Bugünlerde hususen İstanbul’daki selâtin camilerinin minareleri
arasında, “Elveda ya şehr-i ramazan”, “Gel yine gel” gibi mahyalar peyda
olacak, hatta belki de çoktan peyda olmuştur. Bu mahyalar ilk bakışta
Ramazan’ın sona ermesinden naşi derin bir hüznün ifadesi gibidir; ama
gerçekte öyle değildir. Bu mahyalar aslında zımnen Ramazan’ı uğurlamanın
sevincini yansıtmasına rağmen sözüm ona “Ne çabuk da geçip gitti”
imasında bulunan riyakâr bir dinî retoriğin ifadesi gibidir. Zira bir
televizyon programında açıkça söylediğim gibi, bu topraklardaki sayısız
insan ramazan ve oruçla ilgili hukukunu “on bir ayın sultanı”
kavramlaştırmasından ziyade, dile getirilmeye cesaret edilemeyen
“mübarek on bir aylar” algısıyla tesis etmektedir.
Ne yalan söyleyeyim, ben ramazanın sona ermesinden gayet memnunum. Ama
bu memnuniyetim bizatihi ramazan ve oruçtan öte, her bakımdan sahte,
riyakâr, tasannulu ve aynı zamanda hem cılkı hem çivisi çıkmış olan
ramazan medyasının birkaç gün sonra defolup gidecek olmasıyla ilgilidir.
Ramazandan kısa bir süre önce TV 24’teki Sözden Öte programında,
“Hocam, sakız orucu bozar mı mevsimi girmeden ben bu programı
bitireceğim” demiş ve söz verdiğim minvalde bitirmiştim. Çünkü özellikle
son yılların ramazan aylarında hemen her televizyon kanalından boca
edilen hurafe, menkıbe, hikâye ve ecdat edebiyatından ibaret sayısız din
programından bıkmış usanmış, hatta tiksinmiştim. Hele hele ulusal
televizyon kanallarının hemen her birinin otuz günlük program için
yüzbinlerle ifade edilen rakamlarla ramazan hocası transferi yarışına
girmeleri, bu hocalardan kimisinin sanki Firavun veya Nemrud’un
sarayından canlı yayın yapar gibi bir üslup ve edayla binbir çeşit
hurafe ve masal anlatması, kimisinin Bedir, Uhud, Hendek savaşlarına
bizzat katılmış bir sahabi edasıyla konuşması, kimisinin vitamin
fışkıran bir çehreyle “Sevgili dostlar” diye söze başlayıp ardından
kendince Ehl-i Sünnet muhalifi olan tüm dinî görüş ve anlayış
sahiplerine ikide bir parmak sallayıp ayar vermeye çalışması, kimisinin
muttaki ve muhlis pozlarında ve fakat gerçekte yavşakça bir tavırla güya
edebi ve felsefi derinliğe sahip dini sohbet yaptığını sanması vs.
Diğer yandan, kimi televizyon kanallarında sanki Türkiye’de doğru düzgün
Kur’an okuyacak kimse kalmamış gibi Habeşli, Endonezyalı birilerine
kulak tırmalayıcı bir ses ve edayla Kur’an okutulması, bu arada bazı
resmi kanalların “Ehl-i Sünneti Müdafaa Cemiyeti” diyebileceğimiz
şımarık, küstah ve aynı zamanda sekter zihniyetin reklam ajansı gibi
çalışması vs.
Bu meyanda daha çok şey söylenebilirse de şimdilik bu kadarı kâfidir.
İşbu kadarı kâfidir dediğimiz sebeplerden dolayı Allah’a şükürler olsun
ki ramazan bitiyor ve böylece ramazan medyasının en azından benim için
tahammül sınırlarını zorlayan müptezelliği de artık sona eriyor.
Haddi zatında ramazan medyasındaki bu müptezellik ve pespayelik
bizatihi televizyon kanallarının veya kanallardaki program
yöneticilerinin pespayelik tercihlerinden ibaret değil. Belli ki bu
programlar halk nezdinde hayli rağbet görüyor ve bu yüzden de kesintisiz
devam ediyor. Yoğun talep var ki aynı yoğunlukta arz ediliyor.
Bu durumda pespayeliğin asıl adresi geniş kitleler olsa gerektir. Bu
kitleler sözgelimi İstanbul’un sahillerini kendin pişir kendin ye
tarzında ocakbaşına dönüştürüp Mine Kırıkkanat’ın on yıl kadar önce
yazdığı “Halkımız Eğleniyor” başlıklı yazısında tasvir ettiği gibi, don
paça soyunmuş adamların mangal yellemesi gibi, ramazan ayını da
televizyonlardaki evlilik programlarını temaşa zevkiyle takip ediyor.
Yine bu kitleler ramazanda gözlerine ve kulaklarına ama sadece bu iki
uzuvlarına sözüm ona din programı boca edilmesinden müthiş hazzediyor.
Bu bir aylık din bocası belli ki on bir ay yetiyor. On bir ay sonra
camilerin minareleri arasına “Onbir ayın sultanı hoş geldin ya şehr-i
ramazan” mahyaları asıldığı vakit yeniden bir din bocası ihtiyacı
hissediyor.
Ama emin olun, bunca din içerikli program hemen hiç kimsenin pratik
ahlaki yaşantısında ciddi bir karşılık bulmuyor. Belli ki bir ay boyunca
izlenen ve dinlenen sayısız program bir kulaktan girip öbüründen
çıkıyor veya bu programlarda bir kulaktan girip öbüründen çıkmayacak
içerikler bulunmuyor. Millet ramazan medyasını aşure günü aşure yapıp
konu komşuya dağıtmak veya ramazanda Eyüp Sultan camii avlusuna sofra
bezi serip iftar açmak modunda takip ediyor. Dahası, evde temizlik
yaparken Trt müzik kanalını dinler gibi iftar ve sahur sırasında da
ramazan medyası fon olarak işlev görsün istiyor. Hepsi bu kadar…
Ramazan programları bu modda izlendiği için, program sunucuları da
habire secili, kafiyeli, sükseli cümlelerle bezenmiş sohbetler
döşeniyor. Ama dikkatle izlendiğinde, dil, üslup ve retorikten beden
diline kadar bu programlardaki hemen her boyut tam bir riyakârlık ve
yavşaklık şeklinde kendini gösteriyor. Ne acıdır ki bu yavşak dil ve
üslup Diyanet tarafından da maalesef takdir ve taltif ediliyor.
Burada tasvir etmeye çalıştığım vakıaya bizzat gözle şahit olmak
isterseniz, bu satırları yazdığım 11 Temmuz 2015 cumartesi akşamı saat
22:00 sularında TRT Diyanet televizyonunda yayımlanan “Beş Vakit
İstanbul” adlı programın kaydını izleyebilirsiniz. Bu programın tek
kişilik kahramanının “kıyam” kavramıyla “kıyamet” arasındaki sözde
ilişkiyi açıklama tarzındaki yapmacıklık, son derece fiyakalı retorik ve
kelimenin tam manasıyla edebiyat parçalama tabirinde ifadesini bulan
üslup gerçekten seyredilip ibret alınmaya namzettir. Hele de şadırvanda
abdest, ardından camide iftitah tekbiri ve kıyam sahneleri kamera
karşısında derin ihlas, takva, haşyet ve bilumum derin dindarlık
alametlerinin “İşte budur”(!) dedirtip sözü bitirdiği momentler olarak
mutlaka izlenmelidir. Bu vesileyle, otuz günlük ihlas, takva sunumlu
programların sunucu maliyetleri merak konusu olabilir ve bu merakı
gidermek için bir dilekçeyle ilgili makamlara başvurulabilir.
Belli ki diyanetimiz de ciddi programların halk katında albenisiz
olduğunu anladı ve ister istemez edebiyat parçalama programlarına
başladı. Böylece halkı hal-i hazırdaki derekesinden belli bir dereceye
çıkarmanın zorluğundan yüksünerek halkın derekesine inme kolaylığına
kaçtı.
Hoş, zavallı Diyanet başka ne yapabilirdi ki… Nihat Hatipoğlu ve
muadilleri kendi televizyon programlarına derbi maç seyircisinden daha
fazla taraftar toplarken, Trt Diyanet herhalde seviyeli dinî programlar
yapamazdı. Aksi halde dükkânı kapatmak kaçınılmazdı. Gerçi diyanet
birkaç yıl boyunca direndi ama görsel medyanın raconunu öğrencince bu
racona uygun programlar hazırlatmanın daha akıllıca olduğuna kanaat
getirdi. Ama gelin görün ki, “Biz Diyanet olarak televizyonculuk yapmak,
hele de bu şekilde yapmak zorunda mıyız?” sorusunu, “Hayır, değiliz”
diye cevaplamayı her nedense pek makul görmedi.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12.07.2015
Kaynak: http://haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=1047
Değerli Mustafa Öztürk Hocam,
YanıtlaSilSiz kanal 24'de program yapmaya başlayalı programlarınızı hiç kaçırmamaya çalıştım ve programlarınızdan çok güzel şeyler öğrendim. İlk defa bu yazınıza katılmadığımı belirtmek istiyorum. Elbette ramazanı magazinleştiren programlar var. Fakat geneline baktığımız zaman bence bu programlardan halkımız istifade ediyor ve pek çok kanalda çok güzel ramazan programları da var. Geçen hafta sonu iftarımı Sultan Ahmet'te açtım ve Sultan Ahmet tıklım tıklım doluydu. İnsanların huzur ve huşu ile iftarlarını açtıklarını gördüm. İftardan sonra yapılan programlar Nihat Hatipoğlu'nun programı gerçekten çok güzeldi. Oralara gidip biraz gözlem yaparsak bunları rahatlıkla görebiliriz. Eksiği ile fazlası ile bu programlardan halkımız yani sıradan insanlar istifade ediyor ve ramazanın getirdiği rahmet ikliminin tesiri ile de bir şeyler öğreniyorlar. Ben sizin bu yazınızda halka tepeden baktığınızı da kastetmiyorum çünkü öyle bir insan değilsiniz. Bizlerin ramazan ayında eleştiriyi bırakıp bu eleştirilerimizi ramazan ayının sonuna bırakmamız daha iyi olur dşye düşünüyorum. Umarım yanlış anlaşılmamışımdır. Saygılarımla,
"Yine bu kitleler ramazanda gözlerine ve kulaklarına ama sadece bu iki uzuvlarına sözüm ona din programı boca edilmesinden müthiş hazzediyor." Bu sözünüze katılmakla birlikte milletinde kime nasıl güveneceği hususunda kararsız kalmasını da normal karşılamanız gerektiğini düşünüyorum . Zira ülkedeki din bilgini dediğimiz insanların da KURAN üzerinde ne kadar uzlaştıkları ortada. Her biri ayrı telden ötüyor. Sonunda sanırım millet deist olacak Çünkü din bilginlerinin zulmünden millet kesin buraya kaçacak gibi gözüküyor. yapılması gereken ne mi? Öncelikle şu din bilgini-ilahiyatçıların bir araya gelip Allah yarattığından ne istiyor-ne istemiş bunu net olarak ortaya koymalarıdır. Bunu netleştirsinler yeter. Bizler dinini doğru öğrenmeye çalışan zulüm çekenler olarak inanın sizlere karşı güvenimizi de kaybetmeden bunu bir an önce gerçekleştirin aksi takdirde bu farklı farklı görüşlerinizden -uygulamalarınızdan dolayı başka bir anlatımla kitabın doğrusunu parça parça etmenizden dolayı büyük bir vebal altında olacağınızı tahmin ediyorum. Bunu sizi eleştirmek için söylemiyorum kim bu parçalanmaya hizmet ediyorsa onları kastediyorum. Onca mealci namazı vakitlendirirken sizin de sabah akşam uygulamanız da ilginç bu arada.
YanıtlaSilBir önceki yorumu gönderen de benim. Devam ediyorum. Sizin sabah akşam ifadesinin kurandaki anlamı ile ilgili bir açıklamanız bir arkadaşımla paylaştığımda bana aşağıdaki mesajı gönderdi. Şimdi sayın hocam ben halktan biriyim. Şimdi onca ayet vakitleri bildirecek şekilde yaromlanıp meallendirilmiş ise ki sadece bir kişinin meali de değil kuranmeali.comdaki bütün hocaların mealine bakıyorum aynı ayetlere yönelik. Açıklamalar benzer mealleri benzer açıklamalar yapılmışken sizin sabah akşam ifadesi şu anlama geliyordu ifadenizi nasıl algılamam gerektiği hususunda lütfen beni bilgilendirin. Biz halk olarak delirmeyelimde ne yapalım. mail adresim iltergokcan@yahoo.com
YanıtlaSilSABAH AKŞAM İFADESİ İLE İLGİLİ PAYLAŞIMIMDA BİR ARKADAŞIMIN BANA MESAJI MAİL OLARAK GÖNDERMİŞ SİZE GÖNDERİYORUM
YanıtlaSilNamaz, kuşkusuz vakitli olarak müminlere farz kılınmıştır” (Nisa: 4/101-103).
Halkının yüzde doksandan fazlası Müslüman olan ve asırlardan beri asla değişmeksizin beş vakitte beş namaz kılınan bir ülkede “Müslümanların günlük namazları kaç vakitte kılınır?” gibi bir soru ve bu soru etrafında tartışma abes olmalıdır, ama at izinin it izine karıştığı zamanımızda bu konunun bile soru ve tartışmaya açıldığı olmuştur.
Resulüllah'ın (s.a.), ashabının ve daha sonra gelen müçtehid imamların uyguladıkları, yine bu imamların bir kısmı tarafından kitaplaştırılmış olan usulü terk ederek, kendi “akıl”, heva ve heveslerini usul kılarak İslam'ı yeniden anlamaya ve anlatmaya kalkışan bazı yeniyetme “ilahiyatçı yazar ve konuşurlar” “Kur'an İslamı”ndan söz ediyor, “bir hüküm, bilgi ve açıklama Kur'an'da yoksa İslam'da da yoktur” diyorlar. Halbuki at gözlüğünü, peşin hüküm ve çağdaş taklidi bırakıp Kur'an'a usulünce baksalar İslam'ın, Resul (s.a.) devreden çıkarılarak anlaşılamayacağını ve uygulanamayacağını öğreneceklerdir.
Peygamberimizin Kur'an'ı açıklama, uygulama ve yine bir çeşit vahiy ile ek bilgiler ve hükümler getirme yetkisi/vazifesi hakkında nice ayetler var, işte onlardan biri:
“…İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve ola ki üzerinde düşünürler diye sana da uyarıcı Kitab'ı indirdik” (Tâhâ: 16/44).
Allah Teâlâ Son Peygamber'in (s.a.) ümmetine beş vakit namazı farz kılmış. Bu namazların vakitlerini saat vb. aletlerin bulunmadığı bir zamanda herkesin görüp uygulayabileceği güneş hareketlerine bağlayarak açıklamıştır (Nisa: 4/101-103, Hud:11/114, İsra: 17/18,Taha: 20/130). Bununla yetinmemiş büyük melek Cebrâîl'i Peygamberimize göndererek iki gün beş vakit namazı kıldırmış, bu namazların başlama ve bitme zamanlarını göstermiştir.
Allah Teâlâ vakte o kadar önem vermiştir ki, düşmanla savaş halinde bile vakti gelince, düşmanın fırsat bilmesine imkan vermeyecek tedbirleri alarak üstelik cemaatle namaz kılmayı emretmiş ve nasıl icra edileceğini de açıklamıştır.
Genel kural böylece yerleşmiş, Efendimiz hayatta iken ve ondan sonra da örnek Müslümanların yaşadıkları çağlarda kesintisiz olarak beş vakitte beş namaz kılınmıştır.
Birden fazla (genellikle öğle ile ikindi, akşam ile de yatsı) namazın birleştirilerek kılınmasına ancak hazarda bazı mazeretler bulunduğunda, seferde (yolculuk halinde) de bazı kayıtlar ve sınırlar konularak izin verilmiştir.
Şu halde beş vakitte beş namazın farz olduğu Kur'an'da, Sünnet'te ve İcmâ'da şeksiz ve şüphesiz olarak vardır. Ayrıca Kur'an'da olmasaydı da Peygamberimiz bu ibadeti uygulamış, açıklamış ve ümmetine buyurmuş olsaydı müminler en küçük bir şüphe ve tereddüt geçirmeden baş üstüne der, O'nun gösterdiği gibi kılarlardı.
Namaz bütün yaratıkların kendi imkan ve dilleriyle Yaratan'a yaptıkları ibadetleri kendinde toplayan bir büyük ibadettir, bir huzur, saadet ve manevi eğitim (tezkiye) aracıdır.
Rabbim sana sonsuz şükürler olsun ki, Resulüne miracı, bize de namazı hediye ettin!
Türkiye'de kıymeti bilinmeyen değerli Mustafa Hacım,
YanıtlaSilRamazan medyası hakkında yaptığınız değerlendirmelere katılmamak mümkün değil. Makalenizi okuduktan sonra benim de aklıma belediyelerin ramazan ayı boyunca açtığı iftar çadırları hakkında acizane birkaç söz söylemek geldi. Şöyle ki: Belediyelerin ramazan ayı boyunca iftar çadırları kurması, çadırı olmayanların sokaklara masa sandalye dizmesi, insanların iftar yapmak için bir saat öncesinden sıraya girmesi ayrı bir seyirlik manzara. Kuyruktaki insanların içinde fakir ve muhtaç olanların oranı ne kadardır, hep merak etmişimdir. İftardan sonra rüzgârın yere savurduğu kâğıt peçeteler, plastik tabak-kaşık-çatallar ve beraberinde yere düşürdüğü yemek ve ekmek kalıntıları, bunlardan sebeplenen sokak hayvanları, hassas insanların midesini kaldıracak ilkellikte. Bir ay boyunca birbiriyle yarışırcasına iftar sofraları açan belediyeler, acaba harcadıkları bu paralarla bir sene boyunca bölgelerindeki fakirleri doyurabileceklerini hiç düşündüler mi? Ya da bunu tavsiye eden olmadı mı? Olsa da ne fayda! Ramazanda sokaklara sofra açmayıp bu parayla fakir doyurmanın siyasi bir getirisi olmaz ki…
Ali Çankırılı
Belediyelerin ramazan ayı boyunca iftar çadırları kurması, çadırı olmayanların sokaklara masa sandalye dizmesi, insanların iftar yapmak için bir saat öncesinden sıraya girmesi ayrı bir seyirlik manzara. Kuyruktaki insanların içinde fakir ve muhtaç olanların oranı ne kadardır, hep merak etmişimdir. İftardan sonra rüzgârın yere savurduğu kâğıt peçeteler, plastik tabak-kaşık-çatallar ve beraberinde yere düşürdüğü yemek ve ekmek kalıntıları, bunlardan sebeplenen sokak hayvanları, hassas insanların midesini kaldıracak ilkellikte. Bir ay boyunca birbiriyle yarışırcasına iftar sofraları açan belediyeler, acaba harcadıkları bu paralarla bir sene boyunca bölgelerindeki fakirleri doyurabileceklerini hiç düşündüler mi? Ya da bunu tavsiye eden olmadı mı? Olsa da ne fayda! Ramazanda sokaklara sofra açmayıp bu parayla fakir doyurmanın siyasi bir getirisi olmaz ki… .
YanıtlaSilAli Çankırılı