzerinden açıklamaya çalışmak yerine, beni yaratan Allah’a iman ve itimat duygusu içinde şükran borcumu ödemek gibi gördüğümü belirtmek istiyorum. Bu arada, imanın rasyonel bir tutum olmadığı fikri üzerine inşa edilen imancılıkla ilgili olarak Kierkegaard’ın Korku ve Titreme adlı eserinin okunmasını tavsiye ediyorum. Birileri Kierkegaard’ın savunduğu şekliyle imancılığın İslam düşünce geleneğinde bir karşılığı olmadığını söyleyebilir; ancak önemli olan mesele bizim gelenek ve kültürde karşılığının olup olmaması değildir. Kaldıki kelamcıların başta Allah ve sıfatları meselesi olmak üzere kader-kaza, kulların fiilleri gibi birçok konuda ürettikleri polemiklerden insana huzur ve dinginlik veren bir imanın çıkmadığı/çıkmayacağı en azından benim için müsellemdir.

6. Oruç tutmamanın hükmü nedir?

Oruç, özellikle sağlıklı olmak kaydıyla aklı başında ve baliğ olmuş her müslümanın Allah’a karşı bir şükran ifadesi olarak yerine getirmesi icap eden bir ibadettir. Bakın, burada şükran ifadesi kaydını özellikle belirttim, zira bizde “farz, vacip” denince, zorunluluk, yükümlülük, mecburiyet, vazife gibi kelimelerin çağrıştırdığı anlamlar ön plana çıkar ve bunun neticesinde ibadetler kaçınılmaz olarak, gecikme faizi veya cezadan kurtulmak için son gün elektrik-su faturası veya vergi borcu ödemeye benzer bir mükellefiyet gibi algılanır. Bu tür bir ibadet algısı klasik İslami kaynaklardan da kendisine dayanak bulur. Ne var ki cennet mükâfatına nailiyet, cehennem azabından kurtulmak gibi bir amaç gözetilerek yapılan ibadetlerin ahlakî sorun teşkil edip etmediği üzerinde pek durulmaz. En azından fıkıh ve ilmihal literatüründe bu meseleye dair kayda değer bir bahis açılmaz. Gerçi bizzat Kur’an’da birçok ayet cennete teşvik, cehennemden sakındırma beyanları içerir. Buradan hareketle ibadetleri cennet arzusu ve cehennem korkusuyla eda etme hükmüne varılabilir.

Ne var ki Kur’an’da cehennem ve azapla ilgili ayetler kahir ekseriyetle özelde müşrikler, genelde inkârcılarla ilgilidir. Bu ayetlerdeki tehditler nüzul bağlamından koparılarak doğrudan doğruya müslümanlara tevcih edildiğinde, ibadetleri eda saikinin ön plana çıkan boyutu da cehennemden kaçınma çabası haline gelir. Gerek cennet arzusu, gerek cehennem korkusu temelinde eda edilen ibadetler Allah’la ilişkimizi farkında olarak ya da olmayarak ivazlı-garazlı hâle sokmakta, bunun da ötesinde bizatihi kendi içimizde samimiyetsizlik, hatta menfaatçilik gibi tutumların sessiz ve derinden meşruiyet kesbetmesi gibi bir sonuçda doğurmaktadır. Allah’a ibadet şu veya bu şekilde fayda, çıkar teminine bağlandığında, faydacılık ve çıkarcılık pratik hayatımızda da olağanlaşıp sıradanlaşmaya başlamaktadır. Bu safhadan sonra, çok sayıda müslümanın ticaret, siyaset gibi alanlarda dürüstlük, içtenlik, diğerkâmlık gibi değerlerden ziyade giderek artan biçimde bencillik, çıkarcılık gibi davranış kalıplarını özümsedikleri probleminin neden ve niçinleri üzerinde konuşmanın da pek anlamı kalmamaktadır. Zira Allah’a ibadet fayda ve beklenti üzerine inşa edildikten sonra, insan ve toplum içindeki hukukun aynı minvalde tesis edilmesi gayet normaldir.

İşte bütün bu sakıncalardan dolayı oruç ibadetinin “Allah’a karşı şükran/teşekkür” olduğunu belirtim. Neyin teşekkürü derseniz, hâl-i hazırdaki ramazana sağlık içinde kavuşmuş olmanın, soframızda yiyecek rızkımız ve nimetimizin bulunmasının, hatta sağlık ve afiyet içinde nefes almanın teşekkürüdür, diyebilirim.  Bu arada “şükr”ün telaffuz edildiği kadar kolay bir şey olmadığını belirtmek gerekir. Gazâlî’nin de ifade ettiği gibi gerçek manada şükür ilim, hâl ve amel olarak üç boyutludur. Şükürde en temel unsur ilim olup hâli, hâl de ameli doğurur. İlimden maksat, insanın mazhar olduğu nimetin, bütün nimetlerin ve rızıkların asıl sahibi Allah tarafından bahşedildiğini bilmektir. Bu ilim aynı zamanda tevhiddir. Nimeti başkasından bilmek ise şirktir. “Lâ ilâhe illallah” ifadesi tevhide, “elhamdülillah” ifadesi ise nimetin tek ve yegâne ilah olan Allah’tan geldiğine delalet eder. Şükrün ikinci boyutu olan hâlden maksat, Allah’ın lütuf ve ihsanından hâsıl olan mutluluk ve memnuniyettir. Amelden maksat ise kalp, dil ve uzuvlarla nimet sahibi Allah’ın iradesine uygun biçimde edip eylemektir. Bu konuda Gazâlî’nin İhyâu Ulûmid-Dîn adlı eserinin sabır ve şükürle ilgili faslının mutlaka okumak gerekir.

Oruç tutmamanın hükmüne gelince, bilindiği gibi Kur’an’da hastalık ve yolculuk hallerinin Ramazan orucunu erteleme gerekçesi oluşturduğu açıkça belirtilir. Ancak bu haller sona erdikten sonra söz konusu oruçları tutmak gerektiği de yine Kur’an’ın beyanıyla sabittir. Çok ileri yaşta olan ve oruç tuttuğunda birtakım sıkıntıları tetikleyecek nitelikte kronik hastalığı bulunan ve aynı zamanda bu hastalıktan kurtulup iyileşme ümidi olmayan kimseler oruç yerine Ramazan ayındaki her gün için bir fidye ödemesi gerekir. Bir günlük fidyenin miktarı kişinin yine Allah’a bir şükran ifadesi olarak verdiği sadaka-ı fıtır miktarına denktir. Zira oruç fidyesiyle ilgili Bakara suresi 184. ayette bir fakirin doyumundan söz edilmektedir ki bu da bir kişiyi bir gün için doyuracak iki öğün yiyecek ve dolayısıyla bunun parasal değeri olarak fitre miktarına muadildir. Bazı âlimler ilgili ayette geçen “ve-alellezîne yutîkûnehû” ifadesini, aşırı sıcak altında asfalt işçiliği, demircilik veya çelik dökümhanesinde çalışmak gibi ağır işlerde çalışan kimselerin de oruç yerine fidye verebileceklerini söylemişlerdir. Bu izah için İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı tefsirine bakılabilir.

7. Oruç kefareti meselesi nedir?

İslam âlimlerinin ortak kabulüne göre hiçbir mazereti olmadığı halde Ramazan orucunu vaktinde tutmayan kişi günah işlemiş olur. Bu demektir ki oruç tutmamanın cezası dünyevi değil, uhrevidir. Hz. Peygamber’in özürsüz olarak orucunu zamanında tutmayan kişinin hayatının kalan kısmını oruçlu da geçirse bunu telafi edemeyeceğine dair ifadesi, oruç tutmamakla işlenen günahın mahiyeti hakkında yeterli bir fikir verir. Ramazan orucunun edasına geceden niyet edildiği halde bilerek isteyerek ve dînen geçerli bir mazeret bulunmaksızın yemek içmek, az çok lezzet veren bir gıda maddesini yemek veya keyif verici bir maddeyi ağızdan alıp yutmak ve cinsel temasta bulunmak Hanefilere göre kaza ile birlikte kefaret gerektirir. Maliki mezhebinin görüşüde aynı minvaldedir. Şâfiiler ise Ramazan orucunun sadece cinsel ilişkiyle bozulmasının kefaret gerektirdiği kanaatindedir.

Klasik fıkha göre oruç bozmanın kefareti eğer mümkünse bir köle azat etmek, buna güç yetmiyorsa hiç ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak, eğer buna da güç yetmiyorsa altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır. Bu kefaret hükmü Kur’an’da yoktur ama Kur’an’da zıhar kefaretine ilişkin bir düzenleme vardır. Zıhar İslam öncesi Arap toplumuna ait bir boşama şekli olup, “Sen bana annemin sırtı/zahrı gibisin” demek suretiyle kocanın kendi karısını annesine benzetmesini ve bu suretle eşinin kendisine haram olduğunu belirtmesini ifade eder. Mücâdile suresi 2-4. ayetlere göre zıhar yapan kişinin karısıyla ilişkide bulunmadan önce bir köle azat etmesi, buna gücü yetmezse veya azat edecek köle bulamazsa yine ilişkide bulunmadan önce iki ay ara vermeden oruç tutması, buna da gücü yoksa altmış fakiri doyurması gerekir.

Oruç kefareti Hz. Peygamber’in hadislerine dayandırılır; ancak bu konuyla ilgili hadisler kuvvetle muhtemel olarak zıhar ve kefaret meselesiyle ilgili Seleme b. Sahr hadisiyle aynıdır. Oruç kefaretine delil gösterilen hadislerde dikkat çekici olan husus, zıhar ve kefaret meselesiyle ilgili hadislerdeki Seleme b. Sahr isminin yerine “Bir adam” şeklinde müphem bir lafzın zikredilmesidir. Musa Cârullah’ın da belirttiği gibi oruç ve zıhar kefaretiyle ilgili hadislere konu olan olay aynıdır. İyimser bir tahminle denebilir ki ravi, Seleme b. Sahr hadisinin baş tarafını atlayıp son kısmını nakletmiş ve bu hadiste anlatılan olayın aslında zıharla ilgili olduğuna vukufsuzluk sebebiyle oruç ile zıhar meselesini birbirine karıştırmış veya biraz niyet okucuyu diğer bir tahminle ulema oruç ibadetinin savsaklanmaması maksadıyla zıhar kefaretinden hareketle Seleme b. Sahr hadisini oruca uyarlamıştır.

Sonuç olarak, orucun altmış günlük cezası ve bir de kazası şeklindeki geleneksel hüküm ve uygulamaya dayanak gösterilen hadislerin delaleti problemlidir veya tartışmaya açık mahiyettedir. Ayrıca bu kefaret hükmü pratikte pek tatbik edilebilir ve oruçla ilgili iyi sonuçlar verir türden de değildir. Bilinçli olarak oruç bozma durumunda yapılması gereken, mümin kişinin gerçekten nedamet duygusuyla tövbe edip Allah’tan af dilemesi ve bilinçli taksir sebebiyle tutamadığı orucu tutmasıdır.

8. Geçmiş ile bugünkü Ramazan’lar kıyaslandığında Ramazan ayını idrak edebiliyor musunuz? Dünden bugüne Ramazan aylarında neler değişti?

Kendi adıma diyebilirim ki geçmişten bugüne Ramazan algımda değişen pek bir şey olmadı; ama 2010 yılından bu yana ağır bir bağırsak ameliyatı ve üç-dört böbrek operasyonu geçirmem sebebiyle oruçla hukukum maalesef fidyeye bağlandı. Bu özel durumum haricinde, geriye dönüp baktığımda belki milyonlarca insanın dillendirdiği, “Nerede o eski Ramazanlar, ahh o eski bayramlar…” şeklindeki bir özlem ifadesinin aslında salt Ramazan ve bayramla ilgili değişimden ziyade topyekûn dünyanın ve buna bağlı olarak hayat tarzı ve eşyaya bakışın çok hızlı değişip dönüşmesiyle ilgili olduğunu söyleyebilirim. TRT televizyonunda yayımlanan “Seksenler” dizisi, bugün elli yaş ve civarındaki insanların gençlik yıllarını yaşadığı Türkiye’yi anlatıyor ve o yıllardan bugüne tecrübe ettiğimiz değişimin takip edilemez hızından dolayı otuz yıl kadar önce bizzat yaşadığımız hayat bugün bize sanki çok eski kuşakların yaşam tarzıymış gibi geliyor.

Burada şunu da not etmek gerekir ki “Dünden bugüne neler değişti?” sorusu genellikle yaşı kemale erenleri ilgilendiriyor ve pek tabii olarak “Nerede o eski Ramazanlar, nerede o eski bayramlar…” gibi maziye hasret sözlerini de yaşı eskimiş insanlar dillendiriyor. Aslında bu nostalji eski Ramazanlar ve eski bayramlardan ziyade, gençlik çağlarına ve her geçen gün bir ayağın çukurda olma duygusunun yoğunlaşmasına atıfta bulunuyor. Zira bundan otuz-kırk yıl öncesindeki çocuklar ve gençlerde olduğu gibi bugünkü çocuklar ve gençlerin gözünde de emimin zaman pek geçmek bilmiyor, sanki uzadıkça uzuyor. Oysa yaşlıların nazarıyla bakıldığında zaman su gibi akıp gidiyor. Bu durum insanın içinde bulunduğu çağ ve döneme, aynı zamanda yaşadığı hayatın huzurlu veya sıkıntılı olmasına göre zamanı ve zamanın içinde olup bitenleri çok farklı algılamasıyla ilgilidir. Bu konuda Schopenhauer’in Aforizmalar adlı eserindeki “Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine” başlıklı bölümün okunması özellikle tavsiye edilir.

13.07.2015

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/genhaber.aspx?kod=4341

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder